Kubilây ticâretiyle “Menemen” maskotu hâline de gelen Cum. mitinglerinin toptancısı Tuncay ma’lûmunun kanalizasyonunda, 19 ocakda konuşan echel-i cühelâdan bir alevî dedesinin(!) “dinâyet işleri” dediği, aslında ise “İslâmiyyet’i yok etme işleri” denilen yer, kurulduğu 1924’den beri bu korkunç fiili işlemiş; ve başına da, şimdiki bardakzâdeden daha politik ve İslâm aleyhdârı bir adam geçirilememişdir…
Üzerinde, “ye kürküm ye!” denilen nesne kadar bile bir şahsiyet vâsıtası olamayıp, sonradan görmelerin özenti urbası gibi ve iğreti olmanın en düşüğü derekesinde duran sırmalı kaftan içindeki bu adam, köşeli başına da, zâten zoraki ve acib ilişen sarığı madde plânında gülünçleştirirken, ma’nâsını ise satışa çıkarmışcasına bir iklîm estiriyor… Bir zamanların devlet bakanı tarafından, kolundan tutulub atılabilecek tapu kadastro müdürü gibi 5. sınıf resmî bir dâire siciline de sahib adı geçen yerin başına şimdiki sarıklı başpolitikos, M. Aydın nâm papaz âşığı ve diyalog mü’mini tarafından, Allâh ve Rasûlü Aleyhisselâm’ın yoluna kör tapa olarak dikilmişdir… Ağzından çıkan hiçbir kelâm yokdur ki, Şerîat sevgi ve bağlılığını ihlâs ve samîmiyyetle ifâdeye medâr olsun; ve 15 asırlık ulemâyı pusula kabûl edici en küçük bir rota îmân, rikkat ve sadâkatine mâlik kalarak, İslâm salâbet ve celâdetini, bir sivrisinek sesiyle bile olsa dile getirici bulunsun!.
Bin senedir, muazzez ve mukaddes Şerîat içün şehîd ve gâzî olmayı en büyük rütbe kabûl edenlerin memleketinde, bir takım südü bozuk kaltaklara ve aygırlarına varıncaya kadar aslını inkâr eden nice nesebi gayr-i sahîh ucûbe, “Kahrolsun Ş…..”diye meydanlarda mart kedilerinden beter cıyak-vıyak binbir kahrolasılıkla dolaşırken, bu adam, ilim nâmûsu olan kabuklu ve cenâbet bir müsteşrik kadar; ve diline pelesenk etdiği “bilim!!!” denen nesne adına olsun, ağzını çeyrek de olsa açıb şöyle üç-beş kelâm bile edemiyor:
“- Ulan, dünki Anadolu müstevlisi dış küffâr ve füccâr olan Yunan, Fransız ve bilmem ne gâvurlarından bin beter yerli küffâr u füccâr!
Bu millet, Sarâ-yı Kibriyâ olan Şerîat içün 1000 sene can verib kanını akıtmışdır; ve sen, o can ve kanlar bedeli olarak ortada duran Anadolu’da, (vatan sâhibiyim!) diyerek gezebilme hakkına, ancak bu sa’yede sâhib ve mâlik bulunuyorsun!. Senin ve senin gibilerin Allâh Azze ve Celle’nin Müslümanlığına ve onun son Şerîatına yapdığı bu nâmütenâhî hakâret ve hâinliğin asıl mes’ulü, sizi böyle yetiştiren Allâhsız sistem ile, bu sistemin haçlıya satılmış ameleleri, usta ve mîmarlarıdır…
İşte ben de, böyle bir sistemin sarık cübbe altındaki ustalarından biri olarak, (artık yeter!) deme noktasında, îmân ve vicdân ısyânımın zirvesinden şu karârı verdim ki, artık bu saatden i’tibâren DİB başkanı değil, oranın müsta’fî bir mütekâidi olarak köşeme çekiliyor; ve bizzat Kelâm-ı Kadîm âyetleri ile muazzez ve mukaddesliği tescîl edilen bu ŞERÎAT dediğimiz kelimenin ne demek olduğu hakkında, âcilen ve serîan bir kitâb kaleme alarak, alenen işlediğim dilsiz şeytan olma günahlarımın, yine ancak alenen tevbesi ile Rabbimin afv u mağfiretine nâil olacağım hakîkatına inanıyorum… Keffâret-i zünûb ni’metinin idrâkine eren bir gedâ olarak ve gözyaşlarım içinde dergâh-ı mağfiretde yalvarıb yakaracak; ve Büyük Şeyhülislâm ve Müftiü’-ssekaleyn İbni Kemâl Rahmetullâhi aleyh’in şu kıt’asını da o kitâbımın ön kapağına, yine o büyük zâtın Şerîat yazısı ile kapak hacmince nakşedeceğim:
“ ŞERÎAT KİM SARÂ-YI KİBRİYÂDIR,
HAKÎKÂT MÜLKÜDÜR, MUHKEM BİNÂDIR…
ÂNIN BİR TÂŞINI KİM OYNATIRSA,
YOLUNA BÂŞINI KOYMAK REVÂDIR…”
Ve aynı dış plân şartları içinde, arka kapağa da, İbrâhim Hakkı ARZ-I RÛMÎ Rahmetullâhi aleyh Hazretlerinin şu manzûmesini, yine kendimi, keffâret-i zünûb makâmının âciz bir gedâsı olarak hissetme rikkat ve hassâsiyetimi bir an bile kaybetmeden, cihandaki ins ü cinnin beynine çakarcasına resmedeceğim:
Sarâ-yı dîn esâsıdır Şerîat,
Tarîk-i Hakk hüdâsıdır Şerîat…
Budur ol kapu Dergâh-ı Hakk’a,
Ki yolun iptidâsıdır Şerîat…
Dahî bununla bu yol hatmolunur;
Bu râhın intihâsıdır Şerîat…
Sırât-ı müstakîme da’vet eden,
Münâdîler nidâsıdır Şerîat…
Şerîat, Enbiyânın sünnetidir;
Kamûnun ihtidâsıdır Şerîat…
Hüdâ’nın leyle-i mi’râc içinde,
Habîbi’ne atâsıdır Şerîat…
Yirmiüç yıla denk, Cebrâil’in,
Ona vahy-i hüdâsıdır Şerîat…
Cihânda çokdur envâı, ulûmun;
Kamûsunun Hümâ’sıdır Şerîat…
Bu nefs-i kâfiri katletmek içün,
Hakk’ın hükm-i kazâsıdır Şerîat…
Cihâd-ı ekber eden, ehl-i irfân
Kulûbunun, safâsıdır Şerîat…
Tarîkat kurbânının önünde,
Delîl ve muktedâsıdır Şerîat…
Hakîkât, gerçi sultanlıkdır ammâ,
Önünde ânın livâsıdır Şerîat…
Şerîat’da velî yâdolmaz aslâ,
Velînin âşinâsıdır Şerîat…
Şerîat’la durur arz u semâvât,
Bu bünyânın binâsıdır Şerîat…
NE BİLSİN ŞER’-İ PÂKİ, EHL-İ İLHÂD,
OL A’DÂNIN, CEFÂSIDIR ŞERÎAT…
Hemân onlar da aklınca sanır kim,
Nizâm içün olasıdır Şerîat…
SAKIN CANIM SAKIN, ONLAR GİBİ HEM
DEME SEN DE: “N’OLASIDIR ŞERÎAT!”
Şerîat’sız hakîkât, olur ilhâd,
Hakîkât gün, zıyâsıdır Şerîat…
Zıyâsı olmayan Şems’i de yok bil,
Hakîkâtla kıyâsıdır Şerîat…
Cihâna bir velî gelmez ki, illâ
Elinde onun ‘asâsıdır Şerîat…
Dahî başında tâc u kisvet,
Hem eknânda abâsıdır Şerîat…
Hakîkât, cânıdır ancak velînin,
Cânından mâadâsıdır Şerîat…
Hakîkât arş-ı a’lâdır muhakkak,
O arşın istivâsıdır Şerîat…
Beden, bulmaz bekâ, can olmadıkça,
Hakîkât ten, bekâsıdır Şerîat…
Sakın soyma onu, nâmahrem içre,
Yüzün, suyu, hayâsıdır Şerîat…
Cemi’ enbiyâ ve evliyânın,
Niyâz-ı rehnümâsıdır Şerîat…
X X X
Erkek bir adamın, aslını ikrâr borcundaki neseb sâhibi bir müslüman olarak ortaya koyabileceği bir tek tavır ve resim, en azından budur; ve bunun dışında olup, buna zıd her keyfiyeti de, mutlak bir nefret, buğz ve adâvetle kemâl noktasından reddetmek…
Heyhât!.. Ortada, bunun binde birinin en küçük bir izi bile görülemiyor…
Sarıklı başpolitikos bardakzâdenin, 18 ocak târihli gazetelere akseden beyânâtı da, daha evvelkileri aratmayacak çirkinlikde; ve İslâm’ın, ithâl malı haçlı politikaları adına pazarlanışından ibâret olduğu halde, son derece mide bulandırıcıdır:
“- Müslüman olmanın önşartı, dinin gereklerini yerine getirmek değildir…”
Sarık ve (sırmalı cübbe) altında, bu iki kisvenin Muazzez ve Mukaddes Şerîat’daki temsîline böylesine zıt lâflar eden bir adam, lâbis-i libâs-ı katrânî bir başpiskopos veya yahûdî başhahamı veyahut da (hoşgörü diyalog) meczûbu bir başkardinal olsaydı, toprak altındakiler de dâhil millet-i merhûmeden, haketdiği cevâbı alabilirdi…
“Müslüman olmanın önşartı, dînin gereklerini yerine getirmek değil!” öyle mi? Bir müslümanın ağzına alması muhal olan böylesine küfr ü dalâlet zübdesi bir hezeyânın bütün dünyâya i’lânı karşısında, “Din Görevlisi!” denilen yüzbinlik kemmiyet ve gürûh içinden de, bir tek keyfiyet ve şer’î şahsiyet sâhibi mahlûk çıkıb, bin esefle beyân edelim ki, bir mahalle nârası çapında bile olsa, şöyle gürleyemiyor:
“- Bana bak, başımdaki laicus kafalı sarıklı başpolitikos! Nirvana’sına ermek içün müntesiblerine ineğin sidiğini içireni de dâhil, mecâzî ma’nâda din adı altındaki hiçbir mutlak dalâlet yolu gösterilemez ki, başındaki baş mümessili tarafından o dîn denen nesne, kendisinin hikmet ve sebeb vücûdunu teşkil eden şartları yani meşrûta varlık bahşeden şartları yok saysın; ve böyle bir akıl ve mantık felciyle de, dünyânın önünde arz-ı endâm etmek rezâletini irtikâb etmiş bulunsun!… Bir dîn ki, “benim gereklerimdendir” diyerek binlerce emir ve yasağını sayıp dökecek ve aynı zamanda da, “benim müntesibim olmak içün bunlar şart değildir” diyecek!.. Böylelikle de, kendi kendisiyle tenâkuzlara batarak yine kendi kendisini ifnâ etmiş bulunacak; ve abesin en abesini, kendi elleriyle fir’avn piramidi çapında dehhâmeleştirecek!!!
Bütün bunlar, senin, Allâh Azze ve Celle’nin her türlü noksanlıklardan münezzeh dîni ile istihzâ ve istihfâf edişinin, en sulu ve iğrenç Danimarkacası, Salman Rüştücesi ve bilmem kaçıncı Benediktcesidir… Daha 83 sene evveline kadar bu ANADOLU topraklarının RESMÎ DÎNİ, Allâh’ın Dîni ve son Şerîat’ıdır; ve hükûmetdeki bir azâsı da, “ŞER’İYYE (ŞERÎAT) VEKÎLİ” adıyla arz-ı vücûd etmektedir… Tevbe-i nasûh ile hidâyete ermiyecek ve temerrüdünde ayak direyeceksen, seni, Allah Azze ve Celle’ye havâle ile; her ne sûretle ve her kim olursa olsun hakkı ketmedenlerin, Dünyâ ile Âhıret’de, Mukaddes Kelâm mu’cebince (Allâh’ın, meleklerin, bütün insanların ve lâ’net etmek şanından olanların) nasıl lâ’netini müstahık olacağını düşünmeye da’vet ederim…
“Kasdım, âmentü şartlarıdır, usûl-i din hâricindeki helâl ve haramlar değildir!” dersen, burada da özrün kabahatinden büyük olur; ve en basit bir müslümana bile ‘ıyân beyân ma’lûmdur ki, helâl ve haramların, helâl ve haram oluşuna îmân dahî, usûl-i dîne taallûk eder… Şerîat ıstılâhıyla ifâde etmek lâzım gelirse, (zarûrât-ı dîniyye) adını alan onlar da, yine usûl-i dîn şartlarından olarak o çerçevenin içine girerler… Bu (hakk) ve (mutlak) dînin haram-helâl-emir ve yasaklarına mutlaka riâyet ederek yaşamak ise, (diyânet) adını alır; ve bu da, bu dînin müessisinin, “müslümanım” diyenlere kat’iyyen muhayyerliği olmayan (mutlak) emridir…
İşte kilise duvarının sırt dönüşünden bin beter sırtını döndüğün 15 asırlık Allâh’ın Dîni… Söyle, var mı aksini iddiaya zerre kadar cesâretin???”
X X X
Bu laicus kafalı sarıklı Başpolitikos, 2.2.08 tarihli televizyonlara akseden münâsebetsizlikleri ile ise şöyle:
“-Her tartışmayı biz, laiklik zedeleniyor, din elden gidiyor tartışmasına çevirirsek, hiçbir konuda sağlıklı düşünemeyiz.”
Bardakoğlu’luğa değil de Yardakoğlu’luğa ancak yakışan bu tiksindirici cümle ise, (dîn) ile (dinsizliği) aynı kefeye koyan “diyalogçu ılımlılığındaki!” çarpılmış bir kelle yapısının, mütehammir ifrâzâtından başka bir şey kabûl edilemez… Allâh Azze ve Celle’nin irâdesi demek olan Müslümanlık, “laik-dembokratik” bir sistemin velâyet ve vesâyeti altına sokulur; ve bu ihdâs edilen resmî dâirenin de başına, böyle sarıklı ve dinsizliğe âlet (laicus) kafalı adamlar geçirilirse, şirkin nâmütenâhî derecesini ölçmek, elbetde mümkin olamayacakdır…
Yâhu, sarıklı başpolitikos ve Yardaknâme vezninde Bardakzâde adam! “Dinin elden gitdiğinin” o muhteşem vesîkası, senin, başına geçirildiğin makâmın laiklik ve dombokrasi adına dînin tepesine velî ve vasî ta’yîn edilmendir; ve bu, firavn piramitleri ve kadîm yunan tapınakları kadar da ortadadır… Hem suçlu hem güçlü rolüne soyunup böyle bir şey yokmuş gözküllemesini, nasıl olur da milletin farketmediğini düşünebiliyor; ve “dinin elden gitmediğini”, laikliğin zedelenmediği kadar ortada bir şeymiş gibi, hangi fikir iffet ve nâmûsuyla ve hangi Allâh’sızlara şirin görünme uğruna ileri sürebiliyorsun?!..
Müslüman Oğuz soyu başda olarak, bu milleti uyutmak içün, Anadolu, senin köyünden getirdiğin ve ninenden kalma beşiğin mi?.
Suallerimiz bu kadarla kalmayacaksa da, biz şuna evleviyyet tanıyalım ki, o da, bu adam, ataizm hesâbına üfürükler püskürmeyi bu kadar cür’etkârca nereden alıyor; veya, hangi kardinal külâhına selâm durup, nerelerdeki ateist mihrâklardan “semen-i kalîl devşirme” uğruna bunları irtikâb ediyor?.
İslâm’dan utanan bu zavallının, başındaki sarık ve sırtındaki sırmalı kaftan altına saklanarak:
“- Artık dîni ve dindarlığı geçmiş dönemlerde yazılmış kitabların satırları ve formatları içinde değil, dünyâya bakarak inşâ’ etmek ve ona göre çizmek istiyoruz.”
Diye verdiği beyânatlarını da, nasibse, zamanı gelince îmânsızlık püskürüşleri olarak miligramına kadar ortaya koyub, bütün asl inkârı ihânetinin nâmütenâhî hududlarını dünyâya göstereceğiz!
Vatikan emrindeki sürülerin, İsâmiyyet’i nasıl ortadan kaldırma plânları işletdiği, bugün topyekûn dünyâca ve apaçık bilinmektedir. Bir koldan, “haçlı seferi” lâfzıyla Buştlar çetesi BOP terörizmini yürütürken; diğer yandan da “Hoşgörü ve diyalog” fitnesi, “Hoşfendi diyasporasıyla” samanaltılı samanyollarıyla ve zamâne fittoşlarıyla yol almaktadır… Üçüncü olarak da, “medeniyyetler ittifâkı” fitnesi, T.C. hükûmetiyle mesâfe katetmekde; ve dördüncü olarak ise, DİB başındaki bu sarıklı politikacı ma’rifetiyle, bunların hepsine, din sütresi arkasından (destek atışları) icrâ edilmektedir…
Bu meş’um fiiller içün alevîleri de nasıl kullandıkları ve sarıklı başpolitikosun “iftar açma” denilen mekânlarda hangi politik fitneler vesîlesiyle dolaştırıldığı, elbetde Anadolu’muzdaki İslâm Milleti’ne malumdur; ve Büyük Şeyhülislam ve Akâidde İmâm Mustafa Sabri Efendi Merhûm’un, (Diyânet) denilen yerin hangi münâfıklar tarafından doldurulub neye hizmet etdirildiği hakkında, 1928’de kaleme aldığı bir makâlesiyle de bunlar ortaya konacak; ve böylelikle de, İslâmiyyet’in, sarık- cübbe altındaki ajanlar veya “şeytân-ı ahraslar!” tarafından nasıl yok edilmeye çalışıldığını, ibretle isbât ve kıvranarak temâşâ edeceğiz!..
(İntişârı: 19. 10.2008)