Şeyâtînin, Yılbaşı Ve Mîlâdî Takvim İle De Haçlılaştırması Ve Teşebbüh Küfrü…
23 Aralık 2023
(13) Haçlı Yeni Yılına Girişde Kaş Yaparken Göz Çıkaranlar, Hattâ Mil Çekenler!
23 Aralık 2023

HAÇLI YENİ YILINA GİRİŞDE KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARANLAR, HATTÂ MİL ÇEKENLER!

(1)

Zıyâiyye BEKÇİSİ

.

Haçlı Bâtıl Batı ve kuyruğundaki dünyâ, yılda bir gece aklını katledib, nefs, ins ve iblisine kendisini teslîm eder ve cehennemi içün azar ve ona koşar!

Çünki (zaman=ömür) denen en mühim Allâh mevhîbesinin kıymeti, takdîri, şükrü ve idrâki, bu iptidâî ve infirâdî aklın programında bulunamaz! O, infirâd çukurunda “birey” yani robot olma telkîni altında, sâdece kendisinin menfaat, kibir, ğurûr ve zevkini düşünecek şekilde yabânî yetişmenin şeytânî felsefesiyle beslenib gıdâlanmışdır!. Dembokrasinin sömürdüğü malzeme, cemaat şuurundan uzak, “Bireycilik” narkozu yemiş, Merhûm Üstadımın ta’biriyle “İnfirâd çukurundaki” global dünya köleleridir…

Allâh Azze ve Celle’ye îmân-ı tamm olacak ki, verdiği her nimete olduğu gibi bunların en büyüklerinden olan (ömür) ni’metine de takdîr ve şükr etme melekesi bulunabilsin!

Hayvânî akıl, bunun içün “hüsrandadır”  ve “Rabbine karşı da kenûddur=nankördür!”

Azıb kudurmak ve nankörlük yerine, 31 ocak dediğinin sonunda en az şunu diyebilmeli değil midir:

“Ömür sermâyemin 70, 80, 90 veya en uzun boylu 100’de biri daha geçdi, arkama atdım; onu saçıb savurdum, ele ve yele verib sıfırladım. Önümdeki bir seneyi de böyle yapmamaya şimdiden niyetlenerek aynı şeytanlığı tekrarlamamalıyım!”

Halbuki lâyık felsefe tam tersine niyetlendiriyor:

“Önümdeki seneyi de aynı şekilde yakıb yok etmek üzere, bu gece azıb kudurmalıyım, bunu bana verene tamm nankörce tuğyân içine girmeliyim!..”

Haçlı Batı ve dünyâdaki kuyruklarının “Isyân, tuğyan, nankörlük ve ihânet!” manzarası işte bu!. Bu, politikacıların ağzından hiç duyulmayan yüzde yüz ve en alçak TERÖR!.

Dünyâdaki devletler, paktlar, birlikler, ittifaklar, eşbaşkanlıklar, saltanatlar, diktatörlükler v.s. ile yürütülen, fakat insanlara “En belâlı terörün bu olduğu söylenmeyen” o en azılı terör budur! Dağ, tepe ve arazîdeki kripto terör bunlarla; bunlar da, Kâinât DEVLETİNİN ve Mutlak irâde ve hâkimiyyet sâhibi ALLÂH Azze ve Celle ile boğuşurlar…

Dünyayı devlet ve hükûmetler çapında kuşatan terör şeytanlığının, yıldan yıla hortlatılması ve sokağa çıkmasının adı: “Piyango Kumarlı, Havâî fişekli, azıb kudurmalı Yılbaşı Kutlaması!”

Kahhâr olan Allâh Azze ve Celle, “Hüsrandaki bu Kenûd” mahlûkâtı, verdiği son derece kıymetli “ömür” denen ihsânını çer-çöp gibi atıb  yok etdikleri içün Âdem Aleyhisselâm’dan beri levmeder!

Üstelik, beyin ve ruhları kör tapa ile kapalı olduğundan, onlara hakîkatı idrâk etdirmek de mümkin olamaz!

Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin, şu satırlarını bu mühürlülere okutub idrâk etdirmek mümkin olsaydı, önlerine koymak ne kadar isâbetli olurdu:

“Mâzî hayâl, manzar-ı âtî henüz adem,

Hâl oynatır şuûrumu, bilmem nedir bu dem?

Bir ân imiş meâl-i kitâbı vücûdumun,

Ömrüm, şu gamgüsârım olan satr-ı mürtesem!.” (c.9,s. 6070)

Hâl böyle iken, ömrün ne kadar sır, istikbâl ve ebedî seâdete vuslât yolu ile dolu, en hakîkî tesellî menbaı bir cevher olduğundan habersiz, onu saçıb savurma illeti, bugün en rezîl  ictimâî  bir maraz ki, bunu ne hükûmetler görme nasiblisidir ve de milletler!

Dâhî Müfessir Merhûm’dan:

“İnsanın ömrü, en kıymetli sermâyesidir. Ne kazanacaksa, onunla kazanacakdır…… kârsız geçen her lâhza, o nefîs sermâyeden heder edilen bir ziyân ve bir hüsrandır…… Böyle vaktinin kıymetini bilmek ma’nâsınadır ki, Sofiyye: “Sôfî, İbnü’l-vakt olmalıdır, yani ömrünün ve bilhassa fiilen içinde bulunduğu vakt-i hâlin kıymetini bilmeli ve onunla, yarın, Âhıreti içün ne kâr, ne hayr edebilmesi mümkin ise, onu kazanmaya çalışmalıdır” demişlerdir.”

“Nasıl ki “Bugünün yarını yokdur” diye Âhıret’e inanmıyanlar da, bil’akis dünyâ zevkini sürerek gönüllerince kâm almak içün: “Gün bu gündür, saat bu saatdir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız” diyerek, herçibâdâbâd (Her ne olursa olsun) vaktine uyub çıkarını çıkarmak ma’nâsına “İbnü’z-zaman olmak”, zaman geçince, onunla beraber geçib gitmek isterler.” (c.9,s.6071)

“…..zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mâhiyyetine nazar-ı dikkati celb içün ASRA kasem edilmekde mühim ma’nâlar vardır.”

“…..netekim şöyle denilmişdir:

“Hergün geçdikçe benim birazım gider, benim içün ise, ömrümden enfes bir şey yokdur.” O halde o gidenin mukâbilinde bir kesb olmazsa, o noksan, aynı (hüsrandan) ibâret olur. Bununla berâber acibdir ki insan, geçen cüz’ünün yerine ne kazandığını hesâb etmez de, gün geçdikçe büyüdüğünü zu’meder. Hatta VAKİT GEÇİRMEKLE eğleniyorum,RAHAT EDİYORUM diye sevinir. Onun içün denilmişdir ki:

“Biz günleri geçiriyoruz diye ferahlanıyoruz, halbuki her geçen gün, ecelden, ömürden bir eksiklikdir. Bu i’tibar ile asra kasemde şu ma’nâ olur: O acib olan asra ve zamana iyi dikkat ediniz, çünki o geçdikçe insan, büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zannı ile sevinir. Halbuki o asır, (s. 6072) mütemâdiyen onun ömrünü yemekde, o geçen leyl ü nehâr vücûdunu kemirmekde ve bu sûretle o, her dem hüsrân içinde kalmaktadır. Ancak îmân edib de güzel ameller yapanlar ilh…. müstesnâdır. Onlar ziyân etmez, kâr ederler.”

Müfessir Merhûm, 1332 sene-i hicriyesinde Tedkîkât-ı şer’iyye Meclisi Reisi iken irtihâl eden, Üstâdı Büyük Hamdi Efendi Merhûm’un arkasından yazdığı arabça bir mersiyenin tercemesiyle de şöyle buyurmaktadır:

“Hayat bizi aldatıyor. Halbuki memâtımız, onun memesinden sütlerini emiyor: Yani ölümümüzü emzirib büyüten, kucağında besleyen ana, ölümün anası hayât iken o bizi aldatıyor da, kişi, hayâtın zefîr ve şehîkı ile (nefesleri) arasında kendini yaşıyor zannediyor, halbuki kefenler dokuyor. O zefîr ve şehîk, o nefes alış-veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibâret iken, insan yaşıyorum zannediyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin enseci, kendisini ölüm içün saran birer kefen gibidir.” (s.6073)

“…insanın sermayesi ömrüdür. O ise her nefes, her saat sarfolunub giderek tükenmekde ve her nefes geçdikce o nâîmin sual ve hesâbı yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler, insanın her istediği zaman istediği gibi yapacak vechile kendisinin olsaydı, kendi sun’u icâdı bulunsaydı o ömür tükenmez, insan onu dilediği gibi sarf etmekde hiçbir hasâra düşmezdi. Fakat o, insanın kendi milki değil, Yaradan Hâlık Teâlâ’nın milki olub O’nun nâmına güzel tasarruf ederek kârından istifâde etmesi içün insana mahdûd ve hesablı bir sûretde verilmiş âriyet (borç) sermâye kabilindendir…… O halde zamanın acı veya tatlı hâdiselerle cereyânı içinde her sarf olunan nefesde bir ziyân vardır ki, onu ancak karşılığında Allâh içün (s.6077) yerine konub onunla tartılacak olan kâr ödeyebilecekdir. Ömürden her geçen saat, her sarf olunan nefes, ya bir işe sarf olunur, ya boşuna geçer. Boşuna geçdiyse elbetde bir ziyândır. Bir işe sarf olunduysa o iş, ya hayır ve salâh olan bir tâatdir veya şerr ü fesâd olan bir ma’siyetdir. Veya ne o, ne o, ikisi ortası mubâh olan bir işdir. Bir mübâh ise, bir eseri kalmamak i’tibâriyle boşuna geçmiş gibidir……. Onun içün insanın Allâh’a ilmi ne kadar çok olursa, haşyet ve mahabbeti de o nisbetde çok, tâat ve amelde ta’zîmi o nisbetde etemm ü ekmel olur. O hâlde her nefesde, daha güzelini yapamayıb da ednâsıyla kalmakta da kârdan olsa bile bir nevi ziyân vardır. Bu i’tibâr ile insan, “her lâhza bir nevi hüsrandan hâlî değildir” demek olur. Bununla berâber bunlara asrın ve zamanın cereyanı içinde her tarafdan hücum etmekde bulunan mâniaları, tazyik edici diğer büyük hâdiseleri de munzam olarak mülâhaza edilirse insanın, her lâhza nasıl bir tehlüke ve hüsrân içinde bulunduğu zâhir olur. Her an ni’met ve refah içinde bulunulduğu farz edilse bile her dem ömrü ölüme doğru gitmekde bulunan insanın bir hüsrân içinde bulunduğunu inkâr etmek kâbil olmaz. Zira geçen her nefes bir ölümdür. Bundan dolayı Râzî der ki, “bu âyet insanda hüsran ve haybetin asl olduğuna delâlet eyler.” Bunun takrîri şudur: İnsanın hakîkî seâdeti, Âhıreti sevmek, dünyâ elem ve lezzetine iltifât etmemektedir. Bununla beraber Âhırete dâî olan esbâb ise zâhirdir ki, o havass-ı hams ve şehvet ve gadabdır. Onun içün ekser HALK, hubb-i dünyâ ile meşgûl ve onu talebde müstağrakdır ve ondan dolayı hüsran ve helaktedirler.” (s.6078)

Buraya kadar yazdıklarımız, Osmanlı Hılâfet ekmeği yemiş ulemânın, “Nasrânî Yılbaşısı olsun” başka bir şey bulunsun, zamanın, şeytânî yollarda tüketilmesi  vâkıası karşısında, aklı en güzel iknâ ve ruhu da aynı mükemmellikde tatmîn eden satırlarıdır…

Buradan i’tibâren de, cumhûriyet mekteblerinde tezgahdan geçirilerek, kendisini de çok iyi ve en iyi müslüman zanneden ve gerçek müslümanları hâlen ve mâzîsiyle hafife alan ve onlara tepeden bakan, akâid ilmi noktasında müflis bir takım “Babıâdî Çakma Üstad, mürşid, müverrih, mücâhid ve hatta müctehidlerinin” satırlarını; ve o da, nazar-ı ibretle bakmak içün aşağıya alacağız!.

55 yıla yaklaşan yazı hayatımızda, maksadımız, İslâmiyyet’i cehâletleri sebebiyle anlıyamıyan ve bunun netîcesinde de dînî ve ilmî  esaslara göre konuşmak ve yazmak yerine, şahsî akıl ve nefs indîliklerine göre çalakalem ortaya çıkmak olan adam ve madam kalabalıklarının zararlarını müslümanlara göstermek; ve onların, bu menfîliklerden uzak durmalarını te’mîn etmekdir. Bugün öyle adam ve madamlar türemişdir ki, kendilerini en iyi ve ileri “müslüman” gösterdikleri hâlde, İslâmiyet’in “Kelime-i Tevhîdi’ni” dahî topyekûn varlığı ihâta edici keyfiyetiyle îzahdan âcizdirler… Bu tip kesânı isim vererek îcâbında şiddetle tenkîd edişimiz, onların şahıslarını hedef aldığımızdan olamaz. Onları, dînî ilim ve fikir noktasında ortaya koydukları cehâlet ve ifsâdları, hatta tahrîf ve tahkirleri sebebiyle hizâya ve akıllı olmaya da’vet etmek şartdır.  Temerrüd edenlerini de, müslümanların tanıyarak şerlerinden uzak durmalarını ve onlar karşısında dikkatli ve uyanık davranmalarını te’mîne çalışmak, bir müslüman olarak en başda gelen vazîfemizdir…

Biz de çok iyi biliyoruz ki, isimleri üzerinden tenkîd etdiklerimiz arasında “Ciğeri beş para etmez, echel-i cühelâ, şahsiyetsiz hatta aşırı dîn düşmanı” denilebilecek adam ve madam tipler de az değildir. Ancak bu noktadan yani şahısları esas almakdan ziyâde, bunların, zihinleri, kalb ve akılları bulandıran hatta Azîz Dînimize hakârete varan beyanlarının bulunması karşısında, bizim de, bunları ilmî ve fikrî beyân ve yazılarımızla bertaraf etmeye çalışmak mecbûriyyetimiz vardır… Hele bazı hezeyanlarıyla ilk ve önde giden ve emsâl teşkîl etme mevkiinde veya makâmında (prototip) olan kesân, çok daha tehlikeli olub, bunların açacakları rahneleri ve tecâvüzleri görmemek veya umursamamak, kendi îmân ve fikir nizâmımıza karşı lâkayd kalma, belki ihânet etmiş olma netîcesini bile ortaya çıkarabilir…

Bazı muannid, câhil, fikirsiz, hodgâm, dînî hassâsiyetleri hiç düşünmiyen, kütük ve mübâlâtsız hatta muhteqır (dini tahqır eden) aşşağılık adam veya madam sürülerini bilhassa teşhîr ve techîl ve hatta (tekfîr) etmek farziyyeti de inkâr edilemez…

Hulâsa aledderecât, karşımızdaki muârızlarımızı, derekelerine göre ve hangi sınıfın mahkûmları olacaklarsa, ona göre bir seviye ta’yini ile HAKKI müdâfaa etmek mükellefiyetimiz vardır…

Bugün ele alacağımız mes’ele de, bâlâda beyan etdiklerimizle mütenâsib olarak telâkkî olunmalıdır ki, kâriîn-i kirâmımız üslûbumuza yıllardır âşinâ olmaları hasebiyle bizi fehm ü idrâkde zorlanmıyacaklardır; ümid ve temennîlerimiz de bu istikâmetdedir…

Yılbaşı denildiği zaman da, mes’ele, basit ve sıradan bir takvim ve yılbaşı mes’elesi değil; ÎMÂN ve O’na taallûk eden varlık telâkkîsinin, îmâna verdiği fâide veya ebedî zarar mes’elesidir!

Hangi dinde, bir takım emir-nehiy, bazı ibâdet ve kutsî merâsimlerin, onların muayyen zamanlarıyla son derece kuvvetli ve bağlayıcı münâsebeti yokdur?

Dolayısıyla dinlerin ve hele İslâmiyyet gibi mutlak Hakîkat olan bir dînin, muayyen saat, gün, ay ve yıllarla mukayyed ve sınırlı olduğu; ve mutlaka zamana bağlı ibâdet, muâmelât, hudûdât, münâkehât, müvellidât, mufârekât, ukûdât ve bey’ u şirâ’ gibi binlerce mes’elenin, zaman ile iç içe olan münâsebetleri kat’iyyen inkâr edilemez. Böyle olunca da, bu hususların yerine getirilmeleri içün gene o dînin içinden çıkacak ve yüzdeyüz o dinin yapısına uygun takvimlerin tanzîm edilmesi; ve başka dinlere âid takvimlerle o dinin ihtiyâcının aslâ giderilemiyeceği bedâhat derecesinde ortadadır… Bu i’tibarla takvim mes’elesi, İslâmiyyet içün son derece ciddî ve olmazsa olmaz, zarûrî bir  ihtiyacdır…

Ezân-ı Şerîf’in yasaklanışı, (Türkçe Ezan olamaz muhâldir) nasıl İslâmiyyet’in bir vechesi (şeâiri) üzerinden DÎNİN yasaklanışını istihdâf etmişse; takvim de aynı şekilde, taallûk etdiği bütün şer’î mes’elelerin, ki bunların içinde zarûrât-ı dîniyyeye mütaallik olanlar pek çokdur, dolayısıyla zamanlarının bozulub, ölçülerinin dumûra uğratılması ile, o kadar dînî zarûretin de aslını ve özünü kaybetmesi istihdâf edilmiş; ve Azîz Dînimiz bunlar üzerinden bir nevi ve kat’iyyen yasaklanmışdır… Müslümanlara ise, dînlerini, en asgarî ölçülerde, o da nice emir ve farzları “Ehl-i Kehf” gizliliği içinde ve cemiyet planında ızhâr etmeden; ve “ferdîyetçilik peydahlanarak bununla vicdanlar saptırılmaya” itilerek ve hapsedilmiş olarak; ve zaman zaman da “Suçdan ibâret bir Dîn hâlinde” onu yaşamaları hedeflenmişdir!..

“Araboğlunun yâveleri” denilerek Peygamber Aleyhisselâm, Kitâb ve DÎN, memlekete ve dünyâya en baş ağızlardan aşağılanmış; böyle binlerce söz, ta’mîm, ta’limât, emir, tehdîd ve fiille, “Müddeiumûmîlere, mahkemelere, emniyet teşkîlâtlarına, idâre âmirlerine SUÇDUYURUSU” yapılmış; ve müslümanlar üzerinde, Anadolu çapında ve 27 sene, müthiş bir “Açık hava hapishânesi” inşâ’ edilmişdir…

Bu korkunç yakıb yıkmaların sonundaki 80 yıl netîcesinde de, bugün ortaya, resmî ağızlarla “Değişim ve Dönüşüm, Güncelleme, revizyon ve reform, uydurma ve kahpe ictihâd(!)lar” ile, yaka-paça sürüklenen; asliyeti kalmamış, medyadaki nice mülhid baykuşların hücum ve hakâretlerine ma’rûz bırakılan; resmî tepelerin emir eri sarıklı politikacıların da susmaya merbut “ikrarları”, dolayısıyla destekleriyle, bir nevi tahrif artığı ve şamaroğlanı sun’î bir (DÎN) uydurulmuşdur!. Bu yapıyı devamla muhâfazaya kıyâmın  adı da, tabu kabilinden “Lâyıklık” yapılmış; “Bütün inançlara eşit mesâfede olmak” gibi halkın künhüne aslâ varamıyacağı ve İslâmiyyet’in zıdd-ı kâmili bir katakülli ile de, bu (muhâfız gardiyan), yürütülür ve yaşatılır olmuşdur!.

Ateist felsefenin işgâl ve istîlâsı 96 senedir bu minvâl üzere devam etmekde; politikanın fırkacılık fırıldaklarına kapılan “Müslüman” geçinici entel, esfel ve dantel “yerli ve millî” cebhe fedâîleri, fırkacılık taassubu gözlerini kör etdiğinden, MUKADDES ALLÂH AZZE’nin DÎNİ ne kadar hücumlara da uğrasa ruznâmeye gelememişdir…  Bu DÎN, 15 asırlık hakîkatı ile, özü tükenib sözü kalmış entellerin beş paralık alâka mevzuu bile olamamaktadır. Bu istismarcılar, surî, sathî, avâmî, teferruat kabilinden şeyleri öne çıkarıb, gûyâ İslâm’ı muhâfaza ve müdâfaa açıkgözlükleri sergileyerek, bir eksiksiz, partizanlıklarının meyvelerini devşirme hesabları içine gömülmüşlerdir…

Akit cerîdesinin bazı yazar-çizerlerinin bahse mevzû’ etdiğimiz takvim babındaki, hafife alıcı, umursamayıcı, basit görücü ve hatta aşağılayıcı yazıları, buna bir misâl olarak cidden esef ve hayret vericidir.

Bu cümleden olarak, adı geçen cerîdenin (Müverrih-i Ahırs.manı) ve kaytan bıyıklı kalemşörü Yavuz Bahadıroğlu” nâm zâtın, yılın son günü yazdığı akıl almaz birkaç cümleye bakar mısınız:

Serlevha:

“Yıllar, takvimler ve kavgalar”

Ve metin:

“Bu kaçıncı yılbaşım, bu kaçıncı yılbaşı kavgamız? Her yılın sonlarına doğru, her bayramda (Dini bayram, milli bayram mı?) yapmayı alışkanlık haline getirdiğimiz kavgalara benzer bir kavga daha patlar ülkemizde: “Miladi takvim mi, Hicri takvim mi?” kavgası.

Peşinden o bitmez tükenmez tartışmalar gelir: “Yılbaşında hindi yemek caiz mi?.. Yılbaşında eğlenmek helâl mi?.. Yılbaşı diye ağaç süslenir mi?”

Aslında bu tür kavgaların bir işe yaramadığını herkes bilir, ama ne hikmetse sürdürürüz, çünkü biz kavga etmeyi pek severiz!”

Adam, “Kavga etmeyin” derken bile, “kavga kaşıyıcılığı yapdığının farkında olamıyacak kadar” bir tarafın meccânî kabadayısı!

Bu hoşgörü-diyalogculukdan sâbık (Müverrih-i Ahır.aman)ın bu kadar “kavga” sevmez görünüşünün altındaki sinsi kavgacılıkda neler vardır aceb?

Basit iki kabadayının sokak kavgası gibi, hadiseye böyle bakıb, temelde, İslâmiyyet’in  zamana müteallık binlerce emrinin yasaklanışındaki cinneti göremeyen bu kaytan bıyık, mes’eleyi bu kadar hafife aldığına göre, dînî hassâsiyet noktasından Müslümanlığı ve müslümanları nasıl anlıyabilir?!

Tahtında müstetir (pek abes bularak) diyor ki:  “Ülkemizde, her bayramda millî-dînî bayram kavgası patlarmış!”

Adam sanki, müslümanlarla, İslâm düşmanı o islâmî bayramları aşağılayanlar arasında bîtaraf nasihât müdürü!. Zerre kadar Müslümanlığı olan bir insan, dînî bayramlarımıza “Et bayramı, şeker bayramı, arab bayramı, yobaz bayramı” gibi hakâretler savuran o yerli Allâhsız’ların bu haydutluklarından fevkal’âde rahatsız olmadan nasıl durur; ve iki tarafı da terbiyeye da’vet eder gibi: “Hey veledler! Kavga etmeyin ayıb oluyor, gürültünüzle MAHALLEYİ rahatsız ediyorsunuz!” dercesine, işi, kabadayı tavrıyla nasıl tepeden bakıcılığa ve hafife alır?

Vahye dayanan bayramlarla, sıradan beşer aklına dayanan bayramları bir tutucu ve şey gazı gibi bayat kokulu bir tavır, Müslümanlıkla nasıl kâbil-i te’lîf edilebilir?. Vahye dayanan bayramların “sorgulanması veya tartışılması” bile düşünülemez; ve fakat beşerî (millî) bayramların ise lağvedilmesi, değiştirilmesi bile üç-beş kişinin irâdesine bağlı iken… Dîni (vahyi), bu kadar hafife almanın, hangi din hürmet ve hassâsiyetiyle alâkası olduğunu düşünmek mümkindir?..

İslâmiyet, gûyâ kendisinin de dîni olan bir adamın, dîne böyle hafiflikler ve müslümanlara da ihtarlar savurması, adı geçen gazetenin de şeref ve haysiyetine te’sir etmiyecek, parmak atmıyacak mıdır?.

Şu satırlar hangi İslâm’ın işine yarar:

“O bitmez tükenmez tartışmalar… “Yılbaşında hindi yemek caiz mi?.. Yılbaşında eğlenmek helâl mi?.. Yılbaşı diye ağaç süslenir mi?”

Aslında bu tür kavgaların bir işe yaramadığını herkes bilirmiş, ama ne hikmetse bunu sürdürürmüşüz, çünkü biz kavga etmeyi pek severmişiz!”

Din hassâsiyeti olanları böyle zırtapoz cümlelerle incitib örselemeyi bu kabil adam ve madamlar, “Hoşgörü, diyalog, modernite, dembokrasi, cumbokrasi, layıklık ve fikir ve tıkır hürriyeti” v.s. gibi yâveler adına; ve kendilerine bazı haçlı Batı kafalılardan prim devşirmek içün yapıyorlar ki, bunların târih ve milliyet şuurları da, böylece güvenilir olmakdan son derece uzağa fırlayıb sıfırlanıyor!

Bu memleketde kendileri, bilmem kim paşa veya politikacının bilmem ne lâfının bilmem neresini tartışırlarsa, bu hiç “işe yaramaz kavga değildir!..” Ammâ Haçlı gâvurun yılbaşısında onlara tebean ve köleleşerek hindi yemek, kudurarak eğlenmek, eşkıyâlığı meşrûlaştırmak, çam katletmek, v.s. gibi “Gelenek ve kültürlerini”, Müslüman Türklerin haçlılaştırılması hedefi içün onların arasına sokuşturmalarına karşı çıkmak, “işe yaramaz kavga” cümlesinden olacak öyle mi?!.

Müslüman, Türk, Yerli ve Millî olmanın ucuzlama derekesi öyle bir çukura gelib dayandı ki, bu zihniyet, bu memleketin sonunu getirmekden başka bir halta da yarayamaz… Gitdikçe kıvam kavbetdirici bir sulandırma…

Gâvur Haçlı Batı’nın kendi inanç sistemi içinde “Kutsadığı, sapladığı, salladığı ve dalladığı” o yılbaşı denen haçlılaştırma ameliyesini ve kudurmalı eğlencenin en irisini, irinlisi ve rezillisini o geceye tahsis etmeleri tabiîdir… Bunların, Müslüman Türkler arasında yayılarak onların kendi kendilerine yani ecdâdına değil de, haçlı Batılı gâvurlara benzetilerek eritilmeleri de, onlara göre çok sevimlidir!. Ancak bunlara karşı çıkdın mı, bunlar, Bıyık adama göre sıradan, “işe yaramaz, tükenmez kavgalar” olarak ve “kavga sevişin” alâmeti oluverirmiş!

Bıyık adamın bu satırları, kadîm (Cum..riyet paçavrasının) “Fırça sakallı ve dişlek, Yobaz=Müslüman resmeden” karikatürlerinin, zamanımıza akseden “Yurtda sulh cihanda sulh” tabloları gibi duruyor!

Bunlar, aynı zamanda, yeni moda “Yerli ve millî, Yavuz-Havuz”  künyeli ve kaytan bıyıklı (Müverrih-i Ahırs.man)  olarak, modern, sosyetik ve Şefokratik CHP zihniyeti ile Kamalizma kadavra ve dinazorlarının âferinlerini, hatta (oy)larını bile hakeden, kriptolojik en güzel “barış, tapış, yapış, hoşlanış ve hoşgörü-diyaloglayış” formülleri olsa gerekdir!..

İş bu kadarla kalsa gene iyi, hâle bakın:

“Hangi takvime göre olursa olsun, her yıl yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir ufuk, yeni bir beklentidir.”

Nasıl?.

Global felsefenin “millî ve yerli, yavuz ve havuz olanları”, işte bu kabil altın kupalarla; ayrıca geçmiş sap-saman yollu devirlerdeki Hocfendilerden tevârüs edilen kutsal ve kurtsal “mülâhazalar” ile, Akit ekranlarından bu baldıran sularını  nûş ederek,  yılbaşında ruhlarını kimbilir ne kadar ferahnâk ediyorlardır!.

 

(Mâba’di var)

İntişârı: 02.01.2019 / 12:57:39 (tt)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir