(1) İslâm’ı Tahrîf Yahûdî Haçlı Projesidir!
1 Aralık 2007
(3) İslâm’ı Tahrîf Yahûdî Haçlı Projesidir!
2 Şubat 2008

Bundan evvelki makâlemizde beyân edildiği üzre, Îsâ Aleyhisselâm, İrâiloğullarına meb’us bir nebiy-yi zîşân olarak, hem kendisinden evvelki enbiyâ ve

İSLÂM’I TAHRÎF YAHÛDÎ HAÇLI PROJESİDİR!

KELÂM-I KADÎM’İ TAHRÎF, TAĞYÎR VE SANSÜR EDEREK, ALLÂH’IN DÎNİNİ ILIMLI KILMA (SULANDIRMA) DENÂETİ, LAÎN “YEHÛD- HAÇLI” VE “HOŞGÖRÜ-DİYALOGÇU” CİBİLLETSİZLİĞİDİR…

(2) 

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Bundan evvelki makâlemizde beyân edildiği üzre, Îsâ Aleyhisselâm, İrâiloğullarına meb’us bir nebiy-yi zîşân olarak, hem kendisinden evvelki enbiyâ ve onlara inzâl olunan kitabları; ve hem de, kendisinden sonra gelecek Son Peygamber’i ve Kitâbını tasdîk ve tahsîn etdiği halde nübüvvetlerini i’lân buyurmuşlardır… Yahûdîler, yalınız Mûsâ Aleyhisselâm’ın kitâbını değil, Zebûr-ı Şerîfi ve İncil-i Şerifi ve Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâm’ın şerîat-ı şerîfelerini de tağyîr, tebdîl ve tahrîf etmişdir… Binâenaleyh bugünki nasrâniyyetin mûcidi de, yahûdiyyetin mûcidi gibi gene yahûdilerdir; ve nasrâniyyeti de, HAKK DİN İslâmiyyet’in bulandırılması ile elde edib, sonra da “uydurma bir din i’lân ederek”tanımayanlar, dâimâ onlar…

Mâide Sûresinin 48. âyetinin meâl-i şerîf ve tefsîrini, Merhûm Muhammed Vehbi Efendi’nin “Hulâsatü’l-Beyân’ındaki” şu satırlarıyla okursak, mevzuu daha iyi anlamamız mümkin olacakdır:

“- Benî İsrâil içün Tevrât’ın şerîatını, İncil nâzil oluncaya kadar tarîkat-ı vâzıha kıldık. İncil’in inzâliyle o tarîkat hıtâm buldu. Ve onun makâmına İncil’in şerîatı kâim oldu; ve nâs içün, Kur’ân’ın nüzûlüne kadar o tarîka sülûku, biz, vâcib kıldık. (Not: Bu ibârelerde geçen “vâcib” kelimesi, hanefî fıkh-ı şerîfindeki ef’âl-i mükellefînin farz’dan sonra gelen vâcib’ini değil; farz’ı, yani  emr-i kat’îyi ifâde eder.) Kur’ân’ın nüzûlüyle de, bu şerîat hıtâm buldu; ve onun makâmına da, Kur’ân’ın şerîatı kâim oldu. Kıyâmete kadar Kur’ân’ın tarîkatına sülûku, nâs  üzerine vâcib kıldık…..Kütüb-i semâviyyeden, sonra gelen kitab, evvel gelenin hukûkunu muhâfaza ve taraf-ı ilâhîden hakk olarak geldiğine şehâdet etmek âdet olduğundan, Kur’ân dahî kendinden evvel nâzil olan kitabların hakk olduğuna şehâdet ederek, haklarını muhâfaza etmişdir. Binâenaleyh, onlardan nesh olunmayan ahkâmın bâkî olduğuna Kur’ân şehâdet edince, amel vâcib; ve Kur’an’da zikrolduğu içün, onlar dahî Şerîat-ı Muhammediyye ahkâmı cümlesinden olur. Meselâ Tevrât’ın recm ve kısas hükümlerini, Kur’ân aynıyla ipkâ etdiği içün, aynıyla amel vâcibdir. Lâkin bu amel, Şerîat-ı Mûsâ’dan olmak üzere değil, Şerîat-ı Muhammediyye’den olmak üzere vâcibdir.” (3)

Fâtiha sûresinin beyân etdiği (gadaba uğrayanlarla) (dalâl içinde olanları) bütün dehşeti ile bir nebze idrâk edebilmek içün, mevzuu ilmî noktaları ile biraz daha devâm etdirmek ihtiyâcını hissediyoruz. Bu i’tibarla,  aynı tefsirden iktibâsa devam edeceğiz:

“- Gerçek Tevrat’da emir ve nehiy, helâl ve haram, hudûd-ı şer’iyye, ahkâm-ı dîn, umûr-ı dünyâ ve teşkîl-i h ü k ûm e t e müteallik herşeyin tafsîli vardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, bu âyetde “herşeyin tafsîlâtını yazdık” buyurmuşdur….. Tevrât-ı şerîf gâyet büyük ve çok olduğundan, Tevrât’ı ancak Mûsâ, Yûşâ, Uzeyr ve Îsâ Aleyhimüsselâm hıfz edüb, başka hıfzeden olmadığı, Hâzîn’in cümle-i beyânâtındandır. Yani Tevrât’ı ezberden okumak, bu dört zât-ı şerîfe müyesser olmuş, başka kimseye müyesser olmamışdır.” (4)

Yukarıda zikri geçen âyet-i kerîmelerden ve  iktibâs edilen tefsir satırlarından  da anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerin aynı dîni yani İslâmiyyet’i tebliğ buyurdukları bedâheten ortadadır. Bazı zamâne bel’amları ile hoca kılıklı şeyâtînü’l-insin, muharrir ve müelliflerin, Mûsâ Aleyhisselâm’ın dîni olarak yahûdiyyeti, Îsâ Aleyhisselâm’ın dîni olarak da nasrâniyyeti göstermeleri; ayrıca, yahûdîleri Mûsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti, nasrânîleri de Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti olarak tanıtmaları, fevkal’âde yanlış, i’tikâden de küfrü müstelzîm bir cehâlet ve hatta bazılarında hâinliğin evc-i bâlâsıdır… Ne Mûsâ Aleyhisselâm yahûdiyyeti, ne de Îsâ Aleyhisselâm nasrâniyyeti (hâşâ ve kellâ) tebliğ buyurmuşlardır. Hiçbir peygamber, İslâmiyyet’den yani Allâh Azze ve Celle’nin dîninden başka bir dîn tebliğ buyurmamışdır. Sahih bir îmân-ı şer’înin icâbı şudur ki, bir müslüman, topyekûn bütün Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtını,  İslâm’dan başka herhangi bir dîn tebliğinden sûret-i kat’iyyede (t e n z î h) etsin… Aksi halde, o şahsın müslümanlığından, akâiden=hakîkaten, aslâ bahsedilemez… Halbuki,  “Hoşgörü ve dialog” fitnesinin meczûbîn ve mürîdânı ise, “İbrâhimî dinler” gibi bir küfr ü dalâlet tableti îcâd ederek, müslümanları bununla dumanaltı etmekde ve gâvurlaştırmaktadır… Yahûdiyyet ve nasrâniyyeti hakk dîn olarak ileri sürmek;  ve bunları da, hakk iki peygambere nisbet etmek, Kitâb, Sünnet ve İcmâ’ ile kat’iyyen sâbitdir ki, azîm bir rezâlet ve mutlak bir küfr ü dalâletdir, o kadar… Nasîbolursa bu noktayı ileride daha geniş ele alacağız biavnillâhi Teâlâ…

Demek ki, Allah Azze ve Celle’nin, “yahûdî ve nasrânîlerin yolundan, birliğinden, onlarla berâber olmakdan Müslümânların Kendisine sığınmalarını;”kat’iyyen istemesi; ve bunu, 15 asırdır müslümanlara her 24 saatde tam 40 kere talîm etdirmesi, adı geçen (ser-zevâtı) ve bunların yahûdi ve lâbis-i libâs-ı katrânî patronlarını pek ziyâde rahatsız etmektedir!.. Cenâb-ı Hakk ile bu derece azılı bir nemrutluğa ve muârazaya kalkışan mahlûkâta, “mülhîd teröristin en lâ’netli ve şirreti” denmez de ne denir?.. Bunlar, “Türk Okulları!!!” açacakmış da, hizmet edecekmiş de, dünyâ garîbanları “aydınlanıp nurlanacakmış!!!…” İ’tikâdî ma’lûmât-ı evveliyyesi yarım-yamalak veya hiç olmayan nice saflar ve “hoşfendi diyasporasının meczûbîninden nice beyni şartlanmışlar, bu kabil hezeyanlarıgâyet rahat yutsalar da”, aklı başında bir müslümanın, hatta sıradan, muvâzene-i akliyyesi yerinde bir şahsın bunlara i’tibâr etmesi, aslâ mümkin olamaz… Yahudi-haçlı merkezlerinin, hususan siyonist, vatikanist ve britanyanist merkezlerin, asırlardır hangi maskelerle, hangi usûllerle, hangi tıynetdeki adamları uşaklaştırıb ajanlaştırarak çalıştıkları; Afrika ve Şark milletlerine hangi tuzaklarla  ve hangi sûret-i hakk’dan görünme taktikleri ile hulûl etdikleri, kütübhâneler dolusu kitablarla ortada iken…

Ve her yatsıdan sonra da, yahûdî ve nasrânî ve bunların gönüllü kölelerine  karşı Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’den, Kur’ân Şerîatını müdâfaada ve “i’lâ-yı kelîmetullâh”da, yani “İslâmiyyet’in tevhîd akîdesini, şânına lâyık şekilde yüceltip yaymada”(5) yardım ve avn ü inâyet niyâz edilmesi, yahûdî ve nasârâ hesâbına, hoşfendi loca veya takımının üstadlarından Hüseyin Efendi birâderimizi   de son derece “rahatsız” etmiş olmalı ki, onu, o korkunç fiilleri irtikâba sürüklemişdir… T.C. Maarif Vekîli, acabâ son intihâb-ı şeytânîden sonra hangi merkezlerin gözüne iyice girmişdir ki, maarif vekîli olarak değiştirilememiş ve kılına bile dokunulamamışdır?!..

 Bütün bunları, müteveffâ Sabattin Zâim dahî, “hocaların hocası!” gibi pek yüce bir makâmı(!) ihrâz etmesine rağmen, göremeden, hesâb gününe doğru yuvarlanıp gidivermişdir!.. “Hoşgörü-dialog mezheb-i vatikânîsine” yuvarlanıp, hoşfendi cenablarına Sap-samandolu kanalizasyonlardan hamd ü senâlar yağdıracak kadar da meddâhîn zümresine dühûl etdin mi, istersen “hocaların hocası” değil, aslanların aslanı, purofların ordpurofu, hatta, bilmem neyin nesini ve “şeyin şeyini de şey etdiğimin şeyi” ol!.. İstersen,  “okyanusların ötesindeki o güzel adam!” diye şâirâne romantizmler ve gözyaşları ile, “gözleri tüllenen” Böyyük Millet Meclisi Reis-i sâbıkı fesâhatlû ve belâğatlû Bülendciğim ol!.. Ne olursan ol arkadaş… Onun bunun yalakası olma da, ne olursan ol… Mertliğin, şahsiyyetin ve tutduğun yolda erkekliğin ve samimiyyetin yoksa, ne olursan ol, sâdece olamayışı olursun o kadar…“Açık ve net söylüyorum!” diye de, ne kadar sıkarsanız sıkın, yine de bir şey söylemiş olamaz; sâdece havanda su dövmeğe devâm eder, hesâbınızı da, içinden çıkamayacağınız yahudi saçına çevirirsiniz vesselâm…

Allâh Azze ve Celle’nin Kitâb’ı ile oynamak; ve bunun gibi nice cürm-i meşhûd az gelmiş gibi, son ma’rifet olarak da , TÜBİTAK’da mükâfât (!) alan garîbeye, “başı örtülü!” diye tahkîkât aç ve istintak başlat… Değil İslâm, dünyâ târîhinde bile bu dereke rezâlet görülmüş değildir. Anadolu 1920’lerde, kabuklu haçlı gâvurlarının işgâlinde iken bile, bu tür İslâm düşmanlığına rastlanılamamışken; bu adamlara ne denilebileceğini bilmekde cidden müşkîlât çekiyoruz!.

 Bunların, müslüman olduğunu farzetsek!.

Lâkin, İslâm akâidine göre, âkıle ve bâliğa bir mükellef, başını açsa mürtedd olmaz… Belki “fâsık müslime” adını alır; ve fakat, bir âmir veya salâhiyyet sâhibi merci’ veya idâreci, eli ve hükmü altındaki bir müslimeye, bir farzı yasaklasa, o mahlûk, derhal irtidâd etmekle, Allâh Azze ve Celle’nin Dîn ü Şerîat’ı ile alâkasını kesmiş olur… Bu irtidâd, yalınız Allâh Azze ve Celle’nin tesettür emri için cârî olmayıp, zarûrât-ı dîniyyenin her biri içün de aynen mu’teberdir. Bu demekdir ki, Kelâm-ı kadîm ile, mütevâtir hadîs ve mütevâtir icmâ’ ile sâbit hüküm, haber, emir ve yasakların tamâmı, bir tek istisnâsız böyledir. Namaza, oruca, nikâh-ı şer’îye, teaddüd-i zevcâta, ülülemre itaata, hıtan denilen ameliyyâta, ahidleşme ve akidleşmelerin tamâmına, mirâs taksîminden, muâmelât, ukûbât, münâkehât, mufârekât, siyâsiyyât, iktisâdiyyât, ictimâiyyât ve hukûkiyyâtın zârûrat-ı diniyyeye taallûku olan bütün emir ve yasaklarına kadar her sâha ve her hususda bu hakîkât aynıyla cârîdir… Namaz kılmayan, namazın farziyyetini münkir olmadıkca dinden çıkmaz ve mürted de olmaz; lâkin, namaz kılana mâni’ olmak içün yasak koyan, mürted olup, din ile alâkasını o andan i’tibâren kesmiş olur… Zîrâ, Allâh Azze ve Celle’nin emrine yasak koyan; veya yasağına emir  ve cebir ile tatbik getiren, kim olursa olsun, ilâhî emir ve yasakları kabûl, tasdîk ve tahsîn etmiyor demek olacağından, irtidâdı bedâheten sübut bulmuş demekdir…

 İşte, “hoşgörü-diyalog mezheb-i vatikânîsine” intisâb ile “hoşfendi diasporasını” teşkîl eden; ve bir kısmıyla akâid câhili, bir kısmıyla da akâid düşmanı güruh, yalınız bir cihetden değil, pekçok cihetden de pek elîm bir ateşe ve encâma doğru yol almaktadır. Nice îzâh ve îkazlarla bu gürûh-ı lâ yüflihûn, tenbih, tekdîr ve ihtâra da tabi’ tutulsa, basîretleri bağlı ve kalb-i kalpazânîleri mühürlü olduğu cihetle, aslâ hakîkatı görmeye de yanaşmayacaklardır. Çünki öylesine peşin fikirler, şartlanmalar ve salya-sümük ağlaşma,  meczublaşma ve  hipnoz çekmelerle, bu tip Vatikan icâzetli vâizlerini “ismet” sıfatına sâhibmiş gibi ölesiye bir kabûllenme içine girmişlerdir ki, bunları,  teshîrinde kaldıkları adamın ağından kurtarıp 15 asırlık Son Peygamber Aleyhisselâtü vesselamın tebliğ etdiği dinin akâidine, (zarûriyyât-ı dîniyyesine)  inanan ve bu akâidle düşünen insanlar haline getirmek, imkânsızdır denilebilir… Tabii “hidâyet-i Rabbânî” şıkkı ayrı fasıl… Biz, vâkıaların tercümânı olduğumuz cihetle,  müşahhas plâna aksedenleri nazar-ı i’tibâre alarak ifâde-i meramda bulunuyor; ve bunun dışında da bir şey yapılamayacağını beyân ediyoruz…

BİR İNSAN SAMÎMİ BİR MÜSLÜMANSA, EVET, MÜSLÜMAN GÖRÜNMEKDEN MEDED UMAN AŞŞAĞILIK VE ENCES BİR MÜNÂFIK FIRLATMASI DEĞİLSE, ZAMAN VE ZEMÎNİN GEÇER AKÇESİ GÖRDÜĞÜ İDEOLOJİ, DOKTRİN VE İDÂRE STANDARTLARINA VE BUNLARIN GÜDÜCÜSÜ TÂĞÛT TASLAĞI NECİSLERE EN MUKADDESLERİNİ SATACAK KADAR KÖPPEK OLMAMIŞ, ASLÂ EĞİLMEYEN; YA’Nİ SAHİH VE MAKBÛL  ÎMÂN SÂHİBİ BİR MÜSLÜMANSA, ELİF’DEN YÂ’YA KADAR HER MES’ELEYİ, KULUYUM DEDİĞİ ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN NİZÂMINDAKİ AKÂİD KÂNUNLARINA GÖRE HÜKME BAĞLAMAK VE KIYMETLENDİRMEK MECBÛRİYYETİNDEDİR… VE O, KAT’İYYEN BİLİR Kİ, BUNUN AKSİ BİR KEYFİYET, HAKK İLE BÂTILI TELBÎS ETMEK KÜFRÜ VE ŞENÂATINDAN BAŞKA BİR ŞEY OLAMAZ… BUNUN ADINA DA, BAZI  MÜNÂFIK VE MÜŞRİKLERİN UYDURDUĞU GİBİ, TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VEYA ILIMLI MÜSLÜMANLIK GİBİ İSİMLER TAKILMAKDA VE ASIL İSLÂM ORTADAN KALDIRILMAYA ÇALIŞILMAKTADIR… BAŞINA MÜNKİR UYDURMASI BİR TAKIM SIFATLAR GETİRİLEN NE KADAR “İSLÂM!” VARSA, BUNLARIN HİÇBİRİ ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN DÎNİ OLAMAZ; VE GERÇEK BİR MÜSLÜMANIN DA BU UYDURUK DİNLERE ZERRE KADAR ÎMÂNINDAN BAHSEDİLEMEZ… 15 ASIRLIK İCÂZETLİ  İSLÂM ULEMÂSIYLA GELEN YEGÂNE HAKK DÎN NE İSE, HAKÎKÎ MÜSLÜMANLIK ANCAK O’DUR; VE ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN “DÎN” DEDİĞİ DE MÜCERRED BUNDAN İBÂRETDİR…  EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMÂAT  DEDİĞİMİZ FIRKA-YI NÂCİYE DE, SÂDECE BUNU ÂMİRDİR …

Sadede şürû’ etdikde:

TÜBİTAK ictimâında mükâfat alan garîbenin başörtüsüne tahkîkât ve istintak fazîhasına cür’et edenler, eğer îmanları olsaydı, mutlak tercihlerini,  kardinal külâhlı başların, lâbis-i libâs-ı katrânî şeytanların ve haham yârenlerin ve patronların tarafına değil, Allâh Azze ve Celle’nin tarafına yaparlardı!.

  Ebleh ve müfsîd muârızlarımız, “başörtüsüne tahkîkât!” gibi bir münkirlik hâdisesini, “münferid vak’adır” haltı yiyerek geçiştirmeğe kalkışmasınlar!. Bunların“münferidlikle” aslâ alâkası yokdur; tam tersine, “müctemi’” oluşla yani “hoşgörü-dialog mezheb-i vatikânîsinin” emr ü fermanları mu’cebince amel etme mecbûriyyetini yüreğinde hisseden, vazîfeşinâs ve mutî’ü’l-fermân bende oluşlarla; ve beynelmilel plân ve projelerin bilfiil tahakkuku içün pek çok nesnenin göze alınışı ile alâkası vardır!…

Siiiiz, herkesi ahmak, âlemi sersem mi sanırsız çelebi!?

Şâir ne güzel demiş:

“Bâğ-ı dehrin, hem bahârın, hem hazânın görmüşüz,

Biiiiz, neşâtın da gâmın da, rûzigârın görmüşüz!

Pek de mağrûr olma kim, meyhâne-i ikbâlde,

Biiiiz, hezârân mest-i mağrûrun, humârın görmüşüz!.”

Garîbân kızcağız, başına bir örtü atmış! T.C. Maarifinin başına çuval misillû geçirilen Hüseyin Efendi gibi, Allâh Azze ve Celle’nin Kitab’ındaki bazı âyetlere yahûdîvârî tahrîf ve sansür çelmesi atmamış ya!. 

(Mâba’di var)

(İntişârı: 02.01.2008)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir