Kadere îmânı Bilmiyorsan, Bâri Ağzına Alıb Zehirleme!
18 Mart 2021
1) Ahkâm-ı İ’tikâdiyye (Birinci Kısım)
17 Nisan 2021

FASL-I SÂLİS

 

Kazâ ve kader-i ilâhîye imân etmek Allâhü Teâlâ Hazretleri’ne imânda dâhildir. Çünki kader Allâhü Teâlâ Hazretleri’nin olacak şeylerin vakit ve zamânını ve sâir tefâsilini bilmesi; kazâ dahî, ilm ve irâde-i sübhâniyyenin taalluk-ı ezeliyyesine muvâfık olarak bütün eşyâ ve ahvâli icâd buyurması demek olduğundan kazâ ve kadere imân, ilm ve irâde ve tekvîn sıfât-ı ilâhiyyesinin bütün kâinâta şümûllerini bilüb tasdîk etmekden ibâret olur.

(Zikr olunan şümûl ve ihâta ise mahallinde kat’iyyen isbât edildiğinden burada tekrâra hâcet yokdur. Fakat bunu bilmeyüb inkâr etmek imân ve tevhîde halel getirecek büyük bir cehâlet olmasına mebnî kazâ ve kader-i ilâhîye imân vücûbu, ayrıca tasrîh olunmuş, ehemmiyet-i kat’iyyesinden nâşî îmân-ı şer’i beyânına dâir ehâdîs-i sahîhede

(وان تؤمن بالقدر خيره وشره) cümlesi ilâve buyrulmuşdur.)

(Mes’ele): Kazâ ve kadere imân etmek farz-ı kat’î ise de anınla ihticâc ve bir ma’siyyetin vukûuna i’tizâr makâmında ona istinâd câiz değildir. Zirâ ilm-i ilâhînin ma’lûma tebeiyyeti ya’ni herşey’i nasıl olacak ise Cenâb-ı Hakk’ın ol vechile bilmesi vâcib olduğundan, bir kulun fısk ve ma’siyyetine ilm-i ilâhînin ezelen taalluk etmiş bulunması cebri iktizâ etmez. Çünki ilim sıfatı ef’âlin vücûdunda asl ve müessir değildir.

Allâhü Teâlâ’nın irâdesi ve hâlk ve icâdı dahî ef’âl-i ibâd hakkında dâima onların ihtiyâr ve irâdelerine mutâbık bulunmak âdetullahın cereyânı muktezâsından olmağla herkesin ef’âlinde kendi irâdesi asl olmak sâbit olur.

Bu halde küfr ve ma’siyyeti tercîh ve ihtiyâr edenler sûistimâl ile fırsâtı fevt etmiş ve ilm ve irâde-i sübhâniyyenin de o cihete taallûk etmesine sebebiyyet vermiş olmalarından dolayı hadd-i zâtında fâil-i muhtâr olmaları bâtıl olmaz.

(Kazâ ve kader amellerimizden başka rızıklarımıza ve ecellerimize de taallûk ediyor. Bununla beraber tahsîl-i maişet ve hıfz-ı sıhhat bâbında atâlet ve adem-i dikkât cihetini iltizâmla kazâ ve kadere bağlanıb durmak gayet mezmûm ve taharr-i esbâb ile iştigâl lüzûmu şer’an ve aklen meczûmdur.

Bu hale amel ciheti dahî böyle olmak ya’ni mükellefin hakkında mâdem ki kazâ ve kaderin neden ibâret olduğu ma’lûm değildir; dâimâ hary ve meşrû’ olan şeylere müsâreât ve şürûr ve meâsiden mücânebet olunmak lâzım gelir.

Yoksa dünyâ içün gece ve gündüz çalışmakda olduğumuz halde ahretde menfaatı görülecek a’mâl-i sâlihaya gelince tekâsül edüb de, “takdîr-i ilâhî ne ise öyle olacak ve bizleri süedâ defterine yazmış ise elbette hükmü zuhûr edecekdir, ‘ıbâdete ne hâcet!” demek pek büyük gaflet ve münâfi-i sıfat-ı ubûdiyyetdir.)

(Ayasofya Şeyhi Manastırlı İsmâil Hakkı Hocaefendi, Telhîsü’l-Kelâm Fî Berâhîni Akâid’il İslâm, sh:74, 75)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir