Aşağıda okuyacağınız yazı, Erol Karayel’e âid olub, oldukça mufassal bir yakın târih ma’lûmâtı ihtivâ etmektedir. Yahudi Başhâhâmı Haim Nahum, Müteveffâ M. Koç’un babası Rahmi Koçun dedesi, Vehbi Koç’un da babasıdır… Müteveffâ M.Koç Haim NAHUM’un torununun oğlu…
Bu malûmat göz önünde bulundurularak Osmanlı Hılâfeti ile alakalı hakîkatlerin, bugünün hükûmet ve devlet idârecileri tarafından aslâ ciddîye alınmadığı ortadadır; ve takiyyeciliğin de mücerred İran Şii Cumhuriyetine hass bir saklanma olmayıb nerelere kadar uzandığı, aşağıya alacağımız yazıdan anlaşılacakdır kanaatindeyiz…
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı denen yerin, İslâmiyyet’in esasları ile alâkasının bir hiç mesâbesinde olduğu da önümüzdeki saatlerde çok daha iyi görülecekdir!.
Yahudi Başhâhâmının oğlu Vehbi Koç’un “Yehûdiyyeti bırakıb Müslüman olduğuna” dâir bir habere bugüne kadar hiçbir yerde rastlanmadığı; Vehbi’nin oğlu Rahmi’nin dahî, hâkezâ onun oğullarının da “yahudiyyetden Müslümanlığa geçdikleri hakkında” hiçbir resmî, şifâhî, işârî kayıt bulunmadığı ortadadır… Bu hâlde, bunların “müslümanlıklarına” hükmedilerek câmi musallasına getirilmeleri ve cenâze namazlarının da devlet memuru bir ruhban arkasında kılınması; ve bir takım islâmî merâsimlerin icrâ edilmesi, İslâmiyyet’ ile ne derece kâbil-i te’lîf edilir, cidden merakâver bir husus!.. Diyânet denen ve kendi kanunları muktezâsı olarak “laiklik ilkesi doğrultusunda hizmet vermiye mecbur bulunan bu yerin sarıklı politikacıları”, yoksa bütün insanlara öldükden sonra “müslüman” merâsimleri yapmayı, “laiksel bir fetvâya” mı bağlamışdır?. “Din ve vicdân hürriyeti” gibi bir hürriyet uyduran Ankara bürokrasi ve laik dembokrasisi, yahudi dîninde olan vatandaşlarına neden kendi dinleri icablarına göre ölü ritüelleri tatbikini yasak etmektedir?
Koç âilesinin “din ve vicdân özgürlüğü” Laik dembokratik Cumbokrasi teslisine göre neden gasbediliyor!?. Herkesin, kendi dînî ritüellerine göre ölülerini mezara kadar bir takım muâmelelerden geçirme “özgürlüğü”, kimin keyfine göre düzenlenecekdir?
T.C. kanunları, bu kadar ceberrut ve acımasız olabiliyorsa, bu memleketde yaşamak fevkal’âde zorlaşıb, Esed zâlimini bile zulümde sollamak ve onu fersah fersah geçmek olmıyacak mıdır?
Yahudi Başhâhâmı “dedelerinin dînini terketdiklerine ve Müslümanlığı kabul etdiklerine” dâir T.C.’nin en zengin âilesinin bir beyânı olmadan, onları, Laik rejimin kafasındaki “çarpık cenâze ritüelleri” ile mezara indirmek, hangi “insan ve ölü haklarına riâyet” olacakdır?
İran takiyeci Şii mollalarına ziyarete giderek, onlara bin türlü şirinlik seansları ikrâm eden DİB başı Sarıklı Politikacı GÖRMEZ nâm bürokrat umum müdür, bu hususda da mı zerre kadar sesini çıkaramayıb dut yemiş bülbül gibi susacakdır? Yoksa zengin diye bu âilenin cenâze namazını da, bu umum müdür mü kıldıracakdır?
Bu nasıl din anlayışı, bu nasıl din işleri bilmem nesidir?
Dini bu kadar altüst etmek, bu kadar karıştırmak=halt etmek, bu kadar yahudi saçına çevirmek, bu kadar mübâlâtsızca istismâr malzemesi yapmak, oyuncak etmek, keyfe mâyeşâ’ kullanmak nerede görülmüşdür?.
Bu adam ve madamlarda hiç “Allâh’dan korkmak, kuldan utanmak” diye bir şey kalmamış mıdır?
GÖRMEZ, âcilen, önümüzdeki saatler içinde, en yakın zamanda bir tavzihde bulunarak bu girift ve karmaşık, “yaşıyan ve ölen insan hak ve şerefleri” ile kâbil-i te’lîf edilemiyecek noktayı, bütün dünyanın, devlet, parlamento ve hükûmet başları RTE, Raisü’l-Vükelâ Hazret-i Kahraman ve Kabine Raisi Dâvûtzâde önünde, insanlığın gözleri ve bakışları karşısında mutlaka ve mutlaka diline almalı, kat’iyyen kem küm etmeden vuzûha kavuşturmalıdır!..
Aksi hâlde, ortada, İslâmiyyet’e de büyük hakâret olduğu izâhdan vâreste bilinmelidir!
Kılçıkzade’nin RTE’a HAKÂRETLERİNİ, “diktatör bozuntusu” gibi hırlamalarını günlerce diline dolayan medya ikiyüzlüleri, buradaki (hakaretleri) de görmeli; ve artık bu ehâli-i etrâk ve ekrâd, CHP zamanındaki gibi sömürge ehâlisi olarak telâkkî edilmekden ve ezilib horlanmakdan mutlaka kurtarılmalıdır!
Bu kadarlık bir mukaddimeden sonra, bahis mevzuu yazıya geçerek, onu kâriîn-i kirâmımızın nazarlarına takdîm ederiz:
LOZAN’A DAMGASINI VURAN ADAM: HAYİM NAHUM
Türk heyetinin hiçbir hazırlık yapmadan gittiği Lozan’ın en önemli aktörlerinden biri hiç şüphesiz ki Osmanlı ülkesinin baş hahamı Hayim Nahum’dur.
“Hayim Nahum isimli müthiş şahıs, aslen Manisalıdır; korkunç bir Yahudi dehasına sahiptir, bir aralık Paris’te de hâhâmbaşılık etmiştir.
Hahambaşının sahneye çıkışı, Yahudi metodunun en korkuncuyla, Amerika’ya gitmek ve orada üniversite üniversite dolaşarak Türkler lehinde (!) konferans vermek suretiyle başladı. Böylece, daha evvel Ermeniler tarafından zehirlenmiş bulunan Amerikan umumî efkârı, Hayim Nahum gibi bir Yahudilik otoritesinin lehteki propagandasıyla düzelmeğe başlıyor ve hâdise Türkiye’de görülmemiş bir hayret, hassasiyet ve minnet uyandırıyordu.
Hayim Nahum, bir eşine âlemde rastlanmamış bir “suret-i hak” tertibiyle Türk milletini göklere çıkarıyor, istiklâlin bu tarihî millete ait en tabiî hak olduğunu bildiriyor, medeniyet âleminde Türkün parlak mevkiinden bahsediyordu. Halbuki bu şefkat ve himaye maskesinin altında, Türkün maddî vücudunu serbest bırakıp kalbini ve onun merkezindeki ruhunu yiyecek kanlı sırtlan dişleri pırıldıyor, fakat henüz kimse bunu fark edemiyordu. Hahambaşı Hayim Nahum, Amerika’ya hareketinden evvel, Beyoğlu’nda, Tünelin yukarısında BENEBERİT isimli Mason karargâhında, tam bir Yahudi genekurmayı olan bu yerde, Alber Karasu, Nesim Mazilya, dişçi Sami Günzberg, fotoğrafçı Vaynberg gibi, Türkiyedeki gizli Yahudilik hükümetini teşkil eden insanlara şöyle demişti:
– ‘Gayelerimizin üçü de istihsal olunmuştur. Sıra dördüncüsüne gelmiştir.(1) Bunun için de en mükemmel bir fırsat doğmuştur. İşte Anadolu’da millî bir Türk mukavemeti peydahlanmış ve ilk neticeyi almış bulunuyor. Bu hareketin başındaki zat, bizim, bütün şahsî fikir ve temayüllerini tanıdığımız bir kimsedir. Son derece ileri görüşlü, ananeye zıt kafalı bir zattır. Ruhunda, garp medeniyetine karşı çözülmez rabıta ukdeleri vardır. Fevkalâde tesir ve telkin kabiliyetindedir. Türk milleti gibi uysal bir kitleye her türlü yenilikleri sindirecek bir şef olmak kabiliyeti yalnız bu zattadır. İşte bizim de plânımız, şimdi, bu müstesna kabiliyet ve istidatları vaat eden zata, İslâm birlik ve şuurunu çözdürmek olmalıdır. Bu ân, Türkiye’de din hâkimiyet ve timsalini yıktırmak için en bulunmaz tarihi fırsat dakikasıdır.”
Âzasını teker teker saydığımız ve bilâhere biri rejimin âlâyiş fotoğrafçılığını, öbürü de rejim şefinin dişçiliğini yapan iki malûm şahısla beraber Yahudi meclisi, bu fikirlere tamamen iştirak etmiş, aralarında gerekli bütün plânlar tespit olunmuş ve bunun üzerinedir ki, Hayim Nahum isimli zata Amerika seferi düşmüştür. Fakat hâdiseden, tertibattan, görüşülen şeylerden ve alınan kararlardan hiç kimsenin, hattâ bahis mevzuu büyük zatın da haberi olmamıştır. Böylece Hayim Nahum, bir gölge gibi sinsi, vapura bindiği gibi Amerika’ya çekip gitmiştir.
Hayim Nahum, her şeyden evvel Amerika’daki Yahudilik merkezleriyle temas edip bunların mütalâa, tasvip ve himayesini temin ettikten sonra, daha evvel bildirdiğimiz, Türkiye lehindeki konferanslar serisine geçmiştir. Ve işte bu harikulâde melek haslet (!) ve Türk dostu (!) zatın beklenmedik propagandaları üzerinedir ki, Hayim Nahum ismi, Türk matbuatının minnet ve şükranla baş köşesine geçirilmeğe başlanmıştır.
Hayim Nahum, Amerika’da işini bitirir bitirmez, plân icabı, hemen Londra’ya geçti ve aynı propagandaya orada da devam etti.
Fakat iş kuru bir propaganda ile bitecek soydan değildi. Propaganda, ancak zemini hazırlayabilirdi. Bu zemine atılacak temel için bir devlet eli lâzımdı. Hayim Nahum ise bu devlet elini, daha plânının en başında hesaba katmıştı.
Hayim Nahum, Londra’da Lord Curzon ile temas aradı ve temin etti. O zaman ki, İngiliz politikasının nâzımı mevkiinde bulunan bu Lord, nesebinin bir tarafıyla Yahudi idi. Hahambaşı, dâvayı aynen kabul etmek için bütün şartlara malik bulunan Lord’u, ancak Türkiye’ye bazı ivazlar (bedeller e.k.) vermek ve istiklâlini kabul etmek mukabilinde ona İslâmiyet’e arka döndürtmenin mümkün olacağı mevzuunda ikna etti. Böylece Türkiye’de, İslâm âlemi üzerinde nüfuz ve ehemmiyet ifade edecek hiçbir vasıf kalmayacaktı. Hayim Nahum, İngiliz Lordu’na, milyarlarca Sterling ve yüz binlerce insan feda ederek elde edilemiyecek bir kazancı, basit ve bedava bir formülle takdim ediyordu. Hayim Nahum‘un son sözü şu oldu:
– Türkiyenin mülkî tamamiyetini kabul ediniz; onlara, ben, İslâmiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!
Lord Curzon, Hahambaşının bu teklifi karşısında o kadar heyecana düştü ki, bir İngiliz politikacısına yakışmayacak bir tarzda hislerini belli eden bir taşkınlık gösterdi, elini hararetle uzatıp teklifi kabul ve Hayim Nahum‘u tebrik etti.
Bunun üzerine Hayim Nahum, derhal koşar adımla Lozan’ın yolunu tuttu.
İsmet Paşa Lozan’daydı ve o güne kadar hemen her devletle anlaşmış olduğu halde bir türlü İngilizlerle anlaşmanın çaresini bulamamıştı. Şüphesizdir ki, Ankara’yla beraber hiç bir tertipten haberdar değildi.”(2)
Lozan’da ismi resmi listelerde görünmeyen, Osmanlı Yahudilerinin Başhahamı olan bu zatı İsmet Paşa gayr-i resmi danışman olarak yanına alır.
Peki nereden tanıyordu onu?
İsmet Paşa Harbiye’nin Topçu sınıfında okurken, Hayim Nahum onun Fransızca öğretmeniymiş.(3)
“İSMET YAHUDİNİN DOLABINA GİRDİ”
Lozan görüşmelerine katılanlardan Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde onun müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
“Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Nahum bizim otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet‘e yanaşmış. Yaman Yahudi!.. Artık İsmet‘ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor. Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet‘i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda,İsmet‘le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: “İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır.” diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı da bilmem, bu sadedil (saf) İsmet, Yahudi’nin dolabına girdi.” (4)
Lozan da, “Osmanlı borçları, Türk – Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapütülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. Ancak kapütülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştı. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi.” (5)
“Görüşmelere ara verilirken İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Curzon nihayet baklayı ağzından çıkarır ve en mânidar sözünü söyler. Der ki:
‘Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.’ Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
‘Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda Türk milletine beslediğimiz -yâni İsmet‘in beslediği- kat’i azim inkâr edilemez bir delildir.’
Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk baş murahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kast ettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.” (6)
RAUF ORBAY:”HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSMET’E NAHUM KABUL ETTİRDİ”
Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye’de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay‘ın belirttiğine göre hahambaşı Hayim Nahum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir’e şunları söylemişti:
“İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Nahum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.
Peki, ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler, ve İslam âlemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu?“ (7)
Lozan’da İsmet Paşa’nın yanından ayrılmayan Nahum efendi, görüşmelere verilen ara sonrasında Mustafa Kemal ile İzmir İktisat Kongresi esnasında (17 Şubat 1923) görüşerek, Lord Curzon’un görüşmelerin sonunda serdettiği “Ancak hilafetin kaldırılması ile sulhün mümkün olabileceği” mesajını kendisine iletir.
Bu andan itibaren Mustafa Kemal’in tavrı değişir.
Halbuki Lozan görüşmelerinin yapıldığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yaptığı konuşmalarda hilafet müessesesinin korunacağını ifade ediyordu. İşte bugünlerde Ankara’daki Meclis-i Mebusan’da (Mebuslar Meclisi’nde) yaptığı konuşmada söyledikleri:
“Türkiye’nin vazifesi makam-ı hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir davayı mahsustur (özel davadır). Bunu makam-ı hilafet olarak nihayetine kadar göstermek ve onun kurtarılmasına çalışmak bizim için hayırlı bir davadır. Bizim için bu dava Âlem-i İslam nazarında fevkalade takviye eden bir meseledir. Bunu sarsmak doğru değildir.” (8)
7 Şubat 1923’te İzmir’e giderken Balıkesir Zağanos Paşa Camii minberine çıkarak cemaate hutbe irad eden Mustafa Kemal, Hayim Nahum’la 17 Şubat’ta yaptığı görüşmeden ve Lord Curzon’un mesajını aldıktan sonra tamamen hilafet müessesesinin aleyhine dönmüştür.
“DİN ÖLDÜRÜLECEKTİR”
Mustafa Kemal, İzmir’de Hayim Nahum’la görüşüp, İzmir İktisat Kongresi’nin açılışını yaptıktan sonra Ankara’ya dönmek üzere yola çıkar. Bu tarihte İnönü de Lozan’dan yola çıkmıştır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu‘su o günleri şöyle yazıyor:
“Konferansın birinci bölümünde Türk baş murahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve durumu büyüğüne, yani Mustafa Kemal‘e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren, devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor (18 Şubat 1923 e.k.). Bir arada ve baş başa seyahat… Sonra Ankara’da gizli meclis toplantıları (27 Şubat 1923 e.k.)… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet’in beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.” (11)
“… Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk için her şey yapılacaktır. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti), bundan böyle bu millette İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip (haçlı e.k) kumandanlarından daha hevesli olduğunun örneklerini vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir.” (12)
…………………………………………………….
Erol Karayel – http://www.kafkasevi.com/ (29.12.2009)
ekarayel@superonline.com
Dipnotlar
Nitekim Birinci Cihan Harbi sonunda, Garp demokrasya âleminin perde gerisi “görünmez insan heyulâsı olan Yahudilik, bu dört gayesinden dördünü birden istihsal edivermiştir. Şu kadar ki, harb biter bitmez ilk üç gaye derhal istihsal edildiği hâlde sonuncusu, yani yegâne müstakil İslâm cemiyetinin bütün dinî bağlarından koparılması gayesi, birdenbire devşirilememiştir. Bunun için biraz beklemek, bazı zuhuratı kollamak ve bazı cereyanları netice bakımından zıt gayeye doğru kanalize etmek, Türk birliği içindeki zümrevî temayülleri zamanında ve mekânında ustaca istismar etmek lâzım gelmiştir.
7.Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s, 96–9
(İntişârı: 24.01.2016)