(6) Şevket Eygi’nin İctihadlarına Göre “1923’de Cumhûriyet, İslâm Cumhuriyeti!” Olarak Başlamış!
17 Mayıs 2012
Süleymannâmedeki Birâderân Türk Olmuş!
10 Aralık 2012

8.6.12 tarihli yazısının serlevhası “bu kadarını ne sünnî yapar ne şii” olan Eygi, gene aklına ve nefsine uygun yazıp durmuş, ahkâm kesmiş!

ŞEVKET EYGİ’NİN İCTİHADLARI ŞİMDİ DE SÜNNÎLİKLE ŞİÎLİK ÜZERİNE!

Mehemmed SAFFET

 

 

8.6.12 tarihli yazısının serlevhası “bu kadarını ne sünnî yapar ne şii” olan Eygi, gene aklına ve nefsine uygun yazıp durmuş, ahkâm kesmiş!

Okuyalım:

“Hayır hayır!.. Ne kadar akılsız ve dengesiz olursa olsun Sünnî kökenli bir Müslüman bu kadarını yapamaz…

Ve yine ne kadar akılsız ve dengesiz olursa olsun Şiî bir Müslüman da bu kadarını yapamaz.”

“Sünnî ve şii kökenli müslüman!”

“Akılsız ve dengesiz sünnî ve şiî müslüman!”

Hangi Ehl-i Sünnet Akâid kitabında böyle tabirler varsa!. Biz hiç rastlamadık!. Eygi, böyle yazan (Akâid Kitablarına) rastlamış ise isimlerini verebilmelidir!. Çünki kendisi, “kitab dışı” işkembeden atmalara çok karşıdır da!. Okuyalım: 

“Allah’a, Resul’üne, Kur’an’a, Ashab-ı Güzin’e, Ehl-i Beyt’e bağlı vicdanlı, adaletli, insaflı Müslümanların bu kadar fitne ve fesat çıkartmaları mümkün değildir.

Peki, bunca fitneyi, fesadı, nifak ve şikakı, şeytanlığı kimler yapıyor?Kimlerin yaptığını sayıyorum, dikkat buyurunuz: İçimize girmiş, sûret-i haktan görünen İbn Sebe’ler yapıyor. İki kimlikli, dıştan Müslüman görünen, içten Yahudi olanlar yapıyor. Yine iki kimlikli Haçlılar yapıyor. Küfür ve nifak hesabına çalışan ajanlar yapıyor.İçimize sızmış, bizden görünen casuslar yapıyor.Vazifeli provokatörler yapıyor.

Sünnî olsun Şiî olsun hiçbir samimî ve gerçek Müslüman mü’minler arasına fitne sokmaz.”

Demek ki, sünnînin, “samîmî ve gerçek müslümanı!” olduğu gibi, şiînin de “samîmî ve gerçek müslümanı!” olabiliyormuş!. Eeeee, dur bakalım daha neler ve neler…

“Çeşitlilik var diye ümmeti yıkmaya çalışmaz. İsmini ve kimliğini saklıyor, bir kod adıyla bir gün Sünnîlere saldırıyor, ertesi gün Şiîlere. Bu kişi adam gibi bir Müslüman mıdır? Hayır değildir, cinnî ve insî şeytanların köpeğidir.”

Kendisi, böylesine “insî ve cinnî şeytanların köpeğidir!” denecek kadar âdî bir herifin kim olduğunu söyleyemiyecek derecede (korkak) bir adam ise, acaba Eygi kimlerin nesi olmuş olur?. Bu kadar azılı “şeytan köpeği!” kimdir, nerdedir, neyle beslenir, ne yer ne içer, cinsi ve cibilliyeti nedir, bunlar acaba neden saklanıyor!? Okuyalım: 

“- Sünnî ve Şiî Müslümanların avam seviyesinde saldırgan ve hakaretâmiz bir üslupla tartışmaları kesinlikle yakışık almaz ve büyük fitneye sebep olur.

Evet, Sünnîler ile Şiâ arasında ihtilaflı, tartışmalı konular ve meseleler vardır ama bunlar haysiyetli ve doğru ilim adamları tarafından, ilmin, hikmetin ışığında ciddî bir üslupla adaletli bir şekilde tartışılmalı, müzakere edilmelidir.”

“Sünnîlerle şia arasındaki ihtilâflı mevzular haysiyetli ve doğru ilim adamları tarafından ciddî bir üslupla tartışılıp müzakere edilmeli” imiş!

O zaman ne olacaksa!. Kim bilir belki şiiler hatalarını anlar, “sünnîler bu işde çooook haklılarmış!!!” deyip onların i’tikâdına îmân ederler;  veyahud, sünnîler aynı şeyleri söyleyip “şiiler haklıymış, bizim müctehidler bilememiş, yanılmış, câhillik etmiş, hatta ne de ayıp etmiş” derler!!!.

Ne güzel ve müthiş bir formül!

Sonra da bu işler, tereyağından kıl çeker gibi halloluverir!. 14 asırdır bu hâl tarzı neden sünnî ve şiilerin koca koca adamlarının, âyetullâhlarının, rûhullâh ve velâyet-i fakih tabakalarının aklına gelmez ve hakkı bulmak içün seferber olmazlar!?

Sünnîler de öyle… Nice Müctehid, Müceddid, Fakih, Müfessir, Mütekellim, Muhaddis ve Mutasavvifleri, bu işi akıl edemezler, cidden çok esef edilecek bir nokta!.

Eygi, iyi ki bu işi şii ve sünnî yoldaşlarının nazar-ı dikkatine sunup, çok büyük bir hayra öncülük ve pişvâlık etmekde…

Nedir bu sünnî ve şiî bölünmüşlüğü bre?. Yetdi canımıza tak dedi!.

İki tarafdan, meselâ mübârek bir sayıdır, 12’şer kişi bir araya gelib bir “takrib komisyonu!” mu, “diyalog konsülü!” mü, “hoşgörü meclisi!” mi, “mezhebler bahçesi!” mi, “kardaşlık köprüsü!” mü, “mezhebler ittifakı!” mı, “Acem-Türk Olimpiyatları!” mı, “Bahr-i Muhît-i Atlâsî Ötesi Konservanya telfîkifikasyon merkezi!” mi, her ne karın ağrısıysa, bir  gürültü patırtı şebekesi icad edib, güçlerinin yetdiği kadar da seslerini biribirlerine ve kulak zarlarının son genişleme noktasına kadar 100 desibel şiddetle bağırıp duyursalar, fenâ mı olur?!.

“Dinlerin takrîbi, ibrâhimî dinler, dinler bahçesi, dinler zerzevathânesi, dinler mutfağı, dinler salatası, dinler köprüsü, dinler ittifâkı, dinler diyaloğu, dinler bilmem nesi!” oluyor da, bunlar neden olmasın!

Bu seneye kadar 14 asır, iki tarafın sesini Mısır’ın sağır sultanı ile kulaksız zibileri bile duydu ammâ; bunları, bu sünnî ve şiiler biribirine duyuramadılar!

İki taraf “ihtilâflarını tartışacak ve müzâkere edecek” öyle mi?.

Yâ Rabb! Bizim aklımızı sen koru!

Yahû, iki taraf biribirini ne diye “tartışma ve müzâkereye” da’vet edecek?. Evvelâ kendi mezhebinin usûl ve i’tikâd esaslarından şübhe edecek; ve sonra da diyecekler ki:

“- Biz (falan) mezheb sâhib ve sâliki tâife olarak şu noktaya geldik ki, galibâ biz bu güne kadar şu, şu ve bu esaslarda yanlış bir îmân ile yaşadık ve karşımızdakileri müslüman kabûl etmedik!. Artık aklımızı başımıza devşirme zemânı!. Karşı tarafı dinleyelim ve onlar bize va’z u nasîhât ideler; ve biz, onları mürşid, kendimizi de tilmiz olarak görelim! Ve doğruları, karşımızdaki aziz müslüman karındaşlarımızın (mezheb-i âlîlerinden) öğrenelim!. Bu güne kadar ki îmân sakatlıklarımızdan da kurtulup geçmişdeki ehl-i dalâlet ve mürted veya münkir yamukluklarımız içün de gözyaşlarına garkolub tevbe-i nasûh ile bir güzel tevbe ve istiğfâr idelim ve bugünden tezi yok, îmân tazeleyip müslüman olalım…”

Vay be… Bu ne sonsuz ahlâk u fazîlet!

İki tarafdan bunu kim der bre akıl küpleri?.. Hangi sünnî müftü ve müctehidi ile hangi şii âyetullâhı veya fakîhi bunun binde birini aklının alt kanârının üst köşesinden geçirir?. Farz-ı muhal geçirse, o aklının şeytanlığı içün, hemen ve der’akab o anda tevbe ve istiğfar etmezler mi?. Herkes kendi mezhebinin doğru değil, dosdoğru olduğuna tam inanmasaydı, onlara zâten sünnî veya şiî denilir miydi?

Bu “tartışma ve müzâkereleri!” Şah İsmail-i Safevî’nin fakihleri ile Yavuz Cennetmekânın şeyhülislâmları yapamamış, daha doğrusu buna tenezzül etmemişken, dembokratik cumbûriyetin laik sarıklı ve sırıklıları ile Rûhullâh-Âyetullâh Humeyni’nin bugünki halefi olan âyetullâh tâifesi yapacak öyle mi?. Oturup, aralarındaki dünyalar kadar biribirine uzak îmân ve i’tikâd mes’elelerini teşrih masasına sırt üstü yatırıp îcâbına bakmak üzre önlerine koyacaklar; ve hasta oradan, o masadan, sağ sâlim nur topu gibi bir tosuncuk doğurup, kazâ belâya, sezeryana, görmezyana, denâatyana ve kürtajyana bilmem ne yana değmeden ayağa kalkacak!. Müthiş!

Eygi’ye göre, papa, patrik, haham, monsenyör, kardinal, hoca, müftü, başimam, DİBbaşı ve şeyler “diyalog-miyavog!” peşinde koşarken çok büyük günâha girsinler; ammâ, bu iki mezheb aynı terânelerle kucak kucağa gelip de, “tartışır ve müzâkere!” eylerlerse sevablara garkolsunlar!.

“Takrîb-i edyân!” ile “takrîb-i mezâhib!” fitnesi, bir iki asırdır, ısıtılır ısıtılır, arada bir de böyle hortlatılır durur!

Yâ Rabb, aklımızı ve îmânımızı sen koru!.

İncileri derlemeye devam:

“Sünnîlerle Şiîler arasına kin ve nefret tohumları eken, mü’minler arasında savaş çıkartmak isteyen samimî Müslüman olamaz.”

Yahu kin ve nefret tohumunu 14 asır evvel eken ekmiş! San’alı yahudi dönmesi İbni Sebe ve takımı, kar topu gibi yuvarlana büyüye bu güne gelmiş!.. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Âişe, Ebû Hureyre, Muâviye ve binlerce sahâbîye (Rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn Hazerâtına) hâşâ sövmenin, lâ’netin, ta’n u teşnî’in, hakaret ve aşağılamanın, “kin ve nefretin!” bini bir para!. Ömer, Osman ve Âişe adını kendine tak ve sıkıysa Tahran sokaklarında bir tur at!.

Eygi’nin, bunlardan haberi herhalde yok!. Vah vah!

Bedir yayınevinin bastığı nice eserleri pek çabuk unutmuşa benzer!. Merhûm Ahmed Zıyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri gibi bir Büyük Mürşidin “Câmiu’l-Mütûn” nâm eserini bile bazı başlıkları ile, şöyle bir saatçik okusa, bu yazdıklarının nasıl bir hezeyân olduğunu ve ne derece tecdîd-i îmân lâzım geleceğini hemen anlar sanırız!.

Tabii çok kavî ve kadîm inâdında ısrar etmezse!

(NOT: Şii Câferîliğin i’tikad esasları ile bu mevzuda Mehemmed Saffet ve Ahmed Seyyidoğlu’nun daha evvelki makâlâtına bakılmalıdır.)

Îmân ve İ’tikadları arasında sonsuz kadar fark taşıyan iki tarafı, biribirini sevmeye mecburmuş gibi töhmet altında tutmak, ve “sünnîyim” deyip bunlara tepeden bakmak, acaba hangi tür sünnîlikle kâbil-i te’lîf edilecekdir?! Ve bu ne kadar ahlâkîdir? Ammâ bu demek değildir ki, bu kadar biribirine zıt îmân ve i’tikâd esasları taşıyan iki taraf,  biribirinin gırtlağını çıkıp harb etmelidir!. Bunu hiçbir kişi, bu zamanda istemez… Ammâ birisi derse ki:

“- Bunu istememenin yolu, iki tarafın sonsuz farklar taşıyan i’tikâd ve îmân esaslarını, takrîb-i mezâhib ile ortadan kaldırmalarından geçer!”

Buna da sunturlu hezeyân der geçeriz!

“Samimi müslüman olmanın formülünü ben ortaya koyarım!” der de, Eygi, iki mezhebin arasındaki (îmân ve i’tikâd) uçurumlarının törpülenmesini istiyorsa, kendisi, kendisini istediği kadar “dönüşüme” tâbi’ kılar, törpüler ve o tarafa iltihâk eder, buna kim ne der?!. Ancak, bunu “samîmî müslüman olmanın şartı!” gibi ileri sürme cür’etinde aslâ bulunamaz. Bulunursa, 15 asırlık sünnî târihine hakâret etmiş olur; ve bu ağır cürmün lâneti erişirse, Allâh muhâfaza altından ebediyyen kalkamaz, perîşân olur… Tahran ve Kum şiiliğinden mes’ûd ve bahtiyâr olacak hiç kimseye, kimse de mâni’ olamaz… Hatta, “birkaç günlüğüne mut’a nikâhı ile yaşamak istiyorum!” diyene de!

Dünyânın gözü önünde kendi milletini katleden bir Şam şeytanı ve cellâdının bugün en büyük destekçisi de, Eygi Bey’in Tahran-Kum hattındaki “şii müslümanları!”

Sünnî otoritenin berhavâ edildiği bir zamanda, kim, kime, ne anlatabilir!?. Herkesin nefsi, sâhibinin ilâhı olmuş…

Okuyalım:

“Onlar ajandır, casustur, provokatördür, İbn Sebe tohumudur, Lawrence’dır, Hempherd’dir. Sünnî din otoriteleri ile Şiî din otoriteleri bir araya gelerek fitne ve fesadı önleyici kararlar içeren bir metin hazırlamalıdır.”

15 asırdır o otoriteler bir araya gelememiş de, şimdi mi gelecek, a sivri akıllılar?. Şiiler bugün devlet sâhibi, sünnîlerin devleti hani?. O zaman hangi otorite ile hangi motorite bir araya gelecek ve “tartışıp müzâkere!” eyleyecek ve neticeye varacak?! Şiilerin Kum merkezinden bir grup ile, sünnîlerin (!) “din hizmetlerini anayasanın laiklik ilkesi doğrultusunda kendine verilen görevleri yerine getirerek yürüten!” DİB’den bir grup, karşılıklı oturacak ve 14 asırlık müzmin hastalıkları ve yahudi saçı mes’eleleri halledecek?

DİB, bir kere sünnî merkezi olmaya sonsuz uzak bir mahal!. Kum şiileri, onları adam yerine koyup muhatab bile almaz!. Hatta karşılarına İmâm-ı A’zamla İmâm-ı Şâfiyi getirseniz, şiiler onlarla bile bir mes’eleyi zinhar müzâkere etmez!.

Olmayan “Sünnî otorite” ile mevcûd “şii motorite” bir araya gelecek ve “fitne fesâdı önleyici KARAR alacak!”

Buna şeytan bile güler arkadaş!

Bir milyarda bir ihtimâlle, der’akab bu otorite ve motoriteler bir araya gelsinler ve karar alsınlar, bir denensin!!! Maya bir çalınsın, bakarsın göl yoğurt tutar mı tutar, belli olmaz!..

Okuyalım:

“Bendeniz çok eminim ki, bugünkü seviyesiz saldırılar ajanların, casusların, provokatörlerin, parayla kiralanmış sefillerin işidir. Sövüp saymak, savaşmak ne Sünnîlerin işine yarar ne Şiîlerin. Sadece şeytanların, kâfirlerin, münafıkların işine yarar.Sünnî Sünnîliğini bilsin, Şiî Şiîliğini ama iki taraf da Müslüman olduğunu unutmasın.”

“İki taraf da müslümanlığını unutmayacak!”

Ne ictihad ama!. Sonra da, “Matüridî, Hanefî, Ehl-i Sünnet Müslümanıyım!” diye mangalda kül bırakma!. Ne kolay, “üç din de hak ve cennete” adam taşıyor! O mezhebler de hakk, onlardan da hangisine girersen gir, nasıl olsa müslümansın ve cennetliksin!. İstersen üç günlüğüne karı bul, kelfine bak… Ve daha neler…

Eygi emretdi mi iş bitmişdir!. Bu işin formülü 14 asırdır buymuş da, neden kimsenin aklına gelmezmiş?. Sanki iki taraf müslümanlığını unutarak “ben müslüman değilim, müslüman sensin!” der hâle gelmiş!.

Asıl dert, iki tarafın da “asıl müslüman benim, sen bilmem nesin!” demesi… Bir tarafın “îmân” dediğine, öteki taraf “küfür!” diyor… Hem de tam 14 asırdır… Ve iyice kök salarak!

Şiiler, âyetullâhlarına haramı helâl, helâli haram kılma salâhiyyeti verdiği, kütüb-i sitte hadîslerini kabûl etmediği, nice sahabîyi, (hâşâ) gâsıb, fâsık, kâfir, münâfık, musîbet olarak damgaladığı, Cenâb-ı Hakkın sıfatlarını kabulde bir başka îmâna sahib olduğu, takiyyeyi îmânın 6 şartından biri bildiği; 12 imamı, meleğ-i mukarreb ve nebi-i mürselden üstün derecelere sâhib kabul etdiği ve daha yüzlerce îmân, akâid ve usûl mevzuunda islâmî esaslara ters düşdüğü müddetce, “tartışma ve müzâkere!” masasına oturmak abesle iştigâldir… Bu, imkân dâhilinde ve ma’kûl bir nesne olsaydı, bugüne kadar elbetde  tahakkuk ederdi!.

Eygi, çalakalem ha bire yazıp durmakdan, mezhebler târihine bir göz atabilecek vakit bulabilirse, orada bu kabil teşebbüs ve “takrîb-i mezâhib!” şenliklerine bile rastlayabilir! 

İhtilâf, i’tikâd ve usûlde… Füruatda değil, bunu cümle âlem biliyor! Ve aradaki fark nâmütenâhî… İki tarafın biri, ötekine göre müslüman değilse, Eygi’ye ne, ötekine ne, berikine ne… Şii sünnîyi, sünnî şiiyi müslüman kabul edecek diye nass mı var ha?…

Mes’ele Kur’an, Sünnet ve icmâ’ kaynaklarını kabûlde çıkmaza girmiş; ve aslâ da düzelmez, bu mümkin değil… Herkes mezhebini (HAKK) bilmiş gidiyor, karşı tarafın bunu dünyâda isbatlaması da mümkin değil, çünki her iki taraf da kendi esaslarının dînî esaslar olduğuna inanmış…

Bu noktada, hakîkat, muârızın önüne âhıretde çıkacak demek oluyor… Medyada ikide bir yazarak sünnî ve şiiler arasında sanki hiç fark yokmuş gibi gösteren herifler, bunu, ya echel oldukları içün yaparlar, yahud da, islâmî esasları zerre kadar ciddîye almadıklarından!.

Hele iki tarafın biribirini “müslüman” bilme mecbûriyeti yokdur; ve aslâ da olamaz!. Vardır diyen, cehlinden değil, echeliyyetinden sâdece böğürmüş olur!. Herkes kendi mezhebine göre kıymet hükümlerine sâhib olacaksa, artık bu dünyâda bunun önüne geçilemez… Bundan kime ne, Eygi’ye ne?…

Sonra bir taraf devletlere sahib, öbür taraf devletsiz ve otoritesiz ve motoritesiz… Îmân, i’tikad ve usûl terslikleri, “biribiri içün küfre müeddî” hükümler taşıyorsa, Eygi bunu hangi ictihadıyla kapatacak ve ne halt edecek ki, iki taraf da “müslüman olduğunu” unutmayacak!. İki zıd nasıl ictimâ’ edecek?

Bir mezhebin îmân, i’tikâd ve usûlü, ötekine göre “küfre müeddî” esaslar taşıyorsa, Eygi bu ikisini de müslüman kabul etmeyi hangi îmân ve i’tikad kânunları ile vaz’edip ileri sürebiliyor!!!? Ötelerden haberler mi alıyor, Evrenesoğlu gibi!. Kulağına sesler mi gelmeye başladı?

Îmân, î’tikad ve usûl uzaklıkları ne zaman (harb sebebidir), bunu fıkıh kitablarımız apaçık yazıyor… Şiilerin nefret etdiği Ebussuûd Efendi Hazretleri gibi Şeyhülislâmların fetvâlarını, Bay Eygi hiç görmemiş midir, yoksa görüp-bilib de, “adam sen de!” mi demektedir?

Dâr-ı harb hukûku ile dâr-ı İslâm hukûku aynı da değil… T.C. zaten, bu kitablardaki esaslarla kendini kayıtlı görmüyor!. Bunları şiddet ve nefretle reddedib, (hâşâ) diyor:

“- Ben, laik dembokratik bir cumhuriyetim, bende, vahyi esas alarak insan idâre etmek, cürmün ekberi, irticânın dilberidir!. Kânunları bizde Allâh yapamaz, çünki O, dünyâ ve devlet işlerinden bizim kadar anlamaz!. O, Âhıretlik işler âmiri olarak o dünyâdan anlar!. Aksi halde bizim meclis çalışmalarına (yasama=teşri’ işlerine) el atıb teklîfde bulunması bile, en şedîd bir şekilde kat’iyyen yasakdır. Bizim kânunları Kamer ve Kamber ve Dilber kişilerin ateist, dumanlı, cilâlı, ütülü ve tütsülü kafaları yapar… Ehâli-i müslime de bunları modern tanrılar olarak telâkkî eder veya etmez, ammâ onlara, amelî veya i’tikâdî ortaklar (şerikler) olarak uyar ve tâbi’ olur ve inkıyâd eder! Kafalarındaki hesab gününe doğru da, her gün bir 24 saat yaklaşırlar!”

Devam:

“Sömürgecilerin, emperyalistlerin, insanlık düşmanlarının ekmeklerine yağ sürmeyelim. Müslüman Müslüman’ı aldatamaz. Müslüman Müslüman’a taqiyye ve kitman yapamaz.”

İnsan bunları nasıl yazar, adam utanıyor… Müslüman müslümana takiyye ve kitman yapmazmış!. İyi de, şii câferîliğin 6 îmân esasından biri “takiyye!.”

“Takıyyesi olmayanın dîni yokdur!” diyen, işte Eygi’nin o “şii müslümanları!”

Şimdi napiciiiizz!?

“ihtilafları tartışmak ve müzakere!” ile iki tarafın otoriteleri ile motoriteleri hani görüşüp bunları giderecekdi!!?. Hem de “samîmî ve haysiyetli!” olarak!

Bir tarafda “takıyye” îmân esası olmuşsa, sen o tarafa bir kere nasıl güvenip masaya oturacaksın, bre yoldaşlar, bre akıldâneler?!

Eygi, “adice ve eşşekçe” diyerek berdevam:

“Seviyeli ve haysiyetli Müslüman, takma adların ardına saklanarak adîce ve eşekçe küfür etmez. İslam düşmanlarının kışkırtma ve entrikalarıyla İran ve Irak sekiz sene savaştı da ne oldu? Osmanlılarla Safevîler üç yüz seneye yakın savaştılar da ne oldu?”

Doğrudur, “seviyeli ve haysiyetli bir müslüman adice ve eşşekce küfr etmeyeceği” gibi, Osmanlı ecdâdını da küçümsemez ve onları Safevî hükümdârı Şah İsmail denen sapık ile aslâ aynı kefede tutmaz…

“Seviyeli ve haysiyetli bir müslüman” birilerine “adice ve eşşekçe küfretme!” derken, kendisi de aynı şekilde Osmanlı’ları muhatab almaz!.

Edeb ve terbiyesine dikkat eder, “seviye ve haysiyetine” dikkat eder, (hâşâ min huzûr) “adice ve eşşekçe!” sıfatlarının kendisine döneceği hallere aslâ ve ölse bile cür’et edemez…

Edebli, “seviyeli ve haysiyetli” bir müslüman, “Osmanlılarla Safevîler 300 seneye yakın savaştılar da ne oldu?” gibi hezeyanlarla aslını inkâra aslâ mücâseret eylemez, bundan şiddetle hazer eder ve kaçınır…

Safevîlerin Osmanlı’ları dâima arkadan vurduklarını gâvurlar bile inkâra mecâl bulamazken, böyle saçmalamalara bulaşmak, cidden büyük bir terbiye ve hayâ mahrumluğudur.

 Osmanlı’ların bütün (bâtıl batıya) yapdıkları seferleri, arkadan ihânetleri ile sekteye uğratmaya çalışan Safevîler değil mi? Osmanlı’ları da aynı abesle iştigâlin sâhibi gibi göstermek, en azından Osmanlı’ya hakâret ve onları küçümsemek değil midir?…

“Osmanlı’larla Safevîler 300 sene savaşdılar da ne oldu?” diyen bir kelle, Hadîse mâsadak Fâtih Cennetmekân ile Peygamber himmetinde Sina Çölü’nü aşan Yavuz Cennetmekân Hazerâtı gibi nice mübârek büyükleri küçümsüyor, onlara tepeden bakıyor, onların mücâhedelerini abesle iştigâl olarak dünyâya propaganda ediyor demekdir ki, bunun adına ne deneceğini, biz, lugatlarda bulamadık!..

Şâh İsmail gibi i’tikâdî sapıklık içinde ve küfr ü şirk ile dolu bir takım Safevîlerin, İslâmiyyet’in Avrupa’da intişârı içün çalışan Osmanlı’lara yapdığı ihânetleri; ve bunun, onlardan sonra da devam etdiğini, aklı başında kim inkâr edebilir?…

Eğer Osmanlılar, safevî sapıklarının müslümanlar arasında yaymak istediği sapık i’tikadlara, tedhiş ve sûikasdlara, ihânet ve fitnenin envâına mâni olmasalardı, bugün dünyâda İslâmiyyet diye bir dînin olmayacağını tahmin etmek, aslâ zor da değildir!

“Adice ve eşşekce!” ve “seviyesiz ve haysiyetsizce!” diyerek muârızlarını yere geçirmek isteyenler, kendilerinin, (Osmanlı’nın hâtırâsına) nasıl ve nece lâflar etdiklerini de fikrederlerse, Osmanlı’ların rûhâniyyetlerinden, çok daha ağır  cevablar alacaklarını aslâ unutamazlar…

Allâh Azze, 600 küsûr sene, fırâk-ı dâlleye ve onların binbir ihânetlerine rağmen, Osmanlılar eliyle Dîn-i Celîl-i İslâm’ı üç kıt’ada muzaffer   ve hâkim kılmışdır…

“Osmanlılar Safevîlerle 300 sene sevaşdılar da ne oldu?” diyen bir adamda zerre kadar insaf, merhamet, hiss-i adâlet, aslına bağlılık ve vicdân varsa, sünnîlikle şiiliği aynı kefeye koyup ecdâdını tahtıe edemez; ve soyunun yüzde yüz haklılığını ketmedip saklayan bir müseccel olarak da mezâra gidemez…

Bir müslümanın, bugünün yevmî politik şeytanlaşmalarından ve mevkûtelerine on parmakla ve “meccânen sarıldığı” parti-pırtıların Acemistan yârenlik ve dostluklarından ilhâm ve ruzgâr alarak, yönünü bilmem kimlere çevirmesi, bir de onların bunca ihânetlerine rağmen “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” borusu öttürmesi, havsalanın aslâ alamıyacağı bir tenâkuz ve rezâletdir…

Yazıklar olsun!

“- Müslümanlar bu kafayla giderse Suriye yüzünden bir Sünnî Şiî savaşı patlak verecektir. Ya Rabbi! Şeytanların, ajanların, provokatörlerin, casusların, Lawrence’ların, İbn Sebe’lerin, Hempherd’lerin maskarası olmaktan ne zaman kurtulacağız?”

Müslümanlar hiçbir zaman “maskara” olmadı ve olmazlar da… Müslümanları ikide bir küçümseyerek tahkîr etmek, seciyesizlik ve utanmazlıkdır… Müslüman olmak en şerefli insan olmakdır; ve o, hiçbir zaman ve mekânda “maskara” sıfatı ile tavsif edilemez

 Müslüman görünenle müslümanı ayırmadan, birincilerin sıfatlarını (müslümanlara) sıvamak, hem âdî ve pespâye bir iftirâ ve hem de, onlara karşı âdi bir kindarlıkdır…

“Osmanlılarla Safevîler 300 sene savaşdı da ne oldu?” diyen asıl bu kellelerle gidilirse, o zaman, ecdâdı redd-i mîras ve “aslı inkâr” gayyâsına düşülür; ve onların himmet ve rûhâniyyetleri kimin üstünden kalkarsa, asıl onlar “maskara” ve rezîl olur, iki cihanda da suratlarına bakan bulunmaz…

(İntişârı: 10.06.2012)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir