Davos’un Karanlık Yüzü…
1 Şubat 2007
(1) İslâm’ı Tahrîf Yahûdî Haçlı Projesidir!
1 Aralık 2007

Ulemâ-yı Osmâniyye’den büyük fakîh merhûm Muhammed Zihni efendi hazretlerinin “Ni’met-i İslâm” nâmındaki muhalled eserinin 1324 senesindeki

TESETTÜR, LÂBİS-İ LİBÂS-I KATRÂNÎ, HAKK-I SARİHİ KETMETMEK, HOŞGÖRÜ DİYALOG VE BEL’AMLAR ŞEBEKESİ BEYÂNINDADIR 

Ahmed SEYYİDOĞLU 

 

Ulemâ-yı Osmâniyye’den büyük fakîh merhûm Muhammed Zihni efendi hazretlerinin “Ni’met-i İslâm” nâmındaki muhalled eserinin 1324 senesindeki tab’ının Münâkehât bâbında, tesettürle alâkalı bir “İSTİDRÂD”ı, aşağıya derc ediyoruz. Bu satırlar, beşerî sistemlerin me’mûru olarak, tâğutların keyfine göre din îcâd etmek üzere vazîfeli resmî ideoloji hizmetkârlarının kaleminden çıkmış; ve bel’amlara mahsûs husûsiyyetler taşıyan gayr-ı mu’teber ve hiçbir ilmîliği, dînîliği ve îmânîliği olmayan, zamânımız kitabları gibi kıymet ifâde etmeyen harc-ı âlem ve abur cubur nesnelerden aslâ olmayub, başında da beyân edildiği üzere, “Bâb-ı vâlâ-yı fetâvâpenâhînin tasdîki ve maarif nezâret-i celîlesinin ruhsatnâmesiyle şirket-i mürettibiyye matbaasında tab’ olunmuşdur.

Dîn-i Celîl-i İslâm’ın her mevzû’ gibi, tesettür mevzûu da, reformistler, modernistler, hoşgörücü ve diyalogcular, târihsellikciler, meâlciler ve hevâ ü heveslerini ilâh ittihâz edenler tarafından sulandırılıp bulandırılmış ve tahrîf edilmişdir. Tesettürün Şer’-i şerîfdeki, Kitab, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ ile sâbit olan dînî hakîkati, ulemâ-yı osmâniyyenin en ehil mütehassıs şahsiyetlerinden biri olan merhûm Muhammed Zihni efendi hazretlerinin kaleminden aynen şöyledir:

İSTİDRÂD

“Kadınların mestûriyyetleri, kendilerini sıyânet (=muhâfaza) ve haklarında şeref ve sıyâdetdir. (Sıyâdet, erkekler içün efendilik demek olduğu gibi, kadınlar içün dahî hanımlık demekdir ki, câmi’-i hayr ve fazîlet bir ma’nâdır.) Zıddı ibtizâl (=aşağılaşma) ve mehânetdir. (Mehânet: mekânetin (=ağırbaşlılık) zıddıdır ki, hakîrlik ve haysiyetsizlikdir.) Çünki inâs (=kadınlar) tecâvüzgâh-ı zükûrdur (=erkeklerintecâvüzgâhıdır) urda-i tecâvüz (=tecâvüz hedefi) olmak kadar zillet olamaz. Kadınların izzeti iffetindedir. İffeti de, göreceği tecâvüzden tebâud (=uzaklık) nisbetindedir. Bu tebâuda dahi, ihticâbdan (=örtünmekden) eslem tarîk (=daha doğru yol) yokdur.

İhticâb ve mestûriyyetin nev’i ikidir: Biri, hâne derûnunda ihticâbdır ki, kadın kısmı ev içinde zevcinin ve mehâriminin (=mahremlerinin) gayriye muhâlıt (=karışıpberaber) olmamak ve görünmemekdir…

Diğeri, hâne hâricinde ihticâbdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve başdan ayağa kadar bütün endâmını ve hattâ libâsını setr (=örtmek) ve ihfâ (=gizlemek) üzre olmakdır. Bunun zıddınatekeşşüf (=görülür, keşfedilir olmak), ve evvelkinin zıddına tebezzül (=sakınmayıp, heryerde görünmek) tabir olunur. Kadınlar tekeşşüf ve tebezzülden ve ricâlin uyûn-i iştihâsına (=iştihâlı gözlerine), dar örtülerle arz-ı endâm etmekden memnu’durlar…

Yüzlerini ve ellerini ve hattâ ayaklarını namazda açık bulundurabiliyorlar; velâkin,zarûret olmadıkca nâmahreme bunları dahî gösteremezler. Sokakda yüz açmak ve libâsının kolunu veyâ eteğini örtüden çıkarmak muhâlif-i emr-i şer’dir (=şeriatın emrine zıtdır). İhticâb, emr-i Kur’ânîdir; onda tehâvünün (=hafife almanını) vebâli azîmdir (=çok büyükdür).

“Yüz nâmahrem değildir” ta’bîri, hakk; sâlâtın gayrıda galatdır (=namazın dışında batıldır).

Setr-i avret, zükûr ve inâsda kadîmdir. Nisvân-ı arab, dîn-i mübînden evvel ve hattâ sadr-ı İslâm’da (=İslâm’ın başlangıcında), setr-i endâm ile erkeğe muhâlıt olub, başlarında bir örtü bulunur; ve fakat bir çoğunda kayıtsızlıkla yaka açığı ve kol bileziği görünür ve örtü içinde olanlar bile yürüyüb yere ayak vurdukca bacaklarındaki halhalların (=ayak bileziklerinin) mevcûdiyyeti ihsâs olunur (=hissedilir) idi.

Sûre-i Celîle-i Ahzâb ile nüzûl-i ayet-i hicâbda, bunlar nehy; ve kadınlar erkekle ihtilâtdan (=karşılaşıp görüşmekden) men’ olunarak, tahte’l-hicâb sıyânet kılındılar (=örtü altında muhâfaza olundular). Zînetlerinden ma’dûd olan (=sayılan) libâslarını dahî, erkekden setre (=gizlemeye) me’mûr olarak, bürgü ve çarşaflar içinde bulundular. Ve yüzlerine nikâb (=yüz örtüsüpeçeburka’lesme) çeküb, yalnız gözlerini açık bulundurdular…

Kılıklar zamân ve mekâna göre mütebeddil olageldiyse (=değişdiyse) de, nivân-ı ehl-i İslâm’ın ziyy-i ihticâbları (=tesettür kıyâfetleri), bihamdihî Teâla zâil olmadı. Hattâ müslimîne raiyye olan (=tâbî olan) gayr-ı müslim nisvânı bile, bâzı mahallerde görülen bekâyânın delâleti vechile, mestûr ve muhtecib oldular. Biz İstanbul hrıstiyan kadınlarının dahi mestûriyyetleri zamanına yetişdik. Ancak tâife-i nisâca hâl-i tabiî olan meyl-i teberrüc (erkeğe ızhâr-ı mehâsin etmek), ricâlin müsâmahalarıyla, onları varta-i tebezzüle vardırır oldu: Sokaklarda peçeler kaldırılmakda, sâğrılar gerilmekde, kulaklarla berâber yüzler, bileklerle berâber eller, dirseklerle berâber kolların libâsı ve zeyl-i zîneti gösterilmektedir ki, bu ahvâlden, onların hesâbına  müteşerri’ (=dindar) erkekler istihyâ (=hayâ) eylemektedir…

Evlerin erzâkı gibi melbûsât (=elbiseler) ve müzeyyenâtını (=zînetlerini) dahî götürüp kendilerine beğendirmek sûretiyle hâriçden tedâriki, vezâif-i ricâlden (=erkeklerin vazîfelerinden) olarak, erkekler içün ehemm ve âsân (=kolay) iken, kadınların çarşıya çıkup ağyâr ile ülfet (=nâmahremlere karışmak); ve hiç olmaz ise bilâ zarûretin sohbet-i dâd ü sited (=alışveriş sohbeti) etmek hoş görülüyor…

Erkeklerinin geceliklerini dahî kendilerine kadınların alup getirmeleri âr (=ayub) olsa da, ağır gelmiyor! Fesubhânallâhi’l-azîm…”

Büyük Osmanlı Fakihi Merhum Muhammed Zihni Efendi Hazretlerinin bâlâda iktibâs etdiğimiz satırları, Dîn-i Celîl-i İslâm’ın tesettür emrini beyan  olarak, tâğutların emrindeki bel’amlar çetesinin hevâ ü heves ve arzularına göre ve yehudi tıynetiyle uydurulan moda-manken fırlaması kıyâfetlere taban tabana zıtdır… Ne var ki, doğrudan doğruya vahy-i İlâhî’ye ya’ni Hâlık Teâlâ’nın emr ü irâdesine yüzde yüz mutâbık olan şıkk da, mücerred, Merhum’un beyanlarından  ibâretdir. Bugün, sokakları, meydanları, hastahâne ve eczâhâneleri, pek çok ticârethâneyi sâdece başörtüsü takarak dolduran nice tâife-i nisânın, kendilerini bütün vücûd münhanileri ve düzgünlü suratlarıyla nâmahrem gözlere sunarak, nice erkekleri hergün tehyîc etmeleri (=heyecanlandırıb nefislerini coşturmaları), tesettür-i şer’î ile aslâ kâbil-i te’lîf olunamaz. Hele dindar geçinen bazı tv kanallarında, haber “spikerlerinin”,  saç, boyun ve sînelerini de açarak ve suratlarını da, kendilerini şehvet malzemesi ve âleti olacak derecede makyajla sıvayarak arz-ı endâm edişleri, daha doğrusu, o dindar geçinen kanalizasyonların parti ve cemâat başlarının bunlara razı olarak o dişileri, “çağdaşlık ve birilerine tabasbus vesikası” haline bulayarak, bu keyfiyetle gözlere ve şehvetlere takdîm etmeleri, cidden, tam bir hayâsızlık, iffetsizlik,hatta bir nevi modern avrat pazarlayıcılığıdır… Zaten en aşşağılık ve iğrenç manzara da, İslâm adına ortaya çıkarak, zarûrât-ı dîniyyeden olan kadın namus, iffet ve tesettürünün bu şekilde politik hesab, menfaat ve ihtiraslara alet edilmesi; ve  bu mukaddes dînin, tahrîf ve tahkir bombardımanıyla içden tahribindeki  münâfık tavırlardır… Kadınları, kadın erkek ihtilatı içinde, televizyon ekranlarıyla “sunucu, stüdyo konuğu” v.s. gibi herzeler altında milyonlarca namahremin bakışlarına, yüzleri, elleri ve bütün vücud münhanileri ile takdim etmenin cevazına, Allah’dan hakkıyla ittika eden hiçbir aklı başında müslüman, hele kitab açmasını bilen bir molla kâil olamaz…

15 asırdır, ulama-yı İslamiyye’den hiçbir zat, böyle bir küfre imza atmak cür’etini asla irtikab da etmemişdir… Bunun isbat vesikası da, 15 asırlık ulema-yı İslamiyyeyi temsilen Merhum M. Zihni Efendi Hazretlerinin bâlâdaki muhalled satırlarıdır… Vatikan, Telaviv, Washington ve Bürüksel parmaklarında okşanan ve CİA raporlarında “ılımlı bilmem ne” icadı için kullanılarak, gece gündüz “hoşgörü, dialog, ibrahimî dinler, dinler bahçesi, medeniyetler bilmem nesi, yahudi haçlı cenneti, başını aç veya perük tak!” gibi münkirlik hezeyanları gaseyan eden güdümlü şebekelerin, Osmanlı ulemasına aid yukarıdaki satırlarda mündemic hükümlerden asla hoşnud olmayacakları da ortadadır!.. Hatta bu satırlardan, iblis gibi kaçdıkları, o satırlar ve o ulema gibi milyonlarcasının, “bugünü bağlamadığını” söyleyecek kadar sapıtarak, aslını inkar eden mahluklar olmalarıyla da apaçık ortadadır… Bu şebekelerle tam bir ittifak ve ittihad içinde bulunan ve Merhum Üstad Necib Fazıl Bey’in ifadesiyle “Denâat İş. Başkanlığı” denilen ve çarpık rejimin aynı zamanda da şamaroğlanı, ve geçmiş zamanlarda ise, “Tapu Kadastro Müdürlüğü” gibi müstehziyâne ve aşağılayıcı hitablara muhatab olan bel’amhane de, başındaki sırma kaftanlı Yardakoğlu veznindeki Türkçe bilmez kemkümün herzeleriyle, 2-3 yıl evvel şu destek atışlarına mazhar olmuşdur:

-Artık, dini ve dindarlığı, geçmiş dönemlerde yazılmış kitabların satırları ve formatları içinde değil, dünyaya bakarak inşa etmek ve ona göre çizmek istiyoruz…

Evet CİA raporlarıyla istenen ve adı “Ilımlı İslam!”  olan bir dinin uydurulması, işte  imâlâtcı mercilerine böyle sipariş veriliyor; ve “fundamantalist” İslam’dan kurtuluş planlarının taşeronluğu da, Yardakoğlu veznindeki heriflere böyle ısmarlanıyor…

Yegâne Hakk Din İslamiyyet’e ve Onun SON PEYGAMBERİNE hakaretler yağdırarak T.C.’nin bazı mıntıkalarını paspasa çeviren, papa denen LÂBİS-İ LİBÂS-I NASRÂNÎ cehennem kütüğü, ve yine kendisi gibi nâr-ı cahîm petrolü LÂBİS-İ LİBÂS-I KATRÂNÎ Patrik ile, topyekûn İslâm âlemi için, bir kanser yumağı halindeki fitnenin en âlâsını döllemek üzere Türkiye’ye geldiğinde, Bel’amlar şebekesi, dostlar alışverişde görsün kabilinden bir-iki atraksiyonla göz boyamakdan başka da hiçbir iş yapamamışdır… Kainatın Fahri Âlâ Ekmelüttahâyâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerine yapılan o nâmütenâhî hakaretler karşısında, laikçi münkirler ne kadar sinsice memnun olmuşlarsa, Bel’amlar şebekesi de o derece şecâat arzetmiş; ve fakat, sirkatin söylemekden başka da bir halt ortaya koyamamışdır!..

O lâbis-i libâs-ı nasrânî ve şeytânî ve katrânî herif, böylesine kalleşçe ve kancıkça ve nâmütenâhî çapda hakaretler gaseyan ederken, bu şebekeler, bel’amlıkdan uzak zerre kadar îmân samimiyyetine, salâbet, şecâat ve mukaddes îmân öfkesine mâlik olabilselerdi, suçluluk kompleksi içindeki bir mücrimin “ben yapmadım, o öyle değil böyleydi!” misillü nakarâtları kağıt üzerinden kemkümlerle okuyarak cahil cühelâdan  “âferin lan!” alkışları toplamaya bakmaz; 14 asırlık İslâm Ulemâsının fetvâsını mertçe ve erkekçe ortaya koyar; ve dünyanın gözü önünde boca edilen o cesâmetdeki papa pisliğini, yine aynı mahluka, aynı cesâmetiyle tepeden geçirmesini bilirdi…

Yapılacak tek şey, ancak ve yalınız şu olabilirdi:

“ -Biz, tevhid dîni olan ve ALLAH AZZE ve CELLE’nin indinde yegâne hakk dîn bulunan mukaddes ve muazzez İslâmiyyet’in yine mukaddes en büyük Peygamberine yapılan bu nâmütenâhî çapdaki hakâretin, bin kere de özür dilense, aslâ ortadan kalkmayacağına; ve “papa özür dilesin” demek gibi son derece ucuz ve harc-ı âlem cehele laflarının, hiçbir kıymet ifâde etmeyip, bunun, abesle iştigâl olduğuna inanıyoruz…

Bizler, tevhîd dînimizin bir îcâbı olarak, kendi işkembemizden aslâ hüküm veremez, insanlık târihi boyunca, bütün müslümanların üzerinde ittifâk etmiş olduğu hükmü, onların da hukûkuna riâyet etmiş olmak üzere ve onlarla tam bir tevhid içinde olduğumuzu isbât sadedinde deriz ki:

 “Kâinâtın Fahri Aleyhisselâma hakâret eden bir mahlûkun TEVBESİ ASLÂ KABÛL EDİLEMEZ… Ve O aşşağılık hakâretin mürtekibine de, değil Türkiye’de, arz yuvarlağında bile yer yokdur… Bu hükmün dışındaki tepeden tırnağa herşey, bütün Peygamberleri ve onların izindeki İslâm ulemâsını kâle almamak olacağı cihetle, bu da bir başka hakâret türü kabûl edilir; ve biz, selefimize karşı böyle aşşağılık bir hürmetsizliğe herşeye ve herkese rağmen aslâ düşemez ve cür’et edemeyiz…

İşte, kendilerine “fundamentalist” denen gerçek müslümanların elindeki din; ve işte, “dünyâya bakarak yeniden din inşâ edeceğiz” diyen, hoşgörü, diyalog ve ibrâhimî dînler hezeyânları peşindeki bel’amlar şebekesinin elindeki sun’î ve uydurma dîn… Ve tepeden tırnağa herşey de, buna göre kıyâs edilsin…

Büyük Osmanlı Müfessirimiz Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“ –Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) Hazretleri, çok hadis rivâyet etdiği söylendiği zaman, “Kur’ân’da iki âyet ki, biri Bakara 159, diğeri iki sahife sonra gelecek olan bunun nazîri âyet olmasa idi, hiçbir hadîs rivâyet etmezdim.” buyurmuş; ve bu âyetleri okumuşdur. Binâenaleyh emr-i dîne müteallik hiçbir ilim ve hakk-ı sarîh gizlenmemelidir. Zîrâ Allâhu Teâlâ buyuruyor ki:

Bizim inzâl etdiğimiz beyyineleri ve Allâh’ın emrine, ahkâmına, irşâdına ve bunlara îmân ve ittibâın vücûbuna delâleten ve aynı hidâyet olan âyât u edilleyi, o kitabda veya bu kitabda, gerek Tevrat ve gerek İncil ve gerek Kur’ân cinsi kitabda nâsa beyânımızdan sonra, o insanlar içinde bunları ketmedenler (=saklayanlar) ya’ni ikrâr ve i’tirâf etmeyüb vakt-i hâcetde söylemeyen veyâ neşretmeyen veya neşrine mâni’ olan, veyâ onu külliyen veyâ kısmen, tahrîf ve telbîs etmek (=hîle ile tersgöstermek) gibi herhangi bir sûretle gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar, bu ketmlerinden dolayı, muhakkak Allâh bunları la’netler, la’net edebilecek ve la’net duâsı yapabilecek olanlar da bunları la’netler….

Şübhesiz ki Hakk’dan sükût eden dilsiz şeytandır…. Ancak tevbe edenler, tevbe edip de ıslâh-ı hâl edenler, ıslâh-ı hâl edüb de ketmetdiği hakikatleri beyân ve neşredenler, işte ben Allâhu Azîmüşşân da bunların tevbelerini kabûl eylerim. Ve bunlara atf-ı nazar ederek kendilerini la’netden istisnâ ederim….

Demek ki, her günâhın kendine mahsus bir tevbesi; ve her nevi’ küfrün bir tarz-ı îmânı vardır. Ale’l-ıtlak (=umûmiyyetle) her tevbe, her günahın tevbesi olamaz.

Hâsılı: HAKK-I SARÎHİ KETMETMEK KÜFÜRDÜR VE ÎMÂNDA, IZHÂR-I HAKKDIR. Ve ba’de’l-küfür (=küfürden sonra) ızhâr-ı hakk ile tevbe ve îmân makbûldür.” “Tevbe edenler böyle, ma’dâsına gelince:

Allâh’ın inzâl etdiği beyyine ve hüdâya ve bu cümleden olarak bütün enbiya ve kitablarla beraber nübüvvet-i Muhammediyye’ye ve Kur’ân’a îmân etmeyipde küfürde ısrâr ve kâfir oldukları halde vefât edenler, bunlar da, işte böyle mel’unlardır. Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti bunların üstünedir. Bu la’netde muhalled (=ebedî) olarak kalırlar. Ve bunlardan ilelebed azâb tahfîf edilmez (=azaltılmaz). Bunlara hiçbir mühlet ü müsâade de verilmez. Her küfür, bir ketm-i hakk demek olduğuna göre, bu âyet, evvelki âyetdeki tevbe ile müstesnâ olanlardan maadâ ketm-i hakk edenler hakkındaki hükm-i la’neti te’kîd ve lâinûnu (=la’nete uğrayanları) tefsîr etmiş olmakla berâber, diğer cihetle ondan eâmdır (=daha mühimdir). Zîrâ lisânen veya kalemen hakkı söylemiş veya yazmış olmakla beraber, kalben îmân etmeyüb kafir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlere, yukarıki âyetin şümûlü cây-ı nazar olduğu halde, bu âyet, ale’l-ıtlak kafirlere sarâhaten âmm ü şâmildir.”

(İntişârı: 07.02.2007)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir