(7) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik, Tasavvuf Mistisizmmiş!
12 Mart 2015
(9) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik “Asıl Cumhuriyetçi Benim!” Diyor…
4 Nisan 2015

Eygi Bey, yazdıklarını, musallâ taşında alınan “tezkiye-i meyyit” benzeri “tezkiye-i nefs” gibi bir vesîkaya dayandırıyor! Bunu, “devrin büyük

ŞEVKET EYGİ BEY’İN İCÂZETİ YOKSA DA, (İZNİ) VARMIŞ!
ÜSTELİK “ASIL CUMHURİYETÇİ BENİM!” DİYOR…
 

(8)

Mehemmed SAFFET

 

Eygi Bey, yazdıklarını, musallâ taşında alınan “tezkiye-i meyyit” benzeri “tezkiye-i nefs” gibi bir vesîkaya dayandırıyor! Bunu, “devrin büyük zatlarından birinden izin” olarak aldığını; ve artık yazdıklarının îmân, amel ve ahlâka ters olma ihtimalinin bulunamıyacağını; ve bir başka teşbihle de, “lâ yuhtî ve lâ yüs’el” bir makâm-ı rûhânîye müşâbih bir yerlere terfi’ etdiğini şu satırları ile gözlere sokuyor demişdik:

“DİNÎ konularda Ehl-i Sünnet  akaid ve ilmihal kitaplarında mevcut olan, İslam’ın iki kere iki, eder dört, temel ve tartışmasız  gerçeklerini sık sık yazıyor, hatırlatıyorum. Bunları yazmak için icâzet sahibi olmak gerekmez. Kaldı ki, bendenizin son devrin büyük zatlarından birinden alınmış  bir iznim vardır. Kendisine otuz beş yıl kadar önce sormuştum: “Efendim, bu fakir haftalık gazetemde Müslümanları beş vakit namaza, farz namazları cemaatle kılmaya ve bunlar gibi dinî emirlere uymaya davet  ediyorum. Bu konuda bana izin var mıdır?..”  Olur, yazabilirsin demişlerdi…” 

1)Eygi Bey’in şu ifadesinden, bütün dînî mevzularda yazmıya ehliyet sâhibi olduğunu anlamamak mükin de değil:

“Efendim, bu fakir haftalık gazetemde Müslümanları beş vakit namaza, farz namazları cemaatle kılmaya ve bunlar gibi dinî emirlere uymaya davet  ediyorum. Bu konuda bana izin var mıdır?..”  Olur, yazabilirsin demişlerdi…”

Dikkat edilirse:

“BUNLAR GİBİ DÎNÎ EMİRLER…”

Hâl böyle olunca da, artık yazılamıyacak hiçbir mevzu’ kalmamış olmakda; ve ne kadar farz ve haramlar varsa, bunların taallûk etdiği butün ahkâm-ı şer’iyyenin kapısı aralanmış ve hatta açılmış olmaktadır!

2)Bir müslümanın kendisine en büyük FARZ olan “dinini müdafaa vazifesini îfâ etmesi”, (BİZDEN: Hele de T.C. gibi Hanefî fıkhında dâr-ı HARB olduğu zerre kadar şübheye mahal bırakmıyan bir noktada) ve İslâmiyyet’e uyulması içün yazı yazıb neşriyat yapması, “büyük bir zatın iznine” mi tâbi’dir?! Eğer böyle bir “izin” alınmadan yazı yazmak câiz değil ise, bu iznin çıkdığı andan yıllarca geriye doğru gidildiğinde, Eygi Bey, yapdığı neşriyât ve yazdığı yazılar içün, neden “izin” almamışdır?.

3)Böyle bir İZİN şartsa ve Eygi Bey’in de geçmişinde bunlardan haberi yok idi ise, o “son devrin büyük zatlarından birisi” dediği zât, neden, o evvel zaman içinde Eygi Beye:

 “Evlat! Sen çalakalem ve sellemehüsselâm, kafadan, abuk sabuk yazıyorsun; ammâ, bunun câiz olması içün benden İZİN alman lâzım, yoksa yazdıklarından sîgaya çekilir, azab-ı elîme dûçâr olursun!”

Dememişdir?. Mâdem böyle bir ŞART var ise, bunları demeli değil miydi?

4)Bu iş içün böyle bir ŞART aransaydı, o Merhûm Muhammed Zâhit Efendi Hazretlerinin bu ikâzı yapmaması, zât-ı âlîlerini mes’ûl etmez miydi?. Müşârünileyh Hazretleri’nin ziyâret, va’z ve sohbetlerine bizler de senelerce katıldığımız halde, bu “şart” mes’elesini bizlere dahî ihtâr buyurmaları (lâzım) gelmez miydi?. Böyle bir (şart veya lâzıme var ise) onu yerine getirmemek, Merhûm Hocaefendi’nin ma’nevî nüfûz ve şahsiyeti noktasından ele alındığında, büyük bir (nakîsa teşkîl) ederek, Merhûm’u küçültmez mi?. “Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker farîzası” üzerinde pek hassâsiyetle durduğu bütün tanıyanlarına ma’lum bulunan Merhûm’u, bu hâllere düşürmiye Eygi Bey sâhib-i salâhiyyet midir; ve buna nereden, nasıl ve ne kadar HAKK sâhibi olmaktadır???

5)15 asırlık ulemâ-yı İslâmiyye arasında, “asıl cumhûriyetçi benim” diyen bir tek aklı başında adam varsa, o kimdir?. Cumhûriyet (republique) denen devlet şeklinin, 1789’daki Fransız ateistleri eliyle tahakkuk etdirilen ihtilâlden sonra dünyâya ihrâc edildiğini bilmiyen de var mıdır?!. Republique denen rejime (düzene) göre bir ülkedeki müslim ve gayr-i müslim bütün insanlar “vatandaş” yaftası altında gûyâ eşit değil midir?. Ve devletin idârecileri, bu her çeşit inanç ve inançsızlık, ahlâk ve ahlâksızlık içindeki o vatandaşların eşit (!) oyları (reyleri) ile seçilerek parlamentoyu yani (teşrî’ organını) teşkîl etmiyorlar mı?!. Müslümanın te’sîs etmekle mükellef bulunduğu devletin, mücerred müslüman (idâreciler ve ehl-i hâl ve’l-akd) tarafından yürütülmesi ve müslümanın da ancak bunların (velâyeti) altında bulunması, zarûrât-ı dîniyye îcâbı değil midir?. Müslümanların, müslüman olmıyanların (velâyeti) altında yaşamaları câiz midir?. Cumhûriyet (republique), Elmalılı Merhûm’un ta’bîriyle,  “imtiyâz-ı rubûbiyyete de sâhib kılınan” adamların, beşerî ve şeytanî hevâ ve hevesleri ile yapacakları kânunlarını yani o nların irâde ve hâkimiyyetlerini, “tanrı” yerine koyarak meydana getirecekleri bir idâre şekli değil midir?. Orada, İslâm edille-i erbaasına göre teşri’de bulunmak sûret-i kat’iyyede memnû’ olunca, “müslümanlar” da, (oyları) ile böyle bir rejimi, zorla ve alıştırıla alıştırıla benimsemenin içine sokulmuş olmıyacaklar mıdır?!. Onlar, böylece, Allâh’a âid “irâde ve hâkimiyyeti” ta’kib îmânından uzaklaştırılırken; ve bu karakterdeki düzenleri, kendi düzenleri olarak kabul eder hâle getirilirlerken, bunun adı, “din ve vicdan” hürriyeti denen şeytanlaştırma fırıldakları olmıyacak mıdır?!. Dolayısıyla ehlîleştirilerek, 15 asırlık (hılâfet) denilen vahye müstenid devlet şeklini artık rüyâlarında bile göremez olurlarken; “republique” lokomatifi arkasında teneke vagonlara inkilâp etmiş bulunmıyacaklar mıdır!. Şimendöferin dumanlarını savurmasını seyrede seyrede de, nâr-ı cahîme doğru yol almıyacaklar mıdır?!. Ve “durmak yok, yola devam!” vecîzelerini sık sık dinler olunca, tatlı tatlı “sekülerleştiren” hayâllere dalarak; ve sevinç çığlıkları da atarak, menzil-i maksûda doğru deliler gibi coşub seğirtmiyecekler midir?!..

6)Eygi Bey, Müfessir Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin : “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı Ruhbandan parlömanlara geçmişdir” ifâdesi ile anlatılan bu en temel ve bâriz karekterin dışında, bir başka cumhuriyet statü, yapı ve keyfiyetine cihân tarihinin neresinde ve ne kadar rastlamışsa, bunu ortaya koymanın îmân ve nâmus borcu altında değil midir!. Mitolojik manzaralar çizib, olmıyanları veya olması muhâl olanları olabilecekmiş gibi göstererek; veya bütün insanî vasıfları bir hayvan veya hayduda geçirerek, olmıyanı var gösterme kataküllileri ile milleti saptırmak, islâmî ve ahlâkî midir, bunu sorma hakkımız doğmıyacak mıdır?!. Yoksa, şer’an gayr-i meşrû’ her hangi bir beşerî rejime şirinlik muskası takarak hakikatleri çarpık çurpuk etmesiyle; ve “bunlar iki kere iki dört edercesine ortadadır” diyerek yazdıklarını (bedâhet derecesinde DOĞRU, lâtince gâvurcasıyla da aksiyommuş gibi) göstermiye kalkışması,  gadab-ı ilâhîyi celb ile, Merhûm Muhammed Zâhid Efendi Hazretlerini de kabrinde muazzeb ederse; kendisi de dücihan, bu hılâf-ı hakîkat beyanların altından kolayca sıyrılabilecek midir?!. Müctehid imamlar bile böyle bir (doğruluk) iddiasıyla ictihadlarda bulunmamışlar; ve, “bizim doğrularımız iki kere iki eder dört, derecesinde bedâhaten ortadadır” demekden edeb ve hazer etmişlerken…

7) “Asıl cumhuriyetçi benim” derken, öte yandan da, “asıl imâm-ı kebirci=hılâfetçi benim” dercesine pek sık yazıb çizilir ve tenâkuzların bulamaçlarına batılırsa, bu iki ifâdenin birisiyle mutlaka (takıyye) yapıldığına hükmedilmez mi? Böyle bir (iki yüzlülük), hangi mahlûk üzerinde yakışarak durabilir?!

Şu aşağıdaki ibâreler tekrar ve dikkatle teemmül edilirse, ne kadar ciddiyetden uzak oldukları hemen anlaşılacakdır:

“DİNÎ konularda Ehl-i Sünnet  akaid ve ilmihal kitaplarında mevcut olan, İslam’ın iki kere iki, eder dört, temel ve tartışmasız  gerçeklerini sık sık yazıyor, hatırlatıyorum. Bunları yazmak için icâzet sahibi olmak gerekmez. Kaldı ki, bendenizin son devrin büyük zatlarından birinden alınmış  bir iznim vardır. Kendisine otuz beş yıl kadar önce sormuştum : “Efendim, bu fakir haftalık gazetemde Müslümanları beş vakit namaza, farz namazları cemaatle kılmaya ve bunlar gibi dinî emirlere uymaya davet  ediyorum. Bu konuda bana izin var mıdır?..”  Olur, yazabilirsin demişlerdi…”

8) “Benim iznin var, benim her yazdığım dinî mes’ele doğrudur, hatta benim yazdıklarım içün icazetli din âlimi olmıya da lüzum yok” demek, “Benim bu hususlarda hiçbir ihtisâsım olmadığı halde ben istediğimi istediğim gibi yazarım, benim teşriî masuniyyetim var, ben lâ yuhtî ve lâ yüs’elim!” demek gibi bir manzara ortaya diker ki, bu, Aziz Dînimizin keyfe mâ yeşâ’ mıncıklanmasına kadar giden pek çirkin bir keyfiyet demekdir!. “Herkese memnû’ olan, bana mubah veya emirdir” de denmiş olur!

35 sene evvel irtihâl-i dâr-ı bekâ eyliyen büyükleri böylesine kullanmak ve bunu da “tribünlere oynamak” içün irtikâb etmek, hayra alâmet olamaz; ve bunun vebâli de büyük olur!

9) Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne kadar, “cumhûriyet” denen bir rejimi, böyle “sübhânî” imiş gibi göklere çıkaran, (hâşâ) bir tek peygamber gelmiş midir? Hiçbir peygamberden, “cumhûriyeti” emir veya tavsiye eden (hâşâ) bir tek kelime sâdır olmuş mudur?

10)Eygi Beyin “dînî mevzularda” yazması içün kendisine “izin” verdiğini iddia etdiği Merhûm Muhammed Zâhid Efendi Hazretleri, ömründe “asıl cumhûriyetçi benim” gibi ğuluvva müeddî bir tek kelâm etmiş midir; veya “cumhuriyetçiyim” gibi gayr-i meşrû’ bir zırvayı, nerede, ne zaman ağzının kenârına veya dilinin ucuna almışdır? (Hâşâ)… Eygi Bey, kendisini nisbet etdiği zevât-ı kirâmın hiç ağzından çıkmıyan bir takım haçlı imâlâtı ve onlardan idhâl elfâz-ı kerîhe ve kabîha kabilinden lâf u güzâfı, hangi cesâret ve cür’etle ve o “izne” istinâd ederek cihâna medh ü senâ ve i’lân edebilmektedir?. Bu, o Zevât-ı Kirâma bağlılık, onların izinde olmak, onlara ihtirâm ve ta’zîmde bulunmak gibi iddialarla kâbil-i te’lîf edilebilecek soydan bir keyfiyet addedilebilir mi?

11) O  meşhur “izin” denen ve Eygi Beyîn yazdığı “dînî mevzuların” doğruluğuna “hüccet” olarak dünyaya i’lân etdiği şeyin, tahrîren veya takrîren oluşunun şâhidi de var mıdır?. Böyle bir “şehâdetin”, Şer-i Şerîf indindeki makbûliyyet derecesi de varsa, nedir?

12) Her müslüman, ma’lûmâtı ve iktidârı nisbetinde, “dinîni” gerek şifâhî ve gerek tahrîri bir sûretde müdâfaa ile mükellef olduğu cihetle, “böyle zikri geçen bir “izin” ile bu mükellefiyetini yerine getirecekdir” diye, hangi kitabında, hangi DÎN büyüğünden birtek satır bize intikâl etmişdir; böyle bir (nakil) varsa, bu satırların me’hazı da derhâl beyân edilmeli; ve bizler de, böyyük bir vebâl, mes’ûliyyet, haddi tecâvüz ve dînimize ihânet içinde bırakılmamalı değil miyiz?! Eygi Bey, dînîni müdâfaa vazîfesi veya mecbûriyyetinde kalıp da, böyle “izinsiz” yazı yazmıyan veya “izinli” yazı yazan, hangi muharrir ve müellife veya hutebâya, nerede ve ne zaman müsâdif olmuşdur?

13) Eygi Bey, “Asıl cumhûriyetçi benim” deyince, bir takım (gâv..lar), “Hah, Eygi ile cumhuriyet gibi pek büyük ve esaslı bir mes’elede müşterek PAYDAMIZ var” deyip, memnûn ve mütehassis olsunlar  diye mi böyle gayr-i meşrû’ acib lâflar edilmektedir? Ve, “işte müslüman dediğin böyle Eygi gibi olmalı, Freng keferesinden idhâl (republique) gibi asrîliğe (çağdaşlığa) serfürû etmelidir; hılâfet gibi modası geçmiş (!) geri ve köhemiş bir müessiseyi yıkmakda ne kadar haklıymışız, artık bunu, geri kafalıların  en öndeki mücâhid (!) ve çilekeş ileri gelenleri bile i’tirâf edib kabullenir oldular!” desinler diye, böyle “tribünlere oynamak”, çalım yapa yapa top koşturub kendi kalesine “goooool!” sallamak, çok fazîletli, çok ahlâklı, çok şerefli, çok nâmuslu, çok sevaplı, çook dindâr ve çok “imâm-ı kebirci” de olmanın, acebâ hangi tür HALT edilişi (karıştırılışı) olarak, ebediyyen alna nakşedilen “zıyâlı” bir “cumhuriyet nişanı” olacakdır?!.

14) (21.3.2014) tarih-i efrencîsinde bir gazetede “Allâh’ın sınırlarını çiğniyenler helâk olur” cümlesi ile doğruyu da yazan Eygi Bey, acebâ “asıl cümhuriyetçi bendenizim” dediği zaman mı “Allah Azze ve Celle’nin sınırlarını çiğnemişdir”; yoksa, sık sık “imam-ı kebirciyim, hılâfetçiyim” dediği zaman da, (HELÂKI) mu’cib bir “kelâm-ı guluvv” irtikâb etmiş olur mu?.

Beşerî nefs ü akıldan neşet etmiyen “cumhuriyet” nasıl muhalse; vahy-i ilâhîden doğmıyan “hılâfet” de aynen öyle muhaldir. Bu i’tibarladır ki, bu ikisi, biribiri karşısında “ictimâ-ı zıddeyn” olarak muhâli teşkîl ederler. Zerre kadar islâmî akla sâhib bir insanın bu iki zıddı te’lîf etmiye kalkması sapık bir zorlama olur…

15) “Ben, bütün güzellik , doğruluk ve iyilikleri son haddine kadar üzerinde taşıyan cumhuriyet içün (cumhuriyetçiyim) dedim” demek de, beş para etmez!. Zirâ öyle menşei beşer akl ü nefsi olan “sübhânî” bir cumhûriyet, Âdem Aleyhisselâm’dan beri vâkıada olmadığı gibi, hiçbir peygamberin dilinden de çıkmamışdır!. Allâh’ın Sevgilisinden (Aleyhisselâm)dan sonraki ümmet arasında da, “cumhûriyet” diye bir mefhûm bulmak mümkin değildir. “Hulefâ-yı Râşîdîn” zamanına “cumhûrî” diyerek “ehl-i hâl ve’l-akdin” cumhûrunu kasdetmek meş’rû’ ise de, buna, beşerîliği lâzım-ı gayr-i mufârık olarak taşıyan “cumhûriyet=republique” ma’nâsı yüklemek, bir yerlerden “okşanmak” istiyen veya hakîkatı yamultmak peşinde olan nevzuhurların planları i’câbıdır demek lâzım gelir… 15 asırdır, adı üzerinde “Hulefâ-yı Râşidîn” denilen bir idâreyi “cumhuriyet” olarak tavsife sa’y etmek,  cehlin veya hıyânetin bir netîcesidir… Bin dereden su getirib bunun aksıni zorlamalarla beyân edenler resmî hüviyetli mahlûklar olunca, bunun biricik ifâdesi, “dîni, yahudi usûlleri ile tahrîf peşindeki müfsidler” demek olabilir… Gerek lugâvî ve gerek ıstılâhî ma’nâsıyla böyle bir mefhûmdan, 14 asırlık (Son Şerîat) devri içinde aklı başında hiçbir âlim veya kimse bahsetmemişken; ve bu, 1789 ateizmasının Freng ihtilâliyle dünyâ ruznâmesine oturmuşken; ve oradan da dünyâya ihrâc edilmişken, bunların aksini iddia etmek, aklen de, naklen de, hatta tab’an bile muhaldir!.

 16) Bir de, Allâh Azze’nin, “Hakk’ı bâtılla telbîs etmeyin (bulamayın)” emri ne olacak?. Bu “bulamanın”, küfre müeddî bir guluvv (aşırıya sapma) olduğu, bu emrin tefsîrine bakılırsa kolayca görülecekdir. Hollanda’da üniversite işletmiş Pırasasör A. Akgündüz gibi hangi cins nurcu olduğu mechul adamın: “Ben cumhuriyetle hılâfetin beraber yürütülebileceğine inananlardanım!” gibi bir (telbîs)le, akla ve dîne meydan okuması gibi hezeyanlar, o adamı da, Eygi Bey’i de kurtarabilecek midir?. Bu kabil zırvalarla yeni bir (luteryencilik) hortlatılıb, milletin başına, nevzuhûr ve nev’-i şahsına münhasır bir (tahrîfât) belâsı mı geçirilmek istenmektedir?. “Ehl-i Sünnet” diye durmadan yazı yazmaların altında, sûret-i hakkdan görünerek, böyle dolambaçlı katakülliler mi tezgâhlanmaktadır?

“Yakdı nice canlar o nezâketle tebessüm,

Şîrin dahî kasd etmesi câna gülerekdir!”

Mahkûm dünyâ müslümanlarının, (dâr-ı harbde)  sütden dili yanmışken, suyu üfliyerek içmelerinde bir beis de kalmamış görünüyor!

17) Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’dan da delillerimiz olmalıdır:

“….Firavne bir Rasûl gönderdiğimiz gibi-O Mûsâ Aleyhisselâm idi. Bu teşbihde üç ma’nâ vardır:

………………………………….

İKİNCİSİ: O vakit MEKKE CUMHURİYETİNİ idâre eden MÜŞRİKLERİN, Fir’avn gibi ZULÜM VE İSTİBDADLARINA İŞÂRETDİR.” (1936 tab’, c:8, s:5435)

Hiç kimse, öyle ütopik, (dünyâya gelmesi muhâl) olan cumhuriyetlerden bahsederek, (sûret-i hakkdan görünerek) kafa karıştırmıya yeltenmesin; ve aslını inkâr edenler gibi de târihi  inkâr etmesin!. Böyle zırva ve ayıblar, bir müslümana değil, bir gayr-i müslime bile aslâ yakışmıyan lâübâlilikdir; din ve îmânla da istihzâ etmek, ta’bîr-i âmiyânesi ile “dalga geçmek” ma’nâsına gelir!. Hiç kimse “ehl-i sünnetim, imâm-ı kebirciyim” gibi lâflar sıkarak bunların hakîkatine sâhib olamaz!. “Ayînesi işdir kişinin” ve bunun dışındaki beyanlar gözküllemekdir. Herkes bildiğini doğru ise neşretsin, bilmiyorsa sussun; ve bilen ulemânın kitâblarına mürâcaat etsin!.

18) Bu DÎN-İ CELÎL-İ İSLÂM, kimsenin babasının malı değil, Allâh Sevgilisinin (Aleyhissalât ü Ve’s-selâm Efendimiz Hazretlerinin) MÜSLÜMANLARA EN BÜYÜK EMÂNETİDİR. Bu emânet bize gelinceye kadar, milyarları bulan müslüman can vermiş ve kan dökmüş, ŞEHİD VE GÂZÎ OLMUŞ; nice hânümanlar yıkılmış, nice allâmeler başlarında sarıkları ile ipe çekilmiş; 500.000 müslüman katledilmiş; nice millet evlâdı öksüz ve dul kalmışdır!. Toprak altındakiler de dâhil, bütün bu milyarların “Âh ü enîn” etmesi, kimseye hayır getirmez, bil’akis, encâmının perişân olmasına sebeb olur!

“Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatım” demenin birinci ŞARTI, ulemâ-yı ehl-i sünneti delil ve hüccet bilib ta’kib etmekdir. Yoksa herkes “iznim” var diyerek kendisini modern ve mekteb-i mülkiyeci veya   (Galatasaraylı) “müftü” yerine koyar da sıkarsa, ortada işte bugünki gibi DİB’çinin, ilâhyapyatçının, gazete yazar çizerinin, Pensilvanyalı imam karikatürlerinin, cübbeli şalvarlı şarlatanların, ekran şeytanlarının lâf u güzâf kalabalığı ve zırvaları kalır; ve bunlar da “din zannedilir”; ve rezil bir hâle ve çukura düşülür!

19) Cumhuriyet denen kadîm Yunan akıl ifrâzâtının nerelerden ve hangi şeytanlıklardan süzülerek bugünlere geldiğini ehlinin kaleminden (aynı tefsirden) görmiye ve kalb ve gözlerimizi açarak okumıya devam edelim:

“……(Felyed’u nâdiyeh) O vakit çağırsın o nâdiyesini-NÂDİ, halkın meşveret gibi, bir şey içün konuşmak üzere bir yere toplanmaları ma’nâsına NEDVE’den gelir. Nitekim, İslâm’dan evvel, Mekke’de Kureyşin toplandığı PARLÖMAN binasına “darünnedve” denilirdi. NÂDÎ, orada ve o gibi yerlerde toplanan hey’etdir ki, bezm, MECLİS, mahfil, kongre, PARLAMENTO ta’birleri gibidir. Yeni Türkçede bu kabil ictimâlara eski bir ta’bir ile KURULTAY denilmek şâyi’ olduğu içün “felyed’u nâdiyeh” çağırsın KURULTAYINI diye terceme olunmak, zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî’de rivâyet olunduğu üzere EBÛCEHİL, nâdîce ekseriyet kendisinin olduğunu söylediği cihetle, bu âyetle ona işâret olunmuş, şu cevab ile karşılanmışdır: (Sened’uzzebâniyeh) …………. bu zebânîlerin da’vetinden anlaşılır ki, o YALANCI, CÂNÎ NÂSİYE, CEHENNEME SÜRÜKLENECEKDİR. (KELLÂ) SAKIN-TAHZÎR ÜZERİNE TAHZÎRDİR. (LÂTÜTI’HU) ONA İTAAT ETME-ÖYLE MÜSTAĞNÎ, YALANCI, CÂNÎ, NAMAZDAN NEHYEDEN AZGINI DİNLEME, RABBINA İTAATLA OKUMAKDA SEBÂT EYLE…………” (1936 tab’, c:8, s. 5961-62)

Eygi Bey, (ütopiye=hülyâlara dalmadan ve tahrif ve telbîs çukuruna düşmeden) “kongresiz, küfürbazsız, amigosuz, fırıldaksız, şirksiz, nifaksız, parlamentosuz, iblissiz, kurultaysız ve şırıltaysız cumhuriyetini” dünyanın neresinde mer’iyyete geçirecekse, buyursun geçirsin, meydan onun!. Vâkıada “Ebûcehil’in bile cumhuriyeti” varmış da kimsenin haberi yok!. Eygi Bey’in ütopik “cumhuriyeti” ise nasıl yürüyecek, görmek isterdik!. Böyle cumhuriyet peşinde olanın, “imam-ı kebir veya imâmet ve hılâfet” deyişi de buna göredir!.

20) Alafranga Abdülmecid Efendinin 1924 martına kadar 1.5 senecik yaşatılan ve hükûmetli cumhûriyetle hükûmetsiz (!) ve “şer’an  câiz olmıyan hılâfetinin” izdivâcını pek medh ü senâ edişine bakılırsa, cumhuriyetle beraber hılâfet olabileceği zu’munda veya (ictihâdında) en doğrusu (teşehhîsinde) bulunduğu apaçık ortadadır!. Bu noktayı da, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin satırları ile ele alınca, ortada nasıl bir REZÂLET senaryosu işlemiş, nasibse görürüz!

21) Yukarıda ancak yüzde birini iktibâs etdiğimiz modern Ebûcehillerle alâkalı husûsî mevzuları, bu tefsir kadar, tâ 1936’lar gibi azgınlığın zirvesinde olunan bir devirde, yüreklice ve  dosdoğru hiç kimse yazamamış; ve gene modern nemrut ve fir’avnları da böylesine tefsir satırlarıyla şiddetle ve açıkca reddedememişdir. Bugün bile, piyasada nice ilâhiyâtçı ve DİB’çinin tefsir adı attında karalayıb piyasaya sürdüğü uydurma ve herzeler, modern Ebûcehillere yaltaklanma ve yalakalanmalarla doludur!. Hâl böyleyken, o hangi, cübbesi adının 10 metre önünde sürünen herifdir ki, “Elmalılı’ya falan meşhur ve çok yönlü paşa cebinden para vererek tefsir yazdırdı!” demiş ola; ve böylece o Büyük ve DÂHÎ Osmanlı müellif ve müfessirine (Rahmetullâhi Aleyh) yalan ve iftirâlarla ve hayâsızca kulaçlık dil uzata?!

Vay, beyinsiz ve ahlâksız, eyyamcı ve ekran budalası, şımarık ve hubb-ı câh dilencisi, oniki yüzlü soytarılar vay!

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 24.03.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir