“Orduya Hürmet”
25 Ağustos 2011
(1) Şevket Eygi’nin “İslâm Demokrasisi!”
9 Eylül 2011

Şevket Eygi Bey 24.8.11 tarihli ve “Câmilerde sandalye ve tabura fitne ve bid’atı” serlevhalı yazısında böyle bir fitne ve bid’atdan bahsediyor ki, bu

ŞEVKET BEY’İN “TEBRİK, SELÂM VE HÜRMETLER SUNUP ELLERİNDEN ÖPTÜĞÜ!” YER!

(1)

Mehemmed SAFFET

 

Şevket Eygi Bey 24.8.11 tarihli ve “Câmilerde sandalye ve tabura fitne ve bid’atı” serlevhalı yazısında böyle bir fitne ve bid’atdan bahsediyor ki, bu yazdığı çok doğrudur. Ancak yazısında bazı noktalara temas ederek bizim aslâ katılamıyacağımız çok garib fikirler de serdediyor. Okuyalım:

PROF. Osman Özsoy’un “Burası câmi mi, ortopedi servisi mi?” başlıklı yazısını (haber7.com) okudum… Bendeniz sona erdi sanıyordum, meğerse camilere kiliselerde olduğu gibi sıra/sandalye koyma fitnesi, dışarıdan tabure getirtme suretinde devam ediyormuş.

Bu işin kendi kendine olmadığını kesin şekilde bilmemiz gerekir.

Dinimizi değiştirmek, dinde yenilik yapmak, İslam’ı AB ve Feminizm standartlarına ayarlamak isteyen birtakım gizli, derin ve sinsi güçler mi yaptırıyor bu camilere sandalye doldurma işini?”

Bunda şübhe etmeyiz! Onlar isterler ama zor kullanacak halleri de aslâ olamaz. Bu isteklerine teşne şahsiyetsiz ve yalaka idâreciler ve sarıklı yamuklar gördüler mi, el oğuşturarak onları dümen sularında sürüklemeyi iyi becerirler! Hulâsa o “gizli, derin, sinsi!” denilen mahlûkâtın şehvetini, içerdeki kalpazanların omurgasız duruşu tetikler ve iştihalarını celbeder… Bu cürümlerin asıl mürtekibleri, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi içerdeki hoca kılıklı sarık ve cübbe altındaki resmî münâfıklardır!

“- Eskiden camilerde bugünkü gibi sandalyede namaz kılma yoktu. Sağlığı, secde etmesine mâni birkaç kişi oturarak kılardı. Sonra ne olduysa oldu, camilere sandalye, tabure, sıra doldurma modası, adeti ve furyası çıkartıldı.

 “- Diyanet’in muhterem fetva heyeti buna karşı çıkmasaydı belki de bugün camilerin arka mekanı kiliseler gibi sıralarla, sandalye ve taburelerle dolmuş olacaktı.”

Yaşasın, camileri kiliselikden ve haçlı seferlerinden kurtaran mücâhid Salâhaddin’in DİB denen orduları!!!

Bu paragrafıyla Diyânet denen yeri bir güzel tezkiye ederek orayı müslümanlar nezdinde yüceltip reklâm ediyor. Şevket Bey “Diyânetin muhterem fetva heyeti” diyerek, oranın, sanki “fetvâ” veren bir heyete sahib olduğunu küre-i arz yuvarlağına duyuruyor!

 Fetvâ nere DİB nere birâderim?! El insâf…

“- Namazlar, sandalye ve tabureler üzerinde kilise gâvurları gibi oturaklar üzerinde kılınmaz, biz müslümanız, bu güne kadar böyle soytarılık görülmedi, açın ilmihal ve fıkıh kitablarını okuyun, ya ayakda, ya oturarak yahut da yatarak namazlar kılınır!” demek, fetvâ mı olacak! Bunu, sıradan her müslüman söyler! Uyduruk ve DİB mahsülü olmayan her ilmihalde “hastaların namazı” bablarında bunlar 15 asırdır yazılmış durmuş!

 Şevket Bey “Diyânet İlmihali!” nâm uydurgaça da mı i’tibar ediyor yoksa? Açıp okursa, laik dembokratik bir dârı “emirul mü’mininin ahkâm-ı şer’iyyeyi tatbik eden idaresinde bir dâr olarak gösterip mes’eleleri de buna uydurarak izah etme ıkınışında bir reformizma çıkını olduğunu apaçık görebilir!

Tabii “tebrik, selam ve hürmetler sunup ellerinden öptüğüm muhteremlerin fetvâları doğrudur, öyleyse bu DİB ilmihâli de doğrudur!” gibi bir mantık yürütürse onu bilmeyiz!

 DİB denen yerin “fetvâsı!”

 Orası (DİB) yukarıda yazdığımız gibi demiş mi, diyebilmiş mi? Yoksa suyuna tirit yasak savma ve “tavşana kaç, tazıya tut!” kabilinden: “Hele başımızda dert çok, şimdilik bir de tabure, sandalye ve oturak zırıltısı çıkarmayın!” cinsinden mi demiş???

 Orası (DİB), sadaka-yı fıtır ilânına kadar zerre miktar şer’î bir mes’elede söz söyleyemez, keenlemyekündür! Çünki “biz, dinî değil, idârî bir birimiz!” diyor…

Yaaaa, işine, nerde, ne gelirse, ona göre münâfıkça dolaplar ve dolmalar! Oruç ayında oruçlu oruçlu yiyene…

O sizin DİB “muhteremleri!” aksini söyleyemezdi ki! Çünki Fıkıh ve ilmihaller 15 asırdır ortada! DİB, “sandalye ve tabureler üzerinde namaz kılınabilir!” deseydi, o zaman kuyruğuna nasıl teneke bağlanırdı bunu biliyor! Bu kabil müşahhas plandaki şeyler içün aleyhinde gürültü koparılmasını elbetde şimdilik ve birden istemez. O, îmânî ve usûle müteallık mücerred eksen kaydırıcı böyyük projeler ve planları tedric mettodolojisine göre “kitabına uydurmanın” peşinde!

Onlar, “dinde tedric esasdır!” gibi kavâidi hiç bilmez olurlar mı? Onlar işini bilir, 1924’den beri iş bitirmek içün kurulan bir yer, hiç işini bilmez mi?

 Onlar, ateist ve kamalist Mümtaz Soysal’ın bile dediği gibi “DİB’lığı, dinin, cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!” hakîkatine hiç ters düşebilirler mi?

Onlar, o elleri öpülen muhteremler, usûle müteallık ana ve temel meseleler üzerinde, Yardakoğlu diliyle “revizyonizme!” daha doğrusu reformizmaya gitmek “misyonu” ile muvazzaf muhteremlerdir! Eksen kaydırma mütehassısları!

 Onlar, Üstâd Necib Fâzıl Merhûm’un bir ömür “denâet işleri!” dediği yer…

Şevket Bey oradaki “muhteremleri!” içün bir yandan “feminizma, AB, Okyanus Ötesi ve bilmem ne adına hadisleri ayıklayıp atıyorlar!” diye çok haklı olarak gürültü koparıyor; diğer yandan da, bu ayıklama haltının milyarda biri kadarlık fürûatdan bir “makad altına oturak!” işinde yarım ağız “oturak olmaz!” dediler diye adamların “muhterem fetvâ heyetlerini!” göklere çıkarıp “tebrik, selam, ve hürmetlerini sunup ellerinden öpüyor!”

 Ve mine’l-garâib!

Turşuyla perhiz bile bunun yanında bin kere ma’sum kalır! Sabır, aşağıda (ber vechi âtî) arz edilecekdir efendim!

İşte yazısının son paragrafı:

(Diyanet’in “Din İşleri Yüksek kurulu” camilere sandalye konulması aleyhinde fetva vermiştir. Lütfen bunun metnini internetten çıkartıp okuyalım. Din İşleri Yüksek Kurulu’nu bu kararından dolayı tebrik ediyor, selam ve hürmetlerimi sunuyor ve ellerinden öpüyorum. Derin ve sinsi bid’at ve reform güçleri bu yüzden kurula diş bilemektedir.)

Fesübhânallâh!

Ehl-i Sünnet’in böyyük muhâmî kalemi (!) “DİB fetvâ vermişdir!” diyor da başka bir şey demiyor… Bilen bilmeyen de diyecek ki, DİB denen yer “Derin ve sinsi bid’at ve reform güçlerine!” karşı mücâhidîni barındıran muhkem Ankara Kalesi!!! Bin kere tövbeler!

Bir kere DİB fetvâ veremez! Şer’an, buna aslâ salâhiyyeti yokdur. Çünki Laik dembokratik bir rejimin, iktidâr partisine, o partinin başvekîlinin politikalarına el pençe divân duran “Tapu kadastro Umum Müdürlüğü!” gibi bir yeri, bir dâiresidir! O parti ve o partinin başvekîli, işine gelmeyen DİB’ını kulağından tuttuğu gibi fırlatıp atar ve Yardakoğlu gibi eşşekden düşmüşe çevirebilir! Revizyonist adamın hâl ü pürmelâlini bir hatırlasanıza muhteremler! Sarık cübbesini çıkarıp pirinç ayıklar gibi hadis ayıklama ustası GÖRMEZ Bey’in gövde-i şerîfine geçirirken bir ağlamadığı kalmışdı!

  Müesses laik dembokratik düzenin kânunlarında da “fetva müessisesi ve işi!” diye bir hukûkî ve kânûnî makâm ve mevki yokdur! Devlet, “iftâ” müessesesine temelden karşıdır; ve onun kökünü kurutmak üzere vücûd hikmetine sâhibdir. Şeyhülislâm Hazretlerinin yazısından aşağıdaki iktibâsımız okununca çok iyi anlaşılacakdır…

 Birâderim, adamlar barbar bağırıp duruyorlar: “Biz, sünnî bir makam değiliz, imamlarda sünnîlik şartı aramıyoruz!” diye… Yardakzâde’nin beyanları ne çabuk unutuldu. Başvekil Kasımpaşalı Receb Tayyib Paşa Hazretleri Bağdad sefer-i hümâyûnunda “Biz ne sünnî ne şiiyiz, biz müslümanız!” deyu cihâna arz-ı şecaat eylemedi mi?

Gene “İmam-Hatibli” ulemâ-yı benâmdan ve mürîdân-ı Haltettiniyye’den ol Hazret-i Şehriyârî (!) 10 Muharrem’de: “Sünnilerin Caferîlere, Caferîlerin sünnîlere üstünlüğü yokdur!” deyû arz-ı ictihad-ı cümhûriyyede yani “teşehhîde” bulunmadı mi?.

O zaman böylesine bir başvekile bağlı, onu metbû’ tanıyan bir DİB, tutacak sünnî (Hanefî) usûl-i fıkhına göre fetvâ verecek!

Gel de Erbakan gibi yürekden bir “aboooooooo!” çekme…

 Bir-iki üst ceddimiz “Âlem-i kevn ü fesâd içre emâneti taşıyoruz!” derken, bu güne göre bin kere daha kirlenmemiş dünyada kimbilir ne acılar çekmişlerdir!. Biz tabakhâne kokusuna öyle bir alışdık ki, bu ufûnetin olmadığı yerde baygınlıklar geçiriyor ve ayılmak içün de o kokunun koklatılmasına ilâc gibi sarılıyoruz!

Tevbe Yâ Yabbî, elimizden dilimizden, kalemimizden, mürekkebimizden, divitimizden, hokkamızdan akıp coşan şunca günahlarımıza.. Hem de mübârek Ramazan-ı Şerîf’in son on günü içinde!

Yâ Rabbi bizi aklımıza ve îmânımıza mukayyed kıl!

Şevket Bey bununla da kalmıyor, o DİB denen yerdekilerin “fetvâsından!” o kadar mütehassis olmuş ki, onlara “tebrik, selâm ve hürmetler sunar, ellerinden öperim!” diyerek, bir güzel de takbile müheyyâ ağzını şeylerle telbis ve telvis etmeye kadar işi vardırmış!

Yâ Rabb, bu milletin yazarına da okuyanına da, cümlemize de, akıl, fikir, muhâkeme, vekâr, ihlâs, îmân, iz’ân, ferâset, i’tidâl, tefekkür, tevâzünât, şecaat, ve şerâfet ihsân eyle…

DİB denen yer fetvâ makâmı değildir; ve aslâ da olamaz. Şerîata her müdâhalesi keenlemyekündür ve haddini aşıp tuğyân etmekdir. Çünki İslâmiyyet’e âid olan bir “iftâ müessesesini” kendine mâl ederse, müthiş salâhiyyet azgınlığı (tuğyânı) içine girmiş olur. Halt edip, hakîkâtı bâtılla bulamış (telbis etmiş) olur… Bu ise, şer’an iğrenç bir tuğyân ve dalâlet ve Şerîat-ı Garrâ’ya terörist saldırısıdır…

 Gölge etmesinler, başka ihsân istemiyoruz!

Maaşlarını alıp sarık cübbe dedikodusu, kadro, maaş, emeklilik, lojman, tayin, zart zurt laflamaları onlara yeter de artar bile…

Sünnîlik ve hanefîliği reddeden, hükûmât-ı cümhûriyyelerin emrinde her lâfı geveleyen ve bunları da alenen ve resmen cihâna ilân eden adamların “fetvâsından!” bahsetmek, kimse kusura bakmasın, tam bir cehâletdir…

 Ömer Nasûhî Merhûm’un “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu” her yerde kolayca ele geçen çok kıymetli bir mürâcaat kaynağı… 8. Cild, 258. Sahifeden bir-iki satırcık bile okunsa, DİB’in dibi hemen görünür, şöyle:

“- Müctehid olmayan bir müfti ise, tâbi olduğu mezheb eimmesince müreccah bulunan kavl ile fetvâ verir.”

Yahu bu DİB denen yerin mezhebi mi var, meşrebi mi, mesleği mi? Yıllardır “biz sünnî bir başkanlık” değiliz diye bir yerlerini yırtarcasına bağıran bu adamların “fetvâ verdiğinden!” bahsedip, “tebrik, selam ve hürmetler sunarak ellerinden öpmek!” meddahlık ve yalakalık değilse nedir? İftâ müessisesi oyuncak mı baylar, boylar, soylar, toylar!

 Fetvâ müessisesi ancak HÜKÛMÂT-I İSLÂMİYYELERDE görülür; ve layik ve dembokratik devlet ve hükûmetlerde “fetvâ müessisesinden!” bahsetmek en azından abesle iştigâldir, gerisini hadi söylemeyelim!

 Fetvâ vermek işinin ne olduğunu anlamak içün Ömer Nasûhi Merhûm’un “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı fıkhiyye Kâmûsu”nun 8. Cildini anlayarak mütâlaa edebileceksek, belki bir nebze (FETVÂ) denilen şer’î mevzu’u anlayabiliriz… Lâkin DİB denen yer, bunu ne anlar ve ne de mu’cibince adım atabilir! Çünki DİB’in tâbi’ olduğu yer Anayasaları ve kendi beşerî DİB kânunlarıdır. 633 sayılı DİB kânununa göre, DİB ruhban takımları “muâmelat, ukûbat, münâkehât, mufarekât, hükûmât, ülül emr, veliyyül emr, miras, alış veriş gibi Şerîat Hukûkundan” kürsülerde ve minberlerde vaaz veremez ve bu mes’eleler üzerinden emr-i ma’rûf yapamaz, İslâmiyyet’i anlatamaz…

Kânunları böyle baylar ve bayâniyyler!

 Adı geçen beşerî münâsebetleri ve hukûku, Allâh Azze (hâşa ve kellâ) çağdaşça bilemediği, modernizmaya da ayak uyduramadığı içün, bu âyet ve kânunları ile hiçbir “sosyal güvencesi” de olmadığı halde emekli edilmişdir!

Şevket Eygi Bey, “tebrik, selam ve hürmetler sunarak ellerinden öptüğü!” yerin ne olduğunu bir de aşağıdaki iktibaslarımızdan okumalı; ve işin, fikrî, siyâsî ve bilhassa îmânî cihetlerini dehşetle görebilmelidir. DİB denen yeri Şerîatda söz sâhibi bir merci’ ve onu “iftâ müessisesi!” olarak görmek gafleti, mes’eleleri “sandalye ve tabure” kepâzeliği olarak görmenin çok, ama pek çok fevkinde ve ehemmiyetlidir.

  Büyük Akâid İmamı Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi, 1924’de mücerred İslâmiyyet’i sulandırmak üzere kurulan bu DİB denen yer hakkında, Yarın Gazetesinin 15/Receb/1346—9/Kânûn-ı sânî/1928 tarihli nüshasında aynen şunları yazar:

“- Geçen gün Türkiye gazetelerinde Diyânet İş. Riyâseti tarafından tertib edilmiş Türkçe hutbeler meyânında “müdâfaa-yı vatan” mevzuuna aid bir hutbe gördüm. Bunda “Düşmanlara karşı elinizden gelen her kuvveti hazırlayın!” meâlinde bulunan (…………….) (Enfal,60. Âyet) âyet-i kerîmesine istinâd edilerek mezkûr âyet-i kerîmenin muhtevî olduğu nükte ve işârâtdan uzun uzadıya bahs ediliyordu. Fakat hutbeyi tertib eden bu yüksek anlayışlı alçak âlimler, âyetdeki hıtâbın müslümanlara ve hükûmet-i İslâmiyye’ye âid olduğunu ve dinsiz laik Ankara hükûmetinin bununla me’mûr ve muhatab olamayacağını neye düşünememişler? Dinsiz Ankara hükûmeti, Müslüman Dîninin Kitab’ında mensûbînine tevcih etdiği emirleri kendi üzerine almak hakkını hâiz değildir. O, MÜSLÜMANLARIN DÜŞMANLARI TARAFINDADIR. Binâenaleyh âyet-i kerîme mu’cebince kuvveti ve silâhı o hazırlayacak değil, belki müslüman, kuvveti ve silâhı, onun kendisine karşı hazırlayacakdır.

Şu halde demek ki dinsiz Diyanet İşleri Riyâseti âyetin ma’nâsını utanmadan ve Allâh’dan korkmadan aksine kalbediyor. Ve âdetâ Müslüman Dîninin harb plânını düşmanlarına teslim etmek denâetinde bulunuyor. Lâkin böyle Ankara Diyânet İşleri Reisi gibi, Bosna Reisü’l-ulemâsı gibi sahtekâr din âlimlerinin mel’anetkârâne hareketleri, müslümanlara dalâletde kalmak içün hüccet-i berâet ve tesliyet olamaz. Çünki Dîn-i İslâm, kendilerinin de dînidir. Ve mes’ûliyyeti, ulemâya mahsus ve münhasır değildir. Şeytanın vücûdu ehl-i dalâlet ve ma’siyete nasıl medâr-ı ma’zeret olmazsa, böyle münâfık ve müdâhin hocaların şaşırtıcı sözleri de, müslümanlara huzûr-ı Hakk ve Hakîkatde mes’ûliyetden necat te’mîn etmez. Çünki âkıl ve bâliğ olan her insan bizâtihi mükellefdir………..cehâlet özrü para etmez. Câhiller yevm-i Kıyâmet’de böyle âlimleri göstererek (………………….) “Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi şaşırtdı. Binâenaleyh bizim cürmümüzü de onlara yükleterek azablarını muda’af ve müşedded kılmakla iktifâ buyur.” (Âraf, 38) dedikleri zaman, cevâbında (……………..) yani, “hepinizin azâbı muda’af olacakdır. Sizin kabahatinizin de ne kadar büyük olduğunu gerçi siz anlayamıyorsunuz.” buyurulacakdır.

 ONUN İÇÜN MÜSLÜMANLAR GÖZLERİNİ AÇMALI VE HAKKI SÖYLEYEN ULÊMÂ İLE, BÂTILI TERVÎC EDEN MÜNÂFIKLARI TEMYÎZE ÇALIŞMALIDIRLAR.”

Münâfıkların, her sözleriyle müslümanlar ve Müslümanlık aleyhinde olacakları da düşünülemez. Müslümanların saflarını ve hafiflerini aldatıp kandırmak içün muhatablarının hoşuna gidecek lâflar  etmesini de çok iyi becerirler ki, bu, münâfıklığın lâzım-ı gayr-ı mufârıkıdır!

“- Biliyorsunuz memleketimizde, “İslam’ın tek hak, makbul, geçerli” din olduğu kesin inancını yıkmaya yönelik açık veya gizli sinsi bir faaliyet ve propaganda vardır. Bir ara “Allah katında din İslam’dır” mealindeki ayetin Cuma hutbelerinde okunmaması için dışarıdan baskı yapılmıştı. İslam’ın Allah katında tek hak ve makbul din olduğu kesin Kur’an ayetleriyle sâbittir. Sünnet de böyle söylüyor. 

Bu konuda icmâ-i ümmet vardır.”

Al sana kendi kendini tekzib!

Düzmece düzenin gasbetdiği o müslüman ma’bedleri câmilerde Cuma günleri minberlerde “İnneddîne ındallâhil İslâm!” âyetini yasaklayıp okutmayan da, Şevket Bey’in “tebrik, selâm ve hürmetlerini sunduğu ve ellerinden de bûsetdiği (takbil eylediği) DİB” denen yerden başkası mı imiş?

 Allâh Azze ve Celle’nin âyetini değil, bir tek kelimesini yasak eden bir mahlûk, hâlâ “mü’min midir, kâfir midir?” diye şübhe etmek bile câiz olamaz? Zarûrât-ı dîniyyeden olan bir husûsun tasdik ve tahsîni bilcümle mü’minîn ve mü’minâta kat’iyyen vâcibdir. (Fıkıhdaki hanefi vâcibi değil, akâiddeki kat’iyyen farz ma’nâsındaki vâcib) onda şekk ve şübhe dahî edilemez, bu câiz değildir. Ehl-i Sünnet akâid kitabları ve Şeyhülislam Merhûm Mustafa Sabri ve Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazerâtı gibi bütün âlikadir Osmanlı ulemâsının ilmî ve fikrî yazıları ile bu, vâzıhan ve sarâhaten ortada, fevkal’âde ehemmü’l-ehem bir hususdur.

“Şer’an bâtıl ve hakîr olanlara ta’zim ve ihtirâm” etmek de akâid kitablarımızda hükme bağlanmış olup, meselâ Türkçesi neşriyâtın İslâm hurufâtı ile de bastığı Manastırlı İsmail Hakkı Merhûm’un “Telhisü’l-Kelâm fî berâhîni akâidi’l-İslâm” nâm eserine bakılabilir…

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 26.08.2011)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir