Olur!
Hem de kurt izinin koyun izine karışdığı, “paralel hocafendiler, kedicikli mehdiler ve bilmem neler”in cirit atdığı, alâmât-ı suğrânın bitemâmihâ nümâyan olduğu, alâmât-ı kübrânın 10 alâmetinin de zuhûruna az kaldığını tahmîn etdiğimiz bu zamanda… Uydurma ve pırasasör müctehidlerin, karısının kıçını örtmiye gücü yetmiyen müceddidlerin, kutubların, hatt-ı üstüvâların, kediciklerinin en ğalîz mıntıka-yı memnûalarını pazarlamayı mubah i’tikâd ederek gâvurlaşan ve teşhîr hastası mehdilerin, sarıklı ve dembokrat politikacıların, yarı tanrılaştırılmış kâinât imamlarının, “peygamber misyonlu liderlerin”, kerâmeti kendinden menkûl müteşeyyihlerin; değil abdesti, guslü bile olmıyan derviş ve devrilmişlerin cirit atdığı cîfe bir dünyâda “paralel hatta parabol şeyh” olmaz olur mu?.
Yanılmıyorsam sene 1973-74…
“Köşe yazarı” dedikleri işle meşgulüz… İyi de, sıra dayağından geçiren ve hiç kimseye evvallahı olmıyan bir kalemden başka, elimizde kibrit çöpü kadar bile hiçbir nesnemiz yok!
Ramazan… Üsküdar’da, bilmem kim çorbası bolun konağında “iftâr” dediler… Sonra da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Kaddesallâhu Sırrahu’l-Azîz dili ile “şeyh-i nâkısın sohbeti semm-i katildir” kânûnunu bile bile, davete icâbet (!) lüzumunu da göze ala ala, “semm-i katil” meclisine bir uğrayalım dedik!!!..
Kitâb, Sünnet, İcmâ ve Müctehid imamının ictihadları ile sâbit Allâh Dînini (ahkâm-ı şer’iyye veya ahkâm-ı Kur’âniyye’yi) değil de, “ma’sum imam” veya yarı ilâh yerine koydukları “şeyh-i nâkısın, semm-i katil” olan sohbet-i ulyâsını din kabul edenlerin arasındayız!
Evvelâ akşam namazı… 47 kere, Hakk sübhanehû ve Teâlâ bu yatıb kalkmalarla noksan sıfatlardan tenzîh (!) edildikden ve zengin sofrasının lezîz taamlarından ekl ü şürb eylendikden sonra sohbet! Mürîdânından ve yerden bir metreye yakın yükseklikdeki tahtı üzerinde, Hâlidiyye Reisi Hazretlerinin “şeyh-i nâkısın sohbeti semm-i katildir” buyurduğu o sohbet!.. “Ma’sûm imam” dinler gibi, kendinden geçerek vecd ü istiğrâk derecesinden ve fenâ fişşeyh hattına çıkarak dinliyen, bir konak dolusu ehl-i tasavvuf (!) ve tasarruf!..
Tahtı üzerinde, her kelimesine vurgu yaparak ve doğruluğundan şübhenin asla câiz olamıyacağı intibâı vererek konuşan ise, cenubdaki adanın şivesiyle şîveli o zât… Yüksek, hatta en yüksek esrâr ve hikmetler dolu sohbetine devâm ediyor!..
Dildeki âyet, “Ey îmân edenler, Allâh’a, Rasûlüne ve sizden olan ulülemre itaat edin…..” meâlindeki Nisâ sûresindeki o meşhûr âyet… Tefsirlerde, bilhassa Merhûm Muhammed Hamdi Efendi kalemiyle “edille-i erbaaya” işâreti öne çıkarılan âyet…
Tefsîr-i muazzam (!) öyle bir seyir alıyor ki, Ankara, Bağdad, Şam, Kahire hatta Londra’daki devlet ve hükûmet (eş.ıyâlarının) topu da, “itaati müstahık” kat’iyyen “ülülemr” olub çıkıyor!
Nefesimizin daraldığını hissediyor; ve infilâk etmemek içün de, Allâh Azze’ye ilticâ ile, konulacak ilk noktadan sonra hemen söz almıya karar veriyoruz…
Kitâbın emri öyle: Ya, hakka mübâyin söz karşısında derhâl i’tirazla hakkı beyan; veya bu yapılamıyacaksa, o meclisin derhâl terki şart ki, böylece her iki halde de bâtılın reddi hedef… Merhûm Muhammed Hamdi Efendi bu noktayı tefsîrinde çok güzel beyan buyurur… Hatta şu da var: “Îmân ızhâr-ı hakkdır, hakk-ı sârîhi ketmetmek küfürdür…” Bunlar kafamızda şimşekler çakdırıyordu…
Evvelâ i’tirâz etdik!
Her halde (linç) edilmemeliydik!
Elimiz havaya kalkıyor ve sualimizi patlatıyoruz:
“- Bu Ankara’dakiler, Kahire, Şam, Bağdad v.s.dekiler “minküm” lâfzı mu’cebince bizden midir?”
“Ma’sum imam” edâsıyla gözboyayan o “şeyh-i nâkıs, semm-i katil” olan rol ve cerbezesine ihtâr kokan bir tonla devam ediyor:
“- Evet Efendim, bizim içimizden çıkdılar, gökden inmediler ki, tabii bizdendirler!”
Oha, aldın mı cevâbı!.
Mübârek Ramazan’da ve iftâr sonrasında, o dolu mide ile nasıl yiyecek ve yutacaksan ye ve yut bakalım…
“Şeyh-i nâkısın sohbeti semmi katildir” hakîkatından alabildiğine bîhaber; ve neyi, nasıl ve ne ile ölçerek îmân edeceğini bilmiyen… Edille-i erbaayı 15 asırlık ehl-i sünnet vel’-cemaat terâzisiyle ele alan ve bize de bunu devreden (selefi) ta’kîb etmenin şart olduğunu hiç duyamıyan… Dînin bu en temel esâsının da, bu işin en iyi bileni müctehid imamlara tabi olmakdan geçeceğini ve bunun şart olduğunu düşünemiyen… Tam tersine, bu çerçevenin dışında “nasıl olsa işin aslını bilen yok, ne sıkarsan hapur hupur yiyorlar” diye düşünerek lâf sıkan zamâne şeyhlerini, “ma’sum imam” veya “lâyuhtî velâ yüs’el” papalar gibi gören; ve böyle bir vehm ü butlanın içine düşerek haşhâşîler gibi ona tâbi’ olan… mürîdân içinde manzaramız, felâkete de kalbolabilirdi…
Demek istediğimizi anlıyan 5-10 kişiden, üzerimize çevrilmiş hışımla bakış okları… Hava birden gerildi…
Diğer marîdânın %95 kadarı ise, manâyı anlamadı; ve fakat, ortada “ma’sûm şeyhe i’tirâz” olduğunu sezerek, bakışlarıyla, şeyhin yanında ölesiye beraberlik mesajları veriyordu… Bir kıvılcım, barut deposunu patlatmıya kâfî gelebilirdi…
Bu infilâk içinde canımız bağışlanır mıydı, bilemem…
Kur’ân-ı Azîmüşşân, yüzdeyüz hevâ ve hevese uydurulacak şekilde; ve 15 asırlık Rasûl-i Rusül Hattına ters ma’nâlara sürüklenerek, hakîkat (yok) ediliyordu!
Biz ise, söylenilenlerin kabûl edilemiyeceğini kat’iyyen beyan edib 15 asırlık emir ve ma’nâya ters olduğunu söyliyerek, yapılması gerekeni gene Kur’andan aldık; ve ayağa kalkarak o “şeyh-i nâkısın semm-i katil olan sohbetini” terk ederek yakamızı belki kurtarmış olduk!
Edille-i erbaa (ahkâm-ı şer’iyye) dışına çıkarak kendi hevâ ve heveslerini “ahkâm-ı Kur’âniyye’nin” yerine oturtmak istiyenler, ister şeyhim desin, ister hocafendiyim, sarıklı politikacı olarak din başkanıyım desin, ister yazar çizer, mütefekkir, entel dantel (!) dangalağım desin, ister müctehid, mehdi ve bilmem neyim desin, bunların topu da, “paralel religion” denen rezâletin ve Allâh Azze’ye ısyan ve tuğyânın insî şeytânları yani ameleleridir, o kadar…
“- Evet Efendim, bizim içimizden çıkdılar, gökden inmediler ki, tabii bizdendirler!”
Böyle diyen adama siz:
“Arkadaşım, şeyh-i möhderem, Ebû Cehil de gökden inmedi, o da müslümanların içinden çıkmış, onların arasında yaşayan bir adamdı; nice 20. Asır şefleri, diktatörleri, tâğûtları, ateistleri, bilmem neleri de gökden mi indi, müslümanların içinden çıkmadı mı?” deseniz ne değişecekdir?
Demek ki, ne kadar “kâfir, müşrik ve münâfık” da olsa, “gökden inmediği ve müslümanların içinden çıkdığı müddetçe” bu hangi gâvur olursa olsun, başına da çöreklenmişse; ve ensende boza da pişiriyorsa, o, hâşâ “ülülemr”dir!. Ve “kâfir ve münâfıklara itaat etme” buyuran koskoca âyet ve hadislere rağmen, onlara İTAAT edib onların çizgisine girecek; ve dolayısıyla onlara benziyerek onların müsaade etdiği birkaç ritüele sarılıb “müslümanlık oynıyacaksın!..” Ve Cenâb-ı Hakk ile dalganı geçmiye ve en sonunda da “cennet-i a’lâyı” boylamıya hakk kazanacaksın!. Başına kim geçerse, “al maaşı, salla başı!” diyeceksin…
Böyle “semm-i katil” olan sohbetlerde, bundan sonra yaşayan (ölmemiş) bir şeyh-i nâkıs elimize geçerse, acebâ şöyle diyemez miyiz:
“- Şeyh-i Möhderem! Demek ki sizin religionda vaz’iyyet-i itaat ve inkıyâd bu vechiledir. Beyan buyurmaklığınızla kültür ve gümbürtümüz ziyâdeşdi, şükran. Velâkin bizde, bizim DÎNDE hiç de böyle değil, tam tersine… Biliyor muydunuz?. Acizâne ve âbidâne arz-ı ma’lûmât ideriz efendim!”
Böyle dersek, hem daha mülâyim, hem daha lâtif ve sümbülî ve hem de dembokratik hoşgörü ve (Diyalango Vatikango) Locafendiliğinin “teknik nakavt” dümenlerine daha mutâbık olur sanıyoruz… Şimdiki aklımız olsa, 40 sene kadar evvel böyle kelâm ederdik!
Sadede şürû’ etdikde:
5 ana ibâdetden biri olan ve Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ile sâbit bulunan CİHÂD ibâdetini, kim, nasıl, hangi ülilemr ile yürütecek?. Şerîat-ı Garrâ-yı Ahmediyye’deki tasavvufun gerçek kahramanı ve sahtelerin adüvv-i ekberi Büyük Mürşîd Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin, “zamanımızda en büyük ibâdet CİHADDIR” hükmünün ma’nâsını nereye sıkıştırıb buharlaştıracağız?!
Şeriat’sız tarikat, nasıl sonuna kadar “paralel din” denen rezâleti ortaya koyarsa; “Şeriat’sız Şeyh-i nâkıslar” da, o kadar “semm-i katil” olan “paralel müteşeyyihliği” ortaya koyar!
Amma gözü Şeriat’da değil de, kendisini mürîd zanneden Şerîat’sız (tiritler), acemoğulları gibi “ma’sum imam” türü heriflere takılınca, onları, öldükden sonra bile bırakmayıb ta’kîb ederler!. Kabirlerini de, hakîkilerinden zerre kadar ayıramadan “evliyâ kabri” diye öpüb koklar, oralara adaklar nezrederek o mekânları ziyâretgâh yaparlar!. Onları, “tevessül ve istiğâse” içün elyâk adamlar zannederek, sağlığında şeyhlerinin huzûrunda tüm vücûd münhanilerini onun emrine âmâde kılıb armağan edenler; ve huzûrda sıfır kollu üryânîler veya câriyeler olarak dolaşan ve mübârek (!) ellerini şeyhin elleriyle kavrayıb sıkan ve sallıyan ECHELİYYÂT, o türbelerde mum bile yakar, hatta bol ve ucuz bulanlar, (kına) bile yakmıya devam eder giderler!.
Gâvur dili meraklılarınca moda yapılan ve ağızlarına da sığmıyacak kadar yakışıksız duran şu palyaço kılıklı “anektod” denen şeyin manektodunu da biz, aynen başımızdan geçen bir hâtırâ olarak bâlâda kaleme aldık… Bunlar, öyle basit şeyler değil, son derece mühim hakîkatlar olarak Âhıret’de de karşımıza gelecek; ve açılan dosyalar orada da son harfine kadar muhâkemeden geçirilib karara bağlanacakdır…
Nasibse, daha bazı “anektod” cinsi manektodlarımızı da “şeyh-i nâkısın sohbeti semm-i katildir” buyuran Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Kaddesallâhu Sırrahu’l-Azîz Hazretlerinin rûhâniyyet ve himmetini niyâz ederek ele almak isteriz ki, ıhvân-ı dîne ders ü ibret ola…
Tâziyetler sunan imâm-ı ma’sûmînden Locafendilerin, böyyük ve möhderem üstad Kısıroğullarının, kedicikli köyün kavalcısı mehdi arkadaş ve şürekâsının, Üstad ve mürid-i haslardan şevketlû efendimizin, bilcümle hüsn-i zânperver ehl-i tarîk ve nâehl-i Şerîat ahbâb u yârânın dahî, var ise BAŞLARI sağ ve sâlim kala!..
(İntişârı: 08.05.2014)