(1) Müşâvir Olmak; Ve Üç Religionun Misyoner Vâizi Oldurulmak!
9 Şubat 2014
(3) Müşâvir Olmak; Ve Üç Religionun Misyoner Vâizi Oldurulmak!
13 Şubat 2014

Değil adı “hocaya” çıkmış bir adam, “locaya” fırlamış bir mason bile olsa çok iyi bilir ki, Allâh Azze’nin Dîni İslâmiyyet, yalınız îmânî, ibâdî ve ahlâkî bir

MÜŞÂVİR OLMAK; VE ÜÇ RELİGİONUN MİSYONER VÂİZİ OLDURULMAK!

(2)

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Değil adı “hocaya” çıkmış bir adam, “locaya” fırlamış bir mason bile olsa çok iyi bilir ki, Allâh Azze’nin Dîni İslâmiyyet, yalınız îmânî, ibâdî ve ahlâkî bir nizam değil; üstelik bunlarla da yüzdeyüz irtibatlı olarak, ferd, cemiyet ve devlet olarak tatbikle mükellef olunan, hukûkî, ictimâî, iktisâdî, askerî ve siyâsî bir dünyâ nizâmıdır… Allâh Azze’ye îmân ile alâkası olmıyan bir hukuk ve mahkeme mesâilinden, münâkehât, muâmelât, ukubât, verâset ve mufârekât kânûn ve kâidelerinden, geri zekâlı ve echel birisi bile bahsedemez… Abdest almakla, beledî işler arasında bir münâsebet olamıyacağı kim söyliyebilir?. Oruç tutmakla ticârî hayât arasında, kim uzvî bir bağ yokdur diyebilir?. Anınçün, 15 asırdır müslüman ulemâsı, “İslâmiyyet, tecezzî (bölünme) kabûl etmiyen bir bütündür” diyerek, (Tevhîd Dîni) oluşun, bu Dîn-i Mübîn’de, her noktanın, kendi dışındaki diğer bütün noktalarla irtibât ve ahenginden bahsetmişlerdir. Gâvur kelimesi ile yazmak câizse, onların “korelasyonuna” dediği keyfiyet!.

 Aklı başında bir insanın, bu Dîne âit en büyük husûsiyyet olan bu noktayı görememesi veya görmekden sarf-ı nazarla bu Dîni, “olduğundan başka gösterme” cambazlığında ustalaşarak ortaya koyması, Allâh’ın Dîni’ne son derece korkunç ve azılı bir sû-i kasd ve tasallutdur…

Allâh’ın Dînini, “%2’si şöyle atılır, %98’i böyle yaşanır” gibi lâf oyunları ile parçalamak ve bölük börçük edib ortadan kaldırmak istiyenler hakkında, En’âm Sûresinin 159. Âyetiyle alâkalı olarak, Büyük Müfessirimiz Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri şöyle kitâbet buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki dinlerini tefrîk edenler:-Dînin bazı ahkâmını tanıyıb bazısını tanımıyarak parçalıyan ve dinlerini tevhîd-i hakk’da toplamayıb muhtelif emeller, ma’budlar, metbû’lar ve türlü türlü yollarla çatallandıran; veya “din, insanın bâtınına ve rûhuna âiddir, zâhirine ve cismâniyyâtına karışmaz; Dîn, insanın fülân işine hâkim ise de fülân işine karışmaz, Dîn başka, millet başkadır” demek gibi bir suretle dinlerini birçok işlerinden ayıranlar…… bu sûretlerden biriyle hakk dinlerinden ayrılmıya kalkışanlar, ictihadlarını tevhîd içün değil, tefrik içün sarfedenler (ve kânû şiyean) ve şîa şîa olanlar, yani her biri ayrı bir reise ve başka bir hiss ü hevâya taraftarlık ederek fırka fırka (parti parti) olub tefrikaya düşenler-ki müşrikler başdan başa böyle oldukları gibi, yehûd ve nasârâ da böyle olmuşlar; ve maatteessüf, Müslümanlar da her devr-i sukûtlarında bu hâllere düşmüşlerdir…… (c. 3, s. 2110)

Cenâb-ı Hakk, Rasûlü’ne de şöyle buyurur:

“Dinlerini tefrîk edenler ve şîa şîa olanların tefrikalarından, hâllerinden ve felâketlerinden ne mes’ulsün ne de haklarında Allâh’dan bir şey sorub istemiye salâhiyyetdârsın; ne onların sana tutunmaya ve gitdikleri yolu sana isnâd etmiye hakkları vardır, ne de senin onlara ŞEFAAT ETMİYE SALÂHİYYETİN. Onlara yapılacak iş, tatbik olunacak emir, yalınız Allâh’a âiddir. Ne yapacağını ancak O bilir……” (c. 3, s. 2111)

Allâh Azze’nin Dînini bir kısmıyla beğenib inandık, bir kısmını da beğenmedik diye reddeden ve ebediyyen cehennemlik olan kâfirlerin hâlleri, Tefsîr satırları ile şöyledir:

“Ne erbâb-ı hasenâta yapdıkları hasenâtdan eksik ecr ü sevâb verilir, ne de erbâb-ı seyyiâta seyyiatlarından fazla cezâ verilir. – “Buna karşı KÜFÜR, dünyâ gibi muvakkat bir seyyie değil mi? O halde azâb-ı müebbed cezâsı, bunun nasıl bir misli olur? Bu cezâ cürümden fazla olmıyacak mı” denemez… Çünki KÜFÜR, emr-i HAKK’ı, nefy ü inkârdır; HAKK’ı velev bir lâhza inkâr bile kizb-i ebedîdir. KÂFİRİN her KÜFRÜ ve her lahza-yı KÜFRÜ BİR SEYYİE-İ EBEDİYYEDİR. Ta’bîr-i âherle herhangi bir emr-i HAKK’a karşı KÜFÜR, Allâh Teâlâ’nın rahmetinden ebedî bir inkıtâ’dır. Elbetde bu ebedî seyyienin, ebedî inkıtâın cezâsı da azâb-ı müebbeddir. Rahmet-i İlâhiyye’ye vüsûl içün bir müddet-i memdûde zarfında bahşedilen bir fursatı, bir vesîleyi, külliyyen reddetmek, o rahmetden ebediyyen mahrûmiyyet demek olduğu ne kadar âşikârdır.” (c. 3, s. 2112)

“…..şübhe yok ki Rabbinin ikâbı, serîdir. Verdiği sermâye-i ni’metin hakkını edâ ve ve şükrünü îfâ etmiyen ehl-i küfr ü ısyâna ne kadar yüksek mevki’de olurlarsa olsunlar, Rabbın murâd etdiği zaman bir anda BELÂLARINI verir. Zaten her gelecek olan yakındır.” (c.3, s. 2117)

 Topyekûn cemiyet ve devlet hayâtını tanzimden, Allâh Azze’yi tard etmek gibi nâmütenâhî bir ısyân ve reddedişi, Müşâvir efe ve efendiler de, Locafendiler gibi, fakat aynı güfteleri, bir başka notalarla ve uşşak makâmında seslendirmiş olmuyorlar mı?

Allâh Azze, Kitâbıyla, “Kur’an-ı Kerîm’in bir kısmına inanır bir kısmına inanmayız diyenler ebediyyen cehennemdedir!” derse desin, demek ki Başefendi Müşâvirleri ile dünyâ müctehidi Locafendinin (ibrâhîmî religionları) böyle demiyor!. Fâiz ve Vâiz lobileri ince ayar yapmış ve çok ince eleyib sık dokumuş ve elektro-mikroskoplar altında fevkal’âde hassas sayım-döküm yapmış, %100 yerine, % 2’yi ancak bulabilmiş!. Ve buna da, patalojik, vatikanik ve ciamatik bir keşif “bulgu” olarak rastlamışlardır!. Üstelik de bu %2’lik bulgu ve bulgur tâneciğinin, müslümanlarla da alâkası yok; “İdârecileri alâkadar ediyor!” İdâreciler de, yahudi, hıristiyan, kamalist, ateist, çapulcu, dembokrat, brahman, şintoist, pintoist, şamanist, animist, feminist, homonist, komünist, partici, pırtıcı ve her tür çukurdan çıkma ve çakma olabilir!. Müslümanın, süt dökmüş kedi hüviyeti içindeki mukaddes ve vatikanik “misyonu” yani vazifesi, başında kabuklu bir kardinal veya budaklı bir hocasal da olsa, onu idareci tanımak; ve kânun teşrî’ etmeyi (yasama dümenlerine yaslanmayı) onlara bırakıb, kendisi, güdülen, burulmuş veya iğdiş edilmiş, “ahır-saman yolu’nun” iyi çift süren boynuzlu bir öküzü olmak!..

Ne oldu şimdi?

Başefendi Müşâviriyle, Pensilvanya kal’a Başkomutanı aynı şeyi dillendirib satırlara dökmüş olmadılar mı?. İkisi de, yahudi-haçlı ağalarının “sevineceği” hatta “zil takıb oynıyacağı” oyunda; ve İslâm Ümmetinden haremağası çıkartma operasyonunda, tıpatıp aynı “paralel ve parabol” çizgilere dolanıb İslâm bütününü reddetmiş olmadılar mı?!

İslâm karşısında bu millet, işte bir tek milletdir!

Hadîs-i Şerîf, böylesine i’câzkârdır; böylesine hikmet ve hakîkat yüklüdür…

Müşavir Efe ve Efendi devam eder:

“Türkiye’deki mücâdele kendisini ılımlı İslam diye pazarlayanlarla, siyasal İslam olarak lanse edilen AK Parti arasında geçmemektedir. AK Parti ne devlet İslam’ını temsil etmektedir, ne de siyasi İslamcılık projesinin uygulayıcısıdır. Sorun, sosyo-kültürel alanda varlık göstermesi gereken kimi hareketlerin siyasi alana tasallut ederek siyaset mühendisliğine soyunmasıdır.

Hadi canım sen de! Buna hangi gezi zekâlı kuş beyinli  ve çeyrek kafalı hılkat garîbesi inanır!? 175 yıllık âmiyâne piyasa tabiriyle, ki buna Eygi’nin çok sevgili âlimi Prof Dr. Müteveffâ Ali Fuad Başgil de dâhil, “din ve devlet ayrıdır, din devlete tasallut etmemelidir!” deniyor!. Ilımlı bilmem ne denen nesne, bir kere İslâmiyyet değil ki, senin devletine tasallut etmiş olsun!. Ammâ sen, devlet olarak, İslâmiyyet’in 106 senedir tasallut ve tecâvüz etmedik neresini, hangi noktasını bırakdın, varsa tâkâtın söyle!

Evet yukarıya aldığımız müşâvir küllemesi, “devlet İslâm’ı, ılımlı İslâm, sosyal İslâm” ve “siyâsî islâmcılık” gibi, içinde, Allâh Dîni ile alâka bağı sıfırın nâmütenâhî altındaki uydurmalardan ibâret!. “Devlet İslâm’ı” diye bir varlık mı varmış ki, AKP, o olmıyan varlık veya yokluğu “temsîl etmiyor!” olsun!!!?

AKP, gene, olmıyan “İslâm-cılık Projesi!” denen bir nâmevcûdun, “uygulayıcısı” olmamış olsun!!!

“Ne günlere kaldık ey, gâzî Hünkâr?”

İşte, olmıyan “Müslüman” görünmelerin, olan sıkıntısı, mantık sefâletine böylesine akseder; ve ortaya çıkardığı manzara ise, aklı ve fikri böylesine felç uçurumundan aşağı fırlatır!

Kurbağaca “sorun” yani mes’ele ise, gavurca “sosyo-kültürel” denen “alana” hapsolması i’câbeden “Alamut Kalesi” karargâhının, “siyâset mühendisliğine” ana-fîrân soyunması; ve kendisini, “Şengül Hamamında” tasavvur edib fiilen buna kıyâm etmesi imiş ki, vâkıanın, bununla hiçbir alâkası da olamaz!. Ciamaat’ın ne başı ve ne de ayakları, “İslâmiyyet” ile alâkalıdır; ve müşâvirin, onları “İslâm adına hareket eden” bir yapı gibi göstermiye teşebbüsü ve bütün fıkrasını buna tahsis edişi, son derece hılâf- ı hakîkatdır; ve Müslümanları rencîde edib tiksinti vermektedir… AKP denen dembokratik parti, bu kabil “İslâm istismârı” ile “yola devâm” nârası atarsa, paralel ve parabol ciamaat gibi HAKK’ın sillesini yemekden kurtulamaz; ve başına çok daha püsküllü bâdireler sarar!

Asıl vâkıa şudur:

Kendisini muvaffak ve “laik demokratik cumhuriyet” devlet büyüğü veya kahramânı olarak görmiye başlıyan “Başefendinin”, yahudi-haçlı şebekesi tarafından, “bizimle boy ölçüşmeye ve müsâvî hakklar taleb etmiye kalkıyor; ve binnetîce, dünyâ krallığı hesablarımızı bozuyor!” esbâb-ı mu’cibesi ile, tâc ü tahtından alaşağı edilmek istenişi… Ve bunu da,  kendilerine tam münkâd  ve yahûdî-haçlı akâidine de tam i’tikâd yol alan Alamut kalesi şâkirdânı ve şaşırmışânınca, dembokrasi ve kilise müziği refâkatinde kuvveden fiile geçiriliş teşebbüsü ta’kîb etmişdir!…

Özün özü, lübbü’l-lüb budur!

Gerisi, sokak diliyle dembokratik politika gevezeliği!

 

(Mâba’di var)

(İntişârı: 12.02.2014)

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir