Merhûm Üstâd Ve Dilipak’ın Düşmanları!
26 Mayıs 2014
(8) “Kutlu Doğum Ve Paralel Din” Ve Mezhebsizlik Denen “Dinsizliğin Köprüsü!”
30 Haziran 2014

Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un “İnâsa taabbüd” dediği şirk ve şehvete tapma alçaklığı ve hımarlığı içine giren “bilmem ne hoca” dedikleri

“KUTLU DOĞUM VE PARALEL DİN” VE MEZHEBSİZLİK DENEN “DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ!”

(7)

Zıyâiyye BEKÇİSİ

 

Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un “İnâsa taabbüd” dediği şirk ve şehvete tapma alçaklığı ve hımarlığı içine giren “bilmem ne hoca” dedikleri uçkur manyağı ve “kedicikli köyün kavalcısı” herifin, diline ve beline doladığı “sex kölesi” bilmem nere silikonlusu şeytanlar “bu mevzuu gece gündüz istismâr ediyor” diyerek; ve onların şeytânî hâllerine bakıb “mehdiyyet ve mesîhiyyet” mes’elesini inkâr etmek veya hafife ve alaya almak, 15 asırlık ve Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’a varan Allâh Dînini, açıkça redd ü nefye müsâvîdir, o kadar…

Şerîat müdevvenâtımızı bu noktada da inkâr eden mezhebsiz ve mealci “paralellerin” hâlleri, bu kadar pespâye ve iğrendiricidir…

Bilene yani müctehidlere değil, bilmiyene, yani satıhçı ve Luterci – Teymiyeci – Selefiyeci – Vehhâbîyeci ve Telfikçi Mealcilerin eline dîni verdin mi, amip gibi bölünmenin mutlak ma’nâda önü açılmış olacakdır ki, bu adam ve madamlar, bir yandan bu bölünmenin körükçüleridir; diğer yandan da “bölünmekden şikâyet etmenin” rol icâbı ölü ağlayıcıları!. Sûret-i hakk’dan görünme cinliği ve hinliğine bakınız:

 “40 parçaya bölündük.. Hatta daha fazla. Nurcumuz 10’dan fazla gruba ayrıldı, ki bunlar en çok vahdetten söz edenlerimizdi! Gülenciler bir uçta, Tahşiye grubu öteki uçta!”

Mealci mantığına göre, hiç alâkası olmadığı hâlde “Gülenci” dediği familyalar da bir çırpıda “nurcu” yapılıb çıkılıyor!. İslâm’dan çıkan bir mürtede, hâlâ “müslüman” demek ne kadar dinsizlik, döneklik, abes ve gerzeklik ise; “nurculukdan” firâr eden döneklere de hâlâ “nurcu” demek, onun gibi abes ve gerzeklikdir!. Said Nursî’den (kürt) olduğu içün teberrî etdiğini nice söz ve yazıları ile beyân eden megalomanik bir adam veya madamı, kim ve hangi nurcu bile, hâlâ (nurcu) kabûl ediyorsa, onun da rûh ve kellesi çürümüş demekdir!..

 Allâh Rasûlü Aleyhisselâm Hazretleri’nin Risâletine kadar dil ve ayak uzatan, yehûdiyyet ve nasrâniyyet gibi mutlak bâtıl religionların da “hakk dîn” olduğunu  iddia edecek kadar İslâm’dan firâr eden adamları  “nurcu” kabûl etmek,  Ap. Dil’in dininde demek ki mümkinâtdan bir keyfiyet!. “Türkçe Olimpiyatlarına” abilerdendir diyerek da’vet edilen ve bu rezâletlere icâbet eden bazı kıdemli “havârîler” bile, müştehâd kızların göbek, göğüs ve kalça sallamalarını “hizmete” katkı ve atkı îmânı ile seyretmek denaatında bulunduklarından, bunlara bile “nurcu” demek, “Üstâdlarının” hâtırâsına, “Hanımlar risâlesine veya rehberine” ve çekdiği çilelere, hapis, menfâ, sürgün ve zehirlenmelere tükürmek kadar iğrençdir… “Nurcu” ile “urcu”yu ayırmak lâzım!. O adama “ehlullâh’dandır” diyecek kadar pusula ve terâzîsini kaybetmiş A.A. gibi târihçi geçinen ekran şarlatan ve şakırtısı adam ve madamların nurculuğu da, îmân ve akıldan firâr etmiş ve pek bozulmuş değil midir?

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat bütününü, selefe ittibâ’ ve inkıyâd edemiyerek reddeden gürûh-ı lâ yüflihûn, işte böyle her kafayı bir mezheb hâline getirerek, 2,4,8,16,32,64,128,256’ya ve hâkezâ… bölünüb duracak; ve Kahhâr-ı Zülcelâl’in kahrı ile ufalanıb hâk ile de yeksân olacaklardır… Bunlardaki bölünmeyi, başka hiçbir yerde göremez ve bulamazsınız!. Böyle olduğu hâlde, bunlar, öylesine gözboyamanın zirvesindedirler ki, ehl-i sünnetin i’tikâdî 2 veya amelî 4 mezhebini bölünme (!) olarak öne çıkarırlarken, kendilerinin ise, her kafanın ayrı religion anlayışında oluşuyla, ne kadarsa o kadar milyon bölük börçük oluşlarını, zerre kadar utanmadan hasır altı edeceklerdir!. Halbuki ehl-i sünnet mezhebleri bölünme (fırkalaşma-tefrika) değil, Kitâb ve Sünnet’den meşrûiyyetini alan “rahmete vesîle ihtilâf” mektebleri olarak; ve (Dînin Mübelliği=Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm) tarafından verilen habere tam muvâfakât ve mutâbakatla ortaya çıkmışlardır… Bu ise, dağılma ve bölünmeye kat’iyyen mâni’ olucu hikmetlerin ortaya koyduğu, rahmânî çâre-i yegânedir… Aksi halde, ehil olmıyan, bir takım ilâhiyatçı ve denâetçi sokak adamlarının kafalarına tâbi’ olmak, eblehçedir; ve o kadar da nefsi şımartıb haydutlaştırmak… Bunun kaçınılmaz netîcesi ise, mutlak olarak dîn usûl ve disiplininin sulandırılması ve parçalanıb (tefrikaya düşülmesi), ufalanması ve yok edilmesinin tâ kendisidir…

  Sanılır ki, şunlar bunlar bölük börçük, şâ şîa da, sanki “Lâ mezhebiye-Teymiye-Selefiye ve Luteriyye Mealcileri” bir tek kitle-i vâhidedir!.

Halbuki bunlarda, her ferd-i vâhid, gizli ve başka bir mezheb ve tefrika şîasıdır!… Fırka… Parti… Bölük, börçükdür… Hatta tek kişilik religionlar meşheri, panayırı, karnavalı, çakma çatal kazık ormanıdır!.

 Dembokrasiye farkında olarak veya olmadan teslîm olub, onun, ferdiyetçiliği ihyâ bakışını kendi religionlarına aksetdirerek taşıma ameliyesine kapılan bu gürûh, islâmî vahdeti eritib yok ekmenin en ileri hattındaki en büyük iç tehdîd ve tehlikedir…

“Dembokratım” diyen bir ferd, kim olursa olsun, kendisini ne kadar “dembokratlaştırmışsa”, dînini de o kadar “dembokratlaştırmakdan” sûret-i kat’iyyede uzak kalamaz!.. Birleşik kaplardaki muvâzenenin dışına çıkmak, burada da aslâ mümkin değildir!

Başbakan Tavil Receb Tayyib Efendi’nin (30.Mayıs.2014) Cuma günü İstanbul’un Fethi münâsebetiyle “Millî Türk Talebe Birliği ve Birlik Vakfının” tertiblediği programda yapdığı konuşmada “Kur’an bize yeter, başka kaynaklara ihtiyacımız yokdur!” gibi bir ifâde fırlatması; geçdiğimiz hafta da Viyana’da “Ne demek sünnîyim, ne demek şiiyim, yahu siz müslüman değil misiniz?” soyundan (meydan okuma) hücumları; daha evvelki senelerde Bağdad’dan “Ben ne sünnî ne şiîyim, ben müslümanım” diyerek ne olduğunu değil de ne olmadığını ifşâ etmesi ve mezheb tanımaz bir âdem olduğunu “şecaat arzeder” gibi dünyaya ilân etmesi; birkaç sene evvel İstanbul’daki şii-câferî mâteminde “sünnînin câferîye, câferî’nin sünnî’ye üstünlüğü yokdur” diyerek iki tarafı da terbiye edercesine ve onlara tepeden bakmalar sergilemesi, v.s.. ne kadar te’vil edilirse edilsin; ve son derece yanlış ve zararlı bu kabil lâf ve hükümlerine “hüsn-i zan ile bakmalı” diyerek kusur örtme, gizleme ve külleme çirkinliklerine yatılırsa yatılsın; ve bu kabil sonsuz hılâf-ı hakîkat, soğuk ve yaralayıcı ibâreler, şirin gösterme çırpınışları eline verilirse verilsin; bunlar, “hakk ve hakîkatın” ketmedilmesine müeddî olduklarından, geri tepecek ve dost görünenlerle beraber söz sâhiblerinin de nâmütenâhî aleyhinde olacakdır!..

 Bütün bu kabil üstü kapaklanmak istenen ve  i’tikâdî bakımdan da sakat ve dînimizin temelini tahrîb eden sözler, yukarıya aldığımız gibi tamâmen boş, gayr-i ilmî, indî, ma’nâsız, islâmî usûle yüzde yüz ters ve zıd, dîni makaslayıcı ve Kur’ân’ın ihâta ve kuşatıcılığını tahdîd edici; ve 15 asırlık Allâh Dînini beğenmeyib nefis, heves ve hevâya göre, onu, dünyaya meydan okurcasına yepyeni bir kalıba dökme abukluğu ve bir  lâf u güzâf veya lisân fuzûliyâtıdır…

 Devlet ve hükûmet adamlarına dostluk, onlara “kerâmet buyurdunuz, en doğruyu, en iyiyi ve en güzeli söylediniz!” yollu yalakalık ve meddâhlıklarla her hatâlarını külleyici  kavuk sallamalardan geçmez; tam tersine, 15 asırlık mutlak hakk ve hakîkatı, usûli çerçevesinde mutlaka onların gözleri önüne sermekden geçer… Aksi halde onlar, kendilerini “ismet sıfatı” sâhibi nebîler gibi, hatta onlardan da üstün görmiye ve sapıtmıya itelenmiş; buna binâen de, hatâ ve sapmalarını çok daha aşırılıklara taşımış olacaklardır… Bugün AKP ve Tayyib Erdoğan şakşaklama ve yağlama ameliyesinde belli bir cenâh, medyası, politikası, yazar çizeri ve bilmem neleri ile ifrâd derecesinde ölçüyü kaçırmış, adam putlaştırma abesine kıvrılmışlardır… Aynen “Kâinâtın İmamı” denen “paralel şehihşahlık” makâmına oturtulan “kibir heykeli” adam veya madamlar gibi!.

Fetih gibi Şerîat içinde mukaddesliği su götürmez bir CİHAD ibâdetinin mâhiyyet ve keyfiyeti, o meclisde bir başbakan tarafından, “islâmcı!” da bilinen sıfatı ile bir takım ateist adamlar da medihkâr ve pohpohlayıcı bir ibâre ve ifâde çerçevesinde ağıza alınıyorsa; ve insan kasabı Stalin içün “beni Stalin yaratdı” diyen Nâzım’lara kadar bazı (hâşâ min huzûr) vahiy düşmanları (lâzım  çerçevesine) ve (lâzımlık üstünde yükseklere) oturtuluyorsa; o “Fetih yâdetme meclisi”, zayıf akıllı “hacı beylere ve kıdemli müslüman politikacı pörsüklere” rağmen; son derece hedefinden saptırılmış ve samîmiyyet noktasında da temelinden sakat edilmiş  demekdir…

Vahyi makaslama ve DÎN’i kuşa çevirme Luterlerince uydurulub başbakanlara kadar nicelerinin ağzına verilerek pelesenk yapılan “Kur’an bize yeter, başka kaynaklara ihtiyâcımız yokdur” demek gibi bir sözden daha abes bir lâf düşünülemez… “Kur’an tek başına yetecek” olsaydı, bu, kifâyet ta’yîni olarak “laik-dembokratik” beşerî ve yokluğunu varlığında taşıyan (düz.ece) düzenlerin politikacı başvekillerine bırakılamaz; doğrudan doğruya Kur’an-ı Azîmüşşân bunu, “ben size yeterim, başka kaynak aramayın” diyerek beyân eder (hâşâ); ve Allâh Azze’nin irâdesi böyle (ortak ve şeriklerden) münezzeh tutulurdu!. Allâh Celle, Kelâm-ı Kadîm’i ile, hâşâ, “Kur’ân-ı Hakîm size yeter, başka kaynak aramanıza ihtiyaç yokdur” demekden âciz midir?.

Kur’an bize, bizi gönderdiği sünnet, icmâ’ ve kıyas mevcûd olduğu; ve tam ehil ulemânın ma’nevî irşâd sâhası içinde bulunduğumuz zaman yeter ki, bu da, nice âyet ve hadîslerle 15 asırdır apaçık ortadadır… Tefsiri, ta’limi, fıkhı, nebevî tebliğ ve tatbiki olmadan; Kitab ve Sünnet’de apaçık olmayıb da icmâ ile ortaya çıkarılması şart olan mes’eleler ortaya çıkarılmadan; bu üç kaynakda da örtülü hükümler müctehid istinbât, istihrâc ve ictihadları ile bilinir hâle getirilemeden, bu hâliyle Kur’an-ı Azîmüşşân bize yetecek olsaydı, kimse sıkıntı yapıb sancılanmasın, bunu, başda o Dînin Müessisi veya Mübelliği ortaya koyar; bu iş efrencî 2000’li yılların dembokrat ve laik politikacılarına bırakılmaz; veya aslâ ehil olmıyanların ayağına düşürülmezdi!.. Hâşâ denirdi ki: “Sünnete (hadislere) icmâya ve kıyâs-ı fukahâya sakın bulaşmayın; tertemiz, mezhebsizce, pîr ü pâk, bid’atsız (!) ve “Kur’an bize yeter” diyerek mealci Luter usûlü ve o ucûbe ilâhiyatçı iblis-i lâînin kelle ifrâzâtı ile bin bölük börçük, şîa şîa yaşayın!..”  Ve 15 asırlık “ECDÂD” denilen müslümanlar da bu keyfiyetle yaşar; ve binbir çile ve azimle her “şer’î hükmü” muhâfaza ve tatbik gayret ve hassâsiyetiyle kavrulmaz; bugünün “mezhebi genişleri” gibi işi basitleştirerek sıradanlaştırır; günlerini gün ederek laikçe ve dembokratça keyiflerine bakar; mevki’, makâm ve falan râkımlı tepelere kurulmak içün bin dereden bin masal uydururlardı!!!

Tabii o zaman da, 21 yaşında Hadîs-i Şeriflere mâsadak Fâtihler yerine, Gezi Parkı tamtam ve yamyamları ile “neoconik Locafendilerin  paralelci vâiz-fâiz lobileri” ortalığı istilâ eder; onları da haçlı ve yahudi dünyâsı gövdelerine çokdan indirir; bugünlere de sâdece idrâr kokulu ve cünüp suratlı diyalogcu  hâtırâları kalırdı!.

Siz, “Kuran bize yeter, başka kaynağa lüzum yok!” derseniz, Feth-i Mübîn’i müjdeliyen “le tüftananne’l-Kostantaniyye….” hadîs-i şerîfini de o iblis ilâhiyâtçı gibi keenlemyekün sayar; veya onu da mevdû’ hadisler arasına fırlatır; Feth-i Mübîn’in kudsiyyetine Allâh’ın Dîninde bir kırıntı atfedecek kadar kıymet de bulamazsınız!. Böylece, kuru ve kara Teymiye-selefiyye-vehhâbiyye-lâ mezhebiyye kafası her yeri istilâ eder; ve iftihâr edecek bir tek “ecdâda” dahî rastlanamaz; 15 asırlık İslâm târihi bir damla su bulunmıyan çöle döner!. Bütün harbler de, “cihâd ibâdeti” dışına çıkarak ele alındığı zaman, haçlı seferlerinin mücerred kan akıtan cellâd keyfiyetinden başka, geriye, zerre kadar bir güzellik, iyilik ve doğruluk kırıntısı bile bırakılamaz…

 “Kur’an bize yeter başka kaynak aramamıza lüzûm yokdur” diyerek, 15 asırdır başda Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri olmak üzere bütün ashâb, tâbiin, tebe-i tâbiîn, müctehidîn ve etbâının üzerinde ittifak etdikleri “Sünnet, İcmâ-yı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”, bugün keenlemyekün bilinerek ademe mahkûm edilirse, sanki Kur’an-ı Azîmüşşânın bütün hüküm ve haberlerine tam bir tasdîk ve tahsîn gösterilmiş olabilecek midir?!.

Buna milyarda bir ihtimâl dahî verilemez… Çünki “sünnet, icmâ ve kıyâsa” gönderen bizzat Kur’an-ı Mecîd’in kendisi… Bunun isbâtını Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin Bosna Reisü’l-Ulemâsı Cemal Havâce denen herife verdiği son derece ilmî, aklî ve mantıkî cevabları iktibâs etdiğimiz zaman görecek; ve bu kabil adamların Muazzez ve Mukaddes İslâmiyyet’i nasıl makaslıyarak budamak ve protestanlığa çevirmek istediklerini (ne.retle) müşâhade edeceğiz!..

 

(Mâba’di var)

(İntişârı: 27.06.2014)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir