-3- Noel, Yılbaşı, Silvester Ve Mîlâdî Takvim Rezâleti
23 Aralık 2023
Yılbaşı, Magandalar, Gâvurları Taklîd Ve Onlara Teşebbüh…
23 Aralık 2023

MÎLÂDÎ YILBAŞI  HIRİSTİYÂNΠ KIYMET OLUB  İSLÂM’A  SAVLETDİR…

Mehemmed SAFFET

 

Kâzım Karabekir’in Hâtırâtından bilinmektedir ki, Cumhûriyetçi dikta, Anadolu ehâlîsinin dînini Nasrânîyyet (Hrıstiyanlık) yapma niyetinde iken, bazı paşaların buna sıcak bakmayışı hatta mütecâsirlerine “Bu millet sizi boğar” gibi tehdîdlerde bulunması üzerine bu cinnetlik rezâletden vazgeçerlerse de, plân değiştirilerek, yapılacak “inkilâplar=devrimler” yolu ile bu fezâhata mübâşeret edilir; ve pek büyük mikyasda da hedefe vâsıl olunur!.

Bu cümleden olarak Nasrâniyyet’i ipkâ plânı, İslâmiyyet’i imhâ şeklindeki bir formül üzerinden ele alınır… “Devrimler” adı altında işleyen bir harekât ile, İslâmiyyet bütün ana temellerinden yıkılır; yerine Haçlı Avrupa “Kıymetleri=Değerleri” oturtulur. CHP, 27 senelik diktatoryası ile bu yıkma ve yerine haçlı değerlerini çakma işini, en vahşî ve acımasız bir hâlde ve F.R. YATAY’ın satırlarıyla 500.000 müslümanın kanına girerek irtikâb etmişdir… Sonraki ve bugünki hükûmetler ise, 94 ve hele 27 senede yıkılanlar yerine ÇAKILAN HAÇLILAŞTIRMA DEVRİMLERİNİ, parlatma, cilâlama, onarma, kaymaklama, perdahlama ve vitrinleme periyoduna girmiş oldukları hâlde, böyle bir plan üzerinde yürümektedirler!. Yürürken de, bütün yapdıklarının, yani yıkılanlar yerine ÇAKILANLARIN, kazık değil; “Cumhûriyet kazanımları” olduğuna halkı inandırmaya çalışmışlardır!…  Bu sebebledir ki, cilâlama ve perdah çekme işiyle, mücerred iyi ve müsbet bir iş yapdıklarının reklâmını höykürür ve ehâliyi şartlandırdılar!… Zaman zaman da: “CHP yıkmışdır, biz hiç yıkmadık, yapdığımız sâdece cilâlamak ve perdah çekerek, halkın refah seviyesini yükseltmekdir!” gibi hedef saptırıcı ve hakkı bâtıl, bâtılı hakk gösterici lâf u güzafla ortalarda dolaşmak!. Cilalâyıb perdah çekdikleri şeylerin, CHP cürüm ve çakıntıları değil de, artık millete mâl olmuş “Yerli ve millî” kıymetlermiş gibi takdîmine ıkınılıyor!…

Yılbaşı ve “millî piyango” denilerek milleti kumarbazlığa ta’lîm etdirmeler bile, artık “Yerli ve millî” olmuşdur!. 60 milyon bileti satılan bu kumarın adı bile, cilâ ve perdah çekilerek, “Millî Piyango” yapılmışdır!. Kendi ellerinde ne varsa, “Yerlilik ve millîlik” ambalajı içinde şirin gösterilmeye çalışılırken; bilhassa “müslüman ehâlînin” arzu ve hedefleri, bu iki sıfatdan mahrûm gösterilmektedir… Neredeyse, meydanlardaki yüzbinlerce heykel, her köşebaşındaki fâizhâneler, meyhâneler ve umumhânelere kadar her çukur, “Millî piyango KUMARI” gibi “Yerli ve millî” oluvermişdir!. Burada piç mantık şöyle işlemekdedir: “Mâdem ki bunlar ve nice benzerleri yerli ve millîdir, öyle ise parlatılmalı, cilâlanmalı ve perdandan geçirilmelidir!.”

Hulâsa, CHP 27 senede herşeyi yıkmış, yerine tersi mukâbilleri oturtulmuş, AKP’ye ise bunları parlatmak düşmüşdür!. Bunlar parlatıldıkça da, CHP’nin tahrîbâtı “Yerli ve millî değilmiş” de, bunların yerlerine ÇAKILAN ÇAKMA ıvır zıvırların parlatılışı “Yerli ve millî” imiş gibi, tersliğin bir düzgünlüğü peydahlanıvermişdir!!! 29 Ekim’den i’tibâren 2 ay 2 gündür “Atatürkçülük ve kamalizmaya” irticâ’ ve ilticâ’ ediş de, bunun, bir isbât vesîkasıdır…

Tek kelimeyle, sol gösterib sağ vurmak.. Ve lâf ve mantık oyunları, cerbeze, mugâlata ve lâkırtı çalımları ile, CHP decâcile ve cebâbiresinin çakdıklarını muhâfazaya munzam, yapılan cilâlama ve perdahlamaları da, halka hızmet gibi gösterme küllemesi…

Tabii buna saf ehâlî ve hele dalkavuk tıynetli, hatta sarık cübbeli-çüşbeli-cübbelâ hacı hoca ve DİB sürüleri ile İlhâdiyât fak. gibi yerlerin pırasasör ve parasasörleri, hem de ağzı “Ehl-i Sünnet, tasavvuf, tarîkat, evet efendim!” yollu pek bereketli (!) kelâm edebilen, o içi boşaltılmış takımları bile, işkembelerini şişirerek iştirâk periyoduna girdi…

29/12/2017 Mübârek Seyyidü’l-Eyyâm Cuma’da öğleden evvel, Akit Tv denilen yerde, akademisyen olmadan ne kadar müsbetse, pırasasör oldukdan ve H.H. Işık cenâhı Enverlandına veya “Seâdet Zincirine” mürid yazıldıkdan sonra o kadar rejim ağzı kullanır olan Prof. Dr. Ramazan Ayvalılı cenâbları gibiler, bol keseden fetvâlar atıb sıkmaya başladı!. Ayvalılı hadis pırasasörü olmasına rağmen, müctehid bir püftü gibi hatta Haltettin Karamanlis gibi fetvâlar (!) ictihadlar bile sıkar oldu!. Tabii bu makûle adam ve madamlar içün, dilleri iyi döndüğünden kitabına ve cedveline uydurmak hiç de zor değildir!

Bu zâtın, geçmiş senelerdeki Ramazanlarda, bazı Tv kanalizasyonlarındaki son derece dekolte ve boya badana sıvanmış madam spikerlerin huzûr-ı şehevânîlerinde “Efendimi” pek bol cümlelerle programlar yapıb “İrşâd” faaliyyet-i mukaddesesini yürütdüğü (!) de, müşahhas bir vâkıa bilinecekdir! Kim bilir, belki de bu tür “Enverland Çağdaşlıklarını” mubah i’tikâd eder hâle “Evrilmiş ve çevrilmişdir!”

Mûmâileyhin, geçdiğimiz seyyidü’l-eyyâm Cuma gününde de, aynı “irşâd (!) ve ibâhât” faslını sürdürmesi, “İcâzetsiz ammâ, sa.te icâzetli IŞIK Enverlandında” edindiği i’tikâd düsturlarını, seyircilerine serpiştirmeye çalışdığı kanaatini ifhâm ediyordu!.

Bu cümleden olarak “Sünneti ikiye ayırıyor”, kendisi matruş ve hâmil-i ağlâl olmağla “Ceket, pantolon ve kravat” takınmanın mahzûru bulunmayıb mubah olduğunu Akid Tv. müselmanlarına (!) irşâd mevkiinden telkîne çalışıyordu! Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Beyîn bir cümlesini burada yâdetmezsek kendimizi vefâsız hissederiz. Merhûm bir yazısında, Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’den istiğfarda bulunurken, şöyle buyurur:

“Asırlık idâm ipini KRAVAT diyerek boynumuza geçirdiğimiz içün bizi afvet!”

Büyük Osmanlı Müfessiri Merhûm Muhammed Hamdi Efendi gibi bir allâmenin de, muhalled Tefsirinde, Haçlı Batı’dan alınarak boyunlara geçirilen ve beynelmilel üniforma hâline çevrilen ve tek tip mahkûm elbisesi gibi gırtlak köküne dayatılan; ve o gravat denilen yular parçası hakkında  Yâsîn Sûresinin 8. Âyet-i celîlesinde geçen ve “Ağlâl” buyrulan kelepçeklerin, bu (Kravat) denen bezden urganlar olduğuna ve “Küfr ü fıskı temsîl etdiğine” vâzıhan dikkat çekdiği, o satırları okuyan her nasibliye ma’lûmdur… Tabii icâzetsiz veya sahte icâzetli Enverland mürşidlerinden icâzetli veya intisablı Pırasasörler, Seâdet-i Ebediyye’lerinde Elmalılı Tefsîri içün “Uydurma Tefsîr” afarozu yapıldığı içün, bu adı geçen tefsir satırları, mûmâileyh nezdi ve nazarında “Keenlemyekün” sayılacakdır!

Geçdiğimiz Seyyidü’l-Eyyâm Cuma’da, “Mîlâdî Yılbaşı” denen rezâletbaşını “Kutlamanın” da, “hiçbir mahzûru olmadığını”, adı geçenin tv borazanı ile fetvâlaması (!) ve sevgili seyircilerinin “Yılbaşısını Kutladığını” dahî alenen ve bîpervâ bir şekilde beyân etmesi, “İcâzetsizlere” veya “Sahte icâzetlilere” intisâbın nelere bâdi olacağını göstermesi bakımından fevkal’âde çarpıcı bir misâl teşkîl eder. Mürşid-i İlhâdiyyât pırasasörler, “İcâzetsiz” Işık Enverlandındaki kitablara çakıldı mı, artık oradaki şu mealde hükümlere, nice nakil ve aklı kenara koyarak inanacak; ve rotalarını da beşerî rejim ve “Düzmece düzenlerin” kâvânîn ve kavâidine göre ayar yapmaya can atacaklardır!

Nedir o çakılınan hüküm?.

“Müslüman, yaşadığı devletin kânunlarına ters iş yapamaz, onlara itaat eder!”

Allâhümmahfaznâ!

“Hâlık’a ısyân olan yerde mahlûka itaat olunamıyacağını” bu “saadet-i ebediyeciler” bilmezler mi?. Hiç bilmez olurlar mı?. Fakat bu “Evet Efendimciler”, kime “Evet Efendim” çekeceklerse, onun nabzına göre pek güzel şerbet terkibleri de bilir ve tatlı tatlı da içirirler!. Bu pırasasör takımları geçmiş yıllarda, Alevîlerin yamuk ve çarpık i’tikâdâtını bir güzel meydana dökdükden sonra, sıkıyı görünce hiç de merdçe olmayan usûllerle dönme hareketine de girmişler ve yüzlerine  gözlerine bulaştırmışlardı!. Çünki makâm ve mevki’lerin zarar görmesi bahis mevzuu olduğu an, tornistan etmek en büyük husûsiyyetlerindendir!. Tabii “Takiyye” cevheri (!) olmadan da bu işlerin hiçbirisi yürütülemez!.

Bu ebadlardaki pırasasörler, Enverland cerîdesinde yazan, kirâlık ve Saldıray veznindeki bir itin, Akâidde İmam Büyük Allâme Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerine hâşâ “Hâin” diyecek kadar salyasını akıtması karşısında bile susar; bu “Ehl-i Sünnet (!) pazarlamacısı” rejim pırasasörlerinin gıkı bile çıkmaz; orda burda ve her fırsatda Enverland “Seâdet zinciri misyonerliğine” devâm ederler!

“Sahte icâzetler” tiwitterlerde her gün gözlere sokulacak kadar mebzûl olursa, sonra da sükût edilerek bunlar sîneye çekilir ve kabûl edilmiş hükmüne geçirilirse, artık bu heriflere söylenecek başka söze de hacet kalamaz!. Üstâd Merhûmun 1972’lerde Büyük Doğu ile, “Abdullah İbni Sebe’den daha alçak” dediği adamların “İcâzet sahtekârlıkları” artık bugün ayağa ve sokağa düşecek kadar bilinir ve ayak ucuyla da itilir olmuşdur…

Mîlâdî yılbaşı bu milletin sînesine haçlı hançeri olarak saplanınca, acebâ bu milletin dîni ve îmânından hiçbir şey yok olmamış mı ki, bunu “Kutlamak veya kurtlamak” mubah sayılıyor; ve gene, “Bak ben de bunu  aha buradan kurtluyorum!” diye “Şecaat arzeden bilmem ne gibi sirkatin söylemek!” de neyin nesi oluyor?

Bu Mîlâdî yılbaşının geçmişini, geleceğini, nesebini, peydahlayanını bu pırasasörler bilmiyor olabilir!. Ancak bu, onlar içün bir mâzeret olamaz… Akademisyen karikatürü bile olunsa, insan, bu nesnenin köküne, dibine, soyuna, südüne, kanına, nesebine bir bakayım demez mi?. İmâm-ı Mâlik Rahmetullâhi Aleyh kendisine sorulan 40 mes’elenin 36’sına “Lâ edri!” buyururken, bu adamlara 4 sual soran neredeyse 40 cevab alıyor!. Bunların, “Hikmetin başı mehâfetullâh” diyenleri bile kalmamış görünüyor!

Bunların neresi âlim?.

Bunlar Osmanlı ulemâsının binde biri bile olamaz; ve onlardaki hâlisiyyet ve dürüstlüğün zerre miskâl taşıyıcısı da bulunamazlar!.

Allâh Azze’nin DÎNİNİ oyuncak etmeler, artık bu ilhâdiyyat ve DİB dal ve budakları ile alenen yapılmakda; ve nice cinâyetler işlenerek ebedî felâketlere yol açılmaktadır…

Biz, onlara, “Kendi dîniniz ne ise onunla olun!” diyoruz, “Dininiz şöyle olsun!” demiyoruz! Ancak müslüman görünerek Müslümanlığı kendi dinleri gibi, daha doğrusu kendi malları gibi istedikleri kılık ve kalıba dökmeleri, işte bu kabûl edilemez; ve bu, nâmütenâhî iğrenç bir hâldir. Bizim asıl i’tirâzımız da, mücerred buna olub, alıb veremediğimiz başka hiçbir şey yokdur…

1) Herşeyden evvel iyi bilinmelidir ki, Mîlâdî yılbaşı, Hristiyânî mukaddesler arasındadır ve İslâmiyyet’e göre “Tes’îdi=Kutlanması veya kurtlanması” câiz olamaz. Şehristânî Merhûm’un Milel ve Nihâl nâmındaki muhalled eseri başda olmak üzere bütün akâid kitablarımızda: “Milel-i sâirenin bayramlarına iştirâk küfürdür!” diye beyân buyurulmuşdur…

2) Aziz Nikolas denen papaz, nasıl “Noel Baba” adıyla hıristiyânî bir kutsiyete sâhib olarak haçlılarca öne çıkarılıyorsa; 1582’de de, bugünki mîlâdî takvimi yapan Papa 13. Grogeryan, Silvester adındaki papanın ölüm gününü, 31 Aralık olarak takviminde senenin son günü yapmışdır… Binâenaleyh, bugün kutlanan mîlâdî yılbaşının dînî bir temele dayanmadığını söylemek inkânsızdır… Tam tersine, 365 günlük bir yılın tükenib bitişi, Silvester nâm PAPA’NIN ölümü ve bitişi ile temsîlî bir “Kutsanışa” raptedilmekde, dolayısıyla hristiyânlığın  i’tikâdî bir geçmişi ve hâtırâsı ile irtibatlandırılmaktadır… Meselâ Alamanlar, yılın son günü olan 31 Aralık’a “Silvester” derler; ve “Silvester’de BAYRAM ETDİK!” ta’bîrini kullanırlar…

3) Çinliler 5000 küsûr sene evvel yaşamış atalarını, yehûdîler kâinâtın yaradılışını (!), yunanlılar olimpiyat oyunlarının başlangıcını; hristiyanlar da, bâlâda zikretdiğimiz gibi Papa 13. Grogarien tarafından, papa Silvester’in ölümünü takvimine başlangıç olarak almış; ve böylece bu târihler, o dinler içinde bir kutsiyyet ifâde ederek, onların (Şiârı) cümlesinden addedilmişdir… Bu i’tibarla, bir müslümanın, sâir milletlerin îmanlarında kıymet taşıyan bir günü kutlaması, onların bu i’tikadlarına ta’zîm ma’nâsı taşıyacağından küfrü mu’cîb aşşağılık bir herzedir…

“Ben o günü bayram olarak değil, zamanda bir başlangıç olarak kutluyorum” demek bile, hiçbir şekliyle meşrû’ bir mâzeret olamaz. Çünki o günü zamanın başlangıcı yapan, hıristiyânî bir i’tikâddır; ve bu i’tikâd, onlarca ta’zim taşıdığı içün müslüman nazarında kutlanarak ta’zîm ile karşılanamaz… Umûmî kânun ve kâidemiz odur ki:

“Tahkîri vâcib olanlara ta’zîm küfür olduğu gibi; ta’zîmi farz olanları tahkîr de aynı derecede küfürdür…”

İslâm’daki Akâid ilminin echeli olarak yetiştirilen “lâyık cumbokrasi dîninin nesilleri”, bu babda son derece câhil bırakılarak rejim kurbanları yapılmış; ve nice küfre müeddî akâid sâhiblerini de müslüman kabûl ederek, onların ölesiye tarafgirliğine saplanıb batmışlardır…

Bu milletin ulusa çevrilişi, “DÜŞMANLARINA BENZETİLEREK” irtikâb edilmişdir…

Îmanla küfür, Hakkla bâtıl ve Mü’min ile kâfir arasındaki o ince ve bilinmesi şart olan çizgiyi, milletin ruznâmesinden çıkaran rejim dalkavuğu yobaz ve münâfık din teröristleri, bu noktadaki islâmî terâzî ve hassâsiyyete sâhib olanları, sırf, küfrü tahkîm içün “Tekfirci, mezhebçi, sünnîci” diyerek karalamaktadırlar… Buradaki en püsküllü belâ şudur ki, tekfîri VÂCİB olanları tekfir edenlerin bu tekfîrini reddetmek, kâfiri mü’min kabul etmek netîcesini doğurur; ve “Tekfirci” diyenlerin bu noktada kendileri de, eğer müslüman iseler küfre düşmekde, inâd ve cehillerinin kurbânı olmaktadırlar!. Bunların tecdîd-i îmân ve nikâh ile tekrar İslâmiyyet’e yani bizim 15 asırlık dînimize dönmeleri ŞARTDIR… Aksi hâlde, ortalığı piç nesillerin basmasına mâni’ olunamıyacakdır!. Bu adı geçen kalabalıkların dîni, ne kadar “Müslümanız” da deseler, bizim dînimiz olan Müslümanlık ile alâkalı kabûl edilemez! Onların dinleri, “İlelebed yaşatacağız” dedikleri lâyık cumbokrasidir… Bunların dinlerinde, sünnet, icmâ’ ve müctehid imamlara ve onların ictihadlarına aslâ yer yokdur; ve bunu alenen ve resmen höykürmekden de çekinmezler! “Kur’an” deyişleri de mutlak bir “Takiyyeden” ibâretdir. Bunlar, saf ve câhil insanları aldatarak, onlara kendilerinin müslüman olduğu zann ve vesvesesini vermek ve dolayısıyla onları kendi “Lâyık Cumbokrasi” dinlerine çekmek içün de Kur’an-ı Kerîm’e sâhib çıkıyor görünmek ve şeytânî yollarına böylece devâm etmekdir.  Bu en tehlikeli iç hâinlerin asıl ve hakîkî düşmanları Kur’an-ı Hakîm’in tâ kendisidir….

Üzerine basa basa tekrâr edelim ki, ne kadar mezhebsiz, akâidsiz, mealci, sahte Kur’ancı, reformist, modernist, revizyonist, sünnîlik düşmanı, telfikçi, cumbokrasici, ılmaniyyeci (Lâyıklıkçı), takiyyeci, diyâlogçu, Fettoşist, Persî, Necdî ve dembokrat yobaz ve echel-i cühelâ varsa, bunların dîni, ne kadar “Müslümanız” da deseler bu değil, beşerî dinlerdir, Türkiya’da “Lâyık Cumbokrasidir…”  Bunlar, beşerî sistemlerle idâre olunmayı ve dembokrat kalmayı oylarıyla yürütür ve bu haçlı sistemini ölesiye müdâfaa ederler. Avrupa memleketlerinin politik bütün sistemlerini aynen kabûl ile, her fırsatda “Falan Avrupa ülkesinde de böyle” veya “Filan Avrupa devletlerinin kânunları ne ise bizimkisi de o olmalıdır” veya “Falan filan devletler gibi bizde de falan kânûn onlardaki gibi işletilmelidir” demeden edemez; veya bunları diyenleri, oylarıyla tasdîk, tahsîn ve te’yidden, hulâsa bir nev’i onlara  (Bey’at)dan aslâ uzak duramazlar…

DEMBOKRATİK UYDURMA “NİKÂHLAR=KIYMALIKLAR!”

Dîni “Lâyık cumbokrasi” olanlar, şimdi kendi dinlerine bir de, “Püftü nikâhı” denen bir hilkat garîbesini ilâve etdiler. İstanbul Püftüsünün beyanlarına göre, kıyacakları kıymalık nesne, “Hem resmî hem DE dînî kıymalık olacak” mış!!!. Kendi dinleri olan “Lâyık Cumbokrasiye” göre hangi tür kıymalık olursa olsun, bizi alâkadâr etmez. Onlara, “Falan sapıklığınız falan âyete, filan hadîse, şu asrın icmâına, mu’teber falan müctehidin ictihâdına tersdir” dersek; ve onlara “Dîniniz İSLÂM’IN aslı şudur” gibi bir mesaj verirsek, bu, İslâm ile mükellef olmıyan ve İslâmiyyet’in dışında kalmış bu insanlara karşı bir abes değil midir?!. Bir hıristiyana “Sen dînine şöyle inanmalısın” deme hakkına nasıl sâhib değil isek, bunlara da:

“Kaderi, Kabir azâbını, sünneti, icmâ’ı, müctehid imamları, onların ictihadlarını, Allâh Teâlâ’nın zaman ve mekândan münezzeh oluşunu, bütün ashâbı sevib saymayı, îcâbetdiği zaman salât ü selâm getirmenin farziyyetini, kerâmetin hakk olduğunu, Âdem Aleyhisselâm’ın babasız oluşunu, hükûmet-i İslâmiyye sâhibi olmanın müslümanlara FARZ bulunduğunu, Kur’ân-ı Azîmüşşânın kadîm olduğunu, rü’yet-i hilâlin farz-ı kifâye bulunduğunu, İslâm hukûkunda hadd cezâları cümlesinden olarak zânî ve zâniyenin recmedileceğini; kâtilin kısasını, mürtedin hayat hakkı olamıyacağını; 15 asırlık İslâm ulemâ ve evliyâsını, şefaatı , ülü’l-emr şartlarını, Dâr-ı İslâm kavâidini, evlenme yaşının şöyle olmasını; ve bunlar gibi binlerce mes’eleyi inkâr edemezsiniz, bunlara şöyle inanacaksınız!”

Nasıl diyebiliriz!?

Bir yehud veya nasrânîye, bir budist veya şamaniste, bir animist veya ateiste “inancının doğru şekli şudur” diyebilme imkân veya mükellefiyetimiz var mıdır!? Bunlar doğrudan doğruya İslâmiyyet’e da’vet edilib müslüman olmaları şart olan mürtedd veya münkirlerdir. Çünki bu adam ve madamların dîni, BİZİM DÎNİMİZ DEĞİLDİR. İslâm Dîninde İKRÂH olmadığını yalınız müslümanlar değil, yamyamlara, şii ve vehhâbîlere, Trump ve Putin’e, Çarkçı Kamal’dan İngiliz kurbanı Hacı Aptulla Fendiye, politikacılardan popolitikacılara, Papa ve kardinallerinden Fettoşa, Ham softa kaba yobazlardan Cübbelâ şarlatanlarına, İlhâdiyyât pırasasörlerinden DİB’çi bel’amlara kadar, yeryüzünde bilmeyen mi vardır?! Elbetdeki DÎN ve ÎMÂN farkımız, bizim dînimizle onların dinleri arasında, bir müslümanla bir nasrânî arasındaki fark gibidir ki, bu, îzahdan vâreste bilinmelidir… Ve bu ehemmü’l-ehem nokta, gerçek müslümanlarca yeni farkedilebilmektedir!,

Binâenaleyh, onların nikâhını püftü kıymalık yapdı mı, bunun, hem resmî ve hem dînî nikâh yerine geçmesini biz hiç de yadırgamamalı ve onların kendi dinlerindeki esasların Müslümanlık’daki esaslardan apayrı oluşuna hiç de müdâhale etmemeli ve huzûrumuzu kaçırmamalıyız!. Ancak, onların, “Bizim dînimiz olan Lâyık cumbokraside vaz’iyyet böyle her nâneyi yemekdir” demeleri iktizâ ederken, kendilerini müslüman göstererek “Müslümanlıkda vaz’iyyet böyledir” demeleri, pek sunturlu bir îmân ve fikir fâhişeliğidir ki, bu noktayı aslâ hoşgörüb kabûl edemeyiz…

Müslümanların, Müslümanlık içinde mu’teber bir nikâh-ı şer’î akdetmesi, herşeyden evvel o nikâhın:

“Allâh Azze adına ve O’nun emri, Peygamber-i Zîşân Aleyhisselâmın Sünneti ve İmâmımız İmâm-ı A’zâm Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinin ictihadı (kavli) üzere aktedilmesi ŞARTDIR.”

Bugün müslümanların birtek çâresi, ya bu incelik ve şartları bilen birisine nikâhlarını kıydırmaları; veyahud da, şâhidlik şartlarını taşıyan mu’teber ve musallî 2 erkek veya 1 erkek 2 hanım mü’mine huzûrunda kendi kendilerinin nikâhlarını akdetmeleridir… Nikâh-ı şer’î, lâyık, kayık ve gayr-i ayık düzmece düzenlerin lâyık Cumbokratik me’murları ile akdedilemiyecek kadar mühim, ibâdet ciheti de kat’iyyen sâbit olan ŞER’î bir AKİDDİR…

Papaza iktidâ ederek namaz kılınamıyacağı gibi, lâyık bir devlet me’mûrunun kendi sistemi adına kıyacağı kıymaya da Şerîat-ı Mutahhara indinde “şer’î nikâh” deme imkânı yokdur, olamaz… O, püftülerinin dediği gibi Lâyık Cumbokrasi dîninde, hem resmî ve hem de dîni bir kıyış olacakdır; ve püftülerin bunu kıyma yapması hâlinde bu 2 kıymanın da aynı zamanda kıyılmış olacağı, kendi dinlerinin iktizâsı olarak bizzat kendilerince beyân edilmektedir!.. Biz, buna da birşey diyemeyiz. Masonun, komünistin, mut’acı şiinin, papazın, hahamın kendilerine mahsûs kıymaları olduğu gibi, DİB’çi ruhbân ve ahbâr sınıflarının da kendilerine hass kıyım ve kıyış ritüellerinin olması elbetde bir vâkıadır ve bizi alâkadâr da etmez!. Biz müslümanız, bizi ancak (Nikâh-ı Şer’î alâkadar eder) ki, bunu da müctehid imamlarımız bütün farzı, sünneti, müstehâbı, müfsidi v.s. ile ve vaz’-ı ilâhî cümlesinden olarak ve Kitab, Sünnet ve İcmâ’a müsteniden önümüze koymuşlardır. Bizim dînimiz İslâm’da, müctehîd imamlarımızın ictihadları da “VAZ’-I İLÂHÎDİR.” “Haltettiniyye ve Kavruk Beşeriyye religionlarının kurucuları olan rejim pırasasörü bel’amların, Müctehid İmamlarımızın ictihadlarına “Vaz’-ı beşerî” diyerek müdâhale, dışdan gazel okuma, küçümseme ve tahrîf şenâati höykürmeleri, yahudîlik ve ahlâksızlıkdır… DİNİMİZ İSLÂM, DÖRT DELÎLE MÜSTENİDEN ÖNÜMÜZDE BULUNMAKTADIR…

Faruk Beşer gibi “Mezheb din değildir” diyenlerin, Lâyık Cumbokrasi dininden başka din veya mezhebleri yoksa; veya olub da, din değilmişse, o da öyledir!.. Buna karışmayız ve bu bizi alâkadâr da etmez…

Amma bize din ta’yin etmeye kalkıb hâricden gazel OKUYAN veya OKUTAN veya KOKUTAN ve “Kasvereden kaçan yaban eşşeği gibi Kur’an-ı Hakîm’den”, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’dan ve Allâh’ın Dîninden KAÇAN; ve “Sizin dîninizde mezheb dîn değildir” gibi 15 asırlık müslümanlara müdâhalelerde bulunan ve Ehl-i Sünnete DÎN ÖĞRETMİYE KIYÂM EDEN olursa, onlar, bizim içün “Kubur Faresi” hükmünde necâsetlerdir; ve onların böyle şirretleşib kancıklaşması ve kahpeleşmesi karşısında bu kefere ve fecereye sâdece bir “Hastir” çeker; ve oralarına tekmeyi savururuz… Bir de 5 vakid namazlarımızdan sonra beddua eder ve lâ’netleriz, o kadar…

ŞEHÎD-İ MÜBECCEL BÜYÜK ALLÂME MERHÛM MUHAMMED ÂTIF EFENDİ HAZRETLERİNDEN…

4) Sadede şurû’ etdikde:

Şehid-i Mübeccel Büyük Allâme İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, mîlâdî yılbaşı bayramı yanında giyim kuşam gibi çok daha basit ve fakat şiâr olmuş hususlarda bile teşebbühün (Gâvurlara benzemenin ve onları taklîd etmenin) küfür olacağını 90 yıl kadar evvel, ölümü göze alarak şerefle ve şecaatla cihân’a ihtâr etmişdir…

İşte, Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, bırakınız hıristiyânî pek alenî ve eşedd bir şiâr olan “Mîlâdî Yılbaşı” denen bayramın, bugünün çerçöp ilhâdiyyât pırasasörleri gibi “Kutlanması veya kurtlanması” tarafında olarak tv’ler ile cihâna utanmadan i’lânâtda bulunulmasını; bu kabil “İslâm Milleti” varlığını yok etmeye ma’tuf her “Teşebbühü=Benzemeyi” bile, İslâmiyyet’in sûret-i kat’iyyede yasakladığını ve şiâr olmak kaydı ile de küfre müeddî bir cinâyet saydığını, 15 asırlık ulemâmız gibi Kitâb, Sünnet ve icmâ’a TEBEAN beyân buyurmuşdur…

5) Merhûmun îdâmına sebeb olan “Freng Mukallidliği ve Şapka” nâmındaki mübârek eserlerinde, bu mes’ele şu satırlarla cihânın; ve bazı hoca kılıklı şeytanların, DİB’çi muharriflerin ve ilhâdiyyatçı pırasasörlerin gözüne sokulmalıdır:

“Esâsen şiarlarında gayr-i müslimlere teşebbühden men’ ve nehiy ile şâriin murâd ve maksadı, BEYNE’L-MÜSLİMÎN MİLLET-İ İSLÂMİYYE TE’SÎS EYLEMEKDİR. Millet-i İslâmiyye’nin medârı da, millet-i küfre mahsûs olan şiarda, âdât ve etvarda küffardan ayrılub onlara benzememekdir.”       (Freng Mukallidliği ve Şapka, 1340, İstanbul, Matbaa-i Kader, s. 29)

6) Merhûm, aynı eserinde şunları da kitâbet buyurmuşdur:

“Millet-i İslâmiyye’de gayret göstermek ve ızhâr-ı salâbet etmek şiâr-ı îmândandır.”

Zamânenin “Evet efendimci” İlhâdiyyât pırasasörleri, acebâ, haçlı bayramlarından birisi olan yılbaşını (Kutlayıb kurtlayarak) hangi dîn ve îmânlarının îcâb veya şiârını ortaya koymaktadırlar?.

Silvester nâmındaki papanın ölüm gününü, Papa 13. Grogarien, kendi tanzim etdiği takviminin başlangıcı yapmışsa, bizim Enverland mürîdânına, bu zaman başlangıçlı takvimi tes’îd ve bunun mubah olduğu yâvesini savurub sallamak vazifesi de mi verilmişdir?. Gragorien denen Papa, 1 Ocağı yılın birici günü yapmak yerine 1 nisanı başlangıç kabul etseydi, bugün 31 aralığı 1 ocağa bağlayan binbir türlü küfür, şirk, rezillik ve hayvan altılıklar, 31 Martı 1 Nisana bağlayan gece irtikâb edilecekdi!. Demek ki bu hayvanaltılıkların sebebi (illeti) bu yılbaşıdır!. Yılbaşına vücud veren yani takvimin başlangıcı yapan ise, bu hayvanaltılıklar değildir… Yılbaşına, zamanı tanzîm ihtiyâcı vücûd vermişdir… Bu i’tibarla ilhâdiyatçı, DİB’çi, hoca kılıklı bazı gerzeklerin, “Yılbaşını biz zaman ve takvimde esas olması tarafıyla kutluyoruz, hayvanaltılıklara bulaşmıyoruz!” demeleri, hedef saptırmakdır; kokuşturulan bir zaman parçası, hem hristiyanlık üzerinden dînî bir temele dayanması; ve hem de binbir hayvanaltılığın illeti olması hasebiyle, 2 cihetden de “Kutlanıb kurtlanamaz!” 

 Ancak, dîni “Lâyık Cumbokrasi” olanların dininde böyle bir “Kutlama ve kurtlamanın” yeri var ve bu mühimse, istiyen istediği kadar ve her nabza şerbet verici ve boynu yularlı (ağlâlli) Enverland pırasasör ve parasasörleri gibi “Kutlar ve kurtlarlar” ki, buna hiç kimse bir şey diyemez… “Çünki onların dîninde bu işler böyle imiş!” der ve geçeriz…

Bu kabil ecnebî âdet, âlet ve âfetlerine, Mukaddes ve Muazzez İslâm’ın son Şerîatının cevâz verdiğini söylemek, o münezzeh dîne pek aşşağılık bir (İftirâ) olacakdır… Üstelik de, İslâmiyyet’in kendi zaman başlangıcı, takvimi ve yılbaşısı mevcudken…

Şu rezillik ve kepâzeliğe ve aşşağılık duygusu ile kendi kendisini inkâr mübtezelliğine bakınız… Âidiyyet ve kök hissini dumûra uğratan bir (Uyuz ulus) teşkîlinin, işte dünyadaki mostralık manzarası…

Bu adam ve madamlarda, zerre kadar da olsa “İslâmiyyet içün gayret ve ızhâr-ı salâbet şiârı kalmamış” mıdır?.

7) Bu İlhâdiyyâtçı reformist ve revizyonist gürûh, “Millet-i İslâmiyye te’sîsi yerine”, Millet-i Nasâra kuyruğuna takılmış bir sürü peydahlayınca, bundan hangi “Enverland İflâsiye Şebekesi” mürîdân ve tirîdânının “Seâdet-i Ebediyeleri” ferahnâk olub, cennet-i a’lâlara da urûc edivermiş bulunacakdır!?.

Binbir küfriyyât, rezâlet, fuhşiyyât, münkerât, hayvâniyyât, şeheviyyât, lehviyyât, şirkiyyât, isrâiliyyât, cinâyât, süfliyyât ve her türlü şenâat ve denâatın tavan yapdığı; ve 365 günün tepesine, Allâh’a, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’a, islâmî yılbaşı ve takvimin bânîleri Ömer ve Ali Radıyallâhu Anhümâ’ya karşı TERÖR âbidesi gibi dikilen ve zamanı lâğıma çeviren böyle bir manzaranın, “Zaman ve takvim başlangıcı” kabûl edilerek “Tes’îd edilmesi=Kutlanıb kurtlandırılması ve bunun MUBAH ve CÂİZ gösterilmesi”, bir müslüman içün daha ötesi olmayan bir kepâzelik, şeref ve haysiyet iflâsıdır!.

8) Müslümanların Hicrî Takvimi ve YILBAŞILARI varken, bu neden muattal, gayr-i mer’î ve yok sayılıyor?. Hazret-i Ali Kerramallâhu Veche Hazretlerinin teklîfi ve Halîfe-i Müslimîn Fârûk-ı Ekber, Şâh-ı Adâlet Hazret-i Ömer’in (Radıyallâhu Anh)ın tensîb, takdîr ve tasdîki ile kabûl edilen; ve Hicret-i Nebeviyye’yi (Aleyhissalâtü Vesselâmı) esas alan İslâm Milletinin öz takvimi ve YILBAŞISI ne olacak?.

Bir tek ferd-i vâhid çıksın ve zerre kadar îmânı varsa, şunu desin de görelim:

“Bu hicrî takvim, MUKADDES VE MUAZZEZ İSLÂM HUKÛKUNUN bir rüknü, unsuru, cüz’ü, şartı; ve ibâdât ve münâkehât, mufârekât, kefâret, iddet, eymân, v.s gibi nice evâmir-i ilâhiyyenin tatbîkinde zârûrât-ı dîniyyeden değildir!”

Diyemez!

Derse, ya echel-i cühelâdandır; veya kıpkızıl kâfir…

9) İslâmiyyet’den hicrî takvim çekilib alınırsa, artık orada dinden îmândan bahsedilemez. Nice ibâdât ve muâmelâtın  zamana taallûk eden şartları, hicrî takvime bağlıdır. Bu takvim de, hilâlin rü’yetini, farz-ı kifâye olan hilâlin taharrîsine rapteder ki, rü’yet-i hilâl, ALLÂH Azze’nin dîninde zarûrât-ı dîniyyeden bir esasdır… İslâmsevmez DİB’çi, İlhâdiyyât Fakülteci, modernist yobazlar ve iblislikleri içün “Kur’an da Kur’an” diyen; ve böylelikle, edille-i selâseyi yok kabûl ederek bunu moda hâline getirmek peşindeki hayvanaltı müşrikler, rü’yet-i hilâl münkîri oldukları gibi; bu farzın peşindeki müslümanlardan da son derece rahatsız olmakda, tapındıkları ve müsbet ilim dedikleri mîlâdî takvim, hesab ve rasat bâtıllarının İslâm ibâdât ve muâmelâtı gibi pek çok hususda bir halta yaramadığını görmekden, kazığa oturtulmuşcasına ıstırâb çekmektedirler…

10) Aklı dumura uğramış veya kiraya verilmiş bazı İlhâdiyyât pırasasörleri ile DİB püftüleri, milleti aldatmak içün cinlik ve hinlik ve lâf oyunları yapmakdan da aslâ hayâ etmez ve utanmazlar. Ne mi diyerek halkı narkozlarlar?. Şöyle:

“Canım biz, Mîlâdî Yılbaşında yapılan menhiyyât ve münkerâtı elbetde tasvib etmiyoruz! Biz, mücerred bir takvim ve zaman başlangıcıdır diye hâdiseye bakıyor ve bu noktasıyla yılbaşını kutluyor ve kutlanmasında bir mahzûr yokdur diyoruz!”

İyi ya, işte biz de onu diyoruz: İslâm’ın YILBAŞISINI ortadan kaldırırcasına agorayı basan, o Papalar eliyle papaların takdîs gününü, müslümanlardan kalan topraklarda müslüman adıyla “Kutlamak”, hangi cins müslümanlık veya kurtlanışdır?. Ve, hangi cins îmân ve vicdanla bu yahudi-nasrânî mukaddeslerinin “Kutlanmasına” izin çıkarıb, bir de 15 asırlık müslümanların kemiklerini sızlatırcasına “İşte biz dahî KUTLUYORUZ” pişkinliği, nisbetçiliği, yüzsüzlüğü, arsızlığı, şirretliği ve şeytanlığı ile bunları irtikâb edebiliyorlar?

Maaşlı lâyık, kayık ve gayr-i ayık cumbokrasi hızmetlileri ile ücretli uşaklardan, rejime ters bir beyân beklemek zaten eşyânın tabiatına ve bel’amlık kânunlarına ters bir manzara olacakdır!.. Bu noktaya bâlâda kısmen temâs etmiş olsak da, ber vechi âtî tekrar bahis mevzuu yapacağız…

11) Diplomalı, ünvanlı, rejim beslemesi bel’amlar yukarıdaki gibi şeyler söyler ammâ, onların dîne ve halka bakışı, ruhbân ve ahbârın, aldatıb sömürdüğü kadîm İsrâiloğullarına bakışları gibidir! Bu noktada müslüman akıl ve mantığıyla alay eden bu bel’amlar, bunca rezâletleri doğuran yılbaşı mıdır; yoksa yılbaşı denen zaman başlangıcını varlık sahnesine çıkaran (!) bu rezâletler midir, bunları mutlaka ketmederler!. T.C. ruhbân ve ahbâr sınıfları, mantık fuhşuyla haklı olamıyacaklarını bildikleri halde, bundan geri adım da atmazlar!. Piç mantıkla mutlaka te’viller yapıb, birilerinin nabzına göre şerbet vermeleri, tıynetleri, cibilletleri ve ırsiyet âmillerinde de meknûzdur!

Ne kadar hakikatı bilseler de, beyân etdiğimiz rezâletleri doğuran İLLET, zamana başlangıç diye insanlığa yutdurulan ve bel’amların “Kutladığı” ve kutlanmasının İslâm a göre bir mahzur teşkîl etmediğini söyledikleri, yılbaşı denen (1 ocak)dır!. Yılbaşı martda olsaydı, bu binbir rezâlet, marta taşınmış olacakdı!..

Yerli ve millî (!) hayvanaltı dünyasında, saat, gün, hafta başlangıçları da, yıl başlangıcında olduğu gibi gene islâmîliğe ters ve onu iptâl etmeye ma’tûf bulunmaktadır…

12) Hicrî takvimle değil de şemsî takvimle görülecek işler varsa, burada da ecdâdın kullandığı “RÛMÎ TAKVİM” devreye sokulur, mevzii kalan mevki’lerde de bu takvim kullanılabilir. Netekim yehudi milleti bile, yıl hesablarında şemsî, ay hesablarında kamerî takvim kullanmaktadır…

İslâmiyyet’in en baş ve mühim hedefi olan “Millet-i İslâmiyye teşkîlini” ihyâ ve ipkâ  edecek ehem bir âmil yani bu dînin hukûkunu yürütmekde zarûreten mer’î bulunması şart olan bir takvim,  İSLÂM MİLLETİ TEŞKÎLİ emr ü hayâtında nasıl yok kabûl edilebilir? Nasıl, müslümanlar Papaların bilmem nelerin ve kimlerin ölüm günlerindeki “Kutsallığı ve kumsallığı” taşıyan takvimlere inkıyâd mecbûriyyetinde bırakılırken; kendi dinlerini imhâya mâtuf zaman ve takvim telâkkîlerine mahkûm edilir?.

İşte mes’elenin bam teli burasıdır…

Haçlılaştırma devrimleri, bir bütün hâlinde, islâmîlik bütünü içindeki mukâbil ve muâdilleri yerine Lozan esâretiyle öylesine çakılmışdır ki, zaman içinde bunlara karşı muâfiyet kesbeden DİB’çi, İlhâdiyyâtçı ve bazı hoca kılıklı şeytanlar ve onların idlâl etdiği politik iblisler, bunlara son derece alışmış ve onları benimsemişlerdir. Bidâyetde zaleme, cebâbire ve decâcile indinde salben idâm suçu kabûl edilen nice haller, bugünün ehlîleştirilmiş ılımlı, diyalogcu, medeniyetler ittifakçısı ve adı müslim kelleler nezdinde de, aynen suç telâkkî edilir olmuşdur… Dün, muhâfaza ederek dîninin müdâfaasında bulunduğuna inanan kanı yerde kalmış 500.000 (Beşyüz bin) müslümanın kıymet HÜKÜMLERİ, bugünün o ma’lûm ayarlarından süzülerek, ılımlı, diyalogcu, Kur’ancı (!)  ve ehlîleşmiş sürülerinde, SUÇ ve CÜRÜM olarak daha da sivriltilmiş, karartılmış ve korkunç  hâle getirilmişdir..

Sünnîliği îdâm sehpasına çıkaran bir münkirlik ve çarpıklık, politikacıların diliyle o kadar keskinleştirilmiye çalışılmaktadır ki, Kahhâr-ı Zülcelâl Azze ve Celle Hazretlerinin ğadabını celbe medâr olmakda ve belâlar gökden yağmur gibi yağmaya başlamaktadır!. Memleketde dîn, can, akıl, nesil ve mal emniyeti diye birşey kalmamış, heryerde bir herc ü merc başını alıb gitmektedir…

13) Rûmî takvim, şemsî takvime göre yürütülme şartı olan noktalarda isti’mâl edilebilir. Ancak, Mutlak Bâtıl Haçlı “Kutsallarını” taşıyan ve onlar içinde erimeyi intâc eden takvimler ve onların zaman başlangıçları, müslümanlar tarafından 14 asır kullanılmamış; hatta  bu, âidiyyet iflâsını netîce vereceği hakîkatine binâen hiç düşünülmemişdir. Ecdâdın RÛMÎ dediği takvimde de başlangıç, gene aynen Hicrî takvimdeki gibi Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Hazretlerinin HİCRETİ’DİR…  Bu temel ve esasa bağlılık, ashâbın icmâı ile de sâbit, târîhî bir vâkıadır…

Dünyâda ne kadar mahalli, millî ve dînî takvimler varsa, bunların tamâmı da, o milletlerin “Mukaddeslerinden” bir hâdiseyi başlangıç yaparak ortaya çıkarılmışlardır. Türkiya’da ise islâmî bir mukaddes yerine, Nasrâniyyet (Hristiyanlık) ve papalık içün “Kutsal ve putsal” bir hâdise, decâcile ve cebâbire ikrâhıyla milletin tepesinden çuval gibi  geçirilmişdir…

ŞEÂİR VARLIĞI TEMSÎL EDER, O YOKSA, OLAN YOKLUKDUR…

14) 1923’den i’tibâren başlıyan “Haçlılaştırma devrimleri”, bütün bunlarda, Millet-i İslâmiyye’nin mukaddeslerine değil, Haçlı Bâtıl Batı’nın “Kutsallarına veya örf ve âdetlerine” dayanmak gibi mücerred “İslâm Milletini” imhâ hedefi ortaya koymuşdur. Bu i’tibarladır ki, yapılanlar, dînin yasaklarından başka bir şey olamamışdır. Bunun içün de, Büyük Şehid İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, adı geçen eserinin 22. Sahifesinde şöyle buyurur:

“Anâsır-ı gayr-i müslimeden herhangisi olursa olsun, onların şiârı olan şeyleri giyinmek, takınmak, kuşanmak kavl-i sahîha göre KÜFÜRDÜR!”

Giyim kuşam gibi basit şeylerde bile hudûd-ı ilâhî böyle olursa, bundan binlerce kere daha mühim olduğu ibâdât ve nice muâmelâtda apaçık ortada bulunan “zaman tesbiti mevzuu” nasıl hafife alınabilir?. Zaman mevzuunda, kâfirlerin “Kutsallarına” dayanan takvimler, İslâm Milleti tarafından, kendisine âid olanlar atılarak onların yerine nasıl ikâme edilebilir?. Üstelik de bu, küfre müeddî teşebbühün en iri ve sunturlularından olunca…

15) “Haçlılaştırma devrimleri” takvim husûsunda böyle irtikâb edilirken, yılın 12 ayına verilen isimler de, bir kısmı ile İbraniceden (Yahudiyyetden) kopyalanmış; ve onlara da benzemek (Teşebbüh) eksik bırakılmamışdır!. Meselâ yehûdiyyetdeki “Nisan, Tamuz, Elul, Şevat” gibi ay isimleri “Nisan, Temmuz, Eylül ve Şubat” olarak Türk îmân, irfan, şahsiyet ve harsiyâtına bir nevi “organ nakli” gibi nakledilmiş, islâmî âidiyyet, bu noktada da iptâl ve imhâ görmüş, sıfırlanmışdır…

x16) Hiç unutulmamalıdır ki, başlangıcı Silvester adındaki papanın ölümüne dayanan ve 1582’de Papa 13. Grogarien tarafından yapılan bir takvim ile zaman ta’yini, Büyük Halîfe Fârûk-ı Ekber (Radıyallâhu Anh) Hazretlerinin Hicret-i Nebeviyye’yi temel alan  takvimini beğenmeyib iptâl etmek; adı geçen Papayı, Hazret-i Ömer gibi bir mukaddese tercih fazîhasıdır ki, bunun, nasıl bir denâet ve şenâet ortaya koyacağı, aklı ve îmânı bulanmamış her müslimîn ve maslimâta ma’lûm bulunacağı îzâhdan vârestedir…

GAYR-İ MÜSLİMLER VE MASONLAR BİLE, YILBAŞI VE TAKVİMLE, MÜSLÜMANLARIN ELİNDEN MÜSLÜMANLIĞIN ALINDIĞINI İ’TİRÂF EDERKEN…

17) Mevzu’ o kadar apaçık ortadadır ki, bunu İslâm düşmanı mihrâklar ve mason üstadlarına kadar niceleri, i’tirafdan kendilerini alamamışlardır. Okuyalım:

“1926 yılından i’tibâren Türkiye müslümanları ve hıristiyanlar ilk kez ORTAK bir YIL HESÂBI kullanmaya başladılar. Aynı şekilde yine ilk kez BİRÇOK TÜRK, AVRUPA ÂDETLERİNE UYARAK YILBAŞLARINDA BİRİBİRLERİNE İYİ DİLEKLERİNİ İLETDİLER.”        (Paul Geutizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu. Tercüme: Fethi Ülkü, Kültür Bakanlığı yayınları, Ank. 1983. S.145) (Gotthard jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Türkçeye Terceme: Hayrullah Örs, Ank. 1972. S.29-30)

Naci Yengin’in yazısı şöyle hıtâm buluyor:

“Cumhuriyet devrimlerinden sadece birisi olan Mîlâdî takvimin kabûlüyle Türkiye Müslümanlarının 1000 yıllık islâmî geçmişiyle aralarına engeller konulmuş ve bundan böyle hıristiyan Noel kültürü halk arasında yaygınlık kazanarak Batılılaşma resmî devlet politikası hâlini almıştır. Hafta tatilleri Pazar gününe alınmış, 1935 yılında ise yahudilerin hafta tatilleri olan cumartesi günleri yarım gün tatil edilmiş, 1974 yılında cumartesi tatili tam güne çıkarılmıştır.” (Şamil İslam Ansiklopedisi.)

O kadar câlib-i dikkat bir nokta ki, Naci Yengin bile:

“Cumhuriyet devrimlerinden sadece birisi olan Mîlâdî takvimin kabûlüyle Türkiye Müslümanlarının 1000 yıllık islâmî geçmişiyle aralarına engeller konulmuş!”

Derken; “Ehl-i Sünnet”  diyerek kendilerinden başka hiç kimseyi beğenmiyen bu “Evet Efendimci İflâsiye Erenleri!”  Avrupalı’nın, putperest, haçlı ve yahudi karması bir takvim ve yılbaşısının şer’an hiçbir mahzûru olmadığından kutlanıb kurtlanması ve putlanmasının” cevâzına, zerre kadar utanmadan “Fetvâlar uydurub” çalkalamakda; ve kelimelere dansözlük yaptırarak o “ağlâlli ve nabza göre şerbet verme cambazlıklarıyla” Mukaddes İslâmiyyet’i yamultub kemirmektedirler…

Müslümanların zaman telâkkî ve disiplini, mehfur ve menhus haçlılaştırma devirimleri ile islâmî olmanın mutlak ma’nâda dışına sürüklenirken, bunlara tebaiyyetin verdiği (teşebbüh) marazından hiçbir acı duymıyan adam ve madamların, lâyık vasatda her geçen gün eridikleri, bunlar tarafından demek ki hiç hissedilmemektedir! Bunlar, her şeye  rağmen hâlâ hür değil de  esâret zincirleriyle forsa olarak yaşadıklarının farkında bile olamayıb, bundan hiçbir rahatsızlık da duymamaktadırlar! Tabii bu tiplerin, müslümanların mukaddes gün ve geceleri ile CUM’ANIN Seyyidü’l-Eyyâm olduğundan ma’nevî ve rûhî feyz alacaklarına da binnetîce ihtimâl verilemiyecekdir!.

18) Bugün binbir rezâlete bulanarak tes’îd edilen (Kutlanıb kurtlanan) Mîlâdî Yılbaşına, mücerred zaman mefhûmu içinde ve hiçbir dine âidiyyeti olmayan yani şiâr husûsiyyeti bulunmayan bir ma’nâ yükliyerek bakmak, islâmî îmân zâviyesinden kabûl edilemez. Hangi küfr ü fıskı temsîl etdiği apaçık ortada bulunan ve isbatlanan bir zamanı yani mîlâdî yılbaşını, alabildiğine ve dünya çapında pisleyen böyle bir şeytanlaşmayı, bu iğrenç vasıflarından ayırarak bir müslümanın “kutlama” imkânı yokdur, olamaz…. Binâenaleyh, bunca kokuşmuşluk, küfür, şirk ve fısk u fücûr içün gâvurun tahsîs ve ta’yîn etdiği bir zamanı, mücerret (zaman) başlangıcı olarak tezkiye etme imkânı olmadığı gibi; ona, “kutlayıcı” bir nazarla bakmak, bir müslümanın DÎNİNDE aslâ meşrûiyyet kazanamaz… Çünki bu, kendi mekânına, İslâmiyyet yerine nasrâniyyeti oturtarak, Merhum İskilibli’nin işâret buyurduğu “Millet-i İslâmiyye Hedefi” içün imhâ edici bir darbedir…

Nice Kelâm-ı Kadîm âyetleri ve Ehâdis-i Şerîfe, milel-i gayr-i müslimeye “Dostluğu ve teşebbühü” sûret-i kat’iyyede yasaklarken, bu adam ve madamların hâl-i pürmelâli cidden perişanlıkdır… Bir müslüman, her 24 saatde en az 4o kere Fâtiha-ı Şerîfe’nin sonunda “Bizi ni’met verdiklerinin yoluna hidâyet eyle ğadab etdiklerinin (Yehûdîlerin) ve dalâletde olanların (Nasârânın=Hristiyanların) YOLUNA DEĞİL” diyecek; sonra da o yehûd ve nasaranın YOLUNA girib onlara benzeyecek, (teşebbüh) fazîhasını irtikâb edecek!.

Allâh’sız sistemler içinde, bu ne feci’ ve korkunç bir eriyiş ve iptizâldır!

Bu iflâsiyye tâifesi iyice zıvanadan çıkmışa benziyor!. “Mağdûbi ve dâllîn” ifâdelerindekilerin sıratından (hayat tarzından ve onlara benzemekden) 15 asırdır müslümanlar şiddetle men’ edilirken; 1963 yılından i’tibâren tam 54 yıl, Pensilvanya Kardinalinin yediği haltların, bundan çok mu büyük farkı vardır?. O da Vatikanın, Londra’nın, İsrâil’in ve CİA’nın YOLUNA giren “Mağdûbi ve dâllîn” ifâdelerindeki şebekelerinin (taşeronu) değil miydi?

Ğadab olunan ve dalâletde olanların YOLUNA girenler, 54 senedir gâvurun AB eşiğinde dilenci gibi bekletilib, bütün şeref ve haysiyetini neden ve nasıl pâyimâl ediyor!. İflâsiye gürûhu da onların YOLUNA girerse, olacağı bundan başkası değildir! “15 Temmuz 2016 Haçlı Seferi”nin arkasında Avrupa haçlılarının da olduğu riyâzî katiyyetle ortada olmasına rağmen, Makron denen Freng çocuğunun önünde, yerli adam ve madamlar, hâlâ onlara neredeyse romantik neşîdeler inşâd edecek manzaralar çizmediler mi?!. Osmanlıdaki asâlet ve şecâatın binde biri bile olsa, ona bile râzı olacağız! Onu rüyâlarda bile bir görebilsek, belki de yüreğimize biraz su serpilmiş olacakdır!…

H.H. IŞIK ve A.BELLİ’DEN KORKUNÇ TAHRÎF, İFTİRÂ VE HAKÂRETLER…

19) Bu i’tibarla bazı DİB’çi, İlhâdiyyatçı ve Enverland cenâhının dogmalarıyla “hüviyeti=kimliği” kazınmış pırasasörlerin, “Durakda beklemeden her gelenin otobüsüne atlaması” kabilinden nabza göre şerbet verme karekteri, burada da kendisini göstermiş oluyor ki, bu, son derece vahim ve muhtell bir kalb ve beyin yapısını ortaya koyar! Gerçi mürşid tanıdıkları   ve madalyalarını “Said Efendi oğlu, Kimyâ Yüksek Mühendisi ve Eczâcı ve emekli öğretmen ve Albay H.H. Işık” şekliyle sayıb dökerek kendi kendisini allâme ilân ve reklâm eden müteveffâ, beşerî sistem, rejim ve doktrinleri islâmî göstermek fazîhasını da mürîdân ve tirîdânına vecd ü istiğrak gösterileriyle aşılamışdır! Adı geçen, bu cümleden olarak “Peygamberlik Nedir” adını verdiği gûyâ İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Fârûk-ı Serhendî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinden terceme (!) bir kitabçığıyla, Hâlık Teâlâ ve Mahlûkâtın hiddet ü ğadabını şiddete getirecek şu aşağıdaki cümleyi bile, zerre kadar utanmadan ve birilerinin taşeronu olarak, bu kitabçıkla dünyâya üfürebilmişdir:

“İslâmiyyet, ilm, ahlâk, doğruluk, adâlet üzerine dayanan TAM LİBERAL OLAN DEMOKRATİK BİR DEVLET KURMAKTADIR. Devleti, siyaset cambazlarının elinde oyuncak olmakdan korumakdadır.”  (Işık Kitabevi 1981, s. 58)

İmâm-ı Rabbânî (Rahmetullâhi Aleyh) Hazretleri gibi (müceddid-i elf-i sânîye) söyletilen şu küfrü dalâlet karşısında adamın kanı donuyor!

Tam bir iflâsiye zırvası ki, buna göre vahy-i ilâhî, (hâşâ) kendini ve kendi içindeki (HÜKÛMET=DEVLET) şeklini beğenmiyor; ve bu noksânını “Beşerî liberal dembokrasi” denen necâsetin avn ü inâyetiyle ancak “Ekmeltü leküm dînekum” derecesine vâsıl olabiliyor!. Nâmütenâhî Hâşâ ve kellâ… Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, dînini, hâşâ ve kellâ, insanların avn ü inâyeti ve yardımı ile ancak ekmel hâle getirib tamamlıyabiliyor!

Al sana, beşer payandalı SÜBHÂN olan Allâh’ın Dîni!!!.

Zerre kadar îmânı olan bir müslüman içün böyle herze ve hezeyanlar gaseyân etmek, mümkin değil, en doğrusu muhaldir!

Tabii, mürşidi bu kabil adam ve kitabçıklar olan pırasasör takımları da, “Mîlâdî Yılbaşı” gibi her türlü küfr ü şirk ve fıska vesîle kılınan; ve papalık i’tikadları içinde takdîs edilerek şiâr ve remz yapılan ve böylece zamanı kokutan bir manzaranın, dolaylı da olsa, “Kutlanıb kurtlanmasını” câiz hükmüne bağlıyabiliyor! Bu kabil zırvalar, daha niceleriyle berâber, bu kliklere mahsûs yamuklukların husûsî bir manzarasıdır…

20) İslâmiyet’i, Lâyık dembokrasi küfr ü şirki olmadan selef-i salihîn hazerâtının çizgisinde kabûle yanaşamıyan bu kabil ikbâl hastası pırasasörler, kayınpederleri tarafından da hangi dembokrasi ve (vahy iptâli) altında yaşamışlardır, pek câlib-i dikkat olacağı içün bunu da kaydetmek mevkiindeyiz. Gûyâ “Müslüman hâkim” rütbesiyle verdiği bir kararın kitablaştırılarak, Bedir Yayınevi’nin müctehid püftüsü EYGİ tarafından da  “Tab’ edilmesi= basılması”  netîcesinde ortaya dökülenler, İslâm îmânını tuz ruhu ile dağlar ve eritir cinstendir.  O Abdülmecid Belli nâm hâkimin kendi kaleminden, buyrun Osmanlıya, Kur’an-ı Hakîm’e, İslâmiyyet’e ve dembokrasi şirkine cinnetlik bakışı:

“K—Ve nihâyet Osmanlılar Kur’ân-ı Kerîm’in BİR EMRİNE YANAŞMADILAR. DEMOKRASİ İLE İDÂRE EDİLMEK KUR’ÂN-I KERÎM’İN AÇIK EMRİ İKEN, BUNU TATBİK EDEMEDİLER. BUNUN NETÎCESİ VAHİM OLDU: İlk kudretli padişahları, zayıfları ta’kîb etdi. (BİZDEN: Sanki bu kudretliler dembokrasiyi tatbik etmiş, paralamentoda Bizans tekfurları ile aynı çatı altında kânun yapmışlardı, hâşâ ve kellâ! Ne iğrenç küfr ü tenâkuz.) HALBUKİ DEMOKRASİ İLE İDÂRE EDİLEBİLSELERDİ, DEVLETİN BAŞINDA LİYÂKATLİ OLANLAR EKSİK OLMAZDI.”   (Adalet Mülkün Temelidir, Bedir yayınevi, Ahmed Said Matbaası, 1964, s. 156)

Meğer Osmanlı ne “VAHİM” halt etmiş ki, “Kur’ânın EMRİ olan Dembokrasiyi” tatbîk etmemiş!!! Sonsuz kere hâşâ ve kellâ, Estağfirullâhe’l-Azîm…

Bir insanda zerre kadar îmân ve hayâ olsa, böyle şeytânî satırları nasıl yazar; ve bunu kitab diye de nasıl BASAR ve satıb “Helâl kazancım var!” diye de nasıl hava atar?!

Beştepe “Başdanışman veya dayışmanlarından” Hayrettin Karaman da Âl-i İmrân Sûresinin 159. âyetinin meâlinden sonra aynen şunu yazabilmişdir: “Bu, Kur’an devletinin demokratik tarafıdır.” (Mukayeseli İ. Hukuku, 1974, s. 51)

15 asırdır hiç bir tefsirde yer almayıb bu günün muharriflerinin Kur’an-ı Hakîm’e bile beşerî ve antik yunan aklının ifrâzâtı bir sistem olan dembokrasiyi TASDİKLETME CÜR’ETİ ve TUĞYÂNINA bakılırsa, asıl en büyük zarar ve  VEHÂMET, bu dîne “müslüman” görünenler tarafından verilmektedir…

Müslümanım diyenlerin, nasıl ve hangi tür dine “Müslümanlık” diye taptıklarını, gerçek müslümanlar ömür sermâyeleri ellerinden gitmeden görmeli; ve îmânlarını her an buna göre TAZELEMELİDİRLER. “Lâ ilâhe…” diyememenin şu âlem-i kevn ü fesâd içre yaşadığımız bataklıkda, insanı hangi ebedî cehennem çukurlarına namzet yapdığı da dehşetle görülebilmelidir…

Osmanlının, bilhassa Cennetmekân Abdülhamîd Hân Hazretlerinin “İdâre-i avam” diyerek semtine bile yaklaştırmadığı dembokrasi necâseti, 1923’den itibâren doğrudan, 1946’dan beri de dolaylı yollardan, “liyâkatli ve ehlî” diktatör, ateist, zaleme, Allâh’a karşı terörist, decâcile ve cebâbire yetiştirmekden başka hiçbir halta da yaramadığı, artık riyâzî kat’iyyetle ortaya çıkmışdır… Yukarıdaki iktibaslarımız bunun apaçık delilleridir.

Böyle mürşidler (!) bu kabil echel kâim-i pederler ve inâsa taabbüd derecesinde onlarla içli dışlı Enverland ikliminde yetişib boy atan pırasasörler, işte bugün “Kutlayıcılık ve kurtlayıcılık” merhalesini de ihrâz ederek, seyr-i sülûk-ı rûhânîde kat’-ı merâtib eylemiş (!) ve mevcûd lâyık, kayık ve gayr-i ayık rejimlerin dalkavukları arasında boy atar oluvermişlerdir…

21) Her Mîlâdî Yılbaşı rezilliğine (Haçlı Kıymetlerine) iştirâk ve onu tes’îd etmek (kutlamak), islâmî YILBAŞI olan Mukaddes ve Muazzez (1 MUHARREM’İ) ademe mahkûm etmek fazîhasını da beraberinde taşır. Buna, cerbeze ahlâksızlığı ile mücerred “zaman başlangıcını kutluyoruz” kılıfını geçiren soytarılar, aynı piç mantıkla şöyle de diyebilirler:

“Hılâfetin mukâbil ve muâdili olan DİB’i de kutluyoruz; 1000 yıllık Müslüman Elifbasının mukâbil ve muâdili olan lâtin keferesinin ALFABETA’sını da kutluyoruz; Çarşafın mukâbil giyim tarzı olan dekolte kıyâfetleri de “kedicikleri kutlayan Boktar” gibi  kutluyoruz; medreselerin mukâbili olan karma (muhtalıt) ta’lim terbiyeyi (!) de kutluyoruz; sarığın mukâbili olan oturak şapkayı; dergâh ve tekkelerin muâdili olan mason localarını; namazdaki rükû’un muâdili olan mozolede çelenk bırakırkenki dömelişi de; ticâretin mukabili olan fâizi de; haremin mukâbili olan Manukyan kadın satış hücrelerini de; gül şerbetinin mukâbili olan rakının içilmesini de; müsâbakanın mukâbil ve muâdili olan Yılbaşı MİLLÎ piyango çekilişini de; Şer’î hükûmet (Hılâfet) nizâmının mukâbil ve muâdili olan lâyık, kayık ve gayr-i ayık dembokratik cumbokrasiyi de KUTLUYORUZ!”

Bunları da kendi piç mantıklarına söyletebilirler ki, zâten bir sonraki durak da burasıdır!. Hatta bunları söyliyen nice kamalist müşrikler zâten piyasada bol miktarda mevcuddur… İngiliz projesi (altı .oklu) pırtı, kamalist gürûh ve ulusallamacı ateist tâife ve nihâyet “YERLİ VE MİLLΔ yaftasıyla göz küllemeci iktidâr sevdâlısı cebhe, bütün mevcûdiyyetleri ile DİMDİK ayakta (!) olub, bu sıraladıklarımızı 94 yıldır zaten avazları çıkdığı kadar bağırıb söylüyorlar!.

İş, Enverland mürîdân ve tirîdânın da bunlara iltihâkına kalmışdır ki, şimdi bu “Evrilme, çevrilme” ve bilmem ne faslı başlıyor diyebiliriz!

22) Son sözü, Büyük Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin, uydurma diyerek hayâsızca hakâret ve iftirâ etdikleri Muhalled Tefsîrine söyletelim:

“Mü’min-i Muvahhid olmak içün Allâh’a îmândan evvel küfre TEVBE ETMEK ŞARTDIR. Bu tevbenin şartı da, TÂĞÛTLARI ASLÂ TANIMAMAYA AZMEYLEMEKDİR.” (Tab’-ı Evvel 1936, c. 2, s. 871)

Bir diğer cümle:

“Kâfirler üç kısımdır. Bir kısmı, Allâh’a azçok inansa bile, AYNI ZAMANDA TÂĞÛTLARA DA İNANIRLAR.”  (c.2, s.875)

“İnsanın cem’iyyetsiz, emirsiz ve nehiysiz yaşaması kâbil olmadığından ALLÂH’ın teklîfini ve ALLÂH’ın emirlerini dinlemiyenler, behemahâl TÂĞÛTLARIN emirlerine mahkûm olacaklardır.” (c.2, s.876)

“Görmedin mi ALLÂH kendisine mülk yani DEVLET VE HÜKÜMDARLIK verdiği içün mağrûr olarak–veya hükümdarlığının şükrânını ma’kûs bir sûretde küfrân ile edâya kalkışarak–Halîlullâh olan İbrâhim’e rabbı hakkında muhâcce eden (galebe etmek zu’miyle) münâzaraya çıkışan o TÂĞÛTA–o NEMRUDA–baksan a…!” (c.2, s.877)

“Kendilerini KÂNÛN-I HAKKIN FEVKİNDE tanımak istiyen ve emr ü irâdeleriyle hakk u hakîkatı TAĞYÎR eylemek SEVDÂSINDA bulunanlar, herhâlde sille-i HAKKIN DARBESİNE MAHKÛMDURLAR. Tebaalarıyla berâber kendilerini de zulümâta sürükler ve UÇURUMLARDAN YUVARLANIR, DEREKÂT-I NÂRA TIKILIRLAR…… Şübhe yok, MÜLK Ü HÜKÛMET pek büyük bir ni’met-i ilâhiyyedir. Fakat insanlar, kendilerini bunun sâhib-i aslî ve hakîkîsi değil, sâhib-i niyâbî ve mecâzîsi bilmelidirler. Nemrûd bunu, böyle tanımadığı içün hidâyet-i ilâhiyyeden mahrûm zâlimlerden oldu.”  (c.2, s.879)

“İctihad kapısı açılsın” diyerek İslâmiyet’i değiştirmek veya teşehhîlerini “İslâmiyyet”miş gibi insanlara zorlamak ve gözlerini “tanrılığa dikenler” istiyenler içün de, Müfessir merhûm şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar da ber muktezâ-yı fıtrat, bidâyetde cemaat-ı vâhide idi. Sonradan ihtilâf etdiler de (………..) Allâh, hakka itaatin ve vifâkın sevâbını müjdeler, muhâlefet ü ısyânın ıkâbını anlatarak korkutur Peygamberler gönderdi– (……..) ve bunlarla berâber Hakka müteallik kitâb da indirdi ki (…………………) insanlar arasında ihtilâf etdikleri hususda hâkim olsun, nizâı ve haksızlığı kaldırıb ihkâk-ı hakk etsin.–….. beynennâs ihtilâfâtda KİTÂB-I HAKK ile hükmolunsun, İCRÂ-YI HÜKÛMET edilsin demek olur.”

Kitâb-ı Hakk ile hükmetmek şöyle dursun, 1908’den i’tibâren peydahlananlar, Kitâb ile hükmetmeyi yasak bile eyleyib, “Kıblemiz Batı Gâvurluğu ve onların kânûn ve hayat tarzlarıdır” dediler ve MİLLETİ (ulus) hâline getirib Garb’ın oyuncağı ve kölesi yapdılar…

“Ve her iki halde, HÜKM Ü HÜKÛMETİN HİKMET Ü GÂYESİ, VAZ’-I HAKK DEĞİL, HAKKA TEVFÎKAN REF’-İ İHTİLÂF VE TE’SÎS-İ MÜSÂLEMET OLDUĞU anlaşılır.”

Hükm ü hükûmetin gâyesi beşerî kânun ve sistemler uydurarak şeytânı rehber edinmek değilken; 1908’den i’tibâren kıbleleri Batı olunca, parti-pırtılı sistemlere geçib TAM TERSİNE MÜSÂLEMETİ REF’ VE İHTİLÂFLARI TE’SÎS EYLEMEK OLMUŞ memleketin altı üstüne getirilerek, ahlâksızlığın bin çeşidi alenîleştirilmiş, hatta “millî ve yerli” patentine kavuşturulmuşdur!. … Bugün milletin temel taşları olan (DÎN, DİYÂNET, İDÂRE, ÂİLE, TÂRİH, ÖRF, EDEBİYÂT, HURÛFAT GİBİ KAT’İYYEN VAZGEÇİLMEZLERE KADAR) her müsbet nokta, tahrîb ve tahrîf bombardımanına uğratılmaktadır…

“Sonra insanlar bu Kitâb-ı münzelde de ihtilâf etdiler……………… Eğer bu ihtilâf, nass u beyyine bulunmıyan, nassda meskûtün anh kalan (sükût geçilen) husûsâtda edille-i gayr-i beyyine ile taharri-i hakk içün olsa idi, ihtilâf-ı nâsı mümkin olduğu kadar azaltacak MEŞRÛ’ BİR İCTİHÂD OLABİLİRDİ. Lâkin bunlar böyle yapmadılar, beyyineler geldikden sonra MEVRÎD-İ NASSDA İHTİLÂF ETDİLER. HALBUKİ MEVRÎD-İ NASSDA İCTİHÂDA MESÂĞ YOKDUR. Ve bu gibi nusûsdan (nasslardan) dolayıdır ki bu KÂİDE, İLM-İ FIKHIN KAVÂİD-İ KÜLLİYESİNDEN (Ana kâidelerinden) BİRİNİ TEŞKÎL ETMİŞDİR. MEVRÎD-İ NASSDA (Kitâb, Sünnet ve İcmâ’ ile sâbit esaslarda) İCTİHÂD, FERDLER TARAFINDAN KÂNÛN-I HAKK HILÂFINA RE’SEN BİR TEŞRİ’DİR. BU İSE, HAKKA TEVFÎKAN REF’-İ İHTİLÂF DEĞİL, VAZ’-I HILÂFDIR. (İhtilâfı yok etmek değil, tam tersine onu yerleştirmek tahkîm etmekdir.) Bu sûretle Ehl-i Kitâb, nâsın, hubb-i dünyâ ile nizâ’ ü ihtilâfına bihakkın hâkim olmak içün bahşedilmiş bulunan Kitâb-ı Hakk’ın nusûs u beyyinâtına karşı BAĞY Ü TECÂVÜZLE YENİDEN İHTİLÂFLAR ÇIKARARAK NÂSI, TEŞVÎŞE (kafalarını ve îmânlarını karıştırmıya ve bulandırmıya) DÜŞÜRDÜLER. HUKÛK PÂYİMÂL OLDU, AHLÂK VE NİZÂM-I İCTİMÂÎ BOZULDU, Nİ’METLER ZEVÂL BULDU, HÂTIR Ü HAYÂLE GELMEZ BELÂLARA GİRİFTÂR OLDULAR…… Mebde-i beşeriyyetden bi’set-i Muhammediyye’ye kadar güzerân olan (geçen) târîh-i beşerin, bir İCMÂLİ olan bu ÂYET-İ CELÎLE, fıtrat-ı beşerin, emr-i nübüvvetin, menâbi-i hukûkun (hukûkun kaynaklarının), hikmet-i teşrîin, İCRÂ-YI HÜKÛMETİN, KÜNH-İ ESRÂRINI mutazammın BÜYÜK BİR İLM-İ İCTİMÂÎ ESÂSÂTINI MUHTEVÎDİR.” (c.2, s.742-743)

“Beyyinâtın vürûdundan sonra ihtilâf edenler ve KİTÂBULLÂH’a îmân etmiyenler aleyhinde vârid olan âyâtın, mevrîd-i nassda ictihâda mesâğ olmadığını gösterdikleri ve daha açıkcası NASS KARŞISINDA İCTİHÂD, EMR-İ İLÂHÎ KARŞISINDA RE’Y Ü KIYÂS İLE ISYÂN EDEN MEL’ÛN İBLİSİN HÂLİ OLDUĞU MA’LÛMDUR.” (c.2, s. 1216)

Beştepe müctehidlerinden (!) Haltettin Karemonlis ise bunların tam tersini yazıyor:

“Mecelle, “mevrîd-i nassda ictihâda mesâğ yokdur” derken şübhesiz İCTİHADI ÇOK DAR BİR ÇERÇEVE İÇİNDE MÜTÂLÂA ETMİŞ OLMAKTADIR.” (D.İ.Başkanlığı Yayınları, İslâm Hukukunda İctihad, 1975, s.13)

Adam, “Kitâb, Sünnet ve İcmâ’ ile sâbit hüküm ve haberleri bile değiştirecek şekilde ictihâd yapabilmeliyiz” diyor! “Ne sünnî ne şiiyiz, ictihad kapısı açılmalıdır” demeye kadar iş böylece getirildi! Ve: “14-15 asır evvelki hükümleri kalkıb bugün tatbîk edemezsin, yok öyle şey!” deme nutuklarına kadar da dayandı! “Osmanlı Müfessirlerinin DÎNİ ile bugünkülerin religionları arasında sonsuz fark vardır” derken, ne kadar doğru söylenildiği işte böyle vesîkalarla tevsîk edilebilmektedir… Halbuki, dîni ve mezhebi GENİŞ olanlar içün “ictihad kapısı gece karanlığında bile ardına kadar açıkdır”; ve  her istiyen o kapıdan istediği zaman girer, her istediği odaya, en mahrem yerlere, yatak odalarına bile oturub yatabilir, dolaşıb el atabilir!

Gene Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinden:

 “Îmân, ızhâr-ı hakdır. Hakk-ı sarîhi ketmetmek küfürdür.”

Bizim, îmânlı, ahlâklı, şerefli, haysiyetli, ciddî, nâmuslu, iffetli ve hayâlı selefimizden emânet aldığımız aziz dînimiz ise böyle der…

Şimdiki uydurma ulus ve onların “Bilgin ve pırasasörleri, politikacı ve DİB’işçileri;  ilhadiyatçı ve cübbeli-cübbelâ takımları, v.s.”  “Hakk-ı sarîhi ketmetmek içün” maaş ve okşanma peşindedirler! Bunun içün de başları “belâdan” bir türlü kurtulmaz!

Cüceler ile ye’cüc me’cüc tipli maskaralar, “kâfire kâfir” demeyi reddederek, Kelâm-ı Kadîm’in bu temellerini dinamitlemekde ve bu yoldaki mü’minlerin isim ve sıfatlarına “Tekfirci” iftirâsı bulaştırarak, sanki  dünyâda hiç kefere olmadığını; hele Osmanlı bakiyesi mallar arasında hiç bozulmuş, çürümüş ve mürtedd olarak leş hâline gelmiş mal bulunamıyacağını üfürür dururlar ki, bu da, bu münkirlerin yaraları olub gocunmalarından ileri gelmektedir!.

Keyiflerine göre dîn îcâd edenler, kendi beşerî dinlerini, hangi kefere ve fecerenin kânûn ve şeytanlıklarına oturturlarsa oturtsunlar!. Biz, Allâh Rasûlü Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile başlıyan ve günümüze kadar binbir dikkat, hassâsiyet ve çile ile gelen 15 ASIRLIK (Edille-i Erbaaya) îmân eder; ve Müctehid İmamlarımızın rehberliğinde, “TÂĞÛTLARI ASLÂ TANIMAMAYA AZMEDEREK” yaşamaya devâm ederiz…

Vesselâmü alâ meni’t-tebeal Hüdâ…

 

İntişârı: 02.01.2018 / 23:58:05 (tt.)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir