Ramazân-ı Şerîf, Ne Olur Çabuk Geç!
5 Mayıs 2021
(1) “Atatürk’e Kâfir Denemez” Derken, Allâh Azze’ye: “Âyetin (Kitâbın) Yasak” Demek…
4 Haziran 2021

 

“AŞI (İĞNE) ORUCU BOZMAZ” VE “hesâbât-ı nücûmî” FİTNESİ!

(6)

Ahmed SEYYİDOĞLU

DİB SÂBIK REİSLERİNDEN AHMED HAMDİ EFENDİ DE “AŞI ORUCU BOZAR” DİYOR!

Mevzuumuzun aslı “iğne-aşı-oruç” v.s. gibi görünse de, ana hedefimiz, nasıl bir dâr-ı riddede, hangi sahte idhâl vasatda yaşadığımızı; ve DİB denen yerin de röntgen filmini çekib, bütün deverân sistemini ve içini ortaya koymakdır…

1947-1951 yılları arasında Diyânet İşleri Reisliğinde bulunan ve CEHAP kamalizması tarafından zehirlenerek katletdiği söylenen merhûm Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin, “Diyanet Yayınları N0 31/16” kaydı taşıyan “İslâm Dîni” nâmındaki kitabının 1967 târihli 17. (tab’ından) naklen, aşağıdaki satırları nazar-ı ibrete takdîm edeceğiz.

Tekrar edelim bu eser, 4 yıl Diyânet Reisliği yapan Ahmed Hamdi Efendi Merhûmun olub, DİB neşriyâtı arasında tab’ olunmuş (bastırılmış)dır…

Ahmed Hamdi Efendi bidâyetde (Teymiyeci-Abduhçu) gürûhundan bir “selefîmeşreb sapık” iken, cumhûriyetin başlarına doğru, bihidâyetillâh, ehl-i sünnetin “Hanefi-Matürîdi mezhebine=Müslümanlığa” geçmişdir…

MÜELLİFİN adı geçen kitâbının 20 kadar baskısı yapılmış; ve bir zamanlar “Cumputrasinin İmam-Hatib Mekteblerinde” İlmihâl kitâbı olarak da okutulmuşdur. Sonra bu kitab da, “mezhebsiz ve telfikçi oryantalist rejim çömez ve yamaklarının” hışmına uğrayıb “aforoz” edilerek ortadan kaldırılmışdır… Adı geçen kitâbın, 17. tab’ının 49. sahîfesinden evvelâ şu satırları iktibâs edelim:

“İ’tikâd husûsunda başlıca iki mezheb vardır: “Ehl-i Sünnet ve ehl-i bid’at.”  (Ankara, Güzel Sanatlar Matbaası 1967, 17 nci baskı, s. 49)

İ’tikâdı küfre MÜEDDÎ (vesîle-vâsıl) olan herkes, buna ehl-i bid’at da dâhil, ne kadar “Kendisini Müslüman da zannetse” o, hadîs-i şerîfde beyân buyrulduğu üzere “Câhiliyye çağrısı ile kendisine da’vet etdiğinden” bunlara “cehennem halkındandır” mührü vurulmuşdur… (Bkz: Yûsüf Nebhânî-Hadîs-i Erbaîn.)

“BİZ, ELHAMDÜLİLLÂH EHL-İ SÜNNET MEZHEBİNDENİZ!”

Müellif, BEYÂN ETDİĞİMİZ  kitâbının 17. Tab’ında şöyle  devâm eder:

“Ehli Sünnet demek, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın gösterdiği yoldan gidenler, O’nun sünnetine yapışanlar demekdir. “Ehl-i Bid’at” demek, Hazret-i Peygamber’in tebliğ buyurduğu ahkâmı kendi keyif ve arzularına göre değiştirenler demekdir. (BİZDEN: Bugünün AKAP iktidârına AYARLI Diyânetçiler gibi…) Bunların da birçok şûbeleri vardır ki, onları burada saymak bahsimizin hâricindedir. BİZ, ELHAMDÜLİLLÂH EHL-İ SÜNNET MEZHEBİNDENİZ.” (A.g.e. s. 49)

Şefokrasi devr-i decâcilesinin DİB’inde yazılan şu kitâb bile “Biz, elhamdülillâh ehl-i sünnet  mezhebindeniz” diyen hâliyle tam 20  kere tab’ edilmişken, 20 yıllık AKAP iktidârında, DİB başına geçirdikleri 3-5 sarıklının hiçbiri bunu diyememiş, tam tersi istikâmetlere çağırmışlardır! İlâhiyât purofu kof ve boş etiketlileri DİB başına başkan, madamları da başkan yardımcısı yapma, her müftü veya püftünün yanına bir madam yardımcı oturtma modası, bu AKAP bid’atçılık devr-i saltanatında başlamışdır!. Ya.dakoğlu veznindekiler “Dînî ve dindarlığı dünyâya bakarak yeniden inşâ’ edeceğiz” hezeyân ve yâveleri savururken, Carullahçı Görmez gibiler, Tahranlara uçub şii ahundları arkasında el bağlayarak gûya onlara cemaat olmuş, namaz (!) kılmış ve zerre kadar eziklik duymamışlardır… CEHAP şeflik iktidârında bile, zehirlenib hayatına mâl olsa dahî  “Elhamdülillâh biz, ehl-i Sünnet MEZHEBİNDENİZ” diye  kitablar yazabilen bir Ahmed Hamdi Efendi Merhûm düşünülecek olursa, aradaki uçurumun bugün ne kadar açıldığı apaçık görülecekdir…  Çünki “Olmıyan Ümmetin var olan Lideri”, telfîkçi cumhûriyet “müctehidlerinden Hayrettin çizgisine” hürmeten, ittibâen ve iktidâen, her fırsatda “Ne sünnî ne şiiyim” diye ortalığı baraj ateşine tutmaktadır!. Acemistanda bile böyle söyliyen bir şii  ahundu, âyetullası veya cumbaşısına rastlanmamışdır…

DİYÂNET KELİMESİ…

Şeflik devrinde  Rıfat Börekçi gibi hem DİB’in başı hem Ankara CEHAP il başkanı olan bir bel’am ile hayata başlıyan DİB, (Ahmed Hamdi ve Ömer Nasûhî Hocalar hâriç), reisler üzerinden İslâmiyyet ile öyle “güncellemelere=tahrîf ve oynamalara” tâbi’ tutulmuşdur ki, bugün geldiği nokta, tam bir felâketdir… Halbuki Osmanlı müelliflerinden Şemseddîn Sami Beyin meşhur kâmûsuna bakarsak:

“Diyânet’in lügat ma’nâsı: Dindarlık, ahkâm-ı dîniyyeye temâmiyle riâyet.. “Ashâb-ı diyânetden bir zâtdır.”

“Diyânetli: Ahkâm-ı Dîniyyeye riâyet eden, dindâr, müttakî.”  (Kâmûs-ı TÜRKÎ, 1317, s.637)

Şeflerin o en nefes aldırmaz zamanında 17 yıl DİB başkanlığı yapan meş’hur Bel’am Mim. Rıfat Börekçi zamanında bile, İslâmiyet’e dışdan vurulsa ve üzerinden silindirle geçilse bile, bugünki kadar içden, “Dînî bir Merkezmiş” gibi görünerek özüne tahrîf ve tahrîb salvoları yapılamamışdır. Çünki Osmanlıdan bakiye kalmış pek çok âlim henüz berhayât idiler. Onların gözü önünde böyle fezâhat ve denâatlara cür’et etmek zırdeli cesâreti istiyen bir gözüdönmüşlük olurdu! Ancak 1949’dan sonra Ankara İlahiyat açıldı, buna muvâzî imam kurs ve liseleri, sonra İ. Enstitüleri devreye sokuldu ve içden tahrîf ve tahrîb gitdikçe hız kazandı. 1970 ve 1980’lerden sonra Osmanlı ulemâ nesli tedrîcen ortadan kalkmıya başlayınca, adı geçen tezgâhların mahsülleri bütün mihrab, minber, kürsü ve benzeri yerleri işgâle başlatıldılar…

Zaten Müteveffâ 33 dereceli mason Bayar, “Biz, Batılılara Lozan’da söz verdik, İslâmiyyet’i belli bir zaman içinde Türkiya’dan kaldıracağız, bunu da mihrabdan halledeceğiz” demişdir ki, bu, onun en bilinen meşhûr masonik-ateistlik vesîkasıdır. Diğer bir sözü de: “Atatürk’ü sevmek millî bir ibâdetdir!” olmuşdur… Bunun bir benzerini de, 27 Mayıs eşkıyâlarının başı VE AYLARCA KOMA HÂLİNDE YATAN Org. Gürsel, gene pek aşırı İslâm düşmanı ikinci ve kinci şef içün söyliyecek ve şöyle diyecekdir:

“Paşam, senin emirlerin bize Peygamber buyruğudur!”

Kendilerini ebediyyen kurtaramıyan bu paşa ve maşalar, milleti ve vatanı nasıl kurtarmışsa “kurtarmışlar!”

Bu memleketde 112 yıldır sâdece ve yalınız, “Lozan’da verilen sözler” de dâhil, “İslâmiyyet’in” ortadan kaldırılması işi irtikâb edilmişdir… Diğer bütün işler bu cesîm ve azîm irtikâbın yanında pek küçük, milimetrik kalır! İslâmiyyet’in yerine, adı İslâm, kendisi İslâm dışı bir dîn, “İslâm” diyerek LÂYIK REJİM zoruyla ve cebren devlete çaktırılmışdır…

Böylece memleket “Düşmanlarından kurtulmuş!”, haçlı “düşmanlar zafer ve sevinçle” memleketlerine “kovulurlarken!”, asıl “yerli düşmanlar=Müslüman Oğuzlar, kürt ve arablar” yeni ve en büyük mürteciler (düşmanlar) olarak karşı cebhe i’lân edilmişdir… Bu yeni ve yerli düşman (!) “Beyaz Türkler ve dönmeler=sabataist Yahudiler” elinde, üstelik de “Türkçülük” adına, 500.000 kişilik bir soykırımla tenkîl ve ifnâ edilmiş; böylece asıl en büyük “düşman” olan Müslüman Oğuzların başını çekdiği (müslüman kavimlerden) KURTULUNMUŞDUR!!!”

Bütün bunların adı da, 4-5 yıl süren İngiliz projesinin tatbîki ile, yunan-fransız-italyan işgâlinden çıkış, onu parçalayış ve “Memleketin onlardan kurtuluşu” olmuşdur!.

“ÜMMET, İMAMET VE İLK DÎNÎ FARÎZA-FELÂH-I KÂMİLE-MÜSLÜMAN OLMAK” BİLİNMEDEN NARKOZDAN ÇIKILAMAZ!

Hulâsa, İslâm âlemi, Hılâfeti de başda olmak üzere çok büyük bir katakülliye getirilmiş, Batı tarafından esîr alınarak yutulmuşdur… Artık bugün, şu telhîs etdiğimiz hakîkatlerin ışığında Kuds-i Şerîf mes’elesine bakacak olursak, o mukaddes belde içün bir kurtuluş yolu görmek fevkal’ade zor bulunuyor. Yahûdi, İslâm Âleminin, İngiliz projesi olan Lozan ANDLAŞMASI ile nasıl elleri ve kollarının bağlandığını, milletler arası anlaşmalarla nasıl tersden kelepçelendiğini ve kendi Yehuda devletini ilk tanıyanın husûsan Türkiya Cumhûriyeti YAPILDIĞINI çok iyi bilmekde, bunun içün de, şımardıkça şımarmakda ve gözünü kırpmadan Kuds-i Şerîf’i yağmalama cürmünü en şirret ve zâlim kahpelikle irtikâb edebilmektedir… Bunların karşısına “Ümmet” olarak çıkılmadıkça bir muvaffakiyyet elde etme imkânı da olamaz.

Bugün “ümmet” kelimesi de alabildiğine yalama edilmiş, ma’nâsı ve içi boşaltılarak bir bakkal tabelâsı menzilesine indirilmişdir. Müslüman Oğuzların YAZIR aşiretinden ve Anadolu’nun bağrından çıkarak Hılâfet medreselerinde yetişmiş Büyük Müfessirimiz Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin “ÜMMET” ta’rîfi kafalara çakılmadıkça; ve mu’cebince de ayağa kalkılmadıkça, herşey lâfda kalmıya, politikacı palavralarından öteye geçmemiye, üç-beş hafta sonra da sabun köpüğü gibi kaybolub unutulmıya mahkûmdur…

İşte ÜMMET:

“Öne düşen, fırâk-ı muhtelifeyi toplıyan metbû’ bir CEMAAT demekdir ki, hepsinin önünde de İMAM (Veliyyü’l-emr-Halîfe-Sultan) bulunur. Cemaatle kılınan namazlar, bu muntazam ve hayırhah tertîb-i ictimâînin tecelliyâtını ifâde eden sûret-i mahsûsesidir. Bu sûretle hayra da’vet ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapacak bir ÜMMET ve İMÂMET TEŞKÎLİ, BA’DE’L-ÎMÂN MÜSLÜMANLARIN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYELERİDİR. Bu farîzayı edâ edebilen müslümanlardır ki, (ve ülâike hümü’l-müflihûn) hükm-i celîli mu’cebince felâh-ı kâmile mazhâr olurlar. Aksi halde (velâ temûtünne ilâ ve entüm müslimûn) müeddâsı müşkîl ve belki müteazzîr olur.” (1936 tab’ı, c.2, s.1154-1155)

Daha bu satırları okuyub anlıyamıyacak kadar lisan hâkimiyyeti sıfırlanmış nesiller, Kudüs’ün “İmametsiz kurtulacağını, bu imametin de İLK DÎNÎ FARZ olduğunu” kimden nereden öğrenecek?.. Kamalizma DİB’inden mi?

“Felâh-ı kâmile=Tam kurtuluşa” ermenin ne olduğunu hangi AKAP DİB’inin sarıklısından öğrenecek?. Mekke ve Medîne’nin bile vehhâbî şirki elinde işgâl altında olduğunu, Riyad kâtillerinin kimin tasmalısı bulunduğunu; Ayasofya’nın bile hâlâ BM UNESCO’su ve lâyık felsefe irâdesinde can çekiştiğini nereden bilecek?. Politikaya bulaşan, edeb ve vekârı muzdarib ve DİB me’mûru purof etiketli Ayasofya sarıklısından mı öğrenecek?. Hacc yollarına düzülmenin binde biri kadar İMAM’ın ne olduğunu, Fetö-cia çetelerinin “İMAM ve CEMAAT” mefhum ve ıstılahlarını suyunu çıkarıncaya kadar istismâr etmekde olduğunu hangi layık ilâhiyyatçı veya ilhâdiyyatçı veya oy ve sandığa tapan politika canbazlarından taallüm edecek?!. “İslâm” dediği şeylerin, “zarûrât-ı dîniyyeye îman olmadan”, İslam’la zerre kadar alâkasının olmadığını, hangi hoca kılıklıdan veya tasavvuf tâciri, kürsü cazgırı, ekran maymunu hangi cübbelâ veya şeytandan öğrenecek???

Din-Dil-Âile-Târih dörtlüsü bugün, kamalizmanın ve onun hizmetkârı topyekûn parti-pırtıların politika denilen yalanları ve aldatmaları altında alabildiğine  çığırından çıkarılmış, 112 yıllık işgâlin emrinde tanınmaz hâle ve batılıların zevkleneceği vaz’iyyete kurban edilmişdir! Kendisini parti-pırtı ve politikacı anaforuna kaptırmıyan kaç kişi vardır ki, bu hakîkatları bir nebzecik bile olsa görsün ve narkozun altında birazcık kımıldasın!.

“İmâmet, cemaat, cihâd, bey’at, felâh-ı kâmile, müslüman olarak ölmek, zarûrât-ı dîniyye, (dâr-ı İslâm)-dâr-ı harb ve (dâr-ı ridde), emân ve emânet, hall ü akd, istişâre, ahkâm-ı sultâniye, kezâ ve kezâ…”

Müfessirin satırlarından hiçbir şey anlamıyan, anlamadığı içün de İslâmiyyet’in esasına bir türlü îmân edemiyen, papaganca bir ağızla kelime-i tevhîd çekmeyi müslümanlık ve îmân zanneden bir coğrafya, Kuds-i Şerîf’i kurtaracak!

Kendi esâretini göremiyenler, Kuds-i Şerîfin esâretini görecek ve onu kurtaracak!..

15 asırlık tarihe küfreden, “Kur’an Allah’ın kelâmı olamaz” müşrikliğini boca etdikden sonra Alaman sâhiblerinin oryantalizma tasmasını boynuna geçiren bu kabil mülhidler, hâlâ ilâhiyatlarda cirit atmıyor mu; ve bunları AKAP politikaları, sessizliği ve zevkle seyredişiyle ve biberonla beslemiyor mu?. İlâhiyatçı, ilhâdiyatçı, oryantalist çömezi, politikacı yamağı, cübbelâ cazgırı gibi din tâcirlerini Ramazân-ı Şerîf’in 30 günü ekranlarda seyr ü temâşâ eyleyüb, o 15 asırlık İslam telâkkîsinin üzerini çizenler; ve Lozan projesi olan şu DİB’in ve telfikçi Haltettînîlerin îcâd edib yazdıkları ve anlatdıklarını “İslâm” kabûl edenlerle, Kuds-i Şerîf’i kurtarmak nasıl mümkin olacak, bekleyib göreceğiz!!! 

Yalınız Türkiyâ değil, bütün dünyâ bugün, YALANIN ve GÖZKÜLLEMENİN işgâl ve istîlâsı altındadır. Bu narkozdan kurtulmadan hiçbir şey anlaşılamaz. İngilizi ve 100-105 yıllık ingilizcileri, parti-pırtılarıyla, ilkeleri-ülküleri-devrimleri-DİB’leri, heykelleri, ana ve babayasalarıyla, darbe ve muhtıralarıyla ve her şeyleriyle anlamanın bile yolu buradan geçer…

“İNGİLİZ TEK KURŞUN ATMADAN GİTDİ” YALANI!

İstanbul ve boğazları işgâl eden İngiliz ise, “bir tek mermi atmadan çekilmişdir” denir! Ancak bu aslâ doğru olmayıb, TAM TERSİNE İngiliz, pek kahpece  kan dökmüş, 16/Mart/1920 günü güneş doğmadan, saat 5.45’de 60 kişilik kâtil bir İng. müfrezesi, İstanbul-Şehzâdebaşındaki Kafkas tümenine bağlı 5 manga kadar Müslüman Oğuz askerlerinin karargâhını SABAHA KARŞI KARANLIKDA basmışdır… Uykudaki MA’SÛM vatan evlâdı askerlerimizin üzerine, o meşhûr İngiliz vahşetiyle ateş açılmışdır… 4 askerimiz orada hemen şehîd olmuş; yaralı 10 Mehmedçik’den  bir kısmı da bilâhare Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuşdur!

İngiliz içün, zerre kadar utanmadan yalan söyliyen, ona yalakalanan ve “Bir mermi bile atmadan gitdi” diyen içdeki İngiliz ve sabataist tohumları, dünyânın bildiği bu hâdiseyi aslâ inkâr edememiş olmakla berâber, köpekliğini yapdıkları İngilizi kahpece müdâfaaya mahkûm olduklarından, bu hâdiseyi beyân etdiğimiz gibi anlatmamış, ketmedib saklamışlardır… Gutü’l-Amare zaferini yani İngilizin hezimetini sakladıkları gibi…

Görülmektedir ki, Türkiyâ’da 1909’dan i’tibâren dış ve onların parmağında oynıyan iç mihrâkların Milletin Dînine ve varlığına karşı tertibledikleri sûikasdler ve akıl ve insanlık dışı tahrîb ve tecâvüzler bir bütün hâlinde ele alınacak olursa, bugün bu memleketde İslâmiyyet’in aslını görmek, bilmek ve yaşadığına inanmak, sûret-i kat’iyyede mümkin değildir ve olamaz…

Böyle bir vasatda ve böyle korkunç şartlar altında lâyık devlete bağlı “Resmî-İslâmî bir merkezin” muhtar olarak kendi hürriyeti içinde İSLÂMİYYET’in hakîkatını ortaya koyması, şübhesiz ki aslâ mümkin değildir ve beklenilemez. Bunun içün DİB denilen yer, edille-i erbaa ile sâbit olan İslâmiyet’i ortaya koyamayacak, başındaki politik parti iktidarlarının keyfine, ideolojisine, doktrinlerine, prensiblerine, parti tüzüklerine, anayasalarına ve tâğûtî emirlerine, boyun eğilen milletlerarası ittifaklara, hâricdeki devletlerin tazyiklerine, andlaşma ve anlaşmalardan doğan insanlık dışı da olsa bir takım mükellefiyetlere göre, istedikleri zamanda istedikleri hükmü vererek, DÎNE şekil, kılık, kıyâfet ve hüviyet biçeceklerdir!. 

Apaçık görülecektir ki, DİB’in en büyük husûsiyyeti: Te’sîs edildiği veya bir proje olarak çakıldığı 1924’den bugüne, her devrime, her devirime, her cumhuriyet ihtilâl ve darbesine, her parti iktidârına ve onun zihniyetine, her diktatör ve şefin ilhâd ve ateizmine, hatta her fetövârî şebekenin diyalog ve şeytanlığına göre, bukalemun gibi renkden renge ve kılıkdan kılığa girmesi ve istenildiği gibi ısmarlama dîn îcâdıdır…

DARBECİLERİN ELİNE GEÇİNCE DİB!

Bütün iktidâr partileri ve darbeler bu DİB denilen yeri kendi İslâm’sız laik ve ateist-seküler politikaları istikâmetinde istedikleri kadar kullanmış, politik emellerine âlet etmişlerdir. Bunun darbeci şakîler üzerinden en bâriz bir misâlini vermek îcâbederse 1960 ihtilâlcilerin şu haberidir:

“27 Mayıs sonrası darbecilerin müdahale ettiği kurumlardan biri de Diyanet İşleri Başkanlığı oldu. Cuntacılar, Diyanet İşleri Başkanlığını kontrol etmek için başkan yardımcılığına emekli Tuğgeneral Sadettin Evrin’i getirdi. Darbenin hemen ardından Evrin imzalı il ve ilçe müftülüklerine gönderilen tamimlerde, halka âyet ve hadîslerle “darbenin meşru olduğu ve faziletlerinin” anlatılması istendi. Müftülüklere gönderilen genelgede 27 Mayıs darbesi “millet ve memleket hayrına yapılmış hürriyet ve inkılap hareketi” olarak nitelenip, “Hükûmetimize destek olmanın dini bir vecibe teşkil ettiğini, aksine hareketin dünyada ve ahirette mesuliyeti ve hüsranı mucip olacağını, vaizlerimizin vaazlarında, hatiplerimizin hutbelerinde âyet ve hadislere istinaden bunu halkımıza duyurmanın teminini ve neticeden bilgi verilmesini ehemmiyetle rica ederim” ifadelerine yer verildi.”

Darbeci ve heybeciler, “Darbenin fazileti ile meşrûiyyetini, bunları anlatmanın dînî bir vecîbe bulunduğunu, aksi hâlin Âhıret’de hüsrâna sebeb olacağını, bütün bunların müftü, vâiz ve hatibler (!) tarafından hem de ÂYET VE HADÎSLERE İSTİNÂDEN halka duyurulmasını” zerre kadar utanmadan, dünyanın gözü önünde nasıl da ta’mîm edebiliyorlar?.. Bu, DİYÂNET denilen yeri paspas gibi çiğnemek değil midir?. DİB’in şahsında onların asıl çiğnedikleri, Allâh Azze ve Celle’nin dîni olduğunda kimin şübhesi olabilir?. Bu kadar alçaklığı irtikâb edenlere nasıl bu milletin bir ferdi gözü ile bakılabilir?. İşgâl ordularının bile yapamıyacağı rezillikleri bu topraklarda irtikâbdan zerre kadar çekinib hayâ etmiyen darbeci-heybeci adam ve madam cinsine nasıl insan gözüyle bakılabilir?.

Onlar inanıyor ve biliyorlar ki, DİB’in te’sîs edilme hikmeti,  “Dînin, politika ve politikacıları ve onların yapdıklarını, zavallı müslümancıklar (!) nazarında şirin göstermek; ve bu hayâsızlıkların işleneceği bir cilâlama-parlatma, güzelleme ve güzellik salonu olmakdır!” 

Yukarının emirlerini her an üstlenib yerine getirmeye âmâde, politikacı âmirlerinin arzularını ve “güncellemelerini” yerine getirmiye müheyyâ, emireri ve üstelik de “anayasal” ve kale gibi muhkem bir teşekkül!..

Şu rezilliğin daniskasına bakınız: “Dîni istismâr ediyorsun” diyerek bir asırdır Müslüman avındaki vahşî kamalizma, 1960 eşkıyâsı eliyle, “ÂYET VE HADİSLERİ” Diyânet’e nasıl kullandırıb oyun ve oyuncak, eğlence ve maskaralık peşine düşmüş!

İşte DİB de, fıtratı i’tibariyle böyle bir yer!

Böyle bir yerden, İslâmiyyet’in ciddiyyet ve asliyyetine muvâzî ve mutâbık, hangi salâbet, hızmet, hakîkât, hangi azm ü gayret ve istikâmet beklenebilecekdir?.

BÖYLE OLUNCA, ASLINDA DİB, İSLÂMİYYET’LE ALÂKALI HİÇBİR NOKTADA SÖZ SÂHİBİ OLAMAZ!

İşte DİB, kuvvetlinin, silâhlının, postallının, İKTİDARLARIN, politikacıların, partilerin, sistemlerin elinde, âyet ve hadîsleri bile böyle pek rahat satışa çıkarabilen; parti iktidârları emriyle de, aynı işleri irtikâb eden, başındaki politikacıların emrinde zaman zaman taşeronluk bile yaptırılan, resmî, beşerî ve “anayasal ve babamasal” bir yerdir!

Bu i’tibarladır ki, bütün beşerî sistemler, kendisini olduğu kadar, emrine ve içine aldığı her şeyi ve her kıymeti de, izâfîliğe, i’tibârîliğe ve ındîliğe mecbûr, mahkûm, ve me’mûr kılacakdır. Bunun dışına aslâ çıkamayacak, bunlar onun lâzım-ı gayr-ı mufârıkı ve tabiat-ı sâniyesi olarak fıtrî ve hılkî yapısını teşkîl edecektir…

Bunun içün de, DİB gibi yerlerin İslâm gibi Mutlak Hakîkâtden ibâret bir dîni (ilâhî bir nizâmı), yaşatması, yaşatması, ona hızmeti, onu muhâfazası, ona merbûtiyyeti, onun hakkında şu veya bu şekilde hükümler ortaya çıkarması ve bunlara “fetvâ” diyebilmesi, “güncelleme veya ictihâd” adı altında dînin üzerinde gezinib eşelenmesi ve bunlar gibi hiçbir tasarruf, onun eline, irâdesine, keyfine, hükmüne kat’iyyen bırakılamaz… Hatta denilebilir ki, Türkiya ve dünyâdaki en büyük YALAN-DOLAN, böyle bir yerin, İslâmiyyet’e âid bir makâm olduğu, onu temsîl etdiği veya ona hizmet etdiği yalanıdır…

Şu mübârek Ramazan-ı Şerîf’de bile, 15 asırlık “İslâm Fukahâsını” zerre kadar kâle almadan onların fetvâlarına yüzde yüz ters hükümler ihtirâ’ ederek, başlarındaki lâyık politikacı ve rüesânın keyfine göre Allâh Azze ve Celle’nin Mutlak Dîni üzerinde babalarının malı gibi tasarrufda ve “güncellemelerde” bulunan, resmen ve alenen oruçları ifsâd eden DİB, bu keyfiyeti devâm etdiği müddetçe, GAYRETULLÂH’A dokunur, ğadâb-ı ilâhîyi celbeder ve Anadolu’daki halkın ve hükûmetlerinin başına çok gâileler getirir…

Muhterem Ali Eren Hoca’nın makâlesinden anlıyoruz ki, DİB’in ihtirâ’ etdiği yeni dîn şekline göre “Astım hastalarının kullandığı sprey orucu bozmazmış, buruna akıtılan ve dil altına alınan ilaç, ultrason içün mıntıka-i mumnûadan verilen su, kulak damlası ve kulağın yıkatdırılması, bazı uzuvlardan vücûda fitil idhâl edilmesi, iğne ile ilâç, serum ve kan verilmesi, diş macunu kullanmak (dimâğa gitmiyorsa tadı nasıl duyulub idrâk ediliyor, tıbb-ı asâbînin içine edilerek mi?), yağmur kar ve dolu yutulması, v.s… bütün bunlar orucu bozmazmış!”
15 asırlık binlerce cild Şeriat kitabları ve sâbık DİB reislerinden Ömer Nasûhî ve Ahmed Hamdi Merhumların  kitabları,  bu 15 asra hürmeten ve ittibâen “BU LÂÜBÂLÎLİK ve HALT ETMELER ORUCU BOZAR” derken, AKAP politikasına rükû’ eden bugünün DİB’i ise, “Bozmaz” diyecek!”
Zerre kadar Allâh korkusu olanlar böyle yollara sapabilir mi?

Evet, başında, 10 kitabının 9’u hıristiyanlığa âid olan ve geçmiş diyalogçulardan Erbaş bulunursa, onun da başında, “güncellemeci” ve Mösyö Zapetero ile “Medeniyetler ittifakı” içindeki Raiz Bey hükümrân olursa, netîcenin böyle olacağı zarûreten ortadadır!.

Seneye de, hıristiyanlık uzmanı Erbaş Ali, diğer dinlerle de “uyum ve durum ve sunum, diyalog ve ittifak ve iftâriyelik ve imsâkiyelik beraberlikler” sağlamak ve sağlamlamak üzere yeni “oruç varyantları ve plandemileri” ortaya çıkarırsa, seyreyleyin papalığın veya diğer religionların oruçlarına-perhizlerine-hamursuzlarına-mayasızlarına benzemeyi!.

Gidiş o tarafa doğru dümen kırdığına ve DİB, İst-küftülüğü diliyle “fitile-seruma ve kan almıya” kadar nice ilâç ve yağmur-kar sularına kadar ninelerimizin şerbeti gibi gövde-i azîzlere boca etmek oruç bozmadığına göre, bundan sonraki seneler, bazı hıristiyan mezheblerinde olduğu gibi su içmek, hatta sebze ve meyve suyu içmek orucu bozmıyacakdır! Çünki susuz kalan vücudun “fonksiyon ve reaksiyon ve korelaşyon ve sirkülasyon mekanizmaları” âni sigorta atdırıb, bazı hırıstiyan (nasrânî) mezheblerine göre ışıkları söndürür ve adamı gebertebilirmiş!.

Evet aynen dünyâyı kırıb geçiren korana-kokana plandemisi gibi!. 

Demek ki, Fetösever papalık tâ asırlar evvelden, bu derece oruçdan korkmuş ki, ölüverirsek diye tedbîren bazı şeylerin oruçlu iken içilib karbüratörün yanmaması içün tedâbir almışlar! Gerçi İslâm târihi Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne kadar cidden oruçdan ölen bir adam kaydetmediğine göre, belki bu saatden sonra (önümüzdeki Ramazan’larda) ölenler, korana ve kokana plandemilerinden değil, oruçdan olabilir! Bundan sonra (ba’dehû) DİB, bu ihtimâli de ruznâmeye getirib, oruç virüslerine karşı, (maske-mesâfe-perhiz) ekânim-i selâsesini devreye sokabilir!.

Hatta bazı hıristiyan mezheblerinde 21 yaş altı ve 60 yaş üstüne oruç tutdurulmaz!. Bazılarında, katı, dişe dokunur şey yenmez, sıvı herşey içilebilir! Oruç müddeti de bazılarında belli mîlâdî bir ayın belli üç veya 7 gününe sâbitlenmişdir!… Gerçi bazı ilâhiyatçı veya ilhâdiyatçı oryantalist çömez ve yamakları bu sâbitlemenin BAYRAKLI BAYRAKTARLIĞI yapmıyor da değil!
Bardakoğlusuyla da resmen ve alenen ve felâketen “revizyonistiz” diyen ve “güncelleme” rotasıyla riyâset-i ılmâniyyesini yüzdüren DİB sarıklıları, bakalım daha hangi “perhizleri” oruç diye tutdurub, onmilyonların oruclarını hangi revizyonistlik ve güncellemelerle, “alo fetvâ” veya “ictihâd ü teşehhî” gayretleriyle perhize çevirecekler???. Artık bu DİB’in dibi göründü demekdir!

Sübhân olan, mutlak kudret, ilim, irâde ve hakîmiyyet sâhibi Kahhâr-ı Zülcelâl’in Dînini, Peygamberini, Kitâbını ve bütün vahyini ve şeriatını, Rabbin kullarının irâde, keyif ve politikasına, sevk ve idâresine, emrine, ideolojilerine, kamalizmasına, hevâ ve heveslerine esîr ve râmetmek, boyun eğdirmek, bu DÎNİN tebliğ etdiği en büyük suç yani en iğrenç şirkdir! Bunun neticesi de, mes’ûllerinin ebediyyen hâsirûndan olmaları… Kelâm-ı Kadîm, yahudileri, bunun içün “lâ’netli kavim” i’lân etmiyor mu?..

Şimdi Kuds-i Şerîfi kim kimden kurtaracak???


DİB’İN ÂMİRLERİ SİVİL POLİTİKACILAR OLUNCA DA MANZARA GENE VAHİMDİR!

DİB denen ve lâyık politika ve sistemin maşası olarak kullanılmak istenen yerin başına, öyle âmirler (Devlet Bakanı, v.s.ler) geçirilmişdir ki, Meselâ bunlardan felsefeci Prof. Memet Aydın gibi Fetö Diyalogcusu kesân, İslâm’ı reddetmeyi ortaya koyan ve bunları isbât ve iş’âr eden  şu kabil nice hezeyân ve küfürleri savurabilmişdir:

“Kur’anın bir kısmı atılmalıdır.. Hıristiyanları İslâmlaştırmak dinsizliktir.. Hıristiyanlarla konuşurken “Sizin kitâbınız bozulmuşdur” demeyeceksiniz.. Avrupa’ya gidince kiliseleri geziyorum ve çok zevk alıyorum.. v.s.”

Bunlar, bir Müslümanın söylemesi muhâl olan, ancak mülhid bir oryantalistin veya diyalogcu  bir fetöcünün veya şizofren bir deistin ağzına alabileceği herze ve yâveler olabilir… Gizli kardinal denen Fetö’nün de, hıristiyan ve hıristiyanlığa ve birçok politikacı ve lâyık-seküler baronlara ne kadar övgü ve örgüleri olduğu yüzlerce konuşması ve yazısıyla mevsukdur. Hatta papayı ziyâretinde:

“Biz burada papalık misyonunun bir parçası olarak bulunuyoruz!”

Bile diyebilmişdir…

AKAP politika sapar-taparları, nicelerini böyle koynunda ve kucağında emzirib-beslemiş ve palazlayıb, halkın istikbâline haçlı maşaları ve darbecileri olarak ikrâm etmişdir!

TUNAGÜR–GERÇEKER–İBRÂHİM ELMALI–Dr. LÜTFİ DOĞAN–SÜLEYMAN ATEŞ–TAYYAR– V.S.

Siirtli olan Tunagür 1965 yılında DİB başkan yardımcılığına gelir. 27 Mayıs 1960 darbesinden birkaç sene evvel, 2 yıl Bağdad’da okur ve dürüst bir medrese veya diploma tahsîli göremeden, öyle  her tarafa el atma karakteri vardır ki, CİA’ya kadar her tarafın içinde, emrinde, yanında, kenarında, hulâsa bir yerindedir!.

Bu sa’yede 1960’da kendisini Edirne’ye küftü yaptırır ve Pensilvaya kardinali ile orada tanışır ve sırdaş olurlar!. Politikacılara, bilhassa Demirel’e ve birâderi Ali Demirel’e çok yakın bir çizgi içinde, içi içine sığmaz bir adamdır… Merdivenleri hızla çıkmıya kararlıdır ve Demirel diyasporası içinde çok kısa zamanda ve fıldır fıldırlığı ile hatırlı hâle gelir!. Hemân DİB başkan yardımcısı yapılarak, bütün sevk ve idâre onun eline verilmek istenir! Fakat Yüksek mekteb diploması olmaması, önüne mânia olarak çıkar. Demirel saltanatı 1963’de, Bağdad Üniversitesinden (ısmarlama) bir diploma tedârik ederek Yaşar Hocayı 1965’de DİB Başkan yardımcısı olarak DİB saltanat koltuğuna sultân eyler!

1963’de ne tevâfukdur ki, 53 yıl sonra 15 temmuz Haçlı Seferine kalkıştırılacak Fetö de, aynı yıl CİA komiserlerinden Graham Fuler ile bütünleşir… Demek ki CİA, bu kafadar iki “hocfendiyi” aynı seneler keşfetmişdir! 

DİB târihindeki başkan veya muâvinlerine bakılacak olursa, 1924’de kurulan DİB, aslâ islâmî değil, kamalist kafadaki dîn ne ise ona âid bir dâire veya bir başka ta’birle yüzdeyüz (politik) bir müdîriyetdir… Çünki Lozan Muâhedenâmesinin gizli-aşîkâr nice maddeleri vardır ki, DİB teşkîlâtına kadar her şey, kaç asırlık ise bir tohum gibi onun içinde vardır; hem de, mutlak sûretde vesâyet altındadır ve politik vasîsi hangi irâdeyi ona emrederse, DİB, o istikâmetde hareket etmiye mecbûr, mahkûm, me’mûr ve bunlarla mükellefdir…

Demirel’in Ragıb Gümüşpala’nın irtihâlinden sonra 1964’de Adâlet Partisi Başkanlığına getirilişi de CİA elemanı Graham Fuller’in iki hocayı (!) keşfinin hemen akabinde olmuşdur. Sülü 1965 seçimlerinde T.C. başbakanı yapılırken, Yaşar Tunagür de aynı yıl DİB Başkan yardımcılığına zıplatılmışdır!

Hemen beyân edelim ki, bütün bu “genel seçim, cumputratik sistem, batılı devlet ve hükûmet sistemi, v.s.” denilen şeyler, beynelmilel üst aklın planlarıdır… Bütün seçimler, sandıklı sistem eliyle, sâdece halka tasdîk etdirişinden ibâretdir… Böylece halka: “Hâkimiyyet, ne Allâh Azze’de, ne bir şahısda, ne bir şef ve diktatörde, ne bir tiran ve nemrutdadır, “Hâkimiyyet bilâ kayd ü şart bendedir” dedirtilerek, ona bir “gurûr” ve bol keseden bir “tanrılık” pâyesi veya “sus payı” verilecekdir! Veya çok kıymetli halk ve sevgili vatandaşlara: “Kes ulan sesini! Oyunu oyna, besmele çek ve oyunu oy sandığı at, çekil kenara, seyret, ne emredilirse onu yap, sen câhil kafanla ne anlarsın dünyâdan ve vasîlerimiz olan böyyük şeflerimizin dünyâ düzenleri ve özenlerinden?” notası okutulacakdır! Târihlere bakılırsa, politika sahnesinin piyon ve oyuncularının, CİA ve diğer istihbârât eli-parmağı ve çomağı ile, dama taşı gibi, milyara muhâtab olarak onlarla çok güzel oynadıkları görülecekdir… 

  1965’lerde, vesâyet altındaki Demirel saltanatı, masonik ABD güdümünde hükûmete doğru ilerlerken, T.C. nin bütün câmi ve mescidleri, “imam, vâiz ve müftü-küftüleri” ve topyekûn ruhbân sınıfları, resmî idâre manzarasıyla Tunagür’e teslîm edilmiş; ve paralel din ü devlet teşkîlâtı ile gayr-i resmî bürokrasi ve para babalarının müleyyin ve mütedeyyin sınıfları ve görünmez yeni tip râhib ve râhibeler de (abili, ablalı, imamlı) haşhâşî taburları hâline getirilerek, zâhirde  Fetö irâdesine, hakîkatde ise onun üzerinden CİA plân ve projelerine doğru istikâmetlendirilmiye başlanmışdır!.

1924’de kurulan DİB, bakınız hangi vesâyet çarkları içinde yüzdürülmektedir?. Bu keyfiyetdeki bir yerden, “iğne ve aşı vurunmak, serum, fitil ve kan almak,v.s.” gibi daha binlerce mes’elede islâmî esas ve hassâsiyetlere (edille-i erbaaya) muvâfık cevablar verilebileceğini beklemek, her halde pek safdillik olacakdır! 

Bazen DİB başları ile, bazen de Tunagür gibi salâhiyyet doğrudan kendisine verilen DİB yardımcıları v.s. ile “Anayasal DİB, yüce Dîn hızmetlerini anayasanın lâiklik ilkesi doğrultusunda” nasıl yürütürmüş, artık iyi görülmelidir!.

Bşk. yardımcısı Tunagür, Suudî Aramco’sundan Râbıta’sına, kürtçülükden nurculuğa, “Komünizma ile Mücâdele Derneklerinden” (Fetö de bu derneklerin içindeydi), ıhvân-ı müslimîne, CİA’sından bilmem nesine  kadar, “Yaşar Tunagür Hoca” her tarafın “iş bitirici, çâre bulucu, hatta koruyucu meleği” olmıya; her derde dermân ve şifâ dağıtan, Fetö kadar olmasa da bazı dâîler nazarında “insan üstü bir varlık” hâline doğru hızla yükseltilmişdi!

Tabi Fetö Gülenizminin bütün “şâkirtleri ve bilhassa demirel politikasına çivilenmiş bir kısım nurcu tâifeler (hepsi değil) nazarında” Tunagür, o yıllarda, anası yahudi babası ermeni (kendisi 1975’de mason olacak) Gülen Hocia’nın, “Resmî ve müşahhas plândaki kurtarıcı vesiyonu” bir kahramandı!..

*

1964’de DİB başına getirilib geçirilen Mim Tevfik Gerçek’er gibiler, 1965’den i’tibâren Tunagür’ün sâdece mühürdârı ve imzâ müdürleri idiler! Meselâ o târihde DİB Başkanı olan Gerçeker’in: “Futbol vatan müdâfaası içün elzemdir!” dedirten akıl ve kafa yapısına bakılırsa, gerçek DİB başının kim olduğu hemen anlaşılacakdır! Mûmâileyh, o zaman sarık ve cübbesiyle, kargalara kadar güldürmedik ve küçük dilini yutdurmadık benî beşer bırakmamışdı!. Biz bugünleri bizzat yaşamış ve akıl ve rûh sağlığı muhtell nice zevâtın DİB başına getirilerek “İslâmiyyet” ile nasıl oynandığını çok iyi ve yerinde görmüşüzdür!

*
1964’de fen fakültesinde talebeliğimiz sırasında, enstitü ile İstanbul Müftülügüne aynı büyük avlu kapısından girerdik! Hakkında bir takım şeyler duyduğumuz İstanbul Püftüsü olan İbrahim Elmalı’yı, (ELMALILI Muhammed Hamdi Efendi Merhûm ile karıştırmıyalım), gençlik hevesâtıyla bizzat teftîş etmek (!) sevdâsına düşmüşdük! Ve Süleymâniye’deki Küftülük (!) binâsından, Efendinin huzûruna süzülüvermişdik! Öyle ya “müftü” idi, bize de sanki âcilen “fetvâ” lâzımdı!!!.

Neyin nesi olduğumuza, ne iş yapdığımıza kadar da o, bizi bir güzel istintâk edib süzekden sonra elekden sonra da tülbetdden geçirerek domates salçası yapdıkdan sonra, dayak yemeden burdan kurtulmanın planlarını yapdığımız o sıkıştırılma ânında, “sor bakalım” buyurmuşlardı da yüreğimize ılık bir şeyler inmiş ve ferahlamışdık!

(Pek sert bir adamdı ve sonraki seneler bir partiden meb’us olarak Para-lamentoya girmiş oralarda da adını unutdurmamış ve en sonra  mart 71 muhtıracılarına yem olmuşdu!)
“-Efendim, bendeniz sizin bitişiğinizdeki enstitüde talebeyim. Namaz kılan kızlar var ama, tırnakları ojeli. (O zaman namazlı kız değil, başı bezli bir madam bile yokdu!) Acebâ bunların abdest, gusül ve namazları oluyor mu, ma’rûzâm bu kadar Efendim!”

Yıldırım hızıyla ve hiç düşünmeden “fetvâ-yı Püftiyye” der’akab püf diye patlatılmışdı:
“-Olur olur, birşey lâzım gelmez, başka soracağın var mı?”
“- Bu kadar efendim!”

“-Hadi gülegüle!”

Ahşap konağın gıcırtılı merdivenlerinden kaçar gibi bir inişimiz vardı ki, ondan sonra tam 57 senedir o binâyı görmemişimdir!

Bugünkilerin “fetvâ” dediği teşehhîler orucu bozar da, 57 sene evvelkiler abdesti, guslü, namazı bozmazsa olur mu?.

Îmânları bozmasalardı, belki düşünürdük! Ammâ, her amelin, hele bazı  çok mühim amellerin îmâna taallâk eden tarafı tefekkür edilirse, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerine göre iş, o zaman felâket ve Kıyâmet koparmıya kâfî gelebiliyor!. Oruç tutmamak küfre müeddî olmasa da, orucun farziyyetinde şübhe etmek, onun îmâna taallûku olan tarafıdır ve adamı gâvur yapıyor! Ve hâkezâ…

LAİK VE CUMHURİYETÇİ REİS DR. LÜTFİ DOĞAN!

Bir de Dr. Lütfi Doğan vardı. Müteveffâ oldu!  Kendisi Ank. Dil-Târih me’zûnu idi ve Şam’da da edebiyat okumuşdu! Sonra Ankara İlâhiyatda “Kelam” dersi “okutmanı” olmaz mı?. Sıkı ve kökden CEHAP’lı idi, o ileri Atatürkçü-Kamalist ve laik  hâliyle bu adam, Ankara İlâhiyat’da “akaid” gibi en mühim dersin başına getirilmişdi!. 12 Mart cuntacılarının omuzlamasıyla 1972-76 yılları arasında DİB başı olarak “Türkiya Kamalizma Diyânetine” birinci kaptan nasbedildi!

1973’lerde yahudi dönmesi (sabataist) Raşel’in (Türkçeye Rahşan diye kakaladılar) kocası Ecevit, “Osmanlı Şerîat Düzeni” terkîbini sık sık diline alır ve dedesi de bir Osmanlı âlimi olmasına rağmen aslını pek pis inkar ederdi! İkinci ve kinci âdemin damadı Metin Toker de bizim “Şeriat” kelimesi geçen makâle veya fıkralarımızı el çabukluğu ile hemân Cumhûriyet savcılığına şikâyet içün pusuda bekler ve ikide bir üzerimize savcılığı sürerdi!

Bunlar o zamanın kör-kütük İslâm düşmanları idi. Ecevit, Şili Devlet Başkanı Marksist Allende’nin Türkiya versiyonu bilinirdi!. Şimdi madam Meral de, “Erdoğan, İsrail’in Netenyahu versiyonu” demeğe, belki geçmiş zamanların bu versiyonlarından “esinlenerek” parmak atma ve atlama ihtiyâcını hissetmişdir!. Ancak HADEP ile aşna-fişne şâibeleri  ortada iken; ve zekâ derecesi sıhhatli muhâkeme, teşbih ve kıyâs yapmaya yetmeyince, yüzüne gözüne bulaştırmıya mâni’ olamadı!. Rize taraflarında halkın protestoları ile gene huzûru kaçırıb, dövüş-sövüş ve yumruklanmalara vesîle oldu ve “cumputratik kadın fitnesi” ta’bîrini bu mes’elede de ruznâmeye taşıdı!.

1971 Muhtıracıları devrine döner ve Şerbakan cenablarını seyre devam edersek, o da kaçdığı İsviçre’den 12 mart cuntacılarından org. Vecihi Akın ve Muhsin Batur tarafından “Sen bize lâzımsın” diyerek, “muhafazakâr- mütedeyyin” kitlelerin sistem adına güdücüsü ve onların teftiş vâsıtası yapılmak üzere Türkiya’ya getirilmişdir!. Süleyman Ârif Emre Bey’in yerine “Millî Selâmet Pırtısının” başına geçirilen Necmettin Erbakan,  1973 seçimleri sonunda 48 milletvekîli çıkararak, kendisinin katakülli müdürü Uyuzhan Aziltürk üzerinden Ecevit’le pek iştihalı bir pazarlık netîcesinde koalisyon kurmuş; ve zamları da Ecevit, tv’den Şerbokan’a hece hece okumasını emretmiş; O da sırım sırım sırıtarak okumak fezâhet ve düşüklüğünü irtikâb etmişdi…

O ahvâlde DİB başındaki Dr. Lütfi de,  meşhûr “Kadir Mevlâm” nakarâtıyla Allende-Büllende çizgisindeki Ecevit’in “Şeyhülislâmı” idi!..

Burada Robert Kolejli kafası taşıyan Ecevit’in soyunu da bir nebze ele almakda fâide vardır: Büllende’nin suyunu geçersek, soyu asîl ve Osmanlı idi. Babadan dedesi, Dadaylı Büyük Osmanlı Âlimi Mustafa Şükrü Efendi Hazretleridir. Merhûm, Cennetmekân Abdülhamîd Hân zamanında Medine kâdîliği yapmış, sonra “Çinli Hoca” lâkabını almasına sebeb olacak bir vazife ile HİLÂFE-İ MÜSLİMÎNİN emriyle Çin’e gönderilmişdi. Tam 6 yıl oralarda Müslümanlık’ı tebliğ etmiş ve canla başla çalışarak “Hamîdiye Medreselerini” kurmuş, nice Çinlinin Müslüman olmasına vesîle olmuşdu. Ecevit işte böyle bir allâmenin, tersden, Marksist Allende versiyonu BÜLLENDESİ olarak, gûyâ “İskenderpaşa Dergâhı tiridlerinden” Şerbakan’ın koltuk değnekliği ve desteğinde 1974’de T.C. Devletinin boşbokanı oluverdi!. Zâbit çocuğu Dr. Lütfi Doğan da, Büllende’nin dedesi Merhûm Mustafa Şükrü Efendi Hazretlerinin CEHAP kamalizmasından tam tersiydi!!! Börekçi ve Yaltkaya’ların 1976 “versiyonunda” bir DİB şefiydi!

Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Raporlarında “Diyânet ve Dr. ile alâkalı şöyle yazıyor:


“DİYÂNET: Bu ta’bîrin, onu temsîl eden şahıs ve makâm husûsiyyetine izâfetle tarafımızdan “cinâyet” diye sıfatlandırıldığı fecâat dolu devreler olmuşdur. Bu devrelerde Allâh içün değil de, Allâh düşmanlarını memnûn etmek içün fetvâ verenler umûmiyyeti teşkîl eder. Husûsiyyetde ise, ya bu vebâlin altında ezilib ne yapacaklarını bilemiyenler ve nihâyet yüreği çatlıyarak ölenler, yahut da böyle bir belâlı  yükü, başlarına ne gelirse gelsin, omuzlamayı reddedenler tek tük bile olsa görülebilmişdir.
Umûmiyet plânının menfî örnekleri arasında, Hasan Ali Yücel maarifine tam da denk, ismi tersinden ma’nâlandırılmak üzer  Şerâfettin Yaltkaya (1) numarayı tutar.

Mazlumlar kadrosu husûsiyyet plânına gelince, orada yalınız iki şahsı görüyoruz:
Ahmed Hamdi Aksekili ile Ömer Nasûhî Bilmen…
Biri meclisde bütçesini savunurken, böyle bir makam temsilciliği ıstırabıyla kalbine yıldırım düşerek ölüyor; öbürü ise “Millî Birlik Komitesi”nin süngüsü altında davet edildiği halde buna “hayır” diyebilecek kadar hamiyet gösterebiliyor.
Gerisi, temsîl etmekle mükellef bulundukları ebedî hayat rejiminin ebedî kânunlarını, gözle görülür ve elle tutulur bildikleri fânî dünyâya fedâ edici ve “Hesâb Günü” derken, hesâb gününe inanmadıklarını gösterici seciyeler…

Bu seciyelerin (2) numaralı tipi de, şimdiki başkan… (Yani, Üstad, Dr.Lütfi demek istiyor!)

Allâh Rasûlünün mübârek kıyâfetlerinden esâsî bir unsur olarak özene bezene doladığı sarığını, kokteyller, müsâmereler, kongreler, konferanslar, türlü devlet merâsim ve toplantılarında kendince bir ma’nâ ile göstermelik hâline getiren, endâmını arzetmek içün hiçbir fırsatı kaçırmıyan, sırasında eski şeyhülislâmların  beyaz cübbe kılığına da bürünebilen ve böylece “İşte Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Reisi Böyle Olur” demek istiyen bu yeni tip, şu bakımdan en tehlikelisidir ki, gelib geçmişler arasında nihâyet “Matlûba en muvâfık” zât olduğunu isbât edebilme ve bu isbâtı bazı devlet büyüklerine kabûl etdirebilme yolundadır.

Onu, üzerinde tüten bütün ma’nâlarla, tavır ve edâsını çerçeveleyici bir (estantane) olarak (Pozlama süresi) takdim etdiğimiz (1) numaralı fotoğrafda tahlîl etmiye çalışınız!

50 küsûr yıllık cumhûriyetin “Allâh’dan kork” demeyi bile suç sayan ruh kurutucu iklimi karşısında “BİZ GERÇEK SESİMİZİ CUMHÛRİYET DEVRİNDE BULDUK!” diyecek kadar Allâh’a ısyân ve REJİME ESÂRET hâlindeki bu kişi……rejime, Şeriatın Müslümanlık’dan ayrılabileceği bir muhâle imkân veren bir ma’rifet sâhibi olarak görünmeyi becermeye kalkmışdır.” (Rapor 1, Şubat 1976, s. 54-56)

Dr. Lütfi DİB başı olunca, düdük ve keçimsi bir sakalla sakallandı ve hemân cübbe ve sarığa bürünür oldu! Sonra koktellere, kongrelere, konferanslara, yılbaşı kurtlama ve putlamalarına bu kılıkla gider; ve elinde kadeh, etrafındaki sîne üryân-gövde püryân bir sürü sosyetik Atatürkçü madamlarla objektiflere poz verirdi! Böylece yeni “CEHAPSAL-ECEVİTSEL” dîninin (kamalizmasının) misyonerliğini DİB üzerinden cumputratikçe yürütürdü!. Biz de günlük gazete ve çıkardığımız mecmualarla adamı rahat bırakmaz, keyfini kaçırmak içün “hizâya gelecekmiş gibi” devamlı önünü kesmiye çalışır, arada tenkîdlerimizin doz ve kıvâmını da artırırdık!

KOKTEYLCİ LÜTFİ’YE 50.000 tl. TAZMİNÂT; VE PÜSKÜLLÜ KADİR’İN “OSMANLI” KILIFI!

Nihâyet, Büllende’nin Başrâhibi Dr. Lütfinin sarıklı saltanatının sonlarına doğru, Püsküllü Kadir’in Sebil’inde köşe muharriri idik! Artık dayanamayıb kalemimizin sivri tarafını Dr. Lütfiye nasıl değdirdi isek.. Babasından dolayı tanıdığı merhûm pederimize, bendenizi Fâtih Câmi-i Şerîfinde çekiştirib şikâyet etmiş! Tabii o zaman elimizdeki kalem daha da sivrildi; ve sanki Hattat-Kazasker Merhûm Mustafa İzzet Efendi’nin divitleri gibi  şâha kalkıverdi!

Derken, sosyete madamlarının bu sarık-cübbeli haremağası herif, bizi sistemin tâğûtî mahkemesine verdi; ve biz, 50.000 T.L para cezâsına çarptırıldık…

Suçumuz, adamın sasyete madamları arasında elinde kadeh, sarık-cübbe altında poz vermesi; ve asıl, İslâmiyyet’i, lâyıklık hesâbına tam kafeslemek üzere aşındırmak isteyişiydi!. Bu işleri de soprano  (!) ve yayvan sesi ve nefesiyle “Kadir Mevlâm” diye diye yapıyor, bize, halkın “gıcıklık” dediği keyfiyeti tiksine tiksine  yaşatmıya çalışıyordu!. Hulâsa müslümanlara bir türlü yaranamadı (!) ve bizimle de aslâ yıldızı barışmadı!

Büllende kafalı hâkimlerin kararıyla bize 50.000 liralık “hukuk devletinin” fikir ve ifâde öz-körlüğü cezâsı kesilince, son yılların çakma Üstadı Püsküllü Kadir küplere bindi, çünki parayı o ödeyecekdi…

Kendisi sistemin guguk fakültesini 9-10 yılda bitirmiş, çarıklı ve kıdemli erkân-ı harb ve gûyâ da bir avukatdı!. Anlaşmamız îcâbı, yazılarımızda aslâ değişiklik yapmama kaydı ile, onları kontroldan geçirerek istediği yazımızı hiç neşretmeme hakkına sâhibdi… Çünki bizim kalemimiz, Bâbıâdî’de fazla batıcı (sivri) ve bazıları içün de biraz netâmeli bilinirdi! Biz ise hangi kelime ve cümle suç olur, Kadir “Avukat” kadar bilemezdik! Bilsek de, pek kâle almaz, “suç varsa KADİR patron neşretmesin” der; ve bize iâde edilir diye düşünür ve gûyâ rahat ederdik!. Fakat fiiliyyât hiç öyle olmaz, patronlar (kuvvetliler) anlaşmalara uymazdı ve nefisler de pek bir yamandı!

O zamanlar Kadir’in “Çakma Üstadlığı ve püskülü” olmamakla berâber, cezâyı görünce hem bize, hem “Kadir Mevlâm’cı” Dr. Lütfiye pek şiddetli savurmıya başlamış ortalık iyice gerilmişdi!. “Hukukçu sensin, kontrol eden sensin, suç varsa neşretmemeliydin” desek de, inadından vazgeçer mi, dinlemiyordu bile… Zaten o hep haklı tarafda olur, Hazret-i Osman ve Ali, Hasan Amr İ. Âs olsa, o hep haklı tarafın adamı idi! 

Tepesi atdığı zaman ve heyheyleri tutunca, 1977 senato seçimindeki gibi, kendisini namzet listesinde garanti olacak bir sıraya koyarak seçtirmezse ve böylece hakkında açılan da’vâlar “Teşrî’-i masuniyyet=dokunulmazlık” zırhıyla defedilmezse, bir parti liderinin “ana-avradını sinkaflarla” dümdüz etmekden bile hiç çekinmez ve korkmazdı, böylesine dünyâ cesûruydu!.. Bu gibi yollar ne kadar tökezletse de, o, oralarda bile dört nala gitmekden hiç hazer etmezdi!. Rahmetli Üstâdıma “Dünyânın en ahlâksız adamı” demeye zerre kadar utanmazken, kendisi böyle çukur ağızlarla yaşamakdan da gene zerre kadar hayâ etmezdi!. Biz de bunları duyuyor ve kulaklarımız adına pek perişan oluyorduk!. Ne kadar tevbe desek de, adam söz işliyecek cinsden aslâ değildi!

Daha sonraki seneler Hz. Osman, Ali, Hasan, Muâviye, Amr İbnü’-As (Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtı gibi sahâbîlere; Salâhaddîn, Timur, Târık B. Ziyâd gibi nice İslâm sultân ve kumandanlarına verib veriştirecek, tenkidler yapacak, bazılarına hakâretler savuracak, bunlar yazı ile veya vidiolarla mevsûk hâle gelecekdi!.

Bir edebiyat vakfında, müslüman hükümdarlardan Merhûm Timur aleyhinde verib veriştiriken, Muhterem Ali Eren Hoca’nın “İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât’ında bu zâtdan medh ü senâ ile bahsediyor” demesi üzerine, “İmâm-ı Rabbânî beni bağlamaz” dediğini; ve böylece islâmî edebinin derece veya derekesini orada da alenen ve pervâsızca ifşâ’ ve i’tirâf etdiğini Ali Hoca’dan bizzat dinlemişdik!

Bir sürü mezhebsiz ve oryantalist münkirin görüşlerini, yazdığı “Hılâfet” nâmındaki ucûbe kitâba dolduracak, bir yandan da masaları yumruklaya yumruklaya kamalizmaya vuracakdır (!) sonra da bu “Tanzîmât Osmanlısı” püsküllü, şöyle tenâkuzlar ve cehâletler ve tahrîfler püskürecekdir:

“Beni Bahçeli cumhuriyet düşmanı i’lân etdi. BEN CUMHURİYET DÜŞMANI DEĞİLİM. CUMHURİYET DE İSLAMİYET’İN REDDETDİĞİ BİR ŞEY DEĞİL….BU MASLAHATA HAVÂLE EDİLMİŞDİR..”    (3/12/2016 târihli video.)

İSTEDİĞİ YER VE ZAMANDA HILÂFETÇİ, İSTEDİĞİNDE CUMHURİYETÇİ OLAN BUKELAMUNLAR VE ŞEYHÜLİSLÂM SATIRLARI…

Adam gûyâ şecaat arzediyor; ve APAÇIK GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ İslâmiyyet’in, (Hılâfet)den başka her şeyi reddedib onu de emretdiğini bile bilmiyor! Veya, biliyorsa bu müthîş hakîkatı KETMEDİYOR!

Üstelik de bu iş, “aslâ maslahata havâle edilmemişdir.” Hılâfet, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin “İmâmet-i Kübrâ” risâlesinde apaçık beyân buyurduğu; ve 15 asırdır gelen bütün ehl-i sünnet ulemâsının eserlerinde kat’iyyen ortaya konulduğu gibi “Zarûrât-ı Dîniyyeden”dir… Daha evvel de beyân etdiğimiz gibi Merhûm Şeşhülislâm aynen şöyle yazmaktadır:

“Hılâfeti ilgâ etmenin Müslümanlığa karşı ne büyük cinâyet olduğunu anlatmak maksadıyla şu eseri yazan adamdan böyle bir fikir sudûruna imkân var mıdır? Daha doğrusu ben hılâfetin lüzûmunda şübhe ve tereddüd gösteren insanların hem akıllı ve hem de müslüman olmalarına ihtimâl veremem…..Müslüman hükûmetinde ahkâm-ı şer’iyye ta’tîl edilemez (kaldırılamaz.)  Müslüman hükûmetinde ahkâm-ı şer’iyyeyi muattal bırakmamak lüzûmu, müslümanlara hükûmet lâzım olduğu kadar MUTLAKA HILÂFETİN DE LÜZÛMUNU İNTÂC EDER. Çünki, “Dâimâ İslâm Hükûmeti bulunsun ve onun REİSİ mümkin olduğu kadar Peygamberimizin yolunda gitsin” demenin, “Üzerimizde dâimâ mümkin olduğu kadar Cenâb-ı Peygambere HILÂFET VE VEKÂLET EDEBİLECEK bir zât icrâ-yı hükûmet etsin” demekden KIL KADAR FARKI YOKDUR.”

Cumhûriyet ve cumputrasi devirlerinde, ağzı “din-îman, Şerîat-ı Muhammediyye” v.s. gibi nice mukaddes kelimelerle lâf eden pek çok adam ve madamlar görmüşüzdür! Daha nice politikacılar, para babaları-yazar-çizer-mütefekkir-düşünür-kaşınırlar-şeyhler-şebekler-müteşeyyihler-mürîd ve tiridler-mücâhidler-müteahhidler-târihçiler-hükûmet avcıları-vâizler-Fetö gibi mehdiler-havalarda uçanlar-sularda yürüyenler-kedicikli köyün kavalcıları  ve neler neler gördük! Merhûm Şeyhülislâm, tâ 1928’lerde yani 93 sene evvelde, ağzı ve kalemiyle “İslâm da’vâ eden” nice sahtekârları, ne kadar isâbetle teşhîs buyurmuş ve nasıl yerden yere vurmuşdur!.

Merhûmun satırlarının, günümüze ne kaar muazzam ışık tutarak, bizlerin, “Hakk ile Bâtıl” arasındaki farkı görmemize ne kadar yardımcı olduğunu, şükranlar içinde görebilmeliyiz:

“Evet, benim, Türkiye Cumhûriyetinin müessisleri gibi, dîn-i İslâm’ın hayâtına kasd eden Allâh ve Peygamber düşmanlarının, bin türlü hîl ve desâis isti’mâliyle HILÂFETİ İLGÂ EDEREK: “Bundan sonra Türkiye hükûmeti ve hiçbir hükûmet Peygambere vekâlet ve ahkâm-ı şer’iyyeye tebaiyyet etmiyecek, böyle kayıdlarla mukayyed olmıyacak” demesine aklım erer; lâkin ………. Sebilürreşâd muharrirlerinden Ömer Rızâ gibi müslümanlık da’vâsında bulunan heriflerin HILÂFET MES’ELESİNDE Ankara hükûmetinin harekâtını tasvîb etmelerine akıl erdiremem.…..”

Bugün de, bir yandan Osmanlıcılık ve gûyâ hılâfetçilik oynarken, diğer yandan da “Ben cumhuriyet düşmanı değilim. Cumhuriyet de  İslâmiyet’in reddetdiği birşey değil, bu, maslahata havâle edilmişdir” gibi yâveler savuran gûyâ târihçi ve püsküllü, politikacı ve medyacı heriflerin (SAMÎMİYYETİ), şiddetle istintâka açık hâle gelir!. Ateist Aziz Nesin’in bile, “İslâmiyyet-Müslümanlar ve Kamal Paşa” ile alâkalı söyledikleri, nice çene ve kalem “müslümanının samimiyyetsizliği ve yalamalığını” yere çakar ve üste çıkar!.

Yarım ve câhil halkın bunları görüb ayırt etmesi çok zor olsa da, nice tedkîkâtı olanların bunları görememesi, her halde kuru bir tarafgirlik ve ma’nâsız bir meddahlık içine girmelerindendir. Veya karşılarındaki muârızları karşısında duracak cesâret ve kuvvetleri bulunmadığını görerek, bu kabil deli cesâreti içindeki muvâzenesiz ve tenâkuzlara batmış heriflerin gölgesine sığınmak kurnazlığından ileri gelmektedir… Yahud da, doğrudan doğruya onları şu veya bu zaman ve mekânda kullanmaktadırlar ki, bu da aslâ sâlim ve sıhhatli ve şerefli bir yol olamaz… Çünki samimiyyetsiz ve fırıldak insanlara, müslümanlar nazarında müsbet ma’nâ yükliyerek onları öne ve ileriye çıkarmak, onların nice bâtıllarını da HAKKMIŞ gibi öne çıkarmayı intâc eder… Birçok ince ve hassas hâdisenin iç yüzünü bilmiyen kitleler nezdinde, onlar, haklı gibi gösterilmiş olur; ve onların nice islâmî hakîkatları bozarak takdimlerinin kabûl görmesini netîce verir!. Bu kabil hem dall hem mudill adamların üç-beş kabadayılığına islâmî pek büyük esas ve hakîkatları fedâ etmek, akıl kârı, îmân ve İslâm ve ahlâk kârı kat’iyyen olamaz… Aksi hâlde bu, pek büyük  bir mes’ûliyyet ortaya koyar ki, bu, son derece vahîm bir netîcedir…

Müslümanlar her zaman ve mekânda, (ikrâh-ı mülci haric) “takiyye gibi yalancılıklar da dâhil her türlü yalan-dolan-aldatma-iki yüzlülük gibi çirkin haramlardan müberrâ ve münezzeh yaşamak ve emredildikleri gibi müstakîm olma” mecbûriyyet, mahkûmiyyet ve mükellefiyyeti altındadırlar… Allâh’ın Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerini “ihtiyarlatacak” kadar ağır mes’ûliyyet yükliyen HÛD sûresini, hangi müslüman bu hâliyle dâim hatırlamadan yaşıyabilir?..

Merhûm Şeyhülislâm, aynen bugünü tasvîr edercesine satırlarını şöyle devam etdirir:

“Fakat Ankara Hükûmetinin bu mes’ele hakkındaki fikir ve maksadı, o ince noktalardan büsbütün ayrı olmak üzere gâyet basit ve vazıhdır. Mus…. Kamal, şimdiki zamanda Peygamberin HILÂFETİNE ehil insan bulunmadığından veyahud müslümanları bir noktada cem’ ve idâre imkânı bugün içün mevcûd olmadığından HILÂFETİ ilgâ etmedi. BELKİ Peygamberi, yeni ta’bîr ile İSTİHLÂFA (yerine başkasını halef yapmaya) şâyân görmediğinden; ve ÂYÂT VE EHÂDÎSE MÜSTENİD ŞERÎAT KÂNUNLARININ BU ASR-I MEDENİYYETDE KIYMET-İ TATBÎKIYYESİ OLAMIYACAĞINA KÂİL OLDUĞUNDAN İLGÂ ETDİ. BU DA, MÜSLÜMANLIĞIN BU ASR-I MEDENİYYETDE KIYMETİ OLAMIYACAĞINI SÖYLEMEKDEN KAT’İYYEN FARKLI BİR ŞEY DEĞİLDİ. Ankara hükûmetinin Türkiya inkılâbı nâmına bütün icraatı ve hükûmetin en salâhiyyetdâr ricâlinin nutuklarındaki tasrîhâtı, bu dediğim şeylere bağıra bağıra şehâdet etmektedir…… Ömer Rızâ (Âkif’in damadı) denilen herifin, hem de Müslümanlığın ulviyyetinden, fazîletinden bahsederek, HILÂFET YIKICILIĞINI MÜDÂFAA VA’DÎSİNDE KALEM YÜRÜTMESİ, bir çok şeyler gibi hayâsızlığın da nihâyeti olmadığını gösteriyor.”

PROF AHMED AKGÜNDÜZ, GALATASAYLI ŞEVKET VE PÜSKÜLLÜ KADİR’İN “HEM HILÂFET HEM CUMHURİYET” DEMELERİ SONSUZ TENÂKUZ VE İKİYÜZLÜLÜKDÜR…

Mevzû’un can alıcı noktalarından birisi ve bugünün müslümanlarının bir türlü akıl edemedikleri veya şartlandırıldıkları hususlardan en mühimi burasıdır. Hılâfetin “Zarârât-ı Dîniyyeden” olduğu hakîkatına nazaran; ve “Hakkı bâtıl ile TELBÎSİN” de kat’iyyen îmâna zıd oluşuna binâen, mes’ele çok ciddîdir… Ve fakat bugün, ilim ve îmânın karikatürleri üzerinde ekseriyyet-i mutlaka yerinde saydığı içün, mes’ele, ehem ve elzem tarafı ile aslâ ele alınmamakdadır… Şeyhülislâm Merhûm’un bu pek ehemmiyetli satırlarını sâhib-i salâhiyyet oluşunun verdiği itmi’nân ve i’timadla çok daha dikkatle okumalı ve îmâna taallûk edişini her müsliman samîmâne bir şekilde tasdîk ve tahsîn eylemelidir.

Kadir’in, “Ben cumhuriyet düşmanı değilim. Cumhuriyet de  İslâmiyet’in reddetdiği birşey değil, bu, maslahata havâle edilmişdir” deyişinin, “Ben hılâfet istemiyorum, İslâmiyyet de hılâfet emretmiyor” demekden zerre kadar farkı yokdur!.. Ömer Rızâ gibi dünki masonların zigzaglarla yapdığı “zımnen hılâfet aleyhdarlığı,” bugün de işte bu kabil gevelemelerle ayakda tutuluyor!.

Mevzûun ilmî ve şer’î inceliklerini bilmiyen ve sığ düşünen heyecanlı genç kitleler, bazılarının kabadayı üslûbu ile muayyen hedefleri baraj ateşine tutmaları karşısında, onlara meclûb ve mecnun derecesinde meyletmekde ve etraflarında pervâne olabilmektedirler…

Şeyhülislâm Merhûmu, bütün kamalist, ateist ve cumbokratlar nezdinde iftirâlar atılarak yıkılması şart bir hedef hâline getiren, ONUN, hiçbir te’vil ve sulandırmaya hayât hakkı tanımadan HILÂFET müessesesinin, dînin en büyük ve aslâ vaz’geçilmez zarûret ve mâhiyyetini teşkîl etdiğini en hakîkî şekli ile ortaya koyması ve müdâfaa etmesidir… 

Hılâfet düşmanlarını hakklı görenler, dün nasıl zımnen ve Merhûm Şeyhülislâm’ın ifâdesiyle: “Muhayyiru’l-ukûl bir tenâkuz içinde” idiyseler, bugün de aynı tenâkuz şaşırtması, hem “Hılâfetten yana imiş gibi görünerek, hem de hılâfet düşmanlarını baş tâcı ederek” yürütülmektedir. Bunun adı da: “Osmanlıcılık”dır! Piyasası da, bazı şef, ideoloji ve heykellere şiddetli muhâlefet ve onlara düşmanlık v.s. olarak pazarlanmaktadır!. Bu da internet asrının bir başka “ticâret sektörü” hâline getirilmiş ve uzmanları elinde oldukça inkişâf etmiş bulunmaktadır… Mustafa Sabri Efendi Merhûm, bunu çok güzel teşhis ile apaçık îzah buyurmaktadır:

“HILÂFET, MÜSLÜMANLARIN EN YÜKSEK VE EN HÂKİM MEVKİİNDE BULUNACAK ADAMA, HÂMİ-İ DÎN-İ MÜBÎN SIFAT VE VAZÎFESİNİ DERÛHDE ETDİRİRKEN, BİR MEMLEKETDE DÎN-İ İSLÂM’IN BEKÂ-YI ŞÂN VE ŞEREFİNE TARAFDÂR OLDUĞUNU SÖYLEYÜB DURAN BİR HERİFİN, HILÂFETİ VE İSLÂMİYYET’İ BİRLİKDE TEZLÎL VE TAHRÎB EDENLERE (aşağılayan ve yıkan adamlara) HAKK VERMESİ, MUHAYYİRU’L-UKÛL (akılları şaşırtan) BİR TENÂKUZDUR…”

 İşte günümüzde “îmânların” iflâs ve çürümesine giden en tehlikeli yol, bu korkunç tenâkuzdan geçmekde; ve bu kabil tenâkuzları binbir te’ville, mugâlata, enâniyet ve lâf kalabalığı ile ketmederek örtmekden geçmektedir… Hatta bazılarının, nice bâtılları, üstüne basa basa müdafaa etmelerindeki mutlak dalâletden geçmektedir… Halk, nice şer’î inceliklerden uzak olduğu içün, bir takım küfür ve şirke o kadar alıştırılmış; ve bunlar, onlarca da çok tabii karşılanır hâle gelmişdir ki, işte en büyük felâket de, hadîs-i şerîflerde de geçdiği gibi, “İnsanların kendilerini müslüman zannederek” bu dalâletler içinde yüzmeleridir…

“İslâm’ı da’vâ ediyor” görünerek bu korkunç (tenâkuzlarla) müslimanlar önünde kılavuz gibi duran ve onların kafalarına bu “tenâkuzları” bir hakîkatmış gibi çakan politikacı, ilâhiyatçı, DİB’çi, çakma tasavvufçu, târihçi, partici, düşünür-kaşınır ve erbâb-ı kalem mudillerin vay hâline!

Artık bugün, ekseriyyet-i mutlaka o hâle getirilmişdir ki, “Nice tenâkuzlarla, bâtıla aheng kurarak yaşamanın, îmânları zîr ü zeber edeceği hakîkatı,” beyin, kalb ve ruhlardan silinib gitmişdir… Merhûm Şeyhülislâm’dan okuyalım:

“Bu Ömer Rızâ (Âkif’in damadı) denilen adam, Mısır’da açılan Hılâfet Kongresini tenkîd ve istihzâya lâyık görebilir. Bunda biraz hakkı vardır. LÂKİN KONGRENİN AKÂMETE MAHKÛMİYYETİNDEN ANKARA HÜKÛMETİNİN HILÂFETİ YIKMAKDA İSÂBET ETMİŞ OLDUĞUNA DELÎL VE HÜCCET İSTİHRÂC ETMESİ, İŞTE BU, EDEBSİZLİĞİN HADD-İ GÂYESİDİR. Ankara’nın öldürmeye çalışdığı HILÂFETİ DİRİLTMİYE ÇALIŞAN HARHANGİ BİR İSLÂM MUHÎTİ, MESÂİSİNDE DÂİMÂ MUVAFFAKİYYETSİZLİĞE MA’RÛZ KALSA, BUNDAN ANKARA’YA VE M.K’E ÂİD OLARAK ÇIKACAK NETÎCE HİSSESİ DÂİMÂ L….  İLE YÂD OLUNMAKDIR.” (Yarın Gazetesi, 8/Receb/1347—21/Kânun-ı Evvel/ 1928) ve (21/Receb/1347–4/Kânûn-ı Sânî/1929)

ŞÂDİYE SULTANIN FOTOĞRAFI…

Sadede gelecek olursak… Abdülhamîd Cennetmekan’a gûyâ pek dost görünen bu “Tanzîmât püsküllüsü”, Merhûm’un öz kızı ŞÂDİYE SULTÂN vefât edince, Sebil nâmındaki kendi haftalık gazetesinde merhûmenin ölüm hâlindeki ağzı ve saçları açık (o çok hüzün ve elem veren) pek acıklı manzarasını basarak, merhûmeden  BÖYLESİNE intikâm alacak kadar da, insanlık, şeref ve haysiyet noktasında sınıfda kalmışdır…

Çünki Merhûme Şâdiye Sultân’dan birçak târîhî vesîkaları (emânet) almış ve iâde etmemişdir. Sultan da, müteaddid kişilerle ve zamanlarda, kendisinden bunların iâdesi içün (Püsküllü Be.â)ya haberler göndermiş, fakat o, buna rağmen iâde etmemişdir…

Hatta Şâdiye Sultânı, Merhûm Vahidüddîn Karaçorlu Beyle ziyârete gitdiğimizde, bizden bile yalvaran bir edâ ile târîhî vesîka ve evrâklarının kendisine iâde edilmesini Püsküllüye söylememizi ricâ etmiş ve bu (hâdiseye) bizzat da şâhid  olmuşduk… Şâdiye Sultânın bu ısrarlı ve müteaddid iâde talebleri, adamı büsbütün inada ve kine sevketmiş, Sultân vefât edince de, o en hassas an ve noktadaki mahrem vefât manzarasını, dünyânın gözüne sokmak üzere basarak, intikâm almakdan zerre kadar îmân sancısı çekmemiş ve hayâ da etmemişdir… 

İşte Nazım Kubrisî gibilerin peşinde, Galatasaraylı Şevket ve Püsküllünün, “Yeni Osmanlı” fırıldağının iç yüzü! 

Hâdisenin başka acı bir kısmına da, gene bizzat biz de şâhîd olmuşuzdur: Adı geçen müessif fotoğrafdan, Avrupa’da olduğumuzdan, ancak Fransa’da haberimiz olmuşdur. Fransa’da Sultân Abdülaziz Hân Merhûm’un torunu Şevket Efendinin kızı Nermin Sultân’ı ziyâretimizde, Püsküllü’nün şoförü Seyfi, H. Cebeci bizlerle beraber idiler. Nermin Sultân’ın birbuçuk odadan ibaret küçücük evinde, o Osmanlı torunu garib hanımefedi de o kadar münfail olmuş olacaklardır ki, bu “vefât anının resmini” ele alarak:

“O resmi basmaya hiç utanmadın mı Kadir Bey!”

Diye gürlemiş ve hepimizin yüreği ağzımıza gelmişdi…

Ve son derece pişkin cevâb:

“Onu benim haberim yokken basmışlar!”

Evet cevâb, bunu demek gibi KOSKOCA kuyruklu bir yalan olmuşdu…

Halbuki gazetenin bütün kontrolu kendisindeydi, ondan habersiz o fevkal’âde hassas fotoğrafın o hâliyle basılmasına gazete çalışanlarından birisinin re’sen cür’et etmesi aslâ düşünülemez, hatta bu, çok müessif hâdiselere bile  bâdi’ olabilirdi!.

Nerede ne zaman ve işine ne-nasıl geliyorsa Kadir öyle konuşur, “Türkiya dâr-ı İslâm” demişse, altı ay sonra başka meclisde rahatlıkla “dâr-ı harb” diyebilirdi… Yılmaz Yalçıner, aynı binada yıllarca beraber mesâî yapdığından, bu ve daha bir çok hususları daha iyi tesbît edenlerdendir!

Mısıroğlu, işine gelmiyen bir takım doğruların söylenmesinden de son derece rahatsız olur, bize de bunun içün kaç kere: “Bıkdım senden!” diye çâresizlik atışları ve ardından da derin sularda  batışları olmuşdur!.

Alamanya’daki işçileri “ev sahibi yapacağım” diye paralarını toplayıb, metruk alman fabrika binâlarıyla nasıl dama taşı oynadığını ise, o gariban işçiler bilir, tafsîlâtını onlar yaşamışdır!

Nâzım Kıbrusî gibi İngiliz’den ayarlı ve Kedicikli-mason Adnan’dan duâ istiyen ve gene Adnan’a “Hep sarışınları seçmişsin biraz da esmerlerin olsa” yollu uçkur lisânıyla muhâtab olan ve “Şeytânî Şeyhliğini” böyle yürüten ve Galatasaraylı Şevket’in de “tasavvufda mürşid” bildiği bir (soy.arıya), “Allah Dostu” diye nasıl tabasbusda bulunduğunu görenler; ve onunla pek samîmî kareler içinde resimlerini seyr ü temâşâ edenler de az değildir!. İnternet, bu kabil muzahrafât ile, bir isbât kanalı gibidir…

Cumputrasinin, “14-15 asır evvelki hükümleri bugün kalkıb uygulayamazsın, böyle şey olmaz; ben ve arkadaşlarım dîne dayalı devlet sistemine KESİNLİKLE karşıyız; ben dört dörtlük lâikim, ne sünnî ne şiiyim, v.s.” diyen politikacılar içün:

“…Bey’i Kur’an destekliyor, Şeriat destekliyor, onu desteklemek imanın 7. şartıdır!”

Gibi her türlü zıvanadan çıkmanın ve şîrâzeyi fırtdırmanın ötesinde lâflar etdiği de, internetden her zaman dinlenilebilir…

1961’lerde Vefa’daki talebe yurdunda kaldığımız zamanlar, kendisinden 30 yaşa yakın ilerde olan Üstad Merhûm Necib Fazıl Bey’in bize şiirlerini okur, ondan pek sitâyişle bahseder ve mest olurduk!. Üstâd, Rahmetli oldukdan sonra ise, aleyhinde nice bühtanlar çıkını, pek edeb ve ahlâk dışı bir kitâb yazacak kadar alçaldı ve üzerindeki haklarını inkâr etdi!. 

144 sahifelik bu tahrifnâmenin kapağına koyduğu Üstâd Merhûmun resmi de, intikâm aldıklarına hass karalamalardan ve müşahhas planda ressam karalamalarına boğulmuş siyahlara esir bir resimden ibâretdir!.  Şâdiye Sultan’da olduğu gibi, bakanda acıma ile iğrenme hisleri peydahlıyan tuzak bir manzara…

Kapakdaki bu resim, siyah çizgilerle öylesine karalanmış ki, kıpkırmızı kızarmış gözlerle bakan ve zımnen de “yüz karasısın” denilen, siyah reng ve siyah çizgilerin hâkim kılındığı “karalanmış” bir çehre… Bütün bunların da, dünyâdan göçerek kendisini müdafaa imkânı kalmıyan mücâhid bir müslümandan “intikâm alma” hissi gibi pek süflî bir garîza ile yapıldığı apaçık ortadadadır…

Merhûm Üstâdın 1983’deki vefâtından tam 10 yıl geçince 1993’de bastırdığı bu iftirânâme, başdan aşağı düzme hatıralar ve Merhûm’u karalayıb, menfî göstermiye ma’tûf lebâleb tahrîfâtla doludur… Muhtevâya bakıldığında, bazı yerlerde Merhûm, sanki medh ü senâ ediliyormuş havasına  bürülse ve dürülse bile, bunun aslâ samîmî olmadığı açıkdır; bu da, hasmı daha öldürücü darbe ile vurmak içün onu daha yüksekden yer bırakarak parçalamak ve perişân etmek kurnazlığı ve dessaslığı taşımaktadır!..

Arka kapağa alınan hulâsa makâmındaki büyük harflerle basılan yazıdan birkaç cümle ise, edeb ve ahlâkın tam iflâs etdiği noktayı göze sokar:

“Anlatılması da anlaşılması da zor olan bir şahsiyeti vardır.. Yapmakdan çok yıkmaya memurdu. Halbuki o, yıkmak kadar yapmaya talib gözüküyordu. (İki yüzlü ve sahtekâr demenin püsküllücesi)..Vazifesi “L” hududuna kadar olduğundan, fiilen “İLL” safhasına intikâlini, kader, kendisini musab kıldığı bir “BENLİK” afeti ile firenleyib önlüyordu. O bundan habersiz çırpınıyor çırpınıyor, boyuna çırpınıyordu.”

Son iki cümleyi herkesin anlaması mümkin değildir. Bu iki cümle ile o kadar iğrenç bir aşağılama ve hakâret boca ediyor ki, sanki Üstad  “Lâ” diyerek Kelime-i Tevhid’in nefiy kısmında kalmış, “illallâh” diyemeden yani “İSBÂT”ı ortaya koyamadan dünyâdan gitmiş ve kendisini ebediyyen bitirmişdir!.. Sâdece beşerî sistemleri yıkmak içün yaşamış, ammâ bu isbât istikâmetinde “YAPICI” olamamışdır!.   Merhûm’un keyfiyet ve derecesi ise, ehl-i sünnet müslümanları nazarında tasrîhi zâiddir ki belli ve müsellemdir; hiç kimse onun dînî salâbet ve îmânî istikâmetinden şübhe edemez…

Üstad gibi bir müslümanı sinsice, bazen dost yüzüyle, bazen alenen ve alâ meleinnas tahkîr etmek, ahlâk-ı hamîde sâhibi bir müslümanın aslâ yapacağı bir iş olamaz… Kim olursa olsun, onu sinsice, kapaklıyarak veya mugalatalarla “tekfîr etmeye varıncaya kadar giden, kudurmuş bir hâle cür’et ediyorsa”,  onun bizzat kenisi münkirlik ve ahlâksızlığın en iğrenç noktasındadır… Üstelik de bunu “kadere” bağlıyarak, sanki kader, Üstâd’ı benliği sebebiyle onu buna “musab” kılmış yani ona bu “benlik” musîbetini vererek (hâşâ) frenlemiş, önünü kesmişdir… Böyle bir ibârenin ma’nâsı, ehl-i sünnet i’tikadında suçu bir nevi (kadere) yüklemekdir; ve kaderle ihticâc etmekdir ki, bu, aslâ câiz olamaz; ve bu, “Cebriye mezhebi” denen musîbetin bir hortlamasıdır… 

Kader, Üstad’ı “benlik âfeti ile musab kılmış” yani ona bu “musîbeti geçirmişse”, o zaman Üstâd’ın suçu nedir?. Adam, daha kaderin ehl-i sünnet i’tikadındaki yerini kavramakdan mahrûm; veya, bildiği halde Üstad Merhûm’u kat’iyyen “benlik” içinde bir mahkûm göstermek üzere bu bâtıl  Cebriye mezhebi cehâletinden, işine öyle geldiği içün, gûyâ “Üstâd’ın benlik felâketini isbâta” medet ummaktadır!. Eğer bir insanda “Benlik” gibi kibir ve gurûr makûlesi menfi ve haram hâller varsa, bu, onu “kaderin musab kılması” ile değildir; kendi irâde-i cüz’iyyesinin bir kusûru olarak vâki’dir… Kader ise, bunun böyle olacağını bilen ilm-i ilâhînin LEVH-İ MAHFUZ’daki tesbîtidir…

Püsküllü ise, Üstâd Merhûm’u, hâşâ bugünki DİB kamalizmasının ağzında dolaşan “Kader mahkumları” ta’bîrinin bir mef’ûlü gibi göstermek cehâleti üzerinden “Cebriye felsefesine” bağlanarak, ONU, tam ve dört dörtlük bir “benlik musîbeti” içinde göstermek istemektedir… Püsküllü’nün, nerede nasıl işine gelirse öyle konuşduğunu yukarıda da misâller vererek beyân etdiğimiz hatırlanmalıdır…

Adam, birçok konuşma ve yazılarında da, bu “kader mevzû’u” üzerinden giderek, sık sık kendi görüşlerine “haklılık kılıfı geçirmeyi” pek sevdiğini, çokları gibi bizler de, onun bir seciyesi olarak tesbît etmişizdir… Kader mevzû’u, İslâmiyyet’de Allâh Azze ve Celle Hazretlerinin İLMİNE taalluku sebebiyle çok ciddî bir îmân mevzû’udur ve aslâ orda burda oyuncak gibi kullanılamaz. Bugün T.C. DİB’çileri, ilhâdiyatçıları ve tv ekranlarına çıkan nice soytarılar, “kul eliyle kaderin değişebileceğini söyler; böyle kader olmamalıydı, aynı kaderi paylaşıyoruz, böyle kader olmaz olsun, bu nasıl kader, bu kader olamaz, kaderin üstünde bir kader vardır, v.s.” gibi, kaderin hakîkatını münkir nice ifâde ve ibârelerle cehâletin de çok ötesinde, nice “küfre müeddî” rezilliklere batmaktadırlar… 

Bu kadere îmân noktasında küfre bile düştüğünü göremeyib, kendisini müslüman zanneden nice yüzmilyonlar, pek esef edilse yeridir ki, KADER’e, îmân edilmesi şart olan şekli ile değil de, küfre müeddî olan şekli ile inanmaktadırlar!. Mu’tezile ve müteahhirîni de mu’tezile te’sîrinde kalarak (Kader’i inkâr eden) bugünki (İmâmiyye-İsnâaşere-ŞİA) tâifelerinin, bu müfsid akîdeleri dünyâ çapında yayılmaktadır. İrâde-i cüz’iyyesini kullanarak kesbeden kuldur, onu YARADAN da, son zerreye kadar her şeyi yaradan, onun da mücerred yaradıcısıdır; yaradan, aslâ mahlûk veya  (kul) değildir… Hayır ve şer ne varsa, son zerresine kadar, evet son zerresine kadar ve maddî-ma’nevî ne varsa, topunu da Allâh Azze yaratır…

Helâl-haram, îmân-küfür, zerreden küreye, maddî ve ma’nevî ne varsa O yaratır, Onun yarmadığı ve mahlûkun yaratdığı her hangi birşey yokdur, olamaz, bu muhâldir… Her yaratacağını yaratmadan evvel ezelden beri bilir, ilminde de  değişiklik, a’râz yokdur, bu muhâldir, bundan münezzehdir… HAYRI rızâsıyla, ŞERRİ adem-i rızâsıyla yaratır… Kullara izâfe edilen YARATMAK fiili, yokdan yaratmak ma’nâsında kullanılıyorsa ki, ateist-pozitivist-materyalist-kamalist tüm felsefeler, bu şekli ve şıkkı ihtiyâr ederler. Bu da zaten onların Allâh tanımazlıklarının tabii bir netîcesidir. Kendini müslüman zannederek o felsefelerin anladığı ma’nâda YARATMAK fi’lini kullara veya başka bir mahlûka izâfe etmek ise, İslâmiyyet’in KADER îman telâkkîsi dışındadır ve İslâm’sızlığı intâc eder…
Püsküllü Kadir’in,  bilmediği mevzularda da “biliyor v
e üstelik en iyisini biliyor” havalarına sık sık ve elini masaya vura vura samiînin tepesine edeb mi edebsizlik mi işte onu indire bindire girmesi, onu, “Şecaat arzederken merd-i kıptî, sirkatin söyler” medlûlüne dâimâ fâil-i mücrîm yapmışdır…

Üstâd Merhûm “Benlik” sâhibi değildi; ve O, kendisini, şeytânî sistemlerin demir kafesinde mahkûm hisseden bir aslanın, secaat, asâlet, salâbet ve asabiyet tavrı ve ruh metâneti içinden, şirkle mücâhede ve mücâdelesinin çelik gibi som bir maddesine inkılâb ederek, muhâtablarına öyle görünmesi ve onlarda aks-i sadâ bulmasıdır… Bu son derece müsbet seciyenin, “benlik” ta’biriyle sevimsizliğe ve menfîliğe tercemesi, Üstâd’ı hangi kuyruk acısından dolayı aşağılamak sevdâsına düşen kıskançların; veya, kendilerini Üstâd seviyesinde görmek istiyen seviyesiz cücelerle “çakma üstadların”, kat’iyyen  ahlâkî iflâsına bir vesîkadır… Mücerred, yanlış ve kasıtlı bir bühtan…  Veya, ancak bir cüz’ünü saydığımız, o üstün ve nâdir kişilerde bulunan bunca mümeyyiz evsâfın, “enâniyet” ile olan farkını, fehmetme ve temyîz kâbiliyyetinde olmıyanların âcizliği ve anlayışsızlığının bir netîcesi…

Mûmâileyh, arka kapakda 3. paragraf olarak, aynı nakarâta bir başka ifâde ile şöyle tırmanıyor:


“Merhamet-i İlâhiyye ona, “illâ”ya yöneldiği her dönemeçde kaçınılmaz bir tuzak hazırlıyordu.” 

Tevbeler Yâ Rabb!.

Yani Üstâd Merhûm, Kelime-i Tevhîd’in isbâtına her yöneldiğinde, Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle onun irâde-i cüz’iyyesini selbedib, bloke ediyor ve her def’asında Üstâd’a “TUZAK HAZIRLIYOR!” 

Zehi dalâlet ve hezeyân!

İşte insan denen mahlûk, ölçüyü karırıb, nefsinin ihtiraslarına köle olduğu zaman, ne yazdığını, ne söylediğini ve ne yapdığını böylesine göremiyor ve kontrol da edemiyor!. Düşmanını (nefs-ins-iblis) olarak görmek yerine, kendisinden 30 yaş kadar ilerde bir Çile-Cihâd adamını ve geçmişdeki velî ni’metine ve “üstâdına” bile böylesine saldırabiliyor; onu, videolarla “Dünyânın en ahlâksız adamı” bile i’lân edecek kadar, kendisini yerin dibine geçirib sıfırlıyabiliyor…

Bâlâda beyân etdiğimiz öylesine iğrenç bir Cebriye safsatasını, hangi Ehl-i Sünnet âlimi veya mütekellimi, veya akâid imamı (hâşâ) iddia etmişdir?. Sanki Allâh Azze ve Celle, yani “Sonsuz Merhamet-i İlâhiyye Sâhibi O Zât” , (Hâşâ ve Kellâ), Üstâd Merhûm’a öylesine düşmandır ki, “Rahmeti azabını değil de, azabı rahmetini öyle bir geçmişdir;” ve  arza SÜBHÂN olan Kâdir ü Kayyûm’un irâdesi hâkim olsun diye çırpınan, bunun içün hapisden çıkıb hapse giren, binbir muzâyaka altında mücâhedesini devamda nice binbir çile çekerek sebât ve metânet gösteren Necib Fâzıl kuluna “İLL”YA YÖNELDİĞİ HER DÖNEMEÇDE TUZAK HAZIRLAMAKTADIR!..”


LÂ HAVLE VELÂ KUVVETE İLLÂ BİLLÂHİL ALİYYİL AZÎM…

Apaçık görülüyor ki, Müntakîm olan Kahhâr, adamın haksızlıkla ve zulmen bir müslümanı yerin dibine geçirmek istemek gibi pek utanç verici planlarını kendi başına ma’kûs eylemekde, beyân etdiğimiz gibi, “şecaat arzederken sirkatini” söyletmektedir…

Bizlerse, alenen haksızlığa uğrayan Üstad Merhûm hakkında bildiklerimizi söylemek ve onun yalan ve iftirâlarla zîr ü zeber edilen hukûkunu muhâfaza vazifemizi; ve üzerimizdeki haklarının bir îcâbını yerine getirmek mükellefiyetimizi edâ mecbûriyyeti altındayızdır ki,  “haksızlık karşısında susmamak” ve bu satırlarla da hakk ve hakîkata hızmet me’mûriyyetimiz apaçık ortadadır…
İşte Üstâd Merhûm ve işte “ÇAKMA ÜSTAD…”

Halkın, başında püsküllü bir fes ve şîrâzesini kaybetmiş bir ağlâlle (boyun kelepçeği) ile seyretdiği, (Tanzimât ç.mezi) ve masa yumruklayarak parsa toplama peşindeki içi boşaltılmış gûyâ “anti-kamalist”, “illâ” makam ve mertebesinde pet âlî dereceler ihrâz etmiş bulunacak da; onca eser ve çilenin sâhibi, Abdülhakîm Efendi Merhûmun murâkabe ve himmeti altındaki o ehl-i sünnetin yılmaz müdâfii olan Ahmed Necib (Necib Fâzıl), bu müfterîlerin ardında kalarak nal toplıyacak!..

Böyle hezeyanlara, Bâbıâdî soytarısı nice ateistler bile tersden iddialarla cür’et edememişken, kendisinden 30 kadar yaş kıdemli ve Osmanlı’yı o kadar daha çok görmüş ve yaşamış bir adama bunca korkunç isnâd ve iftirâlar atmak, normal bir akıl, îmân, muvâzene, ahlâk, insâf ve rûh hâlinin kârı olamaz… Bir de, “Sahte icâzetler” ile ortaya çıkıb “Demirel’e mason diyenin kendisi kâfirdir” hezeyânının sâhibi bazı albay eskileri, Üstâd merhûmu “tekfîr” bataklığına bulanmışlardır ki, bunların da nesillerinin sonu, bazı şeytânî meclislerde sıfır kollu karılarını hahamların yanlarına oturtmak hayâsızlığına, holding sahtekârlıklarına ve benzeri karanlık yollara, kendilerini batıdaki bazı devletlerle sırdaşlığa-kankalığa kadar yol bulmuşdur…

Her gerçek “müslüman” gibi “imân ve akâidine şehâdet ederiz ki, Üstâd Merhûm’un da hasbe’l-beşer zaaf ve kusurları, amelinde eksikleri olsa bile, bunları  yüz misline katlıyarak ve hele tevbe etdiği; ve “mâzimi çöpe atdım, onları ancak kedi ve köpekler eşeler” buyurduğu nice günahlarını bile göze sokmak içün, onları abartıb-kabartarak utanmadan kitablaştırmak, iğrenç bir ahlâksızlık olmıyacak mıdır? Ömrünün 1934’den sonra 50 yıla yakın kısmını 8-10 kere ve birinde, zevcesi hamefendinin de hapsi ile geçiren; 1943’den i’tibâren şirkin belini kırmak üzere binbir sıkıntı içinde çıkardığı “Büyük Doğu” mecmuası tam 16 kere kapatılan; bir mahkûmiyyeti esnâsında umûmî affv çıkaran tâğutların bütün mahkîmları hapishânelerden tahliye etmesi ve fakat BİR TEK ADAMI TAHLİYE ETMEMELERİ ve onun da Necib Fazıl adını taşıması; 1942 ve 44’de iki kere askerî sürgün yemesi; 1948’de geçim darlığı felâketine düşerek bütün eşyalarını satarak, 5 çocuk, bir kayınvâlide ve 2 de kendisi 8 nüfus otel köşelerine sığınması… 1950’de zevcesi hanımın da hapse atılması; 1951 Demokrat müfsidlerin “kumar koplosu” ile karalamaları; en son eseri olan “Sultan Vahîdüddîn” içün “A’E HAKÂRET ETMEYE MEYİLLİ OLMAK” gibi cihân târihinde aslâ görülmemiş ve dünyâ adâlet târîhinin bir ucûbesi esbâb-ı mu’cibe ile 78 yaşında 1.5 seneden fazla hapse mahkûm edilen; içdeki tâğûtî sistem ve nemrûdî şeflerin hapislerinde, tehdidleri altında, itibarsızlaştırma tecâvüzleri  ve binbir çile ile ömür geçiren ve ehl-i sünnet i’tikadından aslâ taviz vermeden DİMDİK duran….Ve birileri gibi, politikacılara aslâ köpeklik etmeden, kendisine dokunulmazlık zırhını milletvekili veya senatör olarak ihsan etmiyen parti başlarına “Ana-avrat sin-kaflarla” küfretmeyi aklından bile geçirmiyen MERHÛM ÜSTÂD’a, bühtân eden kim olursa olsun, onu i’tidâl, hayâ, haysiyet, şeref ve îmân-ahlâk  çizgisine da’vet etmek, üzerimizde nice hakkları olan Merhûm’a kat’iyyen borcumuzdur… Bizler de, zâlim müfterîlerin topunu O’nun gibi ALLÂH Azze ve Celle’ye havâle eder, Mahkeme-i KÜBRÂ’ya intizâr ederiz…

Böyle nice yalan-iftirâ ve aşağılamalar hatta tekfirler de yetmedi, bir vidyosuyla (internetde var) Merhûm Üstâd içün “Dünyânın en cesur adamı, fakat gene dünyânın en ahlâksız adamı” diyecek kadar bir başka zıvanadan çıkan ve şîrâzeyi sonuna kadar kaybeden; ne ahlâk ve ne de Allâh korkusu hududlarında kalabilen de, gene o aynı adamdır!.

Âhıret-i Dâr-ı Bekâ’ya irtihâl ederek kendisini müdâfaadan âciz kalan Rahmetli Üstâdım Necib Fâzıl Bey’i, bizler, devlethânelerinde, yazıhânelerinde; bayramda, terâvihde, konferanslarında, yolda, matbaada, neş’eli ve hüzünlü anlarında, hatta karşılıklı atışmalarımızda.. ve  ilk İstanbul’a geldiğimiz senelerde tevzîât şirketlerinden iâde gelen BÜYÜK DOĞU’ları sırtımızda taşıyıb, Üstâdımızın bir çay ikrâmını “Üstâd bize çay ısmarladı” demekden iftihâr atışları çıkararak ve bunu arkadaşlarımıza anlatarak coşduğumuz o tatlı demlerimizde.. ve daha pek çok yer ve zamanda ONU çok yakından tanıdık… Bizde sâdece, merd, erkek, da’vâsında erimiş, sözünü esirgemeden kalbine apaçık tercemân eden, îmân ve i’tikâdından aslâ ta’vîz vermiyen, bu uğurda başına gelen binbir çileyi tevvekkülle göğüsliyen, kafese konulmuş bir aslan gibi çile içinde kıvranıb o ma’nevî parmaklıklar içinde her an tur atan; bâlâda beyân etdiğimiz gibi, ev kirâsını ödeyemeyib kayınvâlidesi de dâhil 5 çocuk 8 nüfus otellerde hayat mücâdelesi veren, 8-10 kere hapse girib çıkan, kamalist heyûlânın binbir tehdîdi altında korumasın-kollamasız, 80’enine yakın bir ömür geçiren, nice mahrûmiyet ve cendere sıkıntısı sebebi ile hepimize şu veya bu hâlet-i beşeriye içinde toslasa da, mutlaka ma’zûr ve hatta haklı görülen bir Allâh DOSTU idi…
O, Şerbakan gibilere hücûmu ve nicelerimize dostluğu, hep “Hubb-i fillâh, buğz-ı fillâh” çerçevesinde olmuş, “ÎMÂN ÖFKESİ taşıyanlar” ve “Fikir Fâhişesi” bulunanlar olarak iki zıt kutba sığdırdığı insanları, bu ölçülerle muhatab almayı son gününe kadar sürdürmüş bir nasiblidir…  

Cumputrasi, demokrasi ve parti levsiyât ve necâsetine bulaşmadan, kimseye püsküllü belâ olmadan, para-pul-arsa-parsa-makam-mevki putlarına aslâ TAPMADAN yaşadığına, BÂBIÂDÎ hayatımızda tek şâhid olduğumuz celâdet-şahsiyet-asâlet ve cihâd sâhibi tek adam o olmuşdur!. Birileri gibi para-pul-arsa-parsa gibi hiçbir basit dünyâ oyuncağına kul olub tapmamış; onları kendisine köle etmişdir… Bu babda, arkasından hiç kimse: “Para-pul, mal-mülk içün birileri gibi onu bunu soydu, mecmuasında yıllarca köşeyazarlığı yapan S.E.Ç’in fıkra veya makâlelerini kitablaştırdı, sonra da te’lif ücreti vermediğinden o yazar arkadaş ile utanmadan mahkemelik oldu” gibi bir şerefsizliğin binde birini bile, ona hiç kimse isnâd edememişdir…
Aziz hâtırasına binlerce ta’zim ve rûh-ı şerîflerine sonsuz rahmetler…

O, kendisine “Dünyânın en ahlâksız adamı” diyen, nâmerd, nâdân ve şeytan tabiatlı edeb ve şeref yoksunları ile aslâ mukâyese edilemiyecek kadar ahlâklı, edebli, meclisine hâkim, ferâset ve zekâveti hayret verici,  incelerin incesi ruhlu, teşrîfât-nezâket ve nezâfet nizâmlarına riâyetkâr, tam bir İslâmbol beyefendisi, âile ve soyu i’tibâriyle de Hakk’ın ASÂLET lutfuna mazhâr; elindeki neşterle, acıtarak da olsa hastasını mutlaka kurtarmıya çalışan cerrah MERHAMETİNDE.. şeci’ ve yiğit bir adamdı!…

Yeri doldurulamamış ve aslâ da doldurulamaz!

Tekrar Püsküllüye dönersek:

xxxSebil’ci, Ömer Ferruh denen şia bozması mı ne menem şey olduğu tam da bilinemiyen herifin “Mut’a Nikâhını câiz” gösteren paçavrasını, hiç alâkası olmadığı halde “İslâm Âile Hukûku” adıyla kaç kere basacak, mâni’ olmak içün kendisini ısrarla uyaranlara rağmen o paçavrayı, “Bu bir Sebil Yayınıdır” şecaati ile de dağıtacakdır!. Gûyâ “Kamalizmaya” saldırarak masaları da yumruklayıb “AHLÂK” bezirgânlığı yapmak, câhil veya heyecân arayan halkın ayranını kabartmak içün ucuz ve kurnazca bir yol olsa da, (İhlâs ve istikâmetin, i’timâd ve vekârın) olmadığı yerde, îmânî mes’elelere lâübâliyâne ve yalama bir şekilde el atılırsa, orada ciddî bir İslâm AHLÂK ve DİYÂNETİNDEN aslâ bahsedilemez… Mücerred Antikamalist bir ETİKET taşımak, îmân-ı ŞER’Î bahis mevzûu olunca ise, yüzlerce örneğini vermek mümkin olan hususlarda dökülmek, kamalizmin yüzlerce îmânî, ibâdî, ahlâkî, adâbî, siyâsî, iktisâdî, ictimâî ve hukûkî rezâletlerini normalleştirerek yaşar hâle gelmek, korkunç bir TENÂKUZDUR ki, bunu, üç beş sloğan, kelle üzerindeki püsküllü bir 2. Mahmud ve Tanzimât fesi aslâ örtemez… Videolar ise bu vâkıanın birer isbat vesikası olarak bir başka tevsîk edici mâhiyet taşır ki, yeri geldiği içün tekrâr edelim: “Ben cumhûriyet düşmanı değilim. Cumhûriyet de İslâm’ın REDDETDİĞİ birşey değil.” Bunlar, 1923’den beri KAMALİSTLERİN nass gibi sarıldıkları sloganlardan başka birşey midir?.. İslâmiyyet’i yasaklıyan kamalizma, İslâmiyyet’de zarûrât-ı dîniyyeden olan “Hılâfeti” yasaklıyarak yerine, “millî irâdeye” bile değil de, doğrudan doğruya şahsî irâdeye dayanarak  “Yarın Cumhuriyeti i’lân ediyoruz” diyerek beynelmilel bir irâdeyi hâkim kılmak, kamalizmanın en inkâr-ı gayr-i kâbil mümeyyiz ve sâbit karekteridir…

Ayrıca, kamalizma “sarık-cübbe” ile göz boyamak ve İslâm’ı içden ve uzun va’dede boşaltmak içün DİB denilen müdiriyyeti kurmuş ve bununla da 1924’den beri bu istikâmetde çalışmaktadır. DİB, doğrudan doğruya “Kamalist ideolojiyi” oturtmak içün ilk gününden beri zaman ve zemine göre İslâmiyyet’i aşındıran resmî bir çarkdır; yani apaçık KAMALİZMANIN BİR KURUMU” ona çalışan bir müessesedir. Prof Mümtaz Soysal bunu bir tv programında cihâna karşı şöyle beyân etmişdir ki Türkiya’daki anti-kamalist geçinen “tenâkuz hastalarının” bundan da zerre kadar haber ve fehim nasibleri” yokdur: “Diyânet İşleri Başkanlığı, DÎNİN, cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlıyan bir kurumdur!”
Püsküllü kadir Türkiya’da kendisini bir numaralı “anti-kamalist görme ve gösterme rolünü oynasa” bile, o, adı geçen dehhâmeleşmiş tenâkuzlarıyla, bunu ağzına yüzüne bulaştırır, ancak hayranlar kitlesi o kadar onun tenâkuzlarını göremez hâle gelmişlerdir ki, onlar da onunla beraber “anti-kemalist” rolü oynamanın ustaları görünür hâle gelmişlerdir… Buraya kadar anlatdığımız ve buradan sonra da anlatmıya devam ederek, mâhiyyeti i’tibâriyle ne kadar kamalizmanın mütemmim cüz’ü olduğunu ortaya koyacağımız DİB, bütün varlığıyla İslâm’ı İslâm’ın dışına taşıma vazifelişinden başka hiçbir şey değildir ve olamaz… Serdetdiğimiz vesîkalar bunu bedâhat derecesinde ortaya koyar ki, buna rağmen o adı geçen (TENÂKUZ) yerinden bir mikron bile oynamaz… Bu da güdücü ve “âkil adam” kisvesi giydirilen “akılsız adamların” bu memleketde söz sâhibi olmaları veya yapılmalarından ileri gelir… İslâm karşısında DİB denilen yerin İslâmîlik veya İslâmsızlık derece veya derekesi artık su götürmiyen bir kat’iyyetle ortada iken kendisini en kral “anti-kamalist” gören Püsküllü Kadir’in bir büyük (TENÂKUZ) patlaması da onun şu i’tirâf ve özünü ifşâatıdır: “ŞİMDİ DE REİSİCUMHUR ZİYÂRETİME GELİYO. HELE HELE DİYÂNET İŞLERİ ŞEYHÜLİSLÂM GELİYO ZİYÂRETİNE….ŞU ŞEYHÜLİSLÂMIN BENİ ZİYÂRETE GELMESİ VAR YA, TÂRÎHÎ BİR HÂDİSEDİR.”  (10. 11.2018 târihli video konuşması)

Bu yazı serîmizde birçok DİB başının vesîka çapındaki konuşma, beyânât ve yazılarına yer verdik ve daha da vereceğiz. 

Bizim ise, “Dünyânın en ahlâksız adamı kim?” diye sorma hakkımız, iki cihanda da mahfuzdur!

İşte Şeyhülislâm Merhûm’un yerin dibine geçirdiği “TENÂKUZLU ÎMÂN” denilen belâ budur; ve nice yüz milyonlar, bu noktada cehâlet ve buna bağlı tenâkuzları sebebiyle de, pek acınacak noktadadırlar!. Bu noktada kurtuluşa ermedikçe, ortaya ne ümmet, ne millet, ne devlet, ne hükûmet, ne ebedî seâdet çıkar…

Ne Kudüs ve Mescid-i Aksâ’yı, ne Mekke-Medîne’yi, ne Şam’ı, Bağdad’ı, ne İstanbul ve Ayasofya’yı kurtarmak…

ŞERÎATIN EN TEMEL USÛL, VUSÛL, KÂNÛN, ESAS, DÜSTÛR VE EN ANA TEMELİ BUDUR… İllâllâh demekden de mutlaka en evvel, “LÂ İLÂHE” diyerek, sahteyi, şirki, bâtılı, en son zerresine kadar nefy, redd…

Bu ana esasdan mahrûmiyyet, öyle bir belâdır ki, bundan kurtulmadıkça, “uydurulan beşerî dinler”, DİB’ler tarafından, ilâhiyatlar, ham softa kaba yobazlar, madrabazlar, ekran şeytanları tarafından, medya ve politika sahtekârları tarafından durmadan îmâl edilir… Adına ve etiketine de: “Müslümanlık-İslâmiyyet” yazılır… Bu uydurma beşerî dinler, ALLAH’IN VE SEVGİLİSİNİN DÎNİ YERİNE AYNI İSİMLE OTURTULUR; VE O YÜZMİLYONLAR, BUNLARI GERÇEK İSLÂM DİYE YER, AMMÂ VELÂKİN CEHÂLETLERİ ÖZÜR KABÛL EDİLMEZ VE BÖYLECE DE CEHENNEMİN DİBİNİ BOYLARLAR!

En mühim mes’ele bugün, bu cumputratik corona sahtekârlığına paralel her şeytanlığın gemi azıya aldığı ve Kıyâmet bulutlarının üzerimize geldiği netâmeli ve iğrenç şu devirde, Hakîkî İslâm ile, şunun bunun îcâd etdiği, o adı “İSLÂM” olan, kendisi ise mutlak olarak “İSLÂM DIŞI” bulunan dînin (religionun), kat’iyyen TEFRÎKİNİ yapabilmekdir… Hakîkîye de, ne kadarsa o kadar TASDÎK ve TAHSÎN; ötekisine de ne kadarsa o kadar NEFY ve REDD… BU İSE, TASDÎK VE TAHSÎNE MUTLAKA MUKADDEM…

İşte Kâinâtda, kendisinden daha mühim hiçbir şey olmıyan ehemmü’l-ehem biricik nokta…

Haramlar alenen işlenirse, o, onu işliyen müslümanı “Fâsık-ı mütecâhir” yapar ve gıybeti mubah, HATTA, vereceği zararın önünü kesmek şart olursa gıybeti FARZ olur… Haramlar yanında “Küfürler alenen işlenir, matbuat yoluyla da mes’ûliyyetsizce dünyâya yayılırsa”, bunun hükmü ne olur, hesâb edilsin?. Bir takım “imân hassasiyetinden” mahrûmu hormonlu ve şişirilmiş muhit ve heriflerin, “Îmânı muhâfazanın, elde ateş korunu tutmakdan zor olduğu bu zamanda” hâdiselere sathî, basit ve odun kafalarla el atışı ve ne dedikleri, bizi hiç bir zaman bağlamadı ve ömrümüz boyunca da hep aynı keyfiyetde kaldık… Lehü’l-hamd…

DİB’İN VARLIĞINI MÜDÂFAA EDEN PÜSKÜLLÜLERİN ANTİ-KAMALİST OLUŞU BİR TENÂKUZDUR…

Müslümanlık da’vâ eden politika ve matbuatdaki adamların, serdetdikleri fikir ve ortaya koydukları fiiller, kitlelere sür’atle intikâl edeceğinden, son derece dikkatli olmaları îcâbedeceği îzahdan vârestedir. Başa gelecek zulüm, cezâ ve musîbetleri göze alamıyanların, bu meydâna çıkmaları da bir başka tenâkuz kabûl edilmelidir…

Mevzu’umuza dönersek, CEHAP kafalı DİB başı Dr. Lütfi Doğan’ın da’vâsında kaybedilebileceği, başından beri muhtemel bir vâkıa idi. Dâr-ı riddede yani İslâmiyyet’e karşı (harbî) mevkiinde bulunanların hükmü altında olub da, 50.000 lira cezâ yiyince feverân etmek abesdir!. Dolayısıyla, bütün mes’ele İslâm telâkkîsine dayanmaktadır…

Derken, mûmâileyh, çâre olarak, Alamanya abonelerinin banka hesablarında biriken fâiz paralarını kendisine gönderib, bizim makâlemizden mütevellid 50.000 T.L’lik cezâyı, bu yolla kapatma formülünü keşfetdi!… Alamanya’dan 200.000 T.L. civârında “ganimet” geldiğini, biz sonradan gazetede çalışanlardan (Bilhassa Yılmaz Yalçıner’den) öğrenmişdik! Tazmînât ödendikden sonra geri kalan meblâğ ne oldu, o da Püsküllünün “Bektâşî sırrı olarak” kaldı!.
Araya böylece ve gâvur diliyle bir “nostalji” de sokuşturalım ki, bazı eşhâsın ve DİB denilen yerin ve başına geçirilenlerin hakikatları, biraz daha teferruatla vuzûh kazansın ve iyi bilinsin istedik!

1977 yılında Erbakan’ın iş başına getirdiği Prof. Dr. Süleyman Ateş’i Ankara’da ziyâreti sırasında biz de vardık ve adam iki sene evvel aldığımız İlâhiyat diploması denilen göstermelik kağıt parçasında hissesi olanlardan, tefsir diye okutdukları “felsefe” ve uyduruk dersden bizi imtihan eden zevât arasında idi.

…………………….

 

 

 

 

CEHENNEM EBEDÎ DEĞİL DİYENLERDEN DİB BAŞI SÜLEYMAN ATEŞ!


xxxSonra Ankara İlâhiyatçılarından tefsirci etiketi taşıyan Süleyman Ateş de, 1976-78 yılları arasında Şerbakan tarafından DİB’in başına cübbeli-sarıklı baş ruhbân (Din görevlileri BAŞI, Osmanlılarda adı hademe-i hayrât idi) olarak getirildi! Bu ise Şerbakan ve avanesinin Alamanya’da “Şeyhülislam” i’lân etdiği adamdı!. Dr. Üveyce nâm millî görüşçü arabın Alamanya’daki Türk talebelerinin, Ateş’in Alamanya seyyâhatinde “Şeyhülislâmınız geldi çocuklar, onu karşılamıya gitmelisiniz!” yollu teşviklerini biz çok iyi hatırlıyoruz… Rüzgârı melek kabul eden bu adamın (i’tikâdî) bozuklukları hakkında Merhûm Üstâdım Necib Fâzıl Bey’in “Raporlarında” oldukça geniş vesîka vardır.

DİB denilen yerin “aşı ve oruç ifâdı” meselesine bir başka zâviyeden geçmeden evvel, onun keyfiyeti-mâhiyyeti ve İslâmiyyet’i ele alışı üzerinde bir başka vechesiyle de durmalıyız ki, DİB’den, İslâmî hakikatları bihakkın neşretmesini beklemenin ne kadar abes üstü abes olacağı daha iyi anlaşılmış olsun!

“Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Prof. Dr. Süleyman Ateş; televizyonlar da magazin programlarının vazgeçilmez danışmanı. Bunun nedeni, sorulan sorulara istenilen şekilde cevap verdiği içindir. Muhiddin İbn-i Arabî Hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine karşıdır. Tasavvufun Hint ve Yunan felsefesinden geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ateş aynen şöyle demektedir:

“Vahdet-i vücut, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve Müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslâm tasavvufuna geçmiştir, İslâm’ın öz malı değildir.”1 Bununla da kalmıyor, aynı kitabında Brahmanların sapıklıklarını anlattıktan sonra şu fikre varıyor: “Bu fikir, İbnü’l Arabî’nin tesiriyle tasavvufa iyice yerleşmiş, hemen her mutasavvıfta bunun izleri görülmeye başlamıştır.”2 Şeyhi Ekber Muhiddin İbn-i Arabî Hazretlerinin şeriata aykırı gibi görünen ifadelerini İmâm-ı Rabbanî Hazretleri Mektûbâtında açıklamıştır. Muhiddin Arabî Hazretlerinin büyükler arasında bulunduğunu bildirmiştir. Süleyman Ateş, İbni Arabî Hazretlerine hücum etmekle kalmıyor, evliyanın büyüklerinden, silsile-i aliyyenin on beşincisi olan Şahı Nakşibend Bahâeddin-i Buharî Hazretlerine de hücum ederek şöyle demektedir: “O da aşağı yukarı İbnü’l Arabî’nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir.”

Süleyman Ateş de meleklerin rüzgâr olduğunu yazmıştır. Yani meleklerin varlığını apaçık bir şekilde inkâr etmiştir. Bunu ispat için Kur’an-ı Kerim’e Göre Evrim Teorisi isimli yazısından iki paragrafı aynen alıyoruz: “Burada bulutları sevkeden melek, basınç değişikliği ile meydana gelen rüzgârdan başka bir şey değildir. Bir hadise göre de sesleri kulaktan kulağa nakleden melektir. Şüphesiz bu melek de seslerimizi titreşimiyle etrafa yayan atmosferdir. Demek ki tabiat kuvvetleri de melek olmaktadır. Zira melekler Allah’a isyan edemeyen, yani hür irade yeteneğinden yoksun, emredildiği şeyi yapan güçlü varlıklardır. Tabiat kuvvetleri de aynı niteliğe sahip değil midir? İşte Âdem’e secde eden melekler, irade yeteneğini, akıl gücünü insana boyun eğen tabiat kuvvetleridir. İnsan akıl gücünü kazanınca tabiat kuvvetlerini emri altına almış, onlardan yararlanmasını, onların korkunç etkilerini önlemesini bildirmiştir.”3 Necip Fazıl, bu ifade için şöyle diyor: “Dehşet ki dehşet, bu adam hem meleklere itikadı elden bırakmıyor, hem de onları tabiat kuvvetlerinin aynı ve tâ kendisi kabul ederek maddeleştiriyor, şuursuzlaştırıyor.” İradeden mahrum cemadlar olarak görüyor, küfrün böylesine hiç rastlanmamıştır.”4

Süleyman Ateş, mason Abduh’un düşük faizlere cevaz verdiği gibi % 3 faize cevaz vermektedir. Çağdaş fetvası aynen şöyledir: “Her muamelesinin faizle işlediği bir toplumda yaşayan fert de ister istemez faize bulaşır. Onun korunmak için bankalara yatırdığı paradan banka % 50, % 100 kazanırken kendisinin aldığı % 3’lü faiz aslında parasının süre içinde uğradığı değer kaybını bile karşılamaz. Zarurete binaen o da parasının faizini alır, ama içi tutmuyor, takvası müsaade etmiyorsa faiz olarak aldıklarını fukaraya, hayır kurumlarına verir.”5 Necip Fazıl, bu ifade için şöyle diyor: “Demin ki, İslâm’ın madde ötesi itikatlarına tam aykırılık halinde küfür… Bu da yeryüzü muamelesine ait bir kanunun, hem mahiyet olarak bilinmemesi, hem de küçümseyici bir eda içinde tatbik imkânından mahrum sayılması bakımından küfür çapında bir dalâlet… Bu adamın suratına su hadis mealini çarpınız: FAİZİN EN HAFİF ŞEKLİ, ANASIYLE KÂBE DUVARI DİBİNDE ZİNA ETMEKTEN BETERDİR.”6

Darwin’in de evrimciliğini aşan Süleyman Ateş maymunun insandan geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kendisi gazetelerde günlerce tenkid edildiği halde, “İnsanlar Âdem aleyhisselâmdan gelmiştir. Âdem aleyhisselâmı da Allah yaratmıştır.” gibi bir ifade kullanmaktan hâsseten çekinmiştir. Kur’an-ı Kerim’e Göre Evrim Teorisi’nde bütün canlıların ilkel hücrelerden evrimleşe evrimleşe geldiğini kat’iyetle ifade etmektedir. Yazısından bazı kısımları hep birlikte okuyalım : “Hayatın, ilkel hücrelerden evrimleşe, evrimleşe önce basit canlıların, sonra daha üstün yapılı canlıların ve sonunda da insanın meydana geldiği kesin kanıtlarla ortaya konmuştur... İnsanın maymundan değil, maymunun insandan türediği de düşünülebilir.”7

Prof. Dr. Süleyman Ateş, biraz daha ileri giderek aynı sayfada şöyle diyor : “İnsanın şu veya bu hayvandan tekâmül etmiş olması onun değerini düşürmez. Çünkü Allah kâinatı tekâmül kanununa göre yaratmıştır.” Görüldüğü gibi insanın bir hayvandan gelmesi, onun değerini düşürmezmiş. Hemen aşağıda şöyle diyor : “Belki de insan, bugünkü hayvanların hiç birinden değil de doğrudan doğruya çamurdan yaratılan ilkel bir varlıktan evrimleşerek ortaya çıkmıştır. Muhakkak olan nokta insanın bir evrim geçirdiğidir.”8

Süleyman Ateş’in bu ifadesinde üç tane azîm hata vardır:

1-Cümleye belki ile başlamış, belki ihtimali ifade eder. İhtimal üzerine dinî karar veriyor.

2-Çamurdan yaratılan varlığa ilkel varlık diyor. Çamurdan yaratılan ilk varlık Âdem aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselâm ilkel bir varlık değil, kâmil bir insandır, ulül’azm bir Peygamberdir.

3-Bugünkü insanın ilkel varlıktan evrimleşerek ortaya çıktığını söylüyor ki tamamen Kur’ân-ı Kerîm’e aykırıdır. Allahü Teâlâ bugünkü insanın Âdem aleyhisselâmdan geldiğini bildiriyor. Âdem Aleyhisselâmın da Ulül’azm bir peygamber olduğunu bildiriyor. Binlerce Peygamber içerisinde Ulül’azm derecesine yükselen sadece altı tane Peygamber vardır, bunlar, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa (Aleyhimüssalâtü vesselam) hazretleridir.

Süleyman Ateş, Âdem Aleyhisselâma ilkel insan demekle, bugünkü insanın evrimleşerek yani tekâmül ederek yüksek seviyeye çıktığını söylemekle Cenâb-ı Hakkın -hâşâ- yalancı olduğunu söylemektedir, ilkel insan evrimleşerek ve devrimleşerek kâmil insan olmuş, yani bugünkü insan henüz evrim geçirmemiş olan Âdem aleyhisselâmdan, Şit aleyhisselâmdan, İdris aleyhisselâmdan hâşâ çok kâmil bir varlıktır.

Nuh aleyhisselâmın 950 sene kavmini ıslâha çalıştığı Kur’ân-ı Kerîm’de sarahaten bildirilmektedir. Bin sene yaşayan bir Peygamber mi kâmildir, yoksa bugün yüz seneyi zor aşan evrimleşmiş ve de devrimleşmiş insanlar mı kâmildir? Süleyman Ateş’in insanların evrim geçirdiğine dair kesin kanıtları varmış. Kanıtının yalan olduğuna dair bizim de elimizde yanıtlar vardır. Hem de Kur’ân-ı Kerîm’den… Peygamber falan ayırt etmeden, eski insanların çok geri olduğunu, ilimsiz, hikmetsiz, akılsız olduğunu söylemekle 224 bin veya 124 bin Peygamber gönderen Allah ü Teâlâ’yı yalancı çıkarmak istiyor. Aynı derginin 137. sayfasını dehşete kapılmadan okuyalım. Nihâyet evrim insan sınıfına yaklaşmıştır. Hayvanlık mertebesinin başında maymunlar ve benzeri hayvanlar vardır. Bunlarla insan arasında azıcık bir mesafe kalmıştır. Burası atlanınca insan olur. Bu noktaya gelince nefsin boyu düzelir, azıcık ayırım gücü, bilgi kazanma yeteneği hâsıl olur. Dünyanın uzak kutup bölgelerinde yaşayan bu ilkel insanlarla hayvan arasında büyük fark yoktur. Bunlardan hikmet sâdır olmaz, komşu milletlerden de bilgi öğrenmezler. Bu yüzden halleri bozuk, yararları azdır. Daha da evrimleşen orta kuşaktaki insanlar, işte gördüğünüz bu zekâ, bilgi ve maharet düzeyine gelmişlerdir.”

Prof. Dr. Süleyman Ateş’in bütün kitapları nakil esasından ziyade indi görüşleriyle doludur. Hemen her kitabında İbn Teymiyye’den de nakiller yapmakta kimliğini gizlememektedir. Süleyman Ateş, evrime ve devrime uyarak, Allahu Teâlâ ismini çok kere Yüce Tanrı olarak kitaplarına almıştır. Allah kelimesinin kat’i surette tanrı olarak kullanılmayacağını da bilmemektedir. Tanrı kelimesi ilâh, mabud manasına kullanılır. Fakat Allah manasına kullanılmaz. Meselâ “Müslümanların tanrısı Allah’tır” denir, kendi ifadelerine göre “evrimcilerin tanrısı maymundur” şeklinde kullanılabilir. Fakat “bizim Rabbimiz tanrıdır” denemez.

Süleyman Ateş Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir ettiğini bütün kitaplarında bildirmektedir. Ayetlerin tercümesi tefsir olamaz. Bu tercümeler Murâd-ı ilâhiyi bildirmez. Ancak tercüme edenin o âyetten anladığını bildirir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyet-i celîlesinin mealini alırken selâhiyetli bir müfessirin kitabından nakil suretiyle almak lazımdır. Eğer herkes kendi anladığını alırsa ortaya 72 tane sapık mezhep çıkar.”  (https://dintahripcileri.com/suleyman-atesin-yanlislari/)

HAYRETTİN KARAMAN VE SÜLEYMAN ATEŞ’E EHLİ KİTABI’IN DURUMU MESELESİNDE VERİLEN CEVAPLAR

“Ebedi Âlemde Kurtuluş (Necat)

Bütün evrensel (milli olmayan, bütün insanları kazanmayı hedef alan) dinler, diğer dinlere mensup olan insanların dünya ve ahiretteki durumları ve dünyada onlarla kurulacak ilişki kuralları üzerinde durmuşlardır.
İslam’a göre başka dinlere mensup olan insanlar İslam dinine davet edilirler, ama bunu kabul etmezlerse onlara düşmanlık edilmez, Müslümanların dinlerine ve vatanlarına karşı savaş açmadıkça, aleyhlerinde çalışmadıkça kendileriyle iyi (iyilik ve adalet temelinde/çerçevesinde) ilişkiler kurulur, bağımsız bir ülkede barış içinde yaşamalarına imkan verilir, İslam ülkesi içinde teb’a (zimmîler, ehlü’z-zimme) olarak yaşamalarına imkân tanınır, İslam ülkesi teb’ası olan gayr-i Müslimler bütün temel insan haklarından istifade ederler… Bu cümleden olarak dinlerini ve kültürlerini korurlar, mabetlerine dokunulmaz, ibadetlerini ve din eğitimlerini serbestçe yaparlar.

Ahirette durumları ne olur? Cennete mi, cehenneme mi giderler?

Bu sorunun cevabı, Hz. Peygamber’den önce veya sonra yaşamış olmaları durumuna göre İslam alimleri tarafından farklı şekillerde cevaplandırılmıştır.

İsra Suresi(17)’nin 15. âyetinde Allah Teâlâ, “Peygamber gönderip dini tebliğ ettirmedikçe kimseye azap etmeyeceğini” bildiriyor. İmam Mâtürîdî, Allah vergisi aklın Allah’ın varlık ve birliğini idrak için yeterli olduğundan hareketle Peygamber tebliği ulaşmamış kimselerin de bununla yükümlü olduklarını, İmam Eş’arî ise onların yükümlü olmadıklarını söylemişlerdir. Peygamber dönemine ulaştıkları halde bulundukları coğrafya ve şartlar yüzünden ona ulaşmaları imkansız gibi olanlar da muaf tutulmuşlardır. İmam Ğazzalî’ye göre Peygamber hakkında, dikkat çekmek ve araştırmaya sevk etmek için yeterli olmayan, yalan yanlış haberler almış bulunanlar da onu bulmak ve inanmakla yükümlü değildirler. Yükümlü olmayanlar ise cehenneme girmezler.

M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimelere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de –bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.

“Polemik Değil Diyalog” isimli kitapta (Ufuk Kitap, 2006) yer alan bir konuşmamda yukarıda özetlediğim bilgileri verdim. Görüş sahiplerinin delillerini açıkladım, çağdaş görüş daha yeni olduğu için onun delillerini daha geniş olarak açıkladım. Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar.

İyi niyetliler için bir daha tekrar edeyim:

1. Yukarıdaki görüşleri ben, kendi görüşüm olarak söylemedim, sahiplerini zikrederek naklettim (Bak. s. 28, 29, 35, 42).

2. Bana göre dördüncü görüşe sahip olan kişiler de İslam alimleridir.

3. Peygamberimiz’in gelmesinden sonra Ehl-i kitap da İslam’a davet edilmiştir, bunda şüphe yok, ancak Müslümanlığı kabul etmemeleri halinde davet edildikleri başka seçenekler de vardır; Sulh, teb’a olup cizye verme ve çağdaş bazı alimlere göre “Allah’a şirksiz, ahirete şeksiz inanma, salih amel ve Peygamberimiz’i inkar etmemek, O’nun da hak peygamber olduğunu kabul etmek.”

Bana izafe edilen “Peygamber insanları İslam’a davet etmedi” sözü iftiradır. (Bak. 17, 37, 41).

Cahiller ile kötü niyetliler bizim gibiler için imtihan vesilesidir ve bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Ne diyelim, “Herkes kendi manevi yapısına göre davranır”.

Hayreddin Karaman ve Süleyman Ateş

Hayreddin Karaman 26 Ekim 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta şunları yazmış:

M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de –bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.

“Polemik Değil Diyalog” isimli kitapta (Ufuk Kitap, 2006) yer alan bir konuşmamda yukarıda özetlediğim bilgileri verdim. Görüş sahiplerinin delillerini açıkladım, çağdaş görüş daha yeni olduğu için onun delillerini daha geniş olarak açıkladım. Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar.

İyi niyetliler için bir daha tekrar edeyim:

1. Yukarıdaki görüşleri ben, kendi görüşüm olarak söylemedim, sahiplerini zikrederek naklettim (Bak. s. 28, 29, 35, 42).

2. Bana göre dördüncü görüşe sahip olan kişiler de İslam alimleridir.

***

Hayreddin Karaman’ın “İslam alimi” olarak bahsettiği Süleyman Ateş 23 Ağustos 2008 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki yazısında Cehennem’in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Bu inanışın hükmü aşağıda yazılacaktır. 3 Ocak 2008 tarihli makalesinde ise şunları yazmaktadır:

Hollanda’dan yazan okurumun ilk sorusunu dün cevaplamıştım. Bugün cevaplayacağım iki soruyu hatırlatmak için tekrar buraya alıyorum: “2- Yurt dışında yaşayan biz Müslümanların, gayrimüslimlere İslâm dinini tebliğ etme yükümlülüğümüz var mı? 3- Gıda maddelerine ilave edilen katkı maddelerini (domuz eti, domuz yağı gibi…) nasıl değerlendirmemiz gerekir?”

CEVAP: 2- Tebliğ meselesi, insanların gücüne göredir. Elinizden geliyorsa gayrimüslimlere İslâm’ı anlatırsınız. Ama anlatımınız bir yarar sağlamaz da tepki uyandırırsa böyle bir şey yapmak asla doğru olmaz. Kaldı ki onlar da zaten kitap sahibidir. Kendi kitaplarına göre amel eder, Allah’a şirksiz inanır ve O’na ibadet ederlerse Kur’ân’a göre kurtuluşa ererler.

***

Süleyman Ateş 10.11.2007 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki yazısında Cehennem’in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Sözlerini aynen alıyorum:

İnanan hiç kimse cehennemde yıllarca değil, bir an bile kalmak istemez. Çünkü oranın bir anı binlerce yıla bedeldir. Siz eğer rahman ve rahim Allah’ın, her ne suretle olursa olsun suçluları bir yıl değil, bin yıl değil, milyon yıl da değil, milyarlarca, sonsuzca cehennemde cezalandıracağını düşünüyorsanız, buna vicdanen ve gönül rahatlığıyla evet diyebiliyorsanız size söyleyecek bir sözüm yok. Suçluların, cezaları ne kadar uzun sürse de bir gün arınıp çıkacakları sizi rahatsız ediyorsa bu sizin merhamet düşüncenizle ilgili bir sorundur.

Yalnız Allah, insanların düşüncesine göre karar vermez, suçlu da olsa kullarının yararına göre karar verir. Benim gönlüm sonsuzca azabı kabul etmiyor ve Allah’ın bu kadar acımasız olacağını asla düşünemiyorum. Allah’ın rahmeti her şeyi kaplamış ve gazabına baskınken nasıl olur da en çok yüz yıl da sürse sonsuzca hayat karşısında bir an gibi kalan şu dünya yaşamındaki suçlar için (tamamı suçla geçmiş olsa da) milyarlarca, hatta sonsuzca azap eder? Nerede kaldı O’nun merhameti? Kur’ân’ın ifadelerini basit mantık oyunlarıyla değil, asıl amacı içinde düşünmek gerekir. Amaç, korkutup insanları kötülükten caydırmaktır.

Süleyman Ateş bu inancında İbni Teymiyye ve İbni Kayyım’ı takip etmiştir. Halbuki, fena-i nar [Cehennem’in son bulacağı] görüşü açık nasslara ve icmâ-i ümmete aykırıdır:

Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur’an, Sünnet ve İcmâ ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, “Merâtibu’l-İcma”da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icmâ edildiğini ve bu icmâ’a muhalefet edenlerin küfründe icmâ bulunduğunu söyler. (Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)

E. Sifil’in bir makalesinden naklettiğim bu pasajdaki cümleler, Dr. Cibril Haddad’ın bir makalesinde İmam-ı Sübki’den nakledilmektedir:

The doctrine of the Muslims is that Paradise and Hellfire do not pass away. Abû Muhammad Ibn Hazm has reported Consensus on the question and the fact that whoever violates such Consensus is a disbeliever (kâfir) by Consensus. There is no doubt over this, for it is obligatorily known in the Religion and the evidence to that effect is abundant. (Al-Subkî, al-Durra al-Mudiyya fî al-Radd `alâ Ibn Taymiyya (3rd epistle, al-I`tibâr bi Baqâ’ al-Jannati wa al-Nâr p. 60)).

Zahid el-Kevseri diyor ki: “Cennet ve Cehennem’in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk’ın icmâ’ına dayanır.” (Makalat, 377) “Cennet ve Cehennem’in baki olduğu hususu Kur’an, sünnet ve yakini icma ile sabittir.”(Makalat, 450)

Muhammed Hadimi diyor ki: “Küfrün gailesi yani en büyük mefsedeti [zararı], Cennet’e girmekten mahrumluk ve Cehennem’de müebbed [sonsuz] azabdır. Kat’i naslarla [ayet ve hadislerle] ve Ehl-i sünnetin hepsinin icmâiyle böyledir.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.466)

İmam el-Eş’arî: “Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: “Cennet ve Cehennem’in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet’te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem’de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah’ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir.”(el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, 164 – İnkişaf Dergisi no:7’den naklen)

İmam-ı Şarani diyor ki: “Her kim (Cehennem fani olacak) derse, o kimse sahih senedle nakledilen hadisin iktiza ettiği mananın dışına çıkmıştır ve Peygamberin (aleyhisselam) getirdiği ayet-i kerimeler ile Ehl-i sünnetin, adil imamların ittifak ettikleri şeye muhalefet etmiştir. (Resule karşı gelip, mü’minlerin yolundan başka bir yola gideni, o yönde bırakır ve Cehennem’e sokarız; orası ne kötü bir yerdir.) [Nisa 115]”(Muhtasaru Tezkiretil Kurtubi, Bedir Yay., s. 302)

İmam-ı a’zam Ebu Hanife diyor ki: “Cennetlik ve cehennemlikler girdikten sonra cennet ve cehennem yok olacaktır diyen kimse de orada ebedî kalışı inkâr ettiği için, kâfir olur.” (Fıkhu’l Ebsat)

Küfrü açık bir kişiyi Müslüman olarak tanımlamak, İslam alimi diyerek tazim etmek ayrıca küfürdür.

Hayreddin Karaman, M. Abduh ve Reşid Rıza

Hayreddin Karaman 22 Ağustos 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta şunları yazmış:

Necat (ahirette kurtuluş) konusunda bir tartışma

Sayın Ahmet Ali Aksoy internette “Bu nasıl bir diyalog, bu gidiş nereye?” başlıklı biz yazı yayınlamış, bana da geldi. Bu yazıda “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu” tarafından periyodik olarak tertib edilen “DİYALOG” toplantılarından birini tenkit ediyor. Bu toplantıda Ali Bulaç, Ali Erbaş, Arif Gökçe, Cemal Uşak, Faruk Tuncer, İlyas Üzüm ve Niyazi Öktem ile beraber, Vatikan temsilcisi George Marovitch, Dozideos Anagnasdopavios ve Yusuf Altıntaş gibi Kilise ve Havra mensubları bulunmuştu. Ben huzurlarında “DİYALOG” mevzûunda bir konuşma (sunum) yaptım, toplantıya katılanlar sorular sorarak ve görüşlerini açıklıyarak katkıda bulundular. Daha sonra bu konuşma “Polemik Değil Diyalog” isimli bir kitabda neşredildi.

Sayın Aksoy yanlış bulduğu ifadelerimi -bazılarına cevap da vererek- nakletmiş. Birkaç örnek vereyim:
“Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” (Polemik Değil Diyalog, s. 41);

“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” (Polemik Değil Diyalog, s. 36);

“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37);

Bu son ifadem meşhur necat (ebedi kurtuluş) meselesi ile ilgilidir.

“Son peygamber olan Peygamberimiz geldikten sonra O’nun davetine uyarak Müslüman olmayan, Allah’a şirk koşmadan, ahirete de şüphe etmeden iman eden ve “Salih amel” işleyen (bütün dinlerde ortak olan iyi davranışlarda bulunan ve kötülüklerden uzak duran) Yahudiler, Hristiyanlar (Ehl-i kitab) ahirette kurtuluşa erer mi?” sorusuna İslam alimleri üç cevap vermişlerdir: 1. Davetin ulaşması mümkün olmayan yerlerde yaşayanlar müstesna, bütün insanlar Son Peygambere inanmak mecburiyetindedirler; inanmayanlar ahrette kurtuluşa eremez. 2. İmam Gazzalî’ye göre iman mecburiyetinin iki şartı var a) Peygamber’in tebliğinin sahih olarak ona ulaşması lazım. b) Nazarı muharrik olacak şekilde olmalı; yani tebliğ yoğun ve tahrik edici olmalıdır. 3. Reşid Rızaların zamanından itibaren üçüncü bir adımın daha atılmış olduğunu görüyoruz. Meselâ Abduh (öğrencisi Reşid Rıza ekleme yaparak bunu anlatıyor) “Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler(den) her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve amel-i salih işlerse, elbette onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de” (Bakara: 2/62) mealindeki âyetin tefsirinde şöyle diyor:

“Bu, Ehl-i fetret (Son Peygamber’den sonra yaşayan ve Müslüman olmayanlar) için de geçerlidir.”

Allah’a, ahiret gününe iman eden ve amel-i salih işleyen kimseler için korkacakları bir şey yoktur, yani bunlar nâcidir (kurtuluşa ererler). Ben anılan konuşmamda, bu üç görüşü naklettim, her birinin delil ve dayanaklarını verdim ve özetle şunu dedim: Başka dinlerde, ötekilere böyle bir bakış mevcut değil, ama İslam düşüncesinde böyle bir görüş ve bakış mevcuttur. Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.”

MURAT YAZICI

DİB, 2007 tarihinde tab’etdirdiği ve adı “Dînî Kavramlar Sözlüğü” olan bir “Lugâtı” ile de, keyfiyetini ve mâhiyyetini BİRÇOK NOKTADA ortaya koymuşdur.

(Bu “Sözlük” dedikleri lügat, ki lûgata “sözlük” demek, ayrı bir kurbağaca netîcesidir! Çünki söz ile kelime, cümle, ta’bir ve ıstılahlar aynı değil, ayrı mefhumlardır.) Bu sözlük denen nesne, AKAP’ın parti taassubunda fenâ fi’l-fırka olarak şîrâzesinden çıkmış bazı adam ve madamların, “Ümmetin Lideri ve 3. Abdülhamîd HÂN” diyerek  ecâib hâllere ve delice abartmalara sardığı ve böyle takdîm etdiği RTE saltanatında (iktidâr ve hükümdârîliğinde) basılan bir nesnedir…

Adı geçen “Betik veya Bitik”, 2007 eylülünde 3. Tab’ını (baskısını) yapmış, DİB yayınlarının 589. eserleridir. Sözlük kendisini, “Dînî Yayınlar Dairesi Başkanlığı Derleme ve Yayın Şu’besi Müdürlüğü” tarafından tab’a (basılmıya) hazırlanmış olarak takdîm ediyor!. Bu sözlük mü, lâflık mı, gaflık mı, lâkırdılık mı ne olduğu tam bilinemiyen şeyi birkaç noktasıyla ele almakda ziyâde fâide mülâhaza ediyoruz:

1) “Dindar Nesil Yetiştirecek” politikacılarla, pek “Müslüman görünen” ve tesettür değil de “başörtüsü” kahramanları cebhesinin KADEM’ci madamları saltanatı devrinde basılan bu sözlükde.. ve İst. Sözleşmelerini 10 yıl resmen ve alenen bu memleketin âile iffet ve nâmûsu ile ictimâî hayâtı başına belâ eden bir devirde basılan bu sözlükde.. bu yıldan sonra da daha on yıllarca rûhen, bedenen, sirâyeten, mütemadiyen ve mes’ûliyyeten bunu ayakda ve zulümde tutacak AKAP iktidârında basılan bu kitabda, yani bu “sözlükde”, yani Diyânetin basdığı bu nânede, inanılamayacak gibi olsa da, “Diyânet” kelimesine (ıstılâh-ı şer’îsine) bile yer verilmemişdir!!!

Yanlış anlamadınız, Diyânetin “Dînî Kavramlar Sözlüğünde”, “DİYÂNETİN” yani Diyânet-i Cumhûriyye’nin bizat kendi adı olan “DİYÂNET” kelime-i islâmî ve ıstılâhîsi yok, bulamazsınız!

2) Demek ki, DİB, kendisini yani “Diyânet’i”, zerre kadar kâle almamış, almıyor! O zaman burayı, yani kendisini kâle almayanı kim kâle alacak veya almalıdır?.. Ayrıca, diyânet-i cumhûriyyeyi yani “DİB”i, yani (T.C. Diyanet İşleri Başkanlığını) bizzat KENDİSİ takmıyor ve kâle almıyor da, “hadi canım” diyorsa, bunun, babayasa veya yavru yasa veya kendi iç nizamnâmeleriyle mukarrer cezâî bir müeyyidesinin olması lâzım değil midir!?.. Eğer böyle bir müeyyide (yaptırım-taptırım cinsi bir oyun-oyuncak) da yoksa, 1924’de peydahlandığı günden bugüne kadar bu cumputrasi dâire-i resmiyyesi muhayyel bir “ALDATMA” merkezi olarak çalıştırılmış demek olmaz mı!?.

(Mâba’di var)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir