-5- “Aşı (İğne) Orucu Bozmaz” Ve “hesâbât-ı nücûmî” Fitnesi!
26 Nisan 2021
Ramazân-ı Şerîf, Ne Olur Çabuk Geç!
5 Mayıs 2021

NÛR İLE ZULMETİN TELBÎSİ…

Ahmed ZIYÂ

.

“EGEMENLİK = HÂKİMİYYET PADİŞAHDA” İFTİRÂSI…

Bu sene 23/Nîsân/2020, Perşembe gününe tevâfuk etmişdir. Aynı zamanda bu gün, hilâli rü’yet etmeden Ramazan orucuna başlayanların takvimlerine göre, Ramazan’dan bir gün öncesidir. Ya’ni bu günün gündüzünde 23 Nisân şenliğini putperestliğe çeviren bir hânede, güneşin batmasıyla Ramazan gecesine girilmiş olunacakdır. Ramazân’ın ilk günü cumâ gününe tesâdüf etdiğinden, ayrıca cuma gecesine de girileceği bir vâkıadır… Bugünün 23 Nisan’larını İslâm muârızlığı ve ataizmaya çevirenlerin şu hâli, 1920’lerle o kadar tezat teşkîl ediyor ki, bu, bir nevi “Zulmet ile Nûr’un” bir ülkenin üzerinde bu şekilde bulunması hâlidir ve pek nâdir görülür!.

23 Nîsân’ı bu sene bu kadar ehemmiyetli kılan sebeb ise, tam 100 sene evvel bu günün “23 Nîsân 1920” olarak târih sahifelerine yazıldığı gün olmasıdır. 1920’de bu gün ne olmuşdur? Wikipedia internet ansiklopedisinin beyânına göre:

“- 23 Nisan’ın Türkiye‘de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920’de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin açılmış olmasıdır. Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM’nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken…” [1]

Bir kere bu ifâdeler tamâmen yanlış olub, târîhî hakîkatları çarptırmıya mâtufdur. Osmanlı târihi boyunca egemenlik denilen hâkimiyyet, hiçbir zaman padişahlarda olmamışdır. Bu, Osmanlı Müslüman Türk idâre sistemi ve DEVLET BAŞKANI olan padişahlarımızı itibarsızlaştırmak üzere ortaya atılan 111 yıllık bir (Mason-ittihadçı, halkçı-kamalist ve çarpık cumhûriyetçi) iftirâsıdır…

Hâkimiyyet, eğer müfteri ve Osmanlı-Selçuklu düşmanı mütegallibe ve devşirmelerin dediği gibi Padişahlarımız ve  Sultanlarımızda (Devlet Başlarımızda) olsaydı, bu iki devlet 1000 yıldan fazla yaşayamaz ve dünyaya mürşidlik yapamaz, üç-beş eşkıyâ önünde dize gelirdi…

YAVUZ CENNETMEKÂN: “BENİM MÜLKİYET VE HÂKİMİYYET (egemelik) HAKKIM VARSA, ALLÂH’IN MÜLKÜNDE ONUN ORTAĞI OLMAM LÂZIM GELİR!”

Müslüman Türk milletinin Sultanları ve Padişahları, Hâkimiyyet peşinde değil (Hâdimiyyet) peşinde olmuşlardır ki, İnsanlık Târîhinin, Peygamberler ve onların ashâbı hâric, en büyük 9-10 hakîkî LİDERİNDEN biri olan Cennetmekân Firdevs-i Âşiyân Gâzî Yavuz Sultân Selîm Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-Gufrân Hazretleri, HÂKİMİYYETİN (uydurukçası egemenliğin) kimde olduğunu, bir manzûmesi ile Kâinâtın kör ve sağır suratına yapıştırmış ve hakîkatı, “Millet Hâkimiyyeti” diyerek kendi despotluk ve diktatörlüklerini bu maske ile yürüten cihân sahtekârlarının bir eksiksiz tâmâmına, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin kalemiyle aşağıdaki şekilde FERMÂN BUYURMUŞDUR:

“Milliyyetleri İslâmiyyet’le kaynaşan ve belki milliyetlerini İslâmiyyet içinde eriterek medeniyet ve insaniyete münâfî (aykırı) şevâibden âzâde (kusur ve ayıblardan uzak) ve mühezzeb (doğru ve düzgün) bir milliyet numûnesi gösteren Türklerden murâdım; altı yedi asırlık ömür sürmüş, cihangirlik pâyesine ayak basmış; ve şark medeniyetinin son mümessili olarak her türlü azîmet ve semâhatiyle dünyâya “efendi”lik dersi vermiş olan [şimdi yeni Türkiye’de efendilik sıfatı mülgâdır] Osmanlı Türkleridir. Pâdişâhları (hâdimu’l-harameyni’ş-şerîfeyn) yani iki İslâmiyyet harîminin (Mekke ve Medîne’nin) hizmetkârı olan bu Türklerle, Selçuklu Türkleri, ikisi de dinsiz türklüğü kabûl etmezler, öyle dinden mücerred milliyetin yüzüne tükürmezler.”

“Eski Türk mümessili olan Osmanlı Devleti târîhini çekemediklerinden, ellerinden gelse üzerine hatt-ı butlân çekmek isteyen yeni türklerin bile, geçen makâlemde nakl ettiğim şehâdet ve i’tirâfıyla târih-i umûmînin azîmetlerinden ma’dûd bulunan o büyük Devletin ne kadar dindar olduğuna ve dindarlığı sâyesinde azîmet-i müslimesini mükemmelen hazmederek, sonradan görmelerin, ne oldum delisi olanların Allâh ile rekâbet etmek derecesinde düşdüğü güçlüklere düşmediğine bir misâl olarak, Sultân Selîm-i Evvel’in şu arapça beytlerini nazar-ı dikkat ve ibretle vaz’ edelim:

Müşâru’n-ileyh bu beyitleri, Mısır fethinden sonra söylemişdir. Tercemesi:

“-Mülk ve saltanat ancak Cenâb-ı Hakkındır. Ondan başka, dünyâda herhangi bir emeline zaferyâb olan her fânî mutlaka elindekini geri vermeye mecbûr olduğu gibi, muvakkaten elde etdiği şey’in bilâhare mes’ûliyyetini çekecek ya’ni seâdeti zevâl bulacak ve mes’uliyyeti bâkî kalacakdır. EĞER FARZ-I MUHAL OLARAK, GEREK BENİM VE GEREK BİR BAŞKASININ YER YÜZÜNDE BİR PARMAK UCU KADAR HAKK-I MÜLKİYET VE HÂKİMİYYETİMİZ OLSA, ALLÂH’IN MÜLKÜNDE ŞERÎKİ OLMAK LÂZIM GELİRDİ.”

İşte müfterî, mütegallibe ve asl inkârı içindekilerin, Sultan ve padişahlarımızı küçümsemek ve itibarsızlaştırmak içün ortaya atdıkları iftirâ ve yalanlar böylesine çirkin ve iğrençdir. Cennetmekân Selîm Hân Hazretleri, sadece “parmak ucu kadar hâkimiyyetim yok” demekle kalmıyor, “parmak ucu kadar da MÜLKİYETİM YOK” buyuruyor… Niceleri gibi, “Şu kent benim, şu çiftlik benim, şu gemi benim, şu banka ve paraları benim, o benim bu benim, şuraya heykelimi dikin, buraya büstümü çakın, bana tapın, beni tanrılaştırın!” gibi şirk, lâf ü güzaf, yâve, hezeyân ve hülyâlardan kat’iyyen münezzeh bir Sultân… “Hâkimiyyet ALLÂH’ındır başkasının aslâ olamaz!” diyen, tam bir LİDER, tam bir REİS, tam bir devlet başkanı…

YENİLERİN MEDENİYETİ MASON ŞAPKASI, LÂTİN HARFİ VE KİLİSE (İSVİÇRE) KÂNÛNU…

Merhûm Şeyhülislâm Hazretleri, bugünün her tarafı yalan-dolan, uydurma ve sahtekârlık dolu tâhine ve tarihçilerine karşı, târîhî çarpıcı hakîkatleri şöyle dile getirir:

“Türk milletinin mi’yârını, müslüman Osmanlı ve Selçûkî Türklerinden alarak, onlardan evvelki putperest veyâhud en sonraki hevâperest ve zenperest (kancıklara ve madamlara tapan) türkü kâle almayışım, Türkün târihindeki şân ve şerefinden bugün elde mevcûd lisânına kadar nesi varsa, hepsinin müslüman Türk devirlerine âid olduğundandır. En eski türkün bozkurd masalından başka bir şeyi olmadığı gibi, yeni türkün de âsâr ve mefâhir-i milliyye nâmına bir frenk şapkası ile bir lâtin harfi ve bir isviçre kânûnu vardır.

Osmanlı Türklerinin, Viyana muhâsaralarına bedel, Anadolu ortasındaki mahsûriyyetini (kuşatılışını) ta’kîb eden dünki Sakarya ve İnönü zaferleri bile, şapkalı türkün eseri değildir! Şapkalı türkün, henüz hiçbir devletle muhârebe etdiğine şâhid olmadık. Musul’u bilâmuhârebe (harbetmeden) ingilize verdiğini biliyoruz, başkasından bir karış yer aldığını bilmiyoruz.

Şapkalı Türkiye, İskeçe’li zengin beylerin, paşaların, hacı babaların din ve dünyâca iflâs eden çocukları gibi, eskiden kalanı bitirmiş, yeniden bir şey kazanmamış, babasının ocağına incir dökmekden başka bir ma’rifet gösterememişdir. Türk milliyeti İslâmiyyet’den ayrılmayı kabûl etmediği gibi, Türkün dîni gidince, dünyâsı da kalmayacağına eski zengin İskeçe Türkleri ile yenilerinin hâli arasındaki göze çarpan fark, ma’nidâr bir delil değil midir?” (Yarın Gazetesi, Nr:68 sh.277, Cuma,7/Ağustos/1930—13/Rabî’ulevvel/1339– (B. 309)

Görüldüğü gibi Müslüman Türk Milleti, üzerinden silindir geçmişcesine ezilib yok edilmişdir. Hâlâ daha, binbir dereden su getiren muharrifler, ecdâddan kalan ne varsa, onlara bile tehammül edemeyib en basit ve küçük teferruâtı bile silib süpürmek üzere tahrîbât ve tahrîfâta devâm etmektedirler!

PARLAMENTOCULUK, DÜNYÂNIN NERESİNDE ÇOCUK BAYRAMI VEYA OYUNCAĞI OLMUŞ?

23 Nisan’ın, çocuklarla hiçbir alâkası yok iken, “Çocuk bayramı” diyerek çocuklara “zorla kutlatılması” ayrı bir tedkîk mevzû’u olmalıdır! Biz, bu sene “Corona salgını” sebebiyle mektebleri kapalı olduğu için, “ağızlarının tadıyla bayram edemiyeceklerinden korkan bazı muallim, mürebbî-mürebbiye ve velîlerin düşdükleri vahîm manzaraya” bakmak istiyoruz!

Yukarıda bir nebze temâs etdiğimiz üzere bu sene 23 Nisân, Mübârek Cum’aya ve Mübârek Ramazân’dan bir gün önceye tesâdüf etmişdir… İlk terâvih namazını kılacakları gece, aynı zamanda cumâ gecesidir. Ve bütün dünyâda corona salgını ile mücâdele sebebiyle, 100 sene evvel bugün “Egemenliği, padişâhdan alınarak (!) kendisine verilen halk!”, bütün acziyyetiyle evlerinde hapisdir!

Ne yazık ve hikmetli bir tecellîdir ki, 1920’de “millî hâkimiyyetini (!) kazandığı” o “kutsal günde”, bütün halk evinde hapisdir! 100. Sene-i devriyesinde olacak şey midir bu?!

Ne yapılmalıdır?

Çare aranmış ve çâresi bulunmuşdur: Mâdem bu gün “çocukların bayramı”, o zaman çocukların videoları ebeveyni tarafından çekilmeli ve bu videolar sosyal medyaya yüklenmelidir!… Ve dedeleri, nineleri ile, soyu ve ecdâdı ile, onların giyim-kuşamları ile, hayat tarzları ile, 1200 yıllık MİLLET VARLIĞI ile alay eden, onları itibarsızlaştıran, hakâret eden, “aslını inkâra” varacak kadar nice iğrenç videolar…

Öyle de yapıldı.. 23 Nisan günü sosyal medya, günün ma’nâ ve ehemmiyetine göre giydirilen çocuklar, kamera karşısında şiirler, şarkılar okudular!. Kim bilir anne-babalarını memnûn edinceye kadar kaç tane prova yapıldı!. Öyle ya, çekilen videonun sosyal medyada bütün cihâna gösterilmesine ve çocuğu ile iftihâr edecek ebeveynin egosunu tatmîne lâyık olması icâb ederdi… Çocukları bu yolda provalarla sıkmanın, ebeveyni tarafından baskıya uğramamış gibi olsa bile, toplumdan ve yakın çevresinden alacağı tenkidlerin baskısı karşısında, mecbûren videosunu paylaşmak zorunda bırakılmasının, çocukların körpecik ruh halleri üzerinde bırakacağı menfî te’sirleri, bu işin ehli terbiyeci ve rûhiyatçılardan dinlemek icâb eder… Milyonlarca yavrumuzun zamanları ve ömürleri bu kabil işlerle isrâf edilib yakılmaktadır…

VİRÜS KORKUSU, BALKONLARDAN “KORKMA” DİYE BAĞIRTDI, EGEMEN HALKI EVLERDE ESİR VE HAPSETDİ!

Gündüzünde bu gibi telâş ile vakit geçirmiş olanlar, saat 21:00 olduğunda evlerinin balkonlarına çıkarak, “Kokma…” diye başlayan “millî marşları” okumak üzere sözleşdiler… Cumhurbaşkanı, “sosyal mesâfe kuralını” hiçe sayarak, dünyâya karşı, bir düzine çocuk ile sarayda kamera karşısına geçdi ve çocuklarla birlikde bu marşı terennüm etdi…

Aynı saatlerde şehirlerin hopörlerlerinden “Âkif’in Marşı” okundu… “Millî (!) egemenliğini kazanmış” olan evlerinde hâkimiyyet yerine (corona ESÂRETİ) yaşıyan halkı, “korkma!” diye bağırtarak, aslında korkdukları salgın hastalığa rağmen, Allâh’dan korkmayı hiç hatırlamadan semâya bağırtdılar!…

Aynı saatlerde minârelerin hopörlerlerinden, salgın sebebiyle her akşam okunan mekanik ve mâdenî ve salâ ve ezan zannedilen sesler neşredildi!. Salgın sebebiyle olmasa, Cuma gecesi diye okunacakdı bu salâ… Yatsı ezânına yarım saatden az kaldığı halde sahneye koyulan bu manzara, teessürle tefekkür etmemize sebeb oldu…

Biraz sonra, “100 senedir millî egemenlik sâhibi ve aynı zamanda ev esîri sevgili halk”, yatsı namazına müteâkib, ilk terâvih namazına niyyet ederek Allâh’a olan borcunu edâ etmiş olmanın verdiği yalancı huzûrla istirâhate çekilecekdi!

Acebâ öyle mi?

Böylece 23. Nisan Perşembe günü ve onu takib eden cumâ gecesi, ba’zı gönüllerde hakk ile bâtıl, nûr ile zulmet, neş’e ile kasvetin çatışması yaşanırken, diğerlerinde ise, bunların telbîsi yapılmışdır… İşin en vahîm ve acı tarafı ise, bu telbîsi yapanların şuursuzluğudur!

Nasıl bir dîne mensûb olduklarını ve neye inandıklarını bilmeden yaşayan böyle kullar, namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, kendilerini müslümân da zannetseler, onların bu zanları kendilerini kurtarmayacakdır..

HEM ALLÂH’A (!) İNANMAK, HEM TÂĞÛTLARA EĞİLİB KÖLE OLMAK…

Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin, Kur’ân-ı Azîmu’ş-Şân’ın tefsîrini yapdığı “Hakk Dîni Kur’ân Dili” nâm muhalled şâheserinde bu gibilere:

“-Allâh’a az çok inansalar bile aynı zamanda tâğûtlara da inanırlar…”

Buyrulmaktadır…

Bu vecîz ölçü, bilhassa dâr-ı riddede esîr yaşayan müslümanların yolunu dâima aydınlatacakdır..

Dâr-ı harbden daha beter olan dâr-ı riddede, hakk ile bâtıl dâimâ telbîs edilir… Zîrâ vaktiyle o diyârda Şerîatın hükmü ile birrızâ yaşanırken, artık gerek gönüllü gerek zorla orada yaşayan “halk”, mukaddes dîninden dönmüş veya döndürülmüşdür…

O günleri yaşayan selefimiz bu günleri görmekle kimi kahrından felc, kimi şehîd olmuş, kimi de kendisini evine kapatarak toprağa ayak basmamışdır. İ’tirâz ederek cihâd vazîfesini yerine getirmek isteyenler de, tâğûtlar veya onların uşakları tarafından tek tek yok edilmişdir. Böylece selef yok edilince, geride kalanlar, korkularından konuşamaz ve herhangi bir aksülamelde bulunamaz olmuşlardır. Selef ile halefin bağı bu şekilde koparılmışdır.

Çeşit çeşit meyve ağaçları olan bir bahçe düşünelim. Oradaki sıhhatli ve asırlık ağaçların kökünü kurutsunlar. Kökü kuruyan ağaç ne kadar meyve verecek ve verdiği meyve ne kadar sağlam ve faideli olacakdır? O meyvenin çekirdeklerinden yetişecek fidanlar nasıl büyüyecek, nasıl meyve verecek? Böylece hastalıklı bir bahçe meydâna gelecekdir. Bu bahçenin sâhibi, bahçesini kurutanı sevebilir mi? Seviyorsa, burada ya bir rûh hastalığı veya münâfıklık vardır. Veyâ bahçesini kurutanlardan habersizdir…

Kendisi dîninden bîhaber olduğu hâlde müslümanlıkları taklidden ibâret kalan ve asgarî mikdarda bile ma’lûmât-ı dîniyyesi bulunmayan şahısların, “Benim dedem hacı, babam hocadır” diyerek kendilerini kurtaracaklarını zannetmeleri, dînlerini bilmedikleri ma’nâsına gelir. Halbuki icmâlen îmân etmiş bir müslümân yaşadığı müddetce, imânını tafsîlî bir îmâna çevirmek ve bunun içün de İlm-i hâlini bilmek mecbûriyyetindedir.. Amellere taalluk eden ilm-i hâlini bilmeden yaşaması, amellerini ifsâd edeceği gibi, i’tikâdına taalluk eden ilm-i hâlini bilmemesi de, i’tikâdına, îmânına zarar getirecekdir..

Her “müslümânım” diyeni dâr-ı harb olan memleketlerde “müslümân” kabûl etmek, bir “müslümânın” yapabileceği en büyük hatâlardan biridir ki, maazallâh kendisini “müslümânlıkdan” çıkarır…

Korona diye tesmiye ettikleri ma’lûm virüs sebebiyle câmi’lere de gidemez olmalarına rağmen, hâlen Allâh’a şirk koşmaya bütün gayretleriyle devâm edenler, hiç düşünmezler mi ki 100. yılını doldurmakla iftihâr ettikleri şu 23 Nîsân gününde ne olmuşdur?

Allâh’ın Şerîatının, 6 asırdan fazla hüküm sürdüğü şu topraklardan, onun tamâmen sökülüp atılmasına çalışanlar, o günü bir atlama taşı olarak kullanmış, istikbaldeki planlarına varmak üzere onu gözboyamak içün tezgahlamışlardır…

Cum’â günü açılmış imiş! Sarıklı cübbeli hocaların duâlarıyla açılmış imiş! Bu şekilde açılmasaydı, o zamanın nice sarıklı mücâhidleri huzûrunda orayı açmak mümkin olabilir miydi?

İngiliz siyâseti, ittihad terakkî ve halkçı masonlar üzerinden yürütdüğü stratejisini, dünyânın her yerinde olduğu gibi, ileride yapacağı tahrîbâtı, ona tedrîcî bir usûl çerçevesinde el atarak yapmışdır!

“Zehri altun kupa içinde sunan” dünya İngiliz siyâseti, Müslüman Türklere, aslının sistemlerini çirkin ve i’tibardan düşük göstermek içün, onların önüne dâimâ bidâyetdeki keyfiyeti kalmıyacak günleri çıkarır; ve onları, onlara kutsal günler olarak kabûl etdirir!

Aynı politik hesablar, îcâdedilen bir takım günler üzerinden, milletlerin kendi kendilerini değil, Batı’yı (kendilerini) taklid ederek böylece kendileri olmakdan çıkıb, Batılı olmalarının tuzağını hazırlarlar…

Bazı günler “Millî Bayram” adı ile ortaya atılarak, milletlerin hayat iksiri olan şahsiyetleri bu vesîle ile değiştirilmiye çalışılır; ve bütün azâb verici inkilâblar, bu ma’sûm görünen zamanların üzerinde yükseltilir!

BAZI GÜNLER MİLLÎ Mİ ENTERNASYONAL MI, KİM NEYİ NE İÇÜN UYDURUR?

Milletlerin aklı ve şahsiyetiyle alay edenlere sormak gerekir:

“-Çocuklarla hiçbir alâkası olmayan bazı günler, neden “çocuk bayramı” olarak zorlanır; ve hattâ “bütün dünyâ çocuklarına” ithâf edilir?”

Bir tarafdan (millî) diye başlatılan ve sâdece TÜRK çocuklarına âidmiş gibi gösterilen belli günler, sonradan eğer “Bütün Dünyâ çocuklarına âidiyyet kazandırılan” bir keyfiyetle yön değiştirmiye başlanıyorsa, 1920 meclisinin de, sonunda Batılılaşmaların başlangıcına oturtulması gibi, burada da “internasyonalizmaya” açılan bir kapının ilk adımı atılmış demek olur… Bundan böyle de, o günlerin başındaki (millî) kelimesi sâdece adam aldatmak üzere orada bırakılmış; ve muhtevâsı ise, bugünün bazı parti-pırtı ve politikacı-fenizma çevrelerinin “Yerli ve Millî” oluşu veya “Millî Piyango” denen kumarın millîliği kadar millî olmuş bulunur…

(Millî) kelimesi ile, bu MİLLET kadar millîliği ayak altına alınmış başka bir MİLLETE, yeryüzünde raslanabilmesi de imkânsızdır!

Biribirine ters ve her cins ideoloji ile dolu, devamlı BİRİBİRİNİ YİYEN, YOK ETMİYE ÇALIŞAN, AZILI DÜŞMAN BİLEN, FİTNE PÜSKÜREN insanların bir çatı altında toplanması keyfiyeti demek olan Parlamentolar, Müslüman Türkün târîhinde ve mayasında aslâ görülmemiş bir gayr-i millîliğin çarpıcı manzarası değil midir? Böylesine bir politik seviyenin, dünyayı yeni tanımakda olan bîçâre nesillere ve o  çocuklara “bayram yapılması” ne demekdir?. Bu, milleti, çocuklarından başlıyarak soyuna ve öz varlığına ters ve zıd bir yapıya çekerek, onların tamâmen ataları ile alâkalarını kesmeye ma’tûf global bir strateji olduğu düşünülemez mi?.

Her evde mutlaka en azından bir iki tane çocuk olacağını düşünecek olursak, her sene hatırlanarak bayram havasında tes’îd edilen böylesine günlerle, keyfiyeti saklanmak istenen neler vardır ki, virüs tehlikesinin dünyayı sardığı böyle netâmeli bir zamanda bile bu (bayram) telâşı ve mecbûriyeti neyi ifâde etmektedir?  Çocukların ma’sûmiyyeti ve neş’esiyle neyin kamuflesi yapılmaktadır? Bu günahsız sabîler neye âlet edilmektedir?

Ve yine sorulsa yeridir ki, bu haller bir tarafda, niceleri, Ramazân’ı nasıl ve hangi yüzle tes’id edebilmektedir?

Bir kalbde hem neş’e hem kasvet nasıl barınır?. Yahudi-İngiliz Globalizminin karanlığını ve bu 1200 yıllık Müslüman Türklerin nurlu geçmişini kim inkâr edebilir?

Nûrun olduğu yere zulmet girse, nûr orada kalır mı; veyâ zulmetin olduğu yere nûr doğar mı?

Hakk ile bâtıl iki zıt kutub gibi birbirini itmek mecbûriyyetindedir. Eğer birbirlerini itmiyorlarsa bu kalbde bir sahtekârlık ve münâfıklık vardır.

CÂHİLİYYE ÇAĞRISI İLE DA’VET VE DİNİNİ SATANLAR!

Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri bir Hadîs-i Şerîfinde, câhiliyyet çağrısı ile da’vetde bulunanların namaz kılmaları ve oruç tutmalarının onları cehennemden kurtaramıyacağını bizlere şöyle haber vermektedir:

“Ben size beş şey’i; cemâat (rûhunu muhâfaza etmey)i, (hükümdarın sözünü) dinleyip itâat etmeyi, hicreti ve Allah yolunda cihad etmeyi emrediyorum. Kim cemâatden bir karış dışarı çıkar (ayrılır) ise muhakkak boynundan İslâm bağını çıkarıp atmışdır. Ancak geri (cemâate) dönmek (hâli) müstesnâdır.

Kim câhiliyet (devri) çağrısı ile davetde bulunursa o, oruç tutsa, namaz kılsa ve kendisini Müslüman sanmış olsa bile cehennem halkındandır.” (Ahmed İbn-i Hanbel) [2]

Bir başka hadîs-i şerîfde beyân edildiği üzere, Rabbim bizleri zuhûr edecek veya etmiş olan fitnelerden muhâfaza buyursun. Sabah mü’min iken akşam kâfir olmakdan; veyâ akşam mü’min iken sabah küfre düşmekden ve az bir dünyâ metâı mukâbilinde dînini satmakdan Rabbimize sığınırız…

“Karanlık bir gecenin parçaları gibi, zuhûr edecek fitnelerden evvel, güzel amellerde bulunmağa koşunuz. Zîrâ o zamân insân, mü’mîn olarak sabahladığı hâlde, kâfir olarak akşamlayacakdır. Veyâ akşamleyin mü’mîn olduğu hâlde, sabahleyin küfre düşecekdir; ve dînini az bir dünyâ metâı mukâbilinde satacakdır.” (Müslim, Tirmizî, Ahmed İbn-i Hanbel, Câmiüssağîr) [4]

————————————-

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/23_Nisan_Ulusal_Egemenlik_ve_%C3%87ocuk_Bayram%C4%B1

[2] http://www.turkcesi.biz/ulumi-seriyye/ehadis/peygamber-efendimizin-bes-emri.html

[3] http://www.turkcesi.biz/manzumeler/ahyed-halidi/sabah-mumin-aksam-kafir.html

 

İntişârı: 26.04.2020 / 12:33:04

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir