(3) Eygi’nin, Koltuklar Gibi Görünerek Üstâd’ın Gıybetini Yapması…
15 Mart 2013
(2) Eygi, Neden Bu Kadar İngiliz Hayrânı?
1 Nisan 2013

Şevket Eygi, (5.3.13) târihli yazısında şöyle yazıyor: “- Bir Müslüman, durum hakkında kendi hevasına, re’yine, kaprislerine, asabiyetine

EYGİ, NEDEN BU KADAR İNGİLİZ HAYRÂNI?

Mehemmed SAFFET

Şevket Eygi, (5.3.13) târihli yazısında şöyle yazıyor:

“- Bir Müslüman, durum hakkında kendi hevasına, re’yine, kaprislerine, asabiyetine göre değerlendirme yapamaz, hüküm veremez. İyinin kötünün, doğrunun yanlışın, güzelin çirkinin ölçüleri bizim keyfimize bırakılmamıştır; Kur’an, Sünnet ve Şeriat ne diyorsa onlara itibar edilecektir.”

Söz ve hüküm bu kadar güzel olursa, “e’t-tekrau hasen” dememek mümkin mi:

“Bir müslüman kendine göre değil, Kur’an, Sünnet ve Şerîat ne diyorsa onlara itibâr edecekdir.”

Ne güzel!

Bunlar çok doğru hükümler… Nazârî planda böyle de, acaba amelî planda nasıl?. Böyle güzel bir paragrafı yazan hangi müslüman olursa olsun, o, doğruyu yazmış olur; ve bu hükümlere hiçbir müslüman, aslâ en küçük bir i’tirazda da bulunanamaz… Çünki buradaki doğru hüküm, zarûrât-ı dîniyyenin çok büyük bir cüz’ünü içine almakda, dolayısıyla bu hükmü inkâr veya onda şübhe etmek dahî İslâm Dîninde, bu dînin dışına fırlamayı intâc etmektedir…

Ancak, bu kadar kat’î bir doğruyu yazıb da, bu doğrunun dışında bulunmanın ma’nâsı acaba ne olur?. Bu doğruyu yazarak, okuyuculara şu mesaj verilmek isteniyorsa; ve buna rağmen de tersi ortaya konuyorsa, burada müthiş bir şaşırtmaca,  okuyucuları aldatmaca var demek olmaz mı:

“- Ben kendi hevâma, re’yime, kaprislerime ve asabiyetime göre değerlendirme yapmam, hüküm vermem………Kur’an, Sünnet ve Şerîat ne diyorsa onlara i’tibar ederim! Ne yazarsam bunlara uygundur ve bunlara ters değildir!”

Eygi ise, bu doğrunun gölgesine sığınarak yazılarıyla tam tersi fiil ve amellerle sık sık bir “hata, bir kusur ve bir günah işlemekde” midir; ve acaba işliyorsa, bunlardan vazgeçecek midir?… “Kur’ân, Sünnet ve Şerîat” dışına çıkıcılığı, “ben bu üç temele i’tibâr eden bir adamım!” perdesi altında yürütmek; ve bunu sık sık tekrarlamak, acaba hangi ihlâs ve samîmiyyetin eseri sayılabilecekdir?

Kendisi pek çok müslüman tarafından ikâz edilmesine rağmen, bu huyuna devam mı edecekdir; yoksa ıslâh olma yoluna mı gidecekdir?…

Herkes ve hepmiz kusurlu, hatâlı ve günahkârız. “Kul kusursuz olmaz, olsa da makbûl olmaz!” diyen Merhûm Veled Çelebi’yi hatırlıyalım!..

“Hatalarımı efendice ve efendimlice, çıtkırıldımlıca, yüksek müsaadelerinizi istirhâm eylerimlice yazanlara çok terbiyeli cevablar lutfedeceğim!” buyurmasına rağmen, bir iki hafta evvel, ma’lûm Altaylı’nın sunucu irâdesine tâbi’ olarak önüne oturan, Bardakçı dostunun  tabiriyle “Efendi Hazretleri” Eygi’nin, bugüne kadar bir “hata, kusur ve günahını köşesinden itirâf etdiğine kim ve hangi ins ü cin şâhid olmuşdur?” denirse, acaba zât-ı âlîlerine bu da, bir “hakâret-i galîza” teşkîl etmiş olur mu???

Müslümanlarla ne alıb veremediği varsa, onlara, “müslüman” kelimesi ile sık sık verip veriştirmesi, “acaba kimlerin gözüne girmek ve kimlere tutunmak istemekden ileri gelmektedir?” suâlini hatıra getirmiyor mu?!.

Biz, müslümanların, Kur’ân-ı Mübîn’e tebaan “müslümanlardanım” demelerini, mutlak, en doğru ve en üst hüviyet (kimlik) olarak görmekteyiz. Buna rağmen, ne yapalım ki bazı eşhâs-ı meşhûre ve “aydın ve entel takımlarımız!” kendilerine, “islâmcı” hüviyetini manâsib görüyor; ve bunu biraz da havalı, modern ve şık buluyor!.

“90 yıllık zâlimlerin kuyrukları, biz Atatürkçüyüz, Milliyetçiyiz, Ülkücüyüz, Garbçıyız, Türkçüyüz, Kürtçüyüz bilmem neciyiz derse, biz de aynı vezin ile (İslâmcıyız) deriz!” hesâbı…

Hepsi değilse de, bazı kafa konforu sâhibi ve zaman zaman felsefî heyheyleri tutan ve mücerred meâl üzerinden her şeyin fetvâsına muktedir “islâmcılar!” var ki, “müslüman” tabirinin, tamâmen “gelenekçilik ile bir sünnî mezhebine” mensûbiyyete tekâbül etdiğini; ve hatta “kültürsüzlük, uyuşukluk, yobazlık, kabalık, entel ve dantel olamamak” gibi ma’nâlara geldiğini yazılarıyla bile alenen gaseyân edebilmektedirler… Bazılarının da, 90 yıldır ateist ve kamalistlerin “müslüman” kelimesine zorla yüklemeye çalışdıkları menfî manâlar karşısında, bu familyaların aşağılık duygularına kapılarak böyle yanlış bir yol tutabildiklerini biliyoruz!.

Bazıları böyledir diye, bu “islâmcıyım!” diyenlerin topunu da, hiçbir tefrik yapmadan aynı fabrikanın defolu malları gibi düşünüb, ambara istif ve hapsetmek mi icâbeder?

“İslâmcılar” diyerek, bir “islâmcılık” tarifi de ortada yokken, 30 tür “islâmcılıkdan” hangisi müslüman, hangisi dinsiz, hangisi mezhebsiz, hangisi sahte, hangisi hakîkî, hangisi îmânlı, hangisi imansızsa, bunu ayırt etmeden, bütün “islâmcıyım diyenleri” toptan karşıya alıb, onlara günaşırı en ağır hakâretleri savurmak mı lâzım? Üstelik, “anonim tenkid yaparım ve herkese uygun hazır elbise biçer ve dikerim, üzerine de kafadan geçirib cuk diye oturturum!” dercesine, bazı lâflarla bunları mâzur ve meşrû’ göstermenin imkânı var mıdır?…

Hangi şahıs veya grup veya cemaat, “hatalı, kusurlu ve günahlı” ise, mertçe ortaya çıkmalı; ve en az Üstâd Necib Fâzıl Merhûm’un arkasından dediği gibi, “hata, kusur ve günahları vardı!” şeklindeki gıybet ve sözlerini, bugünkiler kimlerse, onlar içün de, yüzlerine karşı, çatır çatır ve alenen diyebilmeli, onların ıslâhına ve düzelmesine gayret etmelidir!..

15 asırdır İslâm Büyüklerinin  zarûrât-ı dîniyyeden bulunan “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkeri yapmayanlara belâ umûmî gelir, kurunun yanında yaş da gider!” buyurdukları herkese ma’lûm olsa gerekdir… “Efendi Hazretleri” bunu sık sık da tekrar eder dururlar. Öyle ise, neden “anonim tenkid ve hazır elbise!” diyerek, minder dışında güreşirler!?

Adam göbeği sarkık, midesi torbalanmış,  endâmı yamuk yumuk ve tipsizin biriyse, konfeksiyon urba giyince de palyaçoya dönecekse, ona “ille de hazır elbise giy!” demek, işkence olmaz mı?. O zavallıya husûsî bir elbise dikivermek veya diktirivermek, çok mu zordur?.

Yiğit ve merd, merhametli ve vicdanlı bir adam, böyle yapmalı değil midir?

Sonra, târih boyunca hiçbir büyük zât, “müslümanlar” diyerek, karşısına bütünü oturtub ayakaltı etmemiş, onlara ağız dolusu hakâretler savurmamışdır. Ancak, “hatalı, kusurlu ve günahlı” olanları isimleri ile zikrederek veya hakkdan udûl etmiş cemaat ve mezhebler içün “reddiyeler yazarak!” ve onları doğru yolda olan “müslümanlardan” ayırarak kaleme ve dile almışlardır…

Meselâ Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, birçok makâlesinde, hatta kitablarında, Abdülhakk Hâmid, Abdülmecid Efendi, Hafız Nuri, Bosnalı Cemâl Hoca, Musâ Bigiyef, İbni Teymiye, Abduh, Efganî, Ömer Rızâ, Mahmud Esad, Süleyman Nazif ve bazı paşalara, v.s.’ye varıncaya kadar ve “Gümülcine ve Kahire ehâlisi” diyerek ferd ve cemaatleri isim isim karşısına almış; ve eksik, hata, kusur, günâh ve hatta küfürleri ne ise, apaçık, ama umûm müslümanları işe bulaştırmadan tenkîd veya reddetmişdir… “Muârızlarımı, anonim tenkîd ederim veya kafalarından hazır konfeksiyon elbisesi geçiririm!” gibi sütre gerisinden ateş etmemişdir. Kozunu göğüs göğüse çarpışarak ve aslanlar gibi kükreyerek paylaşmışdır… Elmalılı Merhûm da öyle, o da “İbni Teymiye ve Abduh!” gibi isimleri, açıkca zikrederek adamların hata ve kusurları neyse, herbirisine, endâmına göre hatta kimisine bayramlık urbaları nasıl olmalıysa, ona göre biçib dikmişler ve giydirmişlerdir!.

“Efendi Hazretlerinin” tab’ etdiği Merhûm Ahmed Davudoğlu Hocamızın “Dîn Tahribçileri!” nâm kıymetli eserinde de, reformcu, telfikçi ve kuyrukçular, tek tek ve isim isim ele alınmış; ve urbaları hazır konfeksiyon işi olmadan, elde inceden inceye ve san’atkârca ve “estetik boyutları!” da dikkate alınarak ve “bitpazarına!” düşmeden, sâhiblerine birinci el olarak teslîm edilmişdir!. Üstâd, Merhûm Necib Fâzıl Bey de, aynı usûl ile muârızlarına ve nice paşalara bile, en münâsib bayrâmiyelik urbalarını alenen ölçüb biçmiş ve giydirmişdir!

“Ef. Hazretlerinin de,” selef gibi yapması lâzımken, “müslümanlar ve islâmcılar!” diyerek topunu da aynı kefeye doldurması, nice müslümanın hukûkuna da tecâvüz olmıyacak mıdır?.

“Hükm-i küll” varmışcasına bütün “müslümanları” en ağır suçlamalara ve ağıza alınmayacak günahlara nisbet etmek, son derece mes’ûliyetli bir işdir… Bunun da, “ucub” denen ahlâkî bir keyfiyetden neş’et etdiği; ve adı geçen babların, Gazzalî Merhûm’un İhyâ ve Kimyâ’sı gibi nice ahlâk kitablarımızda musarrah olarak beyân edildiği ma’lumdur!.

Allâh’ın Kitâbı, Sûre-i Fâtiha’dan sonra, hemen insanları üçe ayırıb, 4 âyetle müslümanların, 2 âyetle kâfirlerin ve 13 âyetle de münâfıkların vasıflarını beyân etmektedir… Hiç kimse kafasından, bu üçün evsâfını, birinden alıp ötekine geçiremez!. Mâdem “Kitâb, Sünnet ve Şeriat’a i’tibar ediyorum, başkasını tanımam” deniyor, Kitâb’ın insan ve cin tasnîfi ise işte budur; ve haçlı gâvurların, insanları düzinelerce ve şeytanca grup ve kısımlara tasnif etmesi bizi aslâ bağlıyamaz…

Yoksa müslüman görünenlerle, müslümanları ve kâfirleri ayırmadan, münferid bir şahıs ismi vermiyorum perdesi altına saklanarak, bütün “müslümanları” ikide bir, en ağır ve alçaltıcı sözlerle tahtıe edib yermek ve yerin dibine geçirmek, aslâ afvedilemez… Bu, hangi “Kitab, Sünnet ve Şerîat’da” meşrû’dur; ve hangisinde son derece mes’ûliyyetli bir iş değildir? Ve bu hâllerin terkini kendisine defâatle ikâz eden arkadaşları da, çeşitli töhmet ve bühtan ifâde eden lâfızlarla muhâtab almak, yine son derece mes’ûliyyeti mucib yakışıksız bir keyfiyet değil midir?…

Hatta bazı müslümanları, “ehl-i Sünnet” olmaları sâbit olmasına rağmen, “hâricîlikle” ithâma ma’ruz tutmak, Âhıret’de suâli mûcib olmıyacak mıdır!? Hatta onlar hakkında, “amme da’vâsı açması husûsunda avukatı vâsıtasıyla savcılara şikâyet edeceğini,” alenen yazabilmek de!.

“Efendi Hazretleri” hangi mahkemeye kimi şikâyet ederse mes’ûl olmaz, oralara hangi müslümanı şikâyet ederse, ebeden altından kalkamaz; bunlar, Elmalılı tefsirinde de apaçık yazıyor… Orada iki kelime var ki, biz onları burada telâffuz etmekden de, şimdilik sarf-ı nazar ederiz…

İslâmî ve hele îmânî ilimler husûsunda hatâ ve kusûr eden bir adama, bu hatâ ve kusûrları bildirildiği zaman, onun, memnûn olması şart iken; tam tersine, bu kabil hata, kusur ve günahlarda ısrâr ederek geri adım atmamak; ve bu ikâzları yapan arkadaşları “küfürbaz ve haricî!” gibi yakışıksız elfâz ile tahtıe ekmek, müslümanca ve akıl alacak bir iş midir?

Evvelâ: Aşağıda veya ileride beyân edeceğimizi duyuralım ki, o arkadaşın yazılarında suç unsuru yokdur…

İkincisi: Efendi Hazretleri Eygi, “Kur’an, Sünnet ve Şerîat ne diyorsa onlara i’tibar ederim” demesine rağmen, böyle bir i’tibar edişden de çok uzak olduğunu kendi satırları ile vesîka çapında ortaya koyuyor… Şimdilik (20.3.2013) târihli yazısındaki şu ibâreyi, onun pek sık kullandığı ve aslâ ehemmiyet vermediği bir büyük hatâsı olarak şimdilik misâlen iktibâs edebiliriz:

“- İngiltere, İsveç, Norveç, Avusturya, Kanada gibi medenî ülkelerde….”

Şimdi soralım:

“- Ben kendi hevâma, re’yime, kaprislerime ve asabiyetime göre değerlendirme yapmam, hüküm vermem………Kur’an, Sünnet ve Şerîat ne diyorsa onlara i’tibâr ederim!”

Diyen Efendi Hazretleri! İngiltere, İsveç, Norveç, Avusturya ve Kanada gibi ülkelere, “Kur’ân, Sünnet ve Şerîat, MEDENÎ ÜLKELER!” diyor mu?

Hâşâ… Diyor mu, demiyor mu?. Neye i’tibâr edeceğiz, nefse, hevâ ve hevese mi, Şerîat’a mı?.

Oralara “medenî ülkeler!” derken, (22.3.2013) târihinde yazdığı yazının 14. Maddesini çiğnemiş ve tenâkuza düşmüş olmuyor mu?. İşte o madde:

“14. Küfrü ve kafirleri beğenmek, onları dost ve velî edinmek haramdır.”

Yıllardır yazdığı yazılarda bu gâvur ülkelerine “medenî” demek, onların kolejlerini, Eton ve Jetonlarını, bilmem ne gazetelerini, nizamlarını, bitpazarlarına kadar övmek ve “BEĞENMEK” acaba “kâfirleri” değil de, Müslümanları mı beğenmek ma’nâsına gelmektedir?!

Bunca tenâkuzları nasıl görmeze gelib, okuyucularına da nasıl acımıyacağız?. Merhamet ve vicdânımız kurumuş olmalı ki, yazıb çizmiyelim!

Efendi Hazretlerinin ameldeki mezhebi, bu gâvur memleketlerine “Dârü’l-harb!” diyor mu, demiyor mu?. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Merhûm, “dârü’l-harb, dârü’l-azâb’dır!” diyor mu, demiyor mu?

 Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi de, “Dârü’l-harb zâten dârü’l-ikrâhdır!” buyuruyor mu, buyurmuyor mu?. (c: 2 s:864)

Bâtıl Batı memleketlerini “medenî ülkeler” olarak müslümanların kafalarına, zorla, onları aşağılık duygusuna  tıkış tıkış sokanlar, Tanzimât’dan beri gelen haçlı hayrânı ateist ve modernist sürüler değil mi?

Nasıl medenî veya “mimsiz medenî!” olduklarını ise, müteakıb makâlemize bırakalım…

Şu aşağıdaki satırlara, hayır (Fetvâya) ne diyeceğiz?. Harb-i Umûmî sonrası İstanbul’da yaşasaydık (İngiliz Muhibleri Cemiyetinin) beyannâmesinden bir parça derdik; ammâ ya bugün ne diyeceğiz?.

İşte, Efendi Hazretleri buyuruyorlar:

“- Halkına adalet, insaf ve şefkatle muamele eden, Müslüman azınlığa din hürriyeti, can mal ırz güvenliği sağlayan bir Hıristiyan devletine Müslümanların itaat etmesi gerekir? Bugün Hıristiyan bir ülke olan İngiltere Krallığı Müslümanlara hiçbir İslam ülkesinde sağlanmayan bir din hürriyeti bahşetmektedir. Öyle ki, kısıtlı bile olsa Müslümanlar için Şeriat Mahkemeleri kurulmuştur. Böyle bir rejimin aleyhinde bulunmak insafa sığmaz. Müslümanların yapacağı, İslam’ı seviyeli ve etkili şekilde tebliğ etmektir.” (9.Mart.2013 Milli Gaz.)

 

Yüzkatrilyon kere tevbe Yâ Rabbî!

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 22.03.2013)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir