B.Vekîl’in, Tatar Kazan’ında Heykel Perestişi!..
18 Haziran 2018
(1) Şevket Eygi Beyin Dediği Gibi Yemin, Bir Müslüman İçün Dînî Bir “Ritüel!” Midir?
11 Temmuz 2018

İSLÂMİYYET DIŞINDA “YEMİN” OLMAZ; “ŞEHİD” OLMADIĞI GİBİ…

Mehemmed SAFFET

 

 

İslâmiyyet’de “yemîn”, Kur’ân, Sünnet ve icmâ’-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ ile sâbit bir (akid)dir; ve dolayısıyla “zarûrât-ı dîniyyeden” olup, ona, edille-i şer’iyye içindeki keyfiyeti ile inanmayan veya onu beğenmiyen onda şek veya şübhe eden, bu Mutlak Dîn tarafından dinin hudûdu hâricine atılıyor, “Senin benim içimde yerin olamaz!” deniyor…

“Yemin”, lûgat ve ıstılâh ma’nâsıyla da kur’ânî bir kelimedir, tercümesi yokdur! Bazı ilâhyapyatçı-ilhâdiyatçı, “Tarîkatçı (gerçeğini tenzîh ederek BARİKATÇI sürüsü ham softa kaba yobaz) kalabalıkları” ve denâet echelleri halt edip gûyâ tercüme edilebileceğinden bahsediyorlar; bu, aynı zamanda dangalaklık ve zekâsı özürlülükdür!. Çünki kur’ânî olan “yemîn” kelimesinin içini Kur’ân, hadîs, icmâ’ ve müctehid imamlar doldurmuşdur… Bunun aynısını, ne başka herhangi bir religion veya dembokrasi; ve ne de, hele hele bombokrasi doldurup vaz’edebilir!?.

Bu muhal…

ALLÂH kelimesi gibi, kelime-i tevhîd gibi, şehîd, cihâd, nikâh-ı şer’î, teadüd-i zevcât, ülülemr, veliyyülemr, hılâfet, halîfe ve sâir gibi…

Anınçün ona, “And denebilir, söz vermek, söz almak, laf sıkmak, atmak, küllemek, aldatmak, külâh geçirmek.. artık ne diyeceklerse! Buna “ritüel” de deseler olur! Lâkin bir müslüman kendi yemînini ve herhangi bir Şerîat emir, yasak, haber, helâl, haram veya ruhsatını “ritüel” olarak aslâ ve kat’a diline ve kalemine alamaz, alırsa çok büyük halt eder! Bir iki gün evvel yazdık, bakıla!

İslâm’daki “yemin” tamâmen müslümanlara âid bir akiddir, bir cihetiyle de ibâdet… İslâm’daki nikâh gibi…

Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Tevbe Sûre-i Celîlesindeki ba’zı âyet-i kerîmelerin tefsîrinde gayr-i müslimlerin yeminleri içün şöyle buyuruyor:

“…bir mü’min hakkında ne bir yemîn ne de bir ahid gözetmezler–ya’ni hey’et-i mecmuasıyla ÜMMET-İ İSLÂMİYYE HAKKINDA GÖZETMEDİKLERİ GİBİ EFRÂD-I MÜ’MİNÎNDEN HİÇBİRİ HAKKINDA DA HİÇBİR HAKK U AHİD GÖZETMEZLER (……) ve işte bunlardır ki o mütecâvizlerdir.” (c. 4, s. 2466)

Ve müfessir Merhûm, bugünü görseydi belki de onlar içün aslâ yemin kelimesini kullanmaz, “and, mand, andıça, v.s.” gibi şeylerle onları muhâtab alırdı… Merhûm devam buyuruyorlar:

“…………….” şübhesiz ki bunların aslâ YEMİNLERİ yokdur.– Hakîkatde onlar içün, onların nazarında YEMİN denilen şey yokdur. Kalblerinde YEMİNİN hiçbir kıymeti olmadığından ağızlarıyla ne kadar yemîn etseler boşdur. YEMİNE riâyet etmez, YEMİN bozmayı bir mahzûr saymazlar. YEMİNSİZ oldukları, küfürde bu kadar ileri gitdikleri tahakkuk ve tebeyyün etmiş bulunanlarla artık bir ahid yapmak imkânsız olur. Bunlarla bir ahid yapabilmek, YEMİNSİZLİKDEN VAZGEÇMELERİNE MÜTEVAKKIFDIR.”  (c.4, s. 2467)

Dembokrasi dîninde, asırlardır her memleketde and içilir, and çekilir ve and yenir de! Ancak verilen sözler yerine getirilmez ve bu sözlerden dönülür ve bunlar çiğnenir. Bunun hiçbir cezâsı veya müeyyidesi de yokdur. “Şu herif veya politikacı sözünde durmadığı içün şu cezâyı almışdır!” gibi bir hükme hiç kimse rastlamamışdır!. Çünki lâyık dembokrasilerin verilen sözden dönmeye caydırıcılık çâre ve tedbîri yokdur ve olamaz. Allâh Azze ve Celle’ye ve Âhıret Günü Hesabına ve oranın cezâsına kalbinde tam bir îmân olmıyan pozitivist ve lâyık-seküler kesânın andı mandı hiçbir şey ifâde edemez…Halbuki İslâmiyyet’in bir cüz’ü olan YEMÎN-İ ŞER’Î’de, böyle değildir. Müfessir Merhum şöyle buyurur:

“…. nakzı aslâ câiz olmıyan  YEMİNİN bozulmasından dolayı bu muâhazenin, evleviyyetle FARZ olacağı derkârdır. Bu sûretle bütün kefâretlerde hem ukûbet, hem de ibâdet ma’nâsı vardır. Ve herhangi bir yemîn-i mün’akide bozulduğu zaman da, dünyada bir kefâret ile muâhaze edilir.” (c. 3, s. 1802)

İslâmiyyet’de YEMÎN nassla sâbit olub, onu inkâr, beğenmemek, hafife almak, alay etmek ve geçmez kabul etmek, bir müslümanın Allâh’ın dîninden tard edilişi ya’ni kovuluşu, kâfir (mürtedd) oluşu demekdir. Dembokrasi dîninde ise böyle “dembokrasiden tard sebebi” bir and inkârı veya andı ihlâl veya onu tahkîr veya beğenmeme şekli diye ciddî (!) hiçbir şey, “Haçlı, ilketapar, çağdaş ve çok medenî ve sonsuz edenî dünyâda” henüz duyulamamışdır!

İslâmiyyet’de YEMÎN, gamus, lâğv ve mün’akide olmak üzere 3 çeşitdir. Dembokrasi dininde ise, böyle bir incelik, ciddiyet yokdur; orada helâl-haram, andına veya andıçasına ihânet eden insî ve politik bir şeytanın Âhıret’de hesâba çekilmesi gibi mefhumlara rastlamak muhaldir!. Böyle olunca da dünyâdaki andları, anayasalar gibi delik deşik etmek pek tabii ve olağan bir işdir!.

İslâm’ın dışında olanlar, adı geçen islâmî “yemîne” inanmayabilir ve kendi religion ve tanrılarına göre and içib and çekebilir; veya kendi tanrılıklarını ortaya koyan “nâmus ve şerefleri, akıl ve şehvetleri, nefis ve hevâları” v.s. üzerine de and içib yiyebilirler! Hatta tapınak ve mozoleleri; kubûru (kabirleri) ve bir takım ruhları, doktrin ve ideleri üzerine de andiçe içebilir, çekebilir ve yiyebilirler; bunlar onların mes’elesidir, müslümanın ve Müslümanlığın değil!..

“İslâmiyyet’de yeminin, mün’akid ve mu’cib-i kefâret olması içün, yemin edilen husûsâta, sebât ve adem-i sebât imkânı; ve yemin edenin, ÂKIL, BÂLİĞ ve MÜSLÜMAN olması ŞARTDIR.” (Bkz. Ni’met-i İslâm, Muhammed Zihni Ef. Hazretleri)

Halbuki Dembokrasi Dîninde, andiçe içib çekmek içün Müslüman olma şartı (!) hatta dembokrat olma şartı bile yokdur!. Bir eşkıyâ, bir terör güdümlüsü, bir faşist, bir fetoşist, bir cânî, bir çocuk tacizcisi, bir uçkuru düşük genel başkan müsveddesi, bir soyguncu bile olunsa, böyle bir “andıça söylemi ve eylemi” ameliyyesinden o bile çok rahat geçib formaliteyi sırıtarak tamamlayabilir!..

(NOT: Makâlemize 24 Haziran 2018’den sonra ilâvedir.

 CB’nın, “Kandil’in güdümündeki parti” dediği dembokrasi dışı çete sürüsünün, tapındıkları dembokrasi paralamentosuna 3. parti olarak 67 kelle ile çakılmalarından; ve Bay Başkanın paralamentoda ekseriyeti teşkil etdiği bir evvelki devirde bu pırtıyı kapatmak içün hiçbir tedbir almayışından dolayı, aceba dembokratik kefâret (!?) gibi bir bedel ödeyebilmesi düşünülebilir mi?! Ve o zamanlar, “İslâm’ı güncelleme gibi bir güncellemeyi, o partiyi de güncellemede ele ve dile alma ağalığı” tırnak ucu kadar da olsa neden ruznâmeye getirilememişdir??? Acebâ haçlı-yahudi ve dembokrasi dünyâsında (dayısı) olan Kandilistlerle itişmek kolay olmayıb, nefes kesen bir hâl olduğu içün mü?. O kandil ve Pensil güdümlü parti-pırtılara vücud ve varlık sebebi olan ucûbe sistem ve onun partileri ve o partilerin başlarındaki dembokratik imparator ve krallar, muhâlifleri olan parti ve pırtıları “Bu güdümlüleri meclise siz sokdunuz!” diye suçlarken, geçen devirdeki kendi ma’rifetlerini hiç görebiliyorlar mıdır!?… Politik şerbetliler, Taptıkları sistem ile hem Kandilli ve Pensilli eşkıyâları paralamentolarına kanun yapacak “tanrılar” olarak sokuyor; ve hem de, sonrasında, cadaloz köşe kaynanası gibi manzaradan zırıl zırıl şikâyet üstüne şikâyet krizleri geçiriyorlar!..

İşte bu da: “Millî irâdesine tapılan Ulus Hazerâtının  akıl ve mantığıyla alay etmenin dembokratik keşfi” olsa gerekdir!)

Nimet-i İslâm’ında Merhûm FIKIH Allâmesi Muhammed Zihni Efendi Hazretleri buyuruyor:

“İslâm üzere olmayanın dahî, YEMÎNİNE i’tibar olmaz.”

Dip not ise şöyle: “Çünki YEMÎN, Allâh’a ta’zîm içün AKD olunur. Küfür ile beraber ise ta’zîm olmaz.”

Nimet-i İslâm’dan:

“Yemin irtidâdd ile de bâtıl olur, sonra müslim olsa da, hükmü o butlâna te’sîr etmez.”

İslâm’da yemin, ALLÂH AZZE VE CELLE ÖNÜNDE İCRÂ EDİLİRKEN; dembokrasilerdeki and içiş veya çekiş: “Büyük Türk milleti ÖNÜNDE nâmusum ve şerefim üzerine and içerim” şeklinde içilir ve çekilir; böylece de, Allâh Azze’nin yaratdığı mahlûku olan halk, İslâm’daki Allâh dediğimiz nâmütenâhî kuvvet, kudret, ilim ve irâde sâhibi İlâhın yerine oturtulur ve ona tapılır!.

Üzerine and içilen metin de şu:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Meselâ “Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma nâmûsum ve şerefim üzerine and içerim” diyenler, uğruna nice müslümanın ve Şalcı Bacı gibi ihtiyar kadınların bile ipe çekildiği o ŞAPKA denilen Haçlı Batı başlığını, “Bu ilke ve inkilapların dışında” görmesi mümkin midir?. Hâlâ bugün bile hakkında kânun bulunan bu müzelik nesneyi, hangi “Nâmus ve şeref” sahibi andçılar hani nerede başına koyuyor; ve bu “İlke ve inkilâba Bağlı” kalıyor!? İlke ve inkilapların daha niceleri, İnönü zamanından i’tibâren her devirde ve her iktidâr elinde ve uydurma te’villerle kılıkdan kılığa sokulmuyor mu?. “Değişim, dönüşüm, güncelleme, 14-15 asır evvelki islâmî hükümler bugün uygulanamaz ve bilmem neler” diyerek, Mukaddes ve Muazzez İslâmiyyet’in bile edillesi ile çocuk oyuncağı gibi oynandığı bir zamanda, hangi beşerî ilke ve inkilaplarla oynanmıyacakdır?.. Hâl böyle olunca da, “Bağlı kalınan ilke ve inkilaplar” diyerek mevhum ve muhayyel bir takım öcüler uldurmak ve milleti bunlarla korkutub sindirmeye çalışmak, hangi “Hukuk Devleti” olmakdır?.

Bu and metni üzerinde kitab çapında bir tahlîl ve tenkîd kaleme almak ve bunun hangi tür (vesâyet) ile bir milletin sindirilmeye ve preslenmiye çalışıldığını ortaya koymak pekâlâ mümkindir…

İslâm’da yemîn son derece ciddî bir dîn cüz’ü iken; Lâyık Dembokrasilerde ise, adı geçen andı içmek, şarab içmek kadar basit bir şeydir; onlarda  “İslâm’ın yemîni” muhâl olduğundan, bu yeminin sebeb ve netîceleri dahî onlarda keenlemyekündür!..

 Yeminin, 1200 yıllık Müslüman Türk milletinin dînini, kökünü ve aslını inkâr etmiyen bir yemin olması ve öyle telâkkî edilmesi içün, “edille-i erbaadaki” şartları, ma’nâ ve medlûlü taşıması olmazsa olmazdır… “Yemînin rüknü, onda müsta’mel olan elfazdır ki, esmâ’ ve sıfât-ı ilâhiyyeye ve tealıka şâmildir.”  (Ni’met-i İslâm) Bu i’tibarladır ki, mahlûk nâmus ve şerefi gibi şeyler, i’tibârî, îzâfî ve mevhûm mefhûmlar olduğundan, bu kabil şeylerin hiçbiri üzerine ve millet önünde veya şurası burasında söz vermeye, islâmî ma’nâsıyla “yemîn” denilemiyeceği bedâhaten ortadadır… Farz-ı muhâl “nâmus ve şeref” elle tutulur müşahhas bir kıymet olsa, bunun, her AND İÇİÇİDE bulunması da zarûrî kabul edilemez!. Kendisinde bu kıymetler bulunmıyan ve ahlâkî ölçülerin en iğrençlerine bile bilfarz sâhib adam ve madam kişilerin, üzerine yemîn etdikleri o şey, onlarda zerre miskâl bile yoksa o zaman ne olacakdır?. Bunlar, olmayan nâmevcûd şeyleri üzerine and içince, neyi içmiş olacak; veya olmayan bir şey içilince, o şey var ve içilmiş mi kabul edilecekdir?!

Biz, İslâm dışındaki religion ve ideolojilere, doktrin ve sistemlere ve localarla bel’am hocalara göre “Söz vermeye, and içmeye” karışmayız! Hemen dikkati çekeriz ki, religion frengçesi, mecâzî ma’nâdaki dinleri ifâde edebilirse de, mutlak ma’nâda dîn, ancak ve ancak İslâmdır!. Güdümlü (hoşgörü-diyalog) cemaatlerine bulaştırılan “İbrâhimî Dinler!” ta’biri de, mücerred  HAKK DÎN İslâmiyyet’e karşı, içinde, büyük bir (ihânet) taşır; ve gene damarlarında, Hakk Dîn ile Bâtıl religionları müsâvî göstermeye ve zihinlere bu küfrü yerleştirmeye mâtuf, iğrenç bir fitne ve tahrîf gezdirir… Politikacıların “Bütün dinlere aynı mesâfede bulunma” bâtılı da, bu tahrîfin politikacı diline akseden şeklidir!. Bu kabil ibâre ve ta’birler beşer uydurması kuruntular olub, aslâ bir müslümanın değil, lâyık bir adam ve madamın psikolojik ve belki de patalojik bir prensibi olabilir!..

1908 ve hele 1923 ihtilâlinden sonra İslâmiyet’e âid pek çok mefhûmlar, İslâm dışı cereyanlar ve hassaten cumhûriyet-dembokrasi gibi rejim ve sistemler tarafından da, halka “müslüman” görünerek onları aldatmak içün, dindeki mevzi’ ve mevki’lerinden alınarak, dinin zıddı düzenler içinde de kullanılır olmuşdur! Bu, son derece çirkin bir hâl olub, Hakk’ı bâtıl ile TELBÎS=Bulama cür’eti ve haddin aşılmasıdır… Dîne hâkim ve âmir olan ve onu her şekle sokmakda kendilerini tanrılık makamında gören sistemler, bu kabil ebedî hasârete müncer olacak suçları işlemekde olub, ateizmaları îcâbı hiçbir mes’ûliyyet ve sıkıntı da taşımazlar!… Çünki onlar, vahye müstenid dînin tepesinde, nefs emrindeki akla tâbi’ olarak tam bir “Tanrı kral, şef veya Başkan olarak saltanat kurmuş”; ve bu onların en baş ve ehem “ilke, ülkü ve hedefleri” olmuşdur… Tanzimât’dan i’tibaren, (Abdülhamid Hân Devri hariç) bilhassa 1908’den ve hele hele 1923’ün Büyük darbesinden sonra 146 yıl, bu kabil bombardumanlar altında HALK sersemletilmiş, zaman zaman cebren narkozlanmış; ve bunun netîcesi olarak da, artık din karşısında nice ucûbe hâline gelmiş manzaraları bile, o halk, en tabii hatlar ve haltlar olarak telâkkî eder olmuşdur…

Ancak bizim İslâm’daki yemînimiz’e hakâret eden, tahfîf ve tahkîr edenler olursa, onlara, buğz etmek bize vâcibdir (akâiddeki vâcib yani kat’iyyen farz) demekdir; ve bunlara biz, “Hadi ordan Allâh düşmanı soytarı!” der geçeriz…

Dâr-ı İslâm’da islâmî herhangi bir temel veya esas veya helâl-haramlarla oynamak, buna cür’et etmek, en ağır suçdur; bunların mürtekibleri “İFSÂD-I AKÎDE fitnesi çıkararak Devlet-i İslâmiyye’yi yıkmak” suçuyla muhâkeme edilirler! Çünki orası, uydurma ve kuruntuların dârı (ülkesi) değil; mutlak adâlet, hukuk, huzûr, sükûn ve edeb yeridir! Orada, politikacı ağzıyla ortalığı erâcif, yalan, iftirâ, bölücülük, tefrîka, buğz ve adâvete boğmaya; lâf ve ağız ishâlleri ile ortalığı kokutmaya aslâ müsaade ve müsamaha edilemez… Hocfendi kılıklı şeytanlarla onların kuyruğuna takılmış cehele sürülerinin, hoşgörü, diyalog, monalog, kızları sahnelerde teşhir ve varyete artistleri gibi hayâsızca oynatmalarına; ve meydanlarda boğazına kılçık kaçmış it gibi gaseyân etmelerine; ve yahudi-haçlı merkezlerinden taşıdıkları hezeyanlarla ortalığı kokutmalarına aslâ tehammül edilemez!. Böyle nice şeytanlıklarla ümmetin çürütülmesi aslâ düşünülemez!

O DÂR, bir nezâfet ve nezâket, edeb ve insanlık mekânıdır; orada dembokratik, bombokratik ahırlara bile aslâ rastlanamaz!. Oradaki ahırlar bile hayvânât-ı ehliyenin en rahat nefes aldığı, hormonlama, kolonlama, balonlama, pompalama puştluğundan nâmütenâhî uzak, bugünün iliği sömürülen ins ü cinninin rü’yâlarında bile göremeyeceği kadar berrak nebevî havanın teneffüs edildiği hayâlüstü mekânlardır… Oralar, Halîfe-i Müslimîn Büyük Ömer Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretlerinin buyurduğu “El adlü esâsü’l-mülk!” hakîkatını yaşatan, “Dârü’l-Azâb, Dârü’l-ikrâh, Dârü’ş-şirk, v.s.” olmakdan münezzeh; yalan, dolan, iftirâ, kuruntu, bölücülük, hırs, şehvet ve her türlü ahlâksızlığın, (oy ve sandık kumarı) sahtekârlıklarının “Dembokrasi” adı altında TAPILIR yapılışından müberrâ, müslümanın gerçek vatanıdır!

Dâr-ı harbde ise, lâf ve (ağız ishâli temel usûlü) ana kânun olduğundan, herşey biribirinin içine geçmiş, “îmân ile küfür, hakk ile bâtıl ve mü’min ile kâfir” arasındaki çizgi aşındırılarak, herşey yalama olmuş; ve hakîkatın tahrîfi, politik yalakalarla ne idüğü belirsiz yerli ve millî ruhban ve ahbâr sınıflarının eline teslim edilmişdir…

İşte 12 Hazirandan beri manzara bu…

Bir “yemîn” lâfı ve ağız ishâli ki, adamlar sanki iki avuç sinâmeki yutmuşlar!

Amma da kokutdular ve ortalığı ayak basamaz hâle getirdiler, her yer vıcık vıcık!

Dembokratik bir kumar olan seçimden evvel, bütün Anadolu ve Rumeli’yi, biribirlerine olmadık köprüaltı kelimeleriyle hucûm ederek, ortalığı ufûnet bombardımanı ile tarayan parti-pırtı kelleleri, seçimden sonra da aynı seviyesizliği-insî şeytanlığı devam etdiriyorlar!

Birisi, sanki kendisi ”yemîn” yerine onun bunun “andıça!”sını ağzına almamış gibi, öteki fırıldağa fırlatıyor: “Tükürdüğünü yalayacaksın!”

O Dersim’li ötekisi de, ona: “İki Silivri sivrisi andıça içmezse, biz de dört yıl andıça içmiyeceğiz, her bedeli de ödeyeceğiz!..” diyor… Yani yalamıyacağız deyu nâra atdıkdan sonra, dünyanın gözü önünde Maraş dondurması yalar gibi hem de şapır şupur yalıyor!. Yalarken de “Senin omurgandan kaygılıyım!” demez mi? Sanki kendisi sabah akşam dönerek ve laf ishalinden yan yatarak, kemik erimesinden de osteoporoz veya orostoporoz” olmamış gibi!. Seçim goygoyculuğu sırasında “ananı…ana…an..a! Hadi gerisini söylemiyeyim…” nânelerine kadar her türlüsünü yiyenler, şimdi üzerine andıça içip, çekib, yiyerek, harâretlerini kesmenin peşinde!.

Tencere dibin kara maskaralığı… İşte bunun adı: “Bombokrasinin ağız ishâli!”

İğrençlik bu kadar olur!

Bunca kâzûrât ortaya boca edilir ve bu “ulus” da 24 saat bu hamûlenin arasında ve üstünde gezinirse, eve nasıl döner, üstünü başını nasıl paklar, zihnini ve gönlünü zift gibi necâsetden nasıl arındırır, üstündeki pislikleri çoluk çocuğuna bulaştırıp sıvaştırmadan nasıl durur, dehşet!

Büyük Müfessir Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçince!” işte manzara!

Yemîn’miş!

Çocuk oyuncağının bile bir ma’nâsı ve kıymeti vardır; ve onu samîmiyyetle sâhiblenen bir çocuk mevcuddur!. Burada ise, adına utanmadan ve İslâm’dan aşırarak “yemîn” dedikleri ve “yemîn”le zerre kadar alâkası olmayan o “and” denen nesneyi kalben sâhiblenen, bir tek kişi bile yok!.

Metnini okuduğun şeyi, “Büyük Türk Milleti önünde Nâmusum ve şerefim üzerine AND İÇERİM!” diye bitireceksin; ammâ o içme fiilinin dışında, o içdiğin veya çekdiğin şeye “And içdim” değil de, “yemîn aşağı, yemin yukarı” yemin kelimesinden ibâret lâf u güzâf sıkacaksın! Bambaşka bir ma’nâ yükliyecek, 81 milyonun gözüne onu, “Dînî bir mefhûm” gibi sokarak onları aldatmanın en cerahatlisini yükleyib bulaştıracaksın!.

Mücerred düşmanına karşı politik tuzak kurmaya yarayan; cümleleri ve taşıdığı ma’nâsızlık ve saçmalığı içinde câhilî bir formalite…

Onu sâhibleniyor görünen bir kanat, sâdece bayat bir “piskevit!” kadar; ve fakat büyük kanat ise, “Okyanus ötesinin gözyaşları!” kadar sâhibleniyor!

Kerhen dile alınan, orta malı olmuş, jakobenizma devirlerinin nostaljisi içinde bayat ve külüstür bir metin!. Böyle bir metnin okunuşu sırasında, haçlı gâvurlarının örnek alınışını yani onlara “TEŞEBBÜHÜ” yani aşağılık duygusunu öne çıkararak, T.C. paralamenterleri ile CB’nın da “Kelâm-ı Kadîm’e el basarak yemîn etmesini” bile istiyen echel-i cühelâya rastlanabiliyor… İslâmî yemînin yapıldığı devirlerde, cumhuriyet darbesinden evvel Yemîn, “Vallâhi  Ve Billâhi Ve Tallâhi” şeklinde Allâh Azze’nin Mukaddes ve Münezzeh adına yapılıyordu ki, İslâm’da Allâh adı dışında yemîn olamıyacağı da bedâhaten ortadadır… “Nâmûs ve şeref” gibi beşerî bir ölçü adına yapılan izâfî, i’tibârî ve mevhum mefhumlar, ihâtası içine neleri değişmez hakîkatler olarak alıyor ki, bunlar, Allâh ve Rasûlü’nün rızâsı içindeki hususlar olmuş bulunsun!

Pekkaka gürûhu ise, bir kanadıyla, yazdığı kitabda “tanrıyım!” diyen İmralı kralı adına olmayan bir andıçayı okusa, tanrısının gadabından korkar; diğer kanadıyla, “Dînimiz Zerdüştlük!” diyen Karayılan’ın religionu üzre and içmese, yılanın sokacağından eli ayağına dolaşır; bir üçüncü kısmıyla da, Marx atasının çullandığı kapitalizmanın içine ederek “Burjuva andıçasını” içmezse, “bombokratik!” yağlı kemiklerinin kaçacağından ödü şeyine karışır!

Tam, câhilî bombokratik bir anarşi, terör, itiş kakış ve herc ü merc!

Ama onlar da tıpış tıpış gelip, maraş dondurması yalar gibi yalayacaklardır!

Kasımpaşalı Kapitenzâde ve Başkapiten Receb Paşa da, bu işin tadını çıkaracak!

Sonra da bunlar, bu aslâ inanmadıkları oyuncak seviyesine bile çıkaramadıkları o “andıça”larını (!) göz küllemek üzre içip-çekib-yiyerek, kânun mânun, ana-avratyasa yapacak; “Allâh Azze’nin Rubûbiyyet makâmında artık biz varız!” diyecek; ve sonra da, milletden ulusa (yahudice ulus, sürü demek) inkilâp eden bu ehâli-i etrâk ve ekrât, mason Sülü’nün “müreffeh Türkiye’sine!” kavuşacak; ve çoluk çocuğuyla sulh ü sükûn içre güller gibi geçinip âtîye doğru akıp gidecek!..

Bu millet fenâ çarpıldı ve “ulus!” oldu… Şübhesiz ki, Osmanlı İslâm Milleti’nin “âhı!” çıkıyor!

%87 oy da alındığına ve Okyanus ötesindeki PENSİL takımının ağzında bile “çok güzel bir seçim geçirdik!” ishâli hiç kesilmediğine göre, vardır bir hocfendi kerâmeti, rûhânıyyet ve nûrâniyyeti, hikmet ve sıkleti!

Himmeti hâzır ola!!!

“Re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh” sırrını kalblere yerleştiremedin mi, yandı gülüm keten helva!. Sürünmelerden sürünme beğen…

“İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçer,” sen de bunu tepeden tırnağa idhâl ederek cebren ve hîle ile milletin kafasından geçirirsen, yalama olmadık bir tek cıvata bulamazsın; ve meydan, yahudi saçından bin beter hâle gelir; ve üstelik bu batışı çıkış olarak gören göz illetine de mübtelâ olur gidersin!

1928 senesinde, bugün “Adım Kamal!” diyen vatandaşlarının 6 oklu şefokratik partisi, Osmanlı Şerîat hurûfâtıyla Ankara’da 60 sahîfelik bir kitab bastırır. Bu kitabın adı ve kapak resmi internetde de var, isteyen bulup baksın! Adını bir kere de biz yazalım: “TÜRKÜN YENİ ÂMENTÜSÜ!”

Hâşâ ve kellâ ve tövbeler tövbesi Yâ Rabb!

“Yeni!…”

“Değişim-dönüşüm-güncelleme!”

AKP’nin, bunları devralarak CHP’leşmesine doğru son sür’at bir gidiş…

Evet, dönelim, sene 1928…

83 sene evvel, yani o binbir ıstırab ve çilelerin çekildiği, nice ocakların söndüğü, nice evlerde yetim ve dulların âh û enîn etdiği, harbden çıkdıkdan tam 6 yılcık geçince…

“Hâkimiyyet-i Milliyye Matbaasında!” tab’ edilmiş (basılmış!)

İslâm’daki “yemini” keenlemyekün kılan; ve yerine, herkesde var mı yok mu, varsa ne kadar ve kaç miligram var veya kaç zerre miskâl kaldığı bilinmeyen, “nâmus ve şeref üzerine!” kuru leblebi ile rakı içer gibi andıça içmeyi oturtan 6 okçu veya şirkçi, nâm.s ve şer.fi nasırlanmış ve kaşerlenmiş kesânın Allâh’sızlık  “alâmetüleri!..”

(İslâm’ın dışında âmentü olamaz, çünki âmentü kelimesinin de, ŞER’Î ıstılah olması hasebiyle, Allâh, yemîn, şehîd, nikâh, cihâd, adâlet, hukuk, Âhıret, îmân v.s. gibi tercümesi yapılamaz!. Yapılırsa, “Allâh’dan başka Allâh yokdur!” gibi freng keferesi tercümesi (!) olur!!!

Fikrî işlekliğini Rahmânî değil de, şeytânî sâhalarda yapma fıtratındaki cumhûriyet aydın ve günaydınları, bu hususlarda yaban keçilerinden daha muannid; Ebû Cehilden daha ehl-i şirkdir…

Okumaya tâkati olan, 1928 de basılan kitabdaki hâşâ ve kellâ “âmentü” dediklerini yani “andıça” yı buyursun:

“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. (NOT:Hâşâ! Âhıret Günü mutlak olarak vardır ve hesâbı, en büyük ve nihâî hesabdır. Harb sırasındaki ağızlara, bir de 6 yılcık sonraki kalblere bakınız!)

İyilikle fenâlığın insanlardan geldiğine, (NOT: Hâşâ, hayrı rızâsıyla, şerri adem-i rızâsıyla yaradan, Mutlak YARADICI ALLÂH Celle’dir!) büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine (NOT: Edenî dünyâyı (medenî) görmek de edenîlerin işi olub, ezelî ve ebedî var ve bir olan sadece ALLÂH AZZE’dir!) ve Gazi’nin Allâh’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şehâdet ederim.” (NOT: Son cümleyi yazan adam, tam bir hezeyân gaseyân etmiş! O zamanlarda sarhoş kelleler bir yandan “Türkün tanrısı Paşadır, Dini Kamalizmadır!” diyor; bir yandan da bu tanrı dediğini “Allâh’ın sevgili kulu!” olarak kaleme alıyorlar!. Dolayısıyla (PAŞA tanrıyı) kul derekesine indiriyorlar! Bunları yazan şefokrasi meczublarına ne demeli!?)

İşte T.C.’de, 90 yıla yakındır cumhûriyet, dembokrasi ve lâyıklık “vesâyet ve saltanatı” altında olub, bu bâtıl akıl ve mantığın elinde ve mutlak TENÂKUZLAR içindedir; ve dolayısıyla da Haçlı Batı Bâtılının tuzağı ve kucağında çukurdan çukura, darbeden darbeye, heybeden heybeye, lotodan Fetoya yuvarlanarak ve catlayıb patlıyarak yürümektedir!. Bu dehşetengiz tenâkuzları gören göz ve duyan kulak bulmak da, bugün kat’iyyen hülyâ olmuşdur!..

Bir müslüman olarak biz, buna mecâzî ma’nâda bile aslâ “Âmentü” diyemeyiz. Çünki “Âmentü” kelimesi de Kur’ân ıstılâhı bir kelimedir; ve dediğimiz gibi bunun içini de, 15 asırdır edille-i şer’iyye doldurmuşdur! Başka bir dilde tercümesi bile olamaz! Ancak, TÜRK Dil Kurumu Kurbağacasıyla bir kelime uydurarak, belki ve meselâ “andıça!” diyebiliriz…

İşte bugün tam bir akıl tutulması ile “yemîn” deyû ağızlarına pelesenk etdikleri “andıça”, hâşâ, “Yeni Türkün Âmentüsü!” dedikleri o günki “andıçanın”, bugüne akseden bir kopyasıdır!

Meclis reisi Çiçek de (13/7/2011) de, Anıt Kubûr’a çıkdı, çelenk ritüelini mozele “kutsalına” koydu; ve defter-i mahsûsaya o “andıça”nın en kısa hulâsasını şöyle yazdı:

“-Cumhûriyete ve demokrasiye sarsılmaz inancımızı tekrarlarken, huzurunda saygı ile eğiliyoruz!”

Müteveffâ Paşa ne demişdi:

“Türkiye şeyhler, dervişler, türbeler ülkesi olmayacakdır!”

Bu lâ teşbih “Rükûa gider gibi eğilmeler, bu meclis reisi olarak dervişimsi devrilmişlikler, bu dehhâmeleşmiş türbemsi ve kümbetimsi tapınak şeklindeki anıtlar, and içer içmez soluğu Anıt kubûr (kabirler)de almalar, v.s.ler,” orada yatan paşayı TEKZÎB etmek, yalanlamak değil midir? Bunlar ona:

 “Biz, seni dinlemiyor ve takmıyoruz; senin kabrin bizim türbemizdir; biz, cumhûrî dembokratik ve lâyık müteşeyyihler ve devrilmişler ülkesi olmadan yaşayamayız!”

Demek olmuyor mudur?. Bu nasıl ataizmadır, bu nasıl atalara tapmadır, bu nasıl “ilkeleri ve inkilâpları üzerine nâmus ve şeref üzerine and içib” bunu da bütün cihâna i’lân etmekdir? Anlıyabilen beri gelsin!

 Paşa sana: “Gel önümde eğil!” mi diyor başparlöman?

Şimdi o ne halde, biliyor musun? Senin eğilmenin o’na fâidesi var mıdır?. Âhıret hayâtının mutlak kânunlarına “Bilâ kayd ü şart teslim olmuş; ve Allâh Azze’nin hâkimiyyeti önünde kayıtsız ve şartsız eğilmiş” âlem-i berzahdaki bir paşa’yı, âlem-i kevn ü fesâd olan şu dünyadan, bir de siz binbir münâsebetsizliklerle hâlâ rahatsız etmeseniz neyiniz eksilir?!

xBu gösteriş, ritüel ve yalakalıklar artık kabak tadı verdi! Kemiklerini sızlatıyorsunuz, âcilen vazgeçiniz, eğilerek hâtırasına karışmayın ve onu karıştırmayın!. Reis Beyin ünlediği gibi “Dikleşmeseniz de, eğilmeden DİK, hatta dimdik durmasını” artık öğrenebilmelisiniz!

(Tekrar hatırlatalım ki, o kamalizma religionunun ritüel mekânına “kabir” demek bile, artık mücessem ve müşekkel bir cehâlet eseridir! Zirâ orada bir düzineye yakın kabir vardır; ve artık oraya müfred sıgasıyla kabir değil, cemi’ sîgasıyla “kubûr=kabirler” demek, elzem ve şartdır… Aksi halde Türkçe bilmiyen Türk’ler olarak dünyâ önünde bir de bu yüzden muzmahîl olunmasın!)

Artık biz, kimsenin religionuna ve ritüellerine zâten ve cebren müdâhale edecek de değiliz! Nasıl olsa bombokrasi almış başını gidiyor! Her kafadan bir ses, her çeneden bir ishâl, her eğilende bin maksad, her oy’da bin âh ile “oy anam oy!”

Bundan sonrasını, Çiçek, Günay, Arınç ve Receb gibi âbilerine oy verip bütün dünyevî ve uhrevî umurlarını onların vekâletine tevdi’ ve teslim ederek çiçekler gibi açıp bülbüller gibi şakıyan, ilâhyapyatçı, ilhâdiyatçı, denaatçı, diyalogçu, dervîşân u devrilmîşân, tarîkat ü barîkatkeşân ermişler ve devrilmişler düşünsün!. Telfikçi, tetikçi, tüfenkçi, olimpiyatçı, sahneci, varyeteci, danışman-dayışmancı, arpalıkçı, hortumcu, hotozcu, takozcu, umreci, rukyeci, ritüelci, andıçacı ve bilmem ne paçacı ve necilerle!.

Biz zaten %13’ün içinde bir virgül kadarcık olan cirmimizle “Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekîl!” dedik ve “vekîlimizi” tâ “kâlû belâdaki” mîsâkımızdan beri, fırıldak gibi hiç dönmeden ve dembokratlar gibi sabah akşam kıvırtmadan, bir şeyleri külâhlı dondurma gibi asla yalamadan, eğilmeden,  çömelmeden aynı îmânla yaşıyor ve hesâb günü’ne doğru da her sâniye yaklaşıyoruz!.

Bundan da, ne mozoleye, ne paralamentoya, ne de elâlemin andına veya “andıça”sına büyük bir zarar geleceğini kim söyleyebilir!?

Hem bu hamur daha çooook su kaldırır!

Yoğur yoğurabildiğin kadar ve yoruluncaya değin!

Hatta, son nefesde “soluklanıncaya” kadar!

(İntişârı: 14.07.2011)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir