(F) Tipi Bedduaların Okları Akp’ye Yağıyor!
19 Eylül 2013
(1) Eygi’nin Dinde Tenâkuzları, Pürsür’at Berdevâm!
17 Aralık 2013

Şevket Eygi Bey’in 24 Ekim günü yazdığı yazıda bazı satırlarına bakalım: “Bina, zina, riba gırla gidiyor.Tesettür ve hicabın, iffet ve

EYGİ, KENDİ KARİZMA VE RESMİNİ NASIL ÇİZİYOR?!

Mehemmed SAFFET

 

Şevket Eygi Bey’in 24 Ekim günü yazdığı yazıda bazı satırlarına bakalım:

“Bina, zina, riba gırla gidiyor.Tesettür ve hicabın, iffet ve hayanın pabucu dama atılmış. İslamî bir düzen ve sistem kurulduğunu farz edelim. Bugünkü Müslüman yığınlar Kur’an, Sünnet, Şeriat disiplinine uyak uydurabilir mi? Bin çeşit İslamcılık, fırka, hizip, cemaat, Ümmet birliğine katılır mı?”

İslâmî bir “düzen” olacak, amma, o “düzenin” mü’mini olmıyacak!. Böyle bir farzediş, nasıl bir akıl yürütme ise… Gökden böyle bir “düzen” inecek, onun mübelliği ve tatbikçisi olmıyacak! Kar yağar gibi, o yağacak, her yer bembeyaz kar örtüsü altında kalacak, ama altında arz (toprak) olmıyacak!. Böyle bir farzedişle farz edelim deniyor, iyi, böyle bir farz-ı muhalle farz edelim! 

Gökden (Hakk’dan) böyle bir “düzen” inmişse, mutlaka onun bir mübelliği ve tatbikçisi olmuşdur!. Haydi biz, “Muhâli farz etdik!” diyelim, bunun netîcesi?. Muhâl ile muhâlin darb, taksim veya zammı ne ise, burada da o!. Muhâli kemirmekle muhallebi yenemiyeceği de biliniyordur demek istedik!

“Bugünkü müslüman yığınlar!” deniyor… Bu yığınlar müslüman mı değil mi?. Çünki müslümandan “yığın” olmaz! Ortada ”yığın” varsa, onlara da müslüman denmez!. Müslümanlara “yığın” diyerek hakâret etmek, edebli bir müslümanın işi değildir!. “Yığınları” müslüman kabûl etmek de öyle…

 Bir insan, ya müslümandır yığın değildir;  yahud, yığın ise müslüman değil… İkisi arasında, “el menziletü beyne’l- menzileteyn!” diyen mu’tezile kafasıyla “iki menzil arasında bir menzil!” kabûl etsek, bu “menzil” nedir, nasıldır, nicedir, keyfiyeti veya keff-i yedi neyin nesi ve kimin fesidir, v.s.?

Bugünki “yığınlar!” eğer, muhal farz, müslümansa, böyle bir “düzeni” havada kaparlar!. Bugünki “yığınlar” yok eğer müslüman değilse, onlardan bu “düzeni” mübelliğsiz ve tatbikâtçısız kabul etmeleri elbetde beklenilemez, bu muhaldir… Mübelliğ ve tatbikâtçı olmadıkça, bu, teklif-i mâlâyutak olur… Olsun, zâten “muhâli kemirmenin” peşindeyiz ya, unutmıyalım!

Muhâliyâtı (farz) ederek veya etdirerek, boş (laga luga) ile milleti meşgûl etmenin de vebâ eden vebâli yok mu acebâ?… Dembokrasi, cumhuriyet ve laiklik gibi beşerî sistem ve felsefelerin asıl hedef ve gâyesi, Şevket Bey’in o “islâmî düzen veya sistem” dediği şeyi, sulandırıb ademe mahkûm etmek değil mi?. Bunlar, kelime-i tevhîdin “Lâ ilâhe’siyle” ya nefy ü redd edilir ve “illâllâh” demeye yer açılır; veya, birinci hüküm ile o nefy ü redd ortaya konulamıyorsa, ikinci cümledeki “isbât” hiçbir şekilde ortaya çıkmaz, çıkamaz, bu da muhâl…

Kelime-i Tevhîd’in ilk 2 temelinde (mütemmim cüz’ünde) eksiklik veya illet veya telbis varsa, “Mu…..Rasulullah!” deyişdeki “teslimiyyet” de, hakk getire!. Bu 3 temel (asıl) olmadan Kelîme-i Tevhîd ortaya çıkmaz, çıkamaz; çıkar diyen, müslüman tarafından müslüman kabûl edilemez!. Edilirse, eden de Müslümanlık tarafından, Müslümanlık’dan tard edilir, bu işlerin şakaşukası ve hafife alınır tarafı da muhâl! Zaten “Hoşkörü ve diyalograsi ile ibrâhimî religionlar” dini, beyân etdiğimiz “teslîmiyyeti” ademe mahkûm etmenin dini…Ne yapıb edib, SON Peygamber Aleyhisselâm’ı devre dışı bırakmak… Bu yok olunca, geriye, “başdaki 2 hüküm” kalıyor ki, diğer bütün dinler de, sanki bu iki hükmü kabul ediyormuş farzedilerek, bundan hareketle, onlar da, “cennetin” yoluna dizilib düzülüyorlar!. Onları da (hakk)mış gibi takdîm iblisliği gözküllemiş oluyor!

Göz küllemek böyle iblislikler olunca kolay!.

Îmân-ı şer’î olmadı mı, iblisin avukatlığını yapmak diplomalı olmayı da aslâ şart kılmıyor!. Yeter ki, “hakkı bâtıl, bâtılı hakk yapma” iblisliği genlerde cirit atsın!. Yeter ki adın “hocaya” çıkmış olsun! Adın “hocaya” çıkdıysa, artık ister karı sat, ister kedicik, ister köpek ve hâşâ min huzûr (h.n.ır) pazarla!. İstersen, sahnelere müştehâd kızları topla, göğüs, göbek ve kalça demeden çalkalat dur! Hatta, onları seyretmek üzere İFFET ve ADÂLET Peygamberi ve ALLÂH Azze’nin Habibi olan Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’ı, öyle mülevves yerlere gelip gidiyor ve o çukurları (hâşâ ve kellâ) takdîs ediyor göster!

Mehmed Şevket Eygi Bey devam eder:

Kur’an dinde ikrah=zorlama yoktur diyor. Bu hüküm gayr-i Müslimler içindir. İslamî bir düzende Müslüman halka namaz, cemaat, oruç, zekat, tesettür, hicab, büyük günahları cehren işlememek gibi konularda baskı yapılır. Bu, onların hayrı ve ülkenin selameti için zaruridir. Tatlısu Müslümanları bu baskıları kaldırabilir mi?”

“Tatlısu müslümanı!” ne demek?. Bunun “tuzlusu, acılısu, aksu, karasu, göksu” olanı, “bilmem nelisu” olanı da mı varmış?. Hangi akâid kitabında veya tefsirde böyle ibâreler vardır; bunlar ortaya konulmalı, yoksa vebâli, büyük vebâlı olur!. Çünki bir insan, ya müslümandır, ya kâfir! Bâlâda da yazdık, bunun iki menzil arası bir menzil olarak “tatlısulu, tuzlusulu ve bilmem nelisi” olmaz! Kafalar karışır, akâiddeki imân-küfür, mü’min kâfir ve hakk bâtıl kânunları biribiri içine girer; kâfir mü’min, mü’min de kâfir i’tikâd edilir; ve din oyuncak edilmiş olur!. Bu, mutlak bir rezâlet ve îmânî kepâzeliği netîce verir…

Çalakalem yazmak, çok veballi ve vebâlı bir işdir; insan, hem dâll, hem mudill mevkiine düşer de haberi olmaz!. Îmânî mes’eleler çocuk oyuncağı değildir; bu noktalarda son derece hassas ve dikkatli olmak, dînî zarûretlerdendir…

Sonra “İkrâh, gayr-i müslimler içün yokdur, müslüman halka BASKI yapılır!” ne demek?. Yok böyle bir şey, yok arkadaş!. Varsa, hangi akâid ve tefsir kitabı bunu böyle yazmış, ortaya koymuşdur, gösterirsin, iş biter?. Yoksa bilmem nerdeki Kıbrıs cânibinin uyduruk şeyhleri, böyle maval ve masallara da mı başladı?.

“Cebir, zorlama, ikrâh ve baskı, DİNDE (Allâh Azze ve Celle Hazretlerinin DÎNİNDE) YOKDUR…”

“Vardır!” diyen varsa, isbât eder, inanırız; isbât edemezse, işkembesinden sıkmış demek olur!

Yukarıda iktibâs etdiğimiz bu ibârede azîm sakatlık ve illet var. Hem, Kur’ân-ı Hakîm, “Dinde ikrâh yokdur!” demiyor ki… “İkrâh (zorlama, baskı, cebir) dinde=ALLÂH Azze’nin dîni olan Hakk Dîn İslâmiyyet’de yokdur!” buyuruyor… İkisi aynı şey mi, acebâ? Aynı değil ki!..

 90 yıldır, T.C.’de, ikrâh, cebir, baskı, zorlama, horlama, hırlama, zırlama, fırlama, gırla… İslâm, mutlak hakk, hakîkat ve adâlet nizâmı, evet mutlak… Cumhûriyet ve dembokrasi gibi beşerî sistemler ise, izâfî ve nisbî nesneler olub, mutlak ikrâh ve baskının düzenleridir… Bunlar ayık kafa ile ilân edilmedikleri gibi, öyle “millet istedi de i’lân edildi veya getirildi!” martavalları ile de gelmiş, getirilmiş, i’lân edilmiş ve benimsenmiş değillerdir… Milletin gırtlağına çökülmüş, beynine şey kanalı uzatılarak içi doldurulmuşdur! Üç beş kişi ipin ucunu eline geçirince, “yarın, biz şunu ilân edeceğiz!” demişler, muhâlifler oylama günü evlerine tıkılarak ve mutlak (ikrâh, baskı) ile edeceklerini etmişlerdir… Veya, San Fransisko’dan evvelâ bir ikrâh (baskı), sonra da sıkmadığından öteki tarafa geçilivermişdir!. Geçdikden sonra da, “milletçe i’lân etdik veya ulusça geçdik!” diyerek, ehâliye de aynı ikrâh aksetdirilmiş; ve şimdinin fırlama ta’bîriyle “domino etkisi” ile ortalığa bulaşmış gitmişdir!. Şu günlerde de bunun pazarlamacılığı bütün riyâkârlık hünerleri ile meydana üfürülmekde; ve nice parti pırtı başları ile bazı azılı Allâh düşmanları, bunun göz küllemesine hazırlanmaktadır!.

“Dînde ikrâh yokdur” demedik; “İkrâh, İslâmiyyet’de YOKDUR” dedik!. İslâmiyyet’in dışında ise, ki oraya “dâr-ı harb” denir, oranın adı zâten Merhûm Şeyhülislâm’ımıza göre “dârü’l-azâb”, Merhûm Müfessir’imize göre ise “dârü’l-ikrâh”dır…

 Evet aynen böyle, “DÂRÜ’L-İ K R ÂH…”

 Cumhuriyetçi, dembokrat, laik ve seküler çok (p.tlu) ve mutlu etrâk vatandaşları, “Dinde zorlama yokdur!, kalıbını, dînin her emrinin karşısına dikilmekde mâhir, laik şeytanlardan çok sık duyar olmuşlardır!. DİB’çi ve (Dipçikçi) ve (alt. .oklu) dinsiz ve dîni yok etmek istiyen necâsetlerden, bunları çok duydukları içün de, kulaklarında, “Zorlama (ikrâh=baskı), dinde yokdur!” hükmüne hiç yer bırakılmamışdır!. Tefsir aşağıda gelecek, “İslâmiyet hâric, her ideoloji, doktrin, din ve devlet, “ikrâhın, baskının ve zorlamanın’ mutlak ma’nâda fokurdadığı çukurlardır!. Kafa konforu ve ezber fantazileri bozulacak çok entel ve dantel cum çocukları hırlasa da zırlasa da bu böyle…

Tabii biz, ukâlâlık veya ulemâlık yapacak hâlde değiliz ve olamayız. Sözü dinlenecek ve hayatda bir âlim kalmadığı veya kimyâ olduğu içün, biz, dâimâ Osmanlı ulemâsının eserlerine mürâcaatı şaşmaz ölçü biliriz. Çünki adı “hocaya” çıkmış nice iblis var ki, dediğimiz gibi, bugün kimisi, ekranlarda karı ve kancık teşhirini; kimisi, sahnelere nice memleketin müştehad kızlarını sürüb kalça, göğüs ve göbek çalkalatdırmayı; kimisi, kubbe ve cübbe altına girerek ins ü cinni idlâl etmeyi, sağmayı ve hokkabazlıkla eğlendirmeyi; kimisi, sırmalı cübbeler ve sarıklar altında vatandaşlarını hacc turizmi ile tokatlamayı ve haçlı gâvura yalakalık uğruna hadîs-i şerîfleri pirinç ayıklar gibi ayıklamayı, kimisi bilmem ne haltı yemeyi…. Bütün bu şeytanlıkları, DİN adına ve dinin bir cüz’ü hâline getirerek icrâ etmeyi, şerefsizce ve alçakça hüner edinmişlerdir… (Lâ’netullâhi aleyhim ecmaîn.)

Nefis ve şehvetini, hevâ ve hevesini (İslâmiyyet)miş gibi ekranlardan takdîm eden, iblis, hâin ve kancıkların topuna da, Allâh Azze’den belâ yağsın!

Yeri geldiği içün, Âişe Şevval Hanımın “Zorlama, dinde yokdur” serlevhalı makâlesini de, kısm-ı a’zamı ile aşağıda iktibâs edelim :

“Allâhu Teâlâ, Bakara sûresi 256. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurur:

“İkrâh (zorlama), dinde yoktur. Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık her kim şeytana küfreder, Allâh Teâlâ’ya imânda bulunursa, kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur ve Allâh Teâlâ semi’dir, alîmdir.”

Bizim üstünde durmak istediğimiz nokta, bu âyet-i kerîmenin:“zorlama dinde yokdur!.” kısmıdır. Bir müslümân bu cümleyi nerede ve nasıl kullanmalıdır? Kendisine emr-i ma’rûf nehy-i ani’l-münker yapıldığında, muhâtabını susdurmak için kullanabilir mi?

Evvela, cümleyi Dînde zorlama yokdur! şeklinde değil, Zorlama, dînde yokdur olarak kurmamız icâb etdiğini, Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri’nden öğreniyoruz.

Aralarındaki farkı da şu şekilde izâh ediyorlar:

“Sade dîne değil, her neye olursa olsun, cins-i ikrah dîn-i haqq olan İslâm’da mevcûd değildir, dâire-i dînde ikrâh menfîdir…… Hâsılı nefy veya nehy edilen ikrâh, yalnız dîne ikrâh değil, her hangi bir şeye olursa olsun cins-i ikrâhdır. Yoksa dînde, dîne ikrâh yokdur amma, dünyaya ikrah olabilir demek değildir. Belki âlemde ikrah bulunabilir amma, dînde, dînin hükmünde, dînin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dînin şânı ikrâh etmek değil, belki ikrâhdan korumakdır.” [bkz: Elmalılı tefsîri c:1 sh:860]

Bu âyet-i kerîmenin “ikrâh (zorlama) dinde yokdur!” kısmı, nefislerin hevâ ve heveslerine göre te’vîl ediliyor.

Bizim vazîfemiz âyetlerden hüküm çıkarmak değil; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat ulemâsına kıl kadar bile olsa muhâlefet etmemekdir. Bu âyet-i kerîme kimler için inzâl olmuş, sebeb-i nüzûlü hangi hâdise imiş, müfessirler bu âyeti nasıl tefsir etmişler? Bütün bu sualler bilinmeden, bizim, ne bu âyeti, ne de bir başka âyeti hakkı ile bir nebze de olsa, anlamamız mümkün değildir.

……….İslâm dîni, bir gayr-ı müslimin ikrâh ile îmân etmesine muhtac değildir. Tebliğ ve teklif etdikden sonra kararı kendisine bırakır. Kendi dîninde kalmaya ısrâr ediyorsa zorlanmaz. Dâr-ı İslâm’da müslümânların halîfesi (hükûmet) ondan cizye alır. İslâm hükûmetinin hâkimiyyeti altında, her türlü emniyeti te’mîn edilerek yaşar. Artık o, İslâm hükûmetine Cenâb-ı Hakk’ın bir emânetidir. Dâr-ı İslâm’ın îmân ve ibâdet husûsundaki kânunlarına itâati istenmez. Ona zorlama yapılmaz. Ancak İslâm hükûmetinin siyâsî, iktisâdî, ictimâî, hukûkî ve askerî hususlardaki, haram, yasak ve hudûdlarını aslâ ihlâl edemez. Karışıklığa ve fitneye sebebiyyet veremez. Aksi halde ukûbât sisteminin kânunları karşısına dikilir ve suçu nisbetinde cezâlandırılır.

“Fakat her kim olursa olsun ahdinde durmıyanlar da, cürmüne göre cezâsını görür. Birrızâ (rızâsı ile) kabûl-i İslâm etdikden, Allâh’a ve Peygamberine ahid verdikden sonra, döner, irtidâd eder de tevbe etmezse, mücâzât edilir ki, bu bir ikrâh değil, nakz-ı ahdin netîce-i zarûrîsidir.” [bkz. Elmalılı tefsîri c:1 sh:863]

İkrâh, bir kimseye, hoşlanmadığı, rızâsı ile kabûl etmediği bir işi, fiilî, ona, bir tehdîd ile zorla yapdırmakdır.

Demek ki İslâm dîninin hâkim olduğu bir dârda, (dâr-ı İslâm’da) sadece dînde değil, hiçbir hususda ikrâh yapılmaz. Bizim dînimiz ikrâhı (zorlamayı, baskıyı, cebr ü tazyîki) kötü görür; bir insanın ikrâh ile getirdiği imânı kabûl etmez. “Bu îmân îmân-ı hakîkî” değildir der. İkrâh ile yapılan ibâdetleri de kabûl etmez. Çünki başkasının zorlamasıyla, tehdîdiyle zahiren (dışarıdan) müslüman görünen kişi, bâtınen (içinden) îmân edememiş olma ihtimâlini devamlı üstünde taşır. Belki diğer müslümanların kalblerinde şübhe uyandırır. Uhuvvet zedelenir. İslâm zâhire göre hükmetdiği için, o kişiye, (hakîkatde kâfir olduğu halde), artık kâfir de denemez. Hâli ortaya çıkıb şübhe yok oluncaya kadar takib edilir.

Zîrâ bir kimsenin müslüman olabilmesi için, kalben rızâ ile kelime-i tevhîdi tasdîk ve tahsîn etmesi ve dil ile de ikrâr etmesi; ve zarûrât-ı dîniyyenin tamâmını tasdîk ve tahsîn etmesi (güzel görmesi) şartdır. Aksi takdirde İslâm dâiresine girmiş sayılmaz. Müslümân olamaz. Kalb ile tasdik ve tahsîn etmek de dışarıdan görülemez. Bunu ancak Allâhu Teâlâ bilir. Bu sebebe binâen dâr-ı İslâm’da ikrâh, kat’iyyen yasaklanmışdır.

“Dînde ikrâh (zorlama) yokdur” deyince, hiç kimseye teklif, ceza ve ıkâb yokdur demek anlaşılmasın. Elbetde rüşdün ğayden (doğruluğun sapıklıkdan) kat’ıyyen ayrılmış bulunması, hılâf-ı dîn harekâtda muhakkak bir ıkâbın mütebeyyen (cezânın ta’yîn edilmiş) olmasındandır.” [bkz. Elmalılı tefsîsi c:1 sh:862]

Bir gayr-ı müslim, ahdini bozarsa veya bir müslüman irtidâd ederse, bittabî cezâya müstahık olur. Meselâ bir müslümân (Allâh korusun) mürted olursa, evvelâ tevbe etmesi istenir ve varsa şübheleri giderilir. Eğer kabûl etmeyib küfründe inâd ederse, îdâm cezâsı verilir. Bu, ikrâh (zorlama) değil, bir cezâdır.

Bir müslümanın, bir farzı yerine getirmediğinde, kendisine bunun müeyyidesini hatırlatan bir diğer müslüman kardeşini: Dînde zorlama yokdur” cevabı ile susdurmaya çalışmasının ne kadar yanlış olduğunu bu âyetin tefsirinden anlıyoruz……..Kelâm-ı Kadîm’de geçen had cezaları ve fıkıh kitâblarımızda yerlerini almış bulunan ta’zîr cezâları aslâ “ikrâh (zorlama)” değildir.

Nitekim, birisine zorlama ve baskı ile getirtilen imân, yapdırılan ibâdet, kıldırılan namaz, tutdurulan oruç, v.s. Allâh’ın indinde kabûl görmüyor. Çünki kul bunu, kalben râzı olmadığı halde, dışarıdan başka birisinin ikrâhıyle (zorlaması ve baskısıyla) yapmışdır. Bu sebebe binâen, zorla yapılan bu işden hiçbir kazancı yokdur. Mes’ûliyyet, ikrâh edenin (zorlayanın) olur, mükrehin (zorlananın) olmaz. 

“Fakat ikrahsız yapılmış olan küfr ü zulmün, fısk u ısyânın bi’l-ihtiyâr kazanılmış bir fiil-i mükteseb olduğunda da şübhe yokdur. Ve artık bu yapıldıkdan sonra onun netîce-i lâzımesi olan ceza ve ıkâb da fâilinin kendi kazancı, kendi bir istihkâkıdır ki, bunda ma’nâ-yı cebr u ikrâh tasavvur olunmaz, o, kendi kendine zulmetmiş olur. Allâhu Teâlâ ise kemâl-i rahmetinden kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulm u tecâvüz etmelerine râzı olmadığından, onları korumak içün hudûdlar ta’yîn etmiş, dîn ve ahkâmını bildirmiş “lâ ikrâhe fi’d-dîn” buyurmuşdur.” [bkz: Elmalılı tefsîri c:1 sh:862]

Hulâsa yukarıda iktibas etdiğimiz ilmî satırlar da nazar-ı dikkate alınacak olursa, “Gayr-i müslimlere ikrâh (baskı, cebir, zorlama) yok, ama müslümanlar zorlanır!” demek, mesnetsiz ve hevesâta âid, hiçbir kıymeti olmayan, hatta idlâl edici bâtıl bir uydurmadır…

Bay Eygi devam ediyor:

“Bütün bu olumsuzluklar konusunda ümitsiz, karamsar olmamalıyız. Allahtan ümit kesilmez.
Lakin, nasıl çalışmak, hizmet etmek gerekiyorsa öyle çalışmalıyız.
Müslüman halkı uyarmalı, aydınlatmalı, bilgilendirmeli, hazırlamalı, eğitmeliyiz.”

Ancak bu işler, çalakalem yazıb sıkarak ve her gün bir çam devirerek değil; Osmanlı ulemâsının eserlerine bağlılık ve ilmî sadâkat çizgisinde olursa tahakkuk eder…

Deniyor ki:

“Bunu yapabilmek için Ümmet birliğini ve teşkilatını kurmalı, başına ehliyetli ve taqvalı bir İmam veya Emîr getirmeli, ona biat ve itaat edilmeli, uygun bir plan ve program yapılmalıdır.”

Kim yapacak bunu?. “Tatlısu ve tuzlusu müslümanları!”

 “Yığınlar”, Pensilvanya’da veya Kıbrıs’da elele verib Şevket Bey’e “emrin olur!” diyecekler; ve bunu da der’akab ifâ ederek ve çıkmaz ayın son Çarşamba günü, akşam namazından sonra tekmil vererek yerine getirecekler!. Nasıl olsa “muhâli kemirib muhallebi kaşıklıyarak” işleri halleden münevver ve muharrirlerimiz sebil! Nice “Mehdi ve ehdi!” sürüleri ile “kutub ve ekvator” imparatorları da bu işe iştirâk etdiler mi, “ehliyetli ve takvâlı bir imâm-ı kebîr veya emîr-i müdîr” başa geçer, inşallah maşaallah!

Şeyhülislâm Merhûm’un “dârü’l-azâb”, Müfessir Merhûm’un “dârü’l-ikrâh” buyurduğu Dâr-ı harbde, mücerred “Allah irâdesini hakim kılmak kasdı ile bir araya gelerek, cemaatler ortaya çıkmadan!” böyle beyhûde ve ucuz ve hiçbir esasa dayanmayan boş laflarla zırt pırt ortaya çıkmak, çok gülünçdür…

Merhûm Müfessirimiz, buradaki tatbik ve usûl hattını, en umûmî çizgileriyle şöyle buyururlar:

“……evvelâ tevhîd-i kulûb, sâniyen tevhîd-i ef’âl, dîn-i hakkın a’zam-ı erkânındandır. “Ben kendi başıma münferiden dînimi îmânımı muhâfaza edebilirim” demek tehlükelidir. Kendi başına kalmak istiyen ferdlerin, îmân ve İslâm üzere hüsn-i hâtime ile gidebilmeleri meşkûk olur. Ferd, cebr ü tazyîk altında, herşeyini zâyi’ edebilir. ZÎRÂ YEDULLÂHİ MAAL CEMAAH’DIR.  Ve DÎNİN dünyâda en büyük feyzi de, bu cemaatin te’sîsindedir. Bunun içündür ki, cemaatlerini zâyi’ ve perîşân edenler, behemahal PERİŞÂN olurlar.” (Hakk Dîni, c:2, s:1153-54) 

“….cemaatle ibâdet etmek içün,cemaatin teşekkül etmiş olması lâzımdır. Halbuki cemaat, kuru bir kalabalık değil, rûh-i vâhidle hareket edebilen bir hey’et-i muntazama-yı vahdâniyye demekdir. Binâenaleyh cemaatin teşekkülü, bir rûh ve bir misâk-ı ictimâîye mütevakkıfdır. Mîsâk-ı ictimâî ise, henüz içinde bulunduğumuz akd ü mukâvele ile teşekkül edecekdir.” (c:1, s:110) 

“….Beyan olunduğu üzere, ÜMMET, öne düşen,fırâk-ı muhtelifeyi toplıyan metbû’ bir cemaat demekdir ki, hepsinin önünde de İMAM bulunur. Cemaatle kılınan namazlar, bu muntazam ve hayırhah tertîb-i ictimâînin tecelliyâtını ifâde eden, sûret-i mahsûsesidir. Bu sûretle hayra da’vet, emr-i bil’ma’rûf ve nehy-i anil’münker yapacak bir ümmet ve İMÂMET teşkili, ba’de’l- îmân, müslümanların İLK FARÎZA-YI DÎNİYYELERİDİR. Bu farîzayı edâ edebilen müslümanlardır ki, “ve ülâike hümül müflihûn” hükm-i celîli mu’cebince, felâh-ı kâmile mazhar olurlar. Aksi hâlde, “velâ temûtünne illâ ve entüm müslimûn” müeddâsı müşkîl ve belki müteazzîr olur.” (c:2, s:1154-55)

İslâm’daki cemaat mefhûmu ile ortaya konulacak ana esaslar, Müfessir Merhûm’un beyân buyurdukları gibi olunca, bugün “cemaat” adıyla piyasada ucuzun ucuzu ve bayağısı olarak boy gösteren; ve mutlak hedefi HAKK dîne hizmet etmek olacakken, tam tersine, bâtıllara, ecnebîlere, şehvet ve dünyâ menfaatlerine âlet olan o (cemaat) denilen nesnelerin, Allâh ve Rasûlü Aleyhisselâm’ın istediği ve emretdiği (cemaat) mefhûmuyla zerre kadar alâkası olamaz… Bir tarafdaki ne kadar rahmânî ve Şer’in ne kadar lâzım-ı gayr-ı mufârıkı ise, öte taraftakiler ise, o kadar şeytânî ve merdûd bilinmek mevkiindedir…

“Mü’min-i muvahhid olmak içün, ALLÂH’a îmandan evvel, küfre tevbe etmek ŞARTDIR. Bu tevbenin ŞARTI DA, TÂĞUTLARI ASLÂ TANIMAMAYA AZMEYLEMEKDİR.” (C:2, S:78)

Bazı hoca kılıklı şeytanlar ise, ehâliyi, “tâğûtları aslâ tanımamaya!” değil; tam tersine, onlara kul ve köle olmaya ta’lim etdirmektedir…

Artık apaçık anlaşılacakdır ki, (imâmet) mevzuunu, yalama etmeden, ayağa düşürmeden, oyuncağa çevirmeden, yevmî hâdiselerin ve popolitik anaforun malzemesi hâline getirmeden kaleme almak şartdır. Bir taraftan (muhal gösterib), onu, “yığınlara” kemirtmek üzere, ikide bir onların önüne atmak, abesle iştigâl olduğu gibi; diğer yandan da, “müslüman yığınlar” tabiriyle, müslüman olanla olmıyanı hiçbir hudud çizmeden biribirine katıb karıştırmak, ciddiyet ve ahlâk-ı islâmiyye ile kabil-i te’lîf edilemez…

Hadîs-i Şerîfler, “bey’at ve cemaat” emirlerini nasıl veriyorsa, öyle yaşanır ve öyle hareket edilir… Böyle amelî tatbikât, usûl ve çâre ortaya koymakdan son derece uzak, onu bir tarafdan şart, öte yandan (muhal) derecesine düşürerek, bağcı dövmekden ibâret bir kurnazlık ve mugalâta ile; ve dostlar alışverişde görsün kabilinden laf kalabalıkları ile onların zihinlerini bulandırmak, onları daha da pasifize eder ve salaklaştırır… Amelî bir kıymet ifâde etmiyen kupkuru ve yalap şalap lâf yığınları ile hiçbir yere varılamaz… 3 kişi de olsa, “azab ve ikrâh yurdu” demek olan darü’l-harbde nasıl yaşanacağı, nice hadîs-i şerîfler ve ümmetin hayat ve târîhiyle apaçık ortaya konulmuşdur…

Bay Eygi devam eder:

Zemahşerînin yanında benim ilim bakımından ismim okunmaz ama onun Ehl-i Sünnet ve Cemaate aykırı inanç ve görüşlerinin yanlış olduğunu ilmel yakîn bilirim.”

Bu kabil “bilirim” palavraları da bir işe yarasaydı, “İslâm dembokrasisi, İslâm Cumhûriyeti, İslâm burjuvazisi, İslâm komünleri!” gibi ucûbe nesnelerin îmân-ı şer’î karşısında (câiz) olamıyacağı ve bunların propagandasının yapılamıyacağı bilinir; ve millet de, “ehl-i sünnet ve’l-cemaate aykırı inanç ve görüş ve yanlışlarla” idlâl edilmemiş olurdu!

“Tarihçi değilim ama yakın tarihimizde yalancı, sahte, ideolojik bir tarih uydurulduğunu, birtakım ideolojik mitolojik mavallar ve masallar düzüldüğünü bilir; bunların hangi konularda gerçek tarihe uymadığını özet olarak anlatabilirim.”

Hadi canım sen de!. Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin “Hılâfetine şeytan bile güler!” buyurduğu, ve paşanın ta’yîn etdiği Abdülmecid Efendi’yi zırt pırt 1924’e kadar “Halife!” diye takdim eden bir adamın, “târihi maval ve masalları” tefrik edebilecek tâkatı mı olurmuş!

Edebiyatçı değilim. Lakin, Muallim Naci denilince onun mezar taşına hâkkedilmiş şu beytini hatırlayacak kadar bir nebzecik edebî kültürüm vardır ve bunun yetersiz olduğunu müdrikim.
Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir / Bir nefes Tevhidden ayrılmadım Allah bir.

Muallim Naci gibi nicelerinin iç yüzünü de bilmiyenlerin, edebiyat kültür ve kütürtüsü onların olsun!

“En sağlam bilgi ve kültürüm özet de olsa ilmihal sahasındadır. Ehl-i Sünnet ilmihalini bilirim, Ehl-i Sünneti müdafaa, ehl-i bid’ati tenkit ederim.”

Güldürmeyin beyler, masonluğu müseccel “D.mirel müslümandır!” diye yazılar neşreden; ve ömrü Şerîat’a reddiye ile geçen “Bo.lamış A.eş”in arkasından “rahmetler ve müslümanlıklar gönderen” ve İngiltere’deki müslümanların, “İngiliz Kraliyetine itaatlerinin lâzım geldiği!” gibi bâtıl ve uydurma, hevâ ve heves markalı fetvâlar (!) savuran bir adamın, “ilmihâl ve ehl-i sünnet avukatlığı ve ehl-i bid’at münekkidliği” de nasıl bir nesne ise, alıcısı ve meraklısına havâle… Ekranlara çıkan bazı i’tikad müflis ve süflîsi iğrenç karıları, öve öve bitiremiyen ve alenen tebrîk ederek reklâma yeltenen, hatta  göklere çıkaran bu kabil adamlar, ehl-i sünneti müdâfaa değil, ancak mülâtama ederler, karşılıklı tokat atmalara meydan açarlar!

Hele şu ibâre de, mostralık:

“Bin yıllık millî ve İslamî alfabemizle yazılmış, basılmış (lisanı pek çetrefil olmayan) kitapları ve evrakı okuyabilirim ama bu konuda derin ve engin kültür ve uzmanlığa sahip değilim.” 

Kendisini bu kadar ilerilerde ve yükseklerde (âcizâne ve fâkîrâne ve garîbâne de olsa) gören bir zât-ı şerîf, nasıl oluyor da “Bin yıllık millî ve islâmî alfabemizle yazılmış, basılmış kitab ve evrâkları okuyabildiğinden” bahsedebiliyor, küçük dilimizi yutduk doğrusu!. Çünki biz de biliyoruz ki, tam 1000 yıldır, 1928’e kadar, bizde, alfabe denen antik yunan gâvurunun “alfa-beta”ları ile, ne basılmış ve ne de yazılmış bir tek kitâb veya matbua vardır! 1928’e kadar bizde millî ve islâmî bir (alfabe) bulunmamaktadır…

AL-FA-BE  DE-ĞİL, E-LİF-BA…

Bu târihe kadar Müslüman kavimlerin ve Müslüman Oğuz Türklerinin elinde de, (ALFABE) diye bir maskaralık yokdur…

İçine (ed.rim) o (Alfa-beta-gama) deyenin de, denenin de…

Bütün bakiyye-i Ümmet-i Mu…….d, 15 asırdır (ELİFBÂ) ile okuyub yazmakda ve kitâbet eylemektedir…

E L İ F B Â…

Bayımızın dedesi, atası, soyu, sülâlesi, silsilesi, 1000 senedir, “Elifbâ” mı demiş; yoksa, yunan hançeresindeki (Alfabeta) ile mi yaşamışdır?

Yâ Rabb, bizi şaşırtma!

Alfa-beta’lı “alfa-be” denen uydurmalar, böyle bilgin ve üstün ve ehl-i sünnet büyüğü pek meşhur zevât-ı kirâmın kaleminden dökülünce, “keşke alfabe demesen ve (ELİFBÂ) desen de, kitâb mitab ve evrâk mevrak okuyamaz olsan!” diyeceğimiz geliyor!

Binlerce kilometre râkımlı çok yükseklerden, arza kuşbakışı   bakınca, bu kabil incelikler ve temeller artık göze görünmez oluyor zâhir!.

“Fransızcam fena değildir. Türkçeden çok Fransızca okurum. Senede bir saat bile bir Fransız ile Fransızca konuşamadığım için mükalemem zayıftır.
Sokrates bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir demiş.
Önemli olan hususun abur cubur bir yığın şeyi bilmek değil; doğru, sağlam, faydalı, lüzumlu, zaruri şeyleri yeteri kadar bilmek olduğunu bilirim.”

“Senede bir saatçik bile kabuklu bir Fransız gâvuru ile gâvurca konuşamadığı!” içün, neredeyse kâreler bağlıyacak ehl-i sünnet müdâfiine ne denir?. “Türkçe’den çok Fransızca okurum” diye şecaat arzedenler, Ehl-i Sünnet müdâfii olmakda samîmi iseler, fetvâya bakarlar!. Meselâ, “Acebâ Ebussuud Efendi Rahmetullâhi Aleyh Hazretleri bu hususda ne buyurmuş” der; ve, nefs ü hevâ ve hevesiyle dünyânın önüne çıkıb ehâliye nefsâniyyetinin reklâmını yapmaz!

Sual aynen şu:

MES’ELE: “Zeyd-i müslim, kâfir dilince zarûretsiz tekellüm eylese, şer’an nikâhına zarar olur mu?”

EL CEVÂB: ???

Cevabı yazmıyacağız! “Zarârı mahz mıdır, küfrüne hükmolunur mu, avredi tefrîk olunmaz mı, ta’zîr-i şedîd ile men ü zecr olunur” mu, meraklıları cevâbı arasın ve bulsun!.

Alamanya ve İngiltere’de öyle eşşekler gördük ki, gâvur lisanı öğrenmek içün, kenefde, taamda ve yatakda ve bilmem nerde bile, kulaklarında âlet, ceplerinde teyp veya radyo, beyinlerine gâvurca doldurmak içün neredeyse vaz’-ı hamleder gibi ıkınıyorlardı!. Sanki zarûrât-ı dîniyyeden bir farzın, vecd içinde edâsı üzrelerdi!. Lâkin, ileri, sahih, yüksek, derin müslümanlık iddia etdikleri halde, sabah namazı vakti ise, eşşek gibi yataklarında şey hâlindelerdi!.. Bunlara destek verici ve körükleyici her beyân, merdûddur ve cehâlet ve dalâlet eseridir…

Kadîm Yunan’ın gayr-i müslimlerinden Sokrat Arkadaş “hiçbir şey bilmiyorum!” derse desin, zemânemiz müslümanı Şevket Arkadaş ise; “doğru, sağlam, faydalı, lüzumlu ve zaruri şeyleri yeteri kadar bilirim!” diyor; ve bunu da yıllardır yazdıkları ve bu yazımızda ele aldığımız (bildikleri) ile de, son derece güzel, isbât etmiş bulunuyorlar!!!

Ehl-i Sünnet Müdâfii arkadaş, kendisini resmetmeye devam ediyor:

“Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) Ya Rabbi faydasız ilimden sana sığınırım buyurmuştur.
Muhterem beyefendi!.. Rahat ve müsterih olunuz. Ben gerçekten çok kültürlü, çok bilgili, çok faziletli bir kimse değilim ve bunu itiraf ediyorum.
Sadece bilgi boyutunda değil, aksiyon (ahlak ve fazilet) boyutunda yüksek bir kişi değilim.
İlk çağ büyüklerinden Süleyman Daranî hazretleri ne demiş? “Bütün dünya halkı beni kötülemek konusunda bir araya gelseler, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler.”
Bendeniz de böyle söylerim ama arada önemli bir fark vardır. O, gerçekten çok büyük olduğu için, bendeniz ise çok küçük olduğum için böyle derim.”

Biz de böylece, “ben şuyum, bu kadar yükseklerde dolaşırım!” diyen; ve kendisini nice büyük feylezof ve velîlerle mukâyese eden bir büyüğü, kendi kaleminden ve çok daha iyi tanıma imkânı bulmuş oluyoruz… Tabii bir çok “boyut” ve “soyut” zikredilirken, işin “estetik boyut ve soyutu” unut olmuş ki, bu kadar kusur elbetde kâdı kızında da olur!

“Müslümanım ama iyi ve vasıflı Müslüman değilim.
“Bu herif kim oluyor?.. Bu adam kendini alim ve kültürlü mü sanıyor?.. Böyle yazılar yazması ne büyük cür’et, cesaret ve küstahlıktır!..” buyurmuşsunuz.

İşte itiraf ettim, alim ve kültürlü değilim dedim. Lütfen sinirlenmeyiniz, bozulmayınız, rahat ve müsterih olunuz.
Siz o kadar yükseksiniz ki, bu fakiri kale almak bile size yakışmaz.
Zat-ı âliniz bir vâdide, bendeniz başka bir vâdide…

Böyle büyük bir zât-ı şerîfe “bu herif” diye hıtâb eden “İstanbul terbiyesi görmemiş” keriz kimse, çok ayıp etmiş, bir de “küstahlık” isnâd etmiş, bir de üstüne üslük “sinirlenib bozulmuş, rahat ve itirâhati” kaçmaya yüz tutmuş, hele hele Şevket Beyi “kale almak” gibi yakışıksız bir halt da işlemiş!

Bu herif-i nâşerîf acaba kim ola?. Mutlaka bir “cemaat holiganı veya baronudur!.”

 Pensilvanya’ya yolu düşen, oralarda sorarsa, mutlaka bu herife rastgelebilir!

En doğrusu, o da bu da, “birer vâdide dolaşır olduklarına” göre, o adam, oraların vâdilerinde aranmalıdır!

Eğer o adam müslümansa, ona cebir, baskı, ikrâh ve zorlama da sonuna kadar serbest… Gâvursa, bunlar hafizenallâh aslâ câiz değildir!. Onları dâimâ HOŞ GÖRECEK, KÖR olacaksın!. Bir de, onlarla “diyalogsis” eyleyib, “tekellümlerindeki” gâvurcanın letâfetiyle mest olurken, harâb ve turâb dahî olmaya başlıyacaksın!

Mehmed Şevket Eygi Bey’in ehl-i sünnet ve sahih çizgideki fetvâsı böyle!

Netîcede iki taraf da, gâvur aşkında buluşmuş, örtüşmüş ve sulha kavuşmuş olur; ve bu güne kadarki homurtu ve horultuların bir halt etmediği de ortaya çıkmış bulunur!

Erbakan’ın (milligaz)etesine, gerçi bunlar yakışmıyor da değil hani!.

İlelebed düşmanlık adamı yorar!. Osmanlı çocuğu Erbakan bile, âhir ömründe, Osmanlı’nın asırlar boyunca canını yakan ve hep sırtından hançer yediği İran Şii cenâhını, Müteveffâ Humeyni’den tart almasına rağmen, nasıl bağrına basmak üzre ziyârete uçmuşdu!. Yürümeye mecâli olmadığı halde, şiileri, yurt dışına son ziyâreti olmak haysiyetiyle nasıl şereflendirmişdi!

Bayımız da, gâvur ve gâvurca sevgisini “ortak payda” eyliyerek, Pensilvanya’ya bir ziyâret uçusu yapar; ve işler düzeliverir!.

Hem, onca hastalık atlatan kadîm dosta, ölümlü dünyâda bir geçmiş olsun da denivermiş olur vesselâm…

(İntişârı: 27.10.2013)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir