5) Fırka-yı Nâciye ve fırâk-ı dâlle tefrîki yapmadan bütün (mezhebleri) aynı kefeye koyarak “SÜNNÎLİĞİ” topa tutan politik bir BAŞ şunları söyledi:
“Mezhepçilik şu anda İslam dünyasını paramparça ediyor. Ümmeti paramparça ediyor. Bunu bizzat yaşıyoruz. Irak‘ta, Suriye‘de, Filistin‘de, Yemen‘de bunu görüyoruz. Ve acımasızca şu anda Müslüman Müslüman’ı öldürüyor……………… Açık ve net; bizim Sünnilik diye bir dinimiz yoktur, bizim Şia diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır bunu böyle bilmek lazım.”
Ve o siyâsî ağızla ilâhiyatçı entel Sıfil’in aynı hükümlerde aynîleşdiği nokta:
“Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet, mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…”
Sanki kolonlanmış ikiz kardeş!
Sıfil’inkisi, Politik Baş’dan sanki kopya!
Bu kadar olur!
6)Siyâsî Baş’ın Haliç K. Merkezindeki K.Doğum Haftası konuşmasından birkaç gün sonra, İlâhiyatçı entel Sıfil de, aynı frekans dalgalarıyla aynı renk ve desenlerde işte yukarıdaki gibi döktürüverdi!
Hani bu ilâhiyatçı (öğ.üy.), Kevserî Merhûm’un takibçisiydi!?
Yukarıdaki iki beyan da, ortak olarak, aynen şunları maddeleştiriyor:
Bu üç esas, sırasıyla ele alınmış ve ilk önce politikacı ağzı bunları sıralamış; birkaç gün sonra da Sıfil, bunları aynı sıraya tâbi’ olarak papağan gibi aynen tekrarlamış!
“Akademisyen böyyük bilgin!” iyi de etdi ki, şu anda hangi durakda beklediği ve hangi keyfiyetle ehlîleştirildiği nazarlara ‘ıyân oldu!. Yoksa daha nice garîbanlarımız, adı geçeni, “Şeyh Zâhid-i KEVSERÎ Merhûm” gibi bir allâmenin işini ve peşini takibde zannedecek; ve tercüme “Makâlât”ın aslına ve esâsına pek kolay vâsıl olunacağını düşünebilecekdi!
7)İlâhiyatçı entellerden Sıfil, yukarıya aldığımız satırları ile tam ma’nâsıyla saçmalıyor! Üstelik de bu saçmalamalar, “ümmet vahdeti mevzuunda hassâsiyet taşıyan herkesin ortak hissiyâtını ifâde ediyormuş!”
Ümmet, toprak üstündeki şu kadarcık adam ve madam değil, toprak altındaki milyarlar… Bunlar da, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’a kadar bütün müslümanlar!. Yukarıdaki Sıfil’in saçmalamalarına “bu ümmetin hissiyatının da ortak olduğunu” söylemek, Yunan mitolojisindeki masallar âleminde gezinmek kabilinden bir şey olsa gerek!
Demek, “ümmet adına konuşma salâhiyyeti bile almış” ki, nereden ve nasıl almışsa, satırlarının taşıdığı ma’nâ, “herkesin ORTAK hissiyâtını ifâde ediyormuş!”
Seçim anketleri ile dedikodu ve mâlâyânî hatta haram püskürten politik madrabazlar gibi, bu ilâhiyatçı da, belki rüyâlarında anket yapmış olabilir!
Istılâhî ma’nâsıyla bugün ortada ümmet olmadığı gibi; o ümmete âlim olacak çapda (ilim erbâbı) da hakk getire!. Ümmet de toprağın altında kaldığına göre, bu ilâhiyatçı da Faruk Beşer gibi kimin adına “ortak hissiyât” masalları okur, bu da ayrı bir bahis olsa gerekdir!.
Aynı zamanda “Sünnîlik pozları” da vermekde mâhir bu cumhuriyet ilâhiyyatçısına yukarıdaki saçmalıkların ve asılsız lâf ve yâvelerin, “ümmetin böyle ortak bir hissiyatı” olduğu, aceba nasıl ma’lûm olmuş olabilir!? Sipâriş rüyâlarla gemisini yürüten bazı ciamaatlar gibi, burada da devreye seçim evvelinde “sipariş bir rü’ya” veya buna benzer bir hatır-gönül, hatta “ta’limât” gibi bir şeyler girmiş olmasın!?
8) T.C.’deki ilâhiyatçılık zemîni, dansöz kadar oynak, son derece kaygan ve erozyonik bir arâzidir!. Böyle olduğu içün, böyle bir arsa üzerine, değil kulübe, kümes bile yapılamaz! O tezgâhlardan da geçdiğimiz içün, söylediklerimizin mücerrebâtdan olduğunu yakînen biliriz! Bu oynak ve kaypak zeminde, adamı öyle “sünnî” kimliğiyle makam ve rütbelere garketmezler!. İşte böyle gün gelir, adamı yukarıya aldığımız yamukluklarla bülbül gibi şakıtıverirler!
Artık “ilâhiyât hadîsçisi” olunur da, “bu işin erbâbı benim, hadîs dendi mi beni dinliyeceksiniz!” demeden de nasıl durulur!?.
Okuyalım:
“Öte yandan “Hadis” dendiğinde adeta kimyası bozularak kırmızı görmüş gibi davranan bir kısım çevreler de bu durumu bahane ederek Hadis/Sünnet alanına salvo atışına geçiyor. Bu ümmet bu iki uçtan birine mahkûm mudur? Bu işin bir ortası, bir hakikati yok mudur?
Elbette vardır. Mesele önyargılarımızdan sıyrılma ve her ilmi ehline havale etme dirayetini gösterebilmekte…”
Vay bre! Demek ki bu ümmet 15 asırdır yüzbinlerce ulemâsı ve muhaddisi ile “bu işin bir ortasını, bir hakîkatını bulamamış!”
Zavallı ümmet, “hadis uyduranlarla hadislere salvo atışlar patlatan iki UCA mahkûm olmuş!”
Bunun tek çâresi de varmış, “herkes önyargılarından (peşin fikirlerinden) sıyrılacak”, yani 15 asırlık hadis hakîkatından sıyrılıp çırılçıplak kalacak, ancak ondan sonra da “her ilmi ehline havâle etmek dirâyetini gösterebilecek…” Yani, bu kabil cumhuriyet ilâhiyatçıları ne demişse, onu hadis ilminin hakikatı kabul ederek, aşağıda görüleceği vechile, hâşâ “İmam Gazali uydurmalarından” sıyrılacak!.
9)“Avrupa Birliği normlarına ters” diye Merhum Davudoğlu Hocamızın Kitabını basmıyan; ve birçok hadisleri de (uydurma) diye pirinç ayıklar gibi ayıklıyan Diyanet içün, bu (ilâhiyatçı böyük bilginler) hiç ağzını açamazken; ve Diyanet de, bu ilahiyatçılardan meydana gelirken, aceba sıhhatli bir müslüman mantığı, “hadislerde EHİL olan ÂLİMLERİ”, Laik (dinsiz) cumhuriyet DİB’i içinde mi arıyacak, yoksa bu din tahrifçisi ilâhiyatçılar içinden mi süzecek!?
Bakalım ilâhiyatçı ve “hadisçi modern bilginler” modernleştirilib ehlîleştirilince, hangi frekanslardan ses verib, hangi reformist ve diyalogcu yaratıklara yaklaşmış oluyorlar, kendi satırlarından okuyalım:
“Üçaylar ve kandillerle ilgili olarak kitaplarda ne bulduysa “hadis” diye nakledenler, tutumlarını garantiye alabilmek için tehlikeli bir söyleme başvuruyor ve “Bakın bu hadisi İmam Gazzalî kitabına almış. Sen buna “uydurma” dersen onu yalancılıkla itham etmiş olursun. Ahirette İmam Gazzâlî gibi bir veliyle hasımlaşmak ne büyük felakettir!..”
Hadisçi entel bilginimize göre böyle dedin mi, aşağıda dediği gibi “uydurmaya uydurma delil getirmiş oluyorsun; ve bu, tehlikeli bir söyleme başvurmak oluyor!”
Diyeceksin ki:
“Beli Mösyö Doçenta, Böyyük Cumhuriyet Doçentası!. Sizin hatırınız içün biz, Gazzâli’nin üzerini de çizer atarız!. Onun “uydurmalarını” hiç kâle bile almayız! 15 asırlık bütün hadisleri de sizin tasdîkinizden geçirib sağlama ve “garantiye” alsak, nasıl olur acebâ, başka emriniz?”
Bütün ilâhiyâtçıların (istisnâlar kâideyi bozmaz) yediği nâne bu!. 15 asrın bütün müdevvenâtı bunların süzeğinden geçirilecek, %99’u, “uydurma” ve kaydırma mes’eleler olduğundan; veya AB normlarına ters düşdüğünden; veya feminizma, kamalizma, bilmem ne partisiyle bilmem ne politika başcambazlarının dümenleri ile fetişizmaya zıt durduğundan çöpe atılacak; ve yeni “entel ve dantel ruhbân sınıfı ile san’atkârların îmâl etdiği uyduruk religion”, 15 asırlık “hurâfelerden, esâtiru’l-evvelîn olan gelenekçi ve mezhebçilerin uydurmalarından kurtarılıvermiş” olacak!
3-4 asırlık kokmuş, çürümüş, ulemâmızın ayakları altında çiğnenmiş gâvurdan idhâl, bilhassa 92 senelik İngiliz projesi bu!. Isıt ısıt, temcit pilâvı gibi habire koy sofraya!. Bırak yiyeni, midesi bulanmıyan müslüman bulabilirsen ne a’lâ!
Beyni sulanmamış, kalbi kararmamış, ruh bikri izâle olmamış, aklı bilmem neresinde olmıyan bir müslüman, tutar, 15 asırlık hakîkî (zülcenâheyn) ulemâyı bırakır da, bu nevzuhur cumhuriyet “bilgiç ve silgiç” tâifelerinin dümen suyuna nasıl girer!?. Ulan Müslümanın vatanı Şişli – Nişantaşı hattından mı ibâret?!
Üstelik bunlar, kendilerini sağlama almanın yollarını da, gene o üzerlerini çizdikleri ulemâmızın 15 asırdır nakletdikleri nasslarla becerecek kadar da uyanıkdırlar!. İyi ki aşağıdaki şu cümlede bahsetdikleri hadîs-i Şerîf’e “uydurma” dememişler, yoksa işleri harâb ve turâb olurdu:
“Bir yanda Efendimiz (s.a.v)’in, Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın” tarzındaki tüyler ürperten tehdidi ve “Kim bizim emrimize (hükmümüze) dayanmayan bir amel işlerse, o amel merduttur” tarzında sahih hadisler, diğer yanda uydurmaya uydurmayla getirilen deliller!!” (29.4.2015 V)
İleride bir zaman gelip de, entel ve dantel ilâhiyatçı ve DİB’çiler, bugünki rotayı değiştirib, “mevdû’ hadislerden istimdâd periyoduna” girerlerse, o zaman hiç şaşırmamalıdır!. Ve o zaman, yukarıdaki “tüyler ürperten” hadîs-i şerîfin de “uydurmalar” mezarlığına defnine derhal ruhsat çıkacakdır!
10)Bir zamanlar (68’li senelerde), “Ulusal, Kurumsal, İkinci ve KİNCİ ŞEF (Hâşâ min huzûr) İnönü” de, “Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazzâlî Rahmetullahi Aleyh Hazretlerini” diline dolamış, O’nun şahsında milletin Dînine “irticâ” diyerek veryansın etmişdi!. Nihâyet, (anjina pektoris) illetine yenilip Azrâil Aleyhisselâm’a mülâkî olunca, mutlaka bir şeyleri iyi anlayıb Gazzâlî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerini de hatırlamış olmalıdır!!!
Büyük Gazzâlî, aynı zamanda “Dînin iç derinliğine de sahib”, nevzuhurlar gibi en ve boy satıhçısı olmanın fevkal’âde ötesinde, zülcenâheyn bir müceddîd idi… 55 yıllık ömrünün her gününe 50 sahife yazı sığdıran ve zamanımız hokkabazlarının şeytanlıklarından tenzîh edileceği muhakkak olan bir allâme… Tasavvuf tarafına da bakılacak olursa, velâyet makâmında bir derece sâhibi olduğu zaten nice büyüklerimizin kitablarımıza geçmiş olub, bu, 1000 yıllık ulemâmızın şehâdetindedir; ve ehlinin de ma’lûmudur. Bazılarını kudurtan da, onun, her âlime nasîb olmıyan bu iç derinlik tarafı…
Teymiyecilik-Selefiyecilik ve Vehhâbîlik satıhçısı o kuru kelle dalâlet çizgisinin, nice Matürîdî, Eş’arî ve tasavvuf ehline “TEKFİR” iftirâsı bile üfürdüğü ma’lumdur. O câhiliyye döküntüleri dilinden, Gazâlî Merhûm’a bir kıymet atfını beklemek, zâten abesdir. Merhûm’u, DÎNİN iç derinlik sırrı elinde bir yüksek mevkiye oturtmak fazîletinden mahrum sürülerin, bu noktayı görmeden, İmâm-ı Gazâlî ve benzeri İslâm büyüklerini anlaması aslâ mümkin de olamaz. Biz, nicelerini gördük ki, “Beyaz Saray Fitneçarkında” Büyük Gazâli’nin İhyâ’sına, yıllarca “uydurma hadisler dolu” isnâd ve iftirâsı yapıp, aynı eserin çok satılarak iyi para getirdiğini fark edince de, aynı İhyâ’yı alelacele ve çalakalem tercümeye başlayıb, şerefsizce piyasaya sürmüşlerdir!. Bu tıynetdeki adamlar öylesine pespâyedir ki, bu kadar alçalabilmekde üzerlerine yokdur!. Hatta aynı herifler, Medine Üniversitesi sâbık Rektörü Bin Baz’ın, İ. Teymiye’nin Allah Azze içün “tecsim, teşbih ve mekân isnâdı” tüten küfr ü dalâlet çıkını kitablarından ilhamla (!) yazdığı beş para etmez paçavralarını, el altından tevzi’ etmekden de utanmamışlardır!
11) İmâm-ı A’zam Hazretleri gibi ilmin evc-i bâlâsındaki bir allâmenin, Ma’rûf-ı Kerhî Hazretleri elindeki işlenişini, hele İmâm-ı Şâfi ve İmâm-ı Ahmed gibi allâmelerin de, Şeybân-ı Râî Hazretleri gibi ÜMMÎ ve iki GÖZÜ A’MÂ bir tasavvuf üstâdı elindeki tesviye-i nefs cehdini göremiyen gözlerin, Gazzâlî Merhûm’u anlamaları da o kadar müşkil; anlamamaları ise, o kadar nasibsizlikdir!
Bazıları nezdinde sünnî geçinmeyi de iyi beceren ilâhiyatçı enteller, “İmâm-ı Gazzâlî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerini” dahî (uydurma hadis dedikodusunun anaforuna) utanmadan ve hayâsızca çekmeseler, sanki olmuyor!. Uydurma hadis mevzuuna Gazzâlî Merhûm’un üzerinden ip cambazı gibi atlamak ne oluyor!?. Adam’da biraz Allâh korkusu olur!. Âhıret günü Gazzâlî Merhûm, kendisinin böyle küçümsenerek ve levmedilerek müslümanlar nezdindeki hocalık, terbiyecilik ve irşâd hakkının örselenib gıybetinin de yapılmasından da’vâcı olmıyacak mıdır?
Mezhebler “parçalayıp bölüyor” terâneleri ile toprak altındakiler de dâhil milyarlarca müslümanı levmeden ve hukuklarına tecâvüzü marifet bilen adamlar, siz!
Bu satırları yazan adam, milyarlarca hücresine kadar da bir hanefî iken, Şâfi olan İmâm-ı Gazâlî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerini neden bu kadar seviyor, sayıyor ve onun aleyhindeki nankörlere ateş püskürüyor; ve Kahire’ye gitdiği zaman, İmâm-ı ŞÂFİ gibi o Mübârek Allâmenin Kabr-i Şerîfini zar-zor bulub ayak ucunda neden Yâsîn-i Şerîf okuyor? “Mezhebler ve Turûk-ı Aliyye Pîrânı Bölüp parçalıyor” iğrenç iftirâlarınızdan, HESAB GÜNÜ sîgaya çekilmiyeceksiniz öyle mi?.
Mezheb ve tasavvuf mekteblerini cehâlet, gaflet veya hıyânetinden dolayı hazmedemeyib istismâr ve sû-i isti’mâl eden soytarı ve üçkâğıtçı şarlatanlar var diyerek, o yolların temel ve esaslarına böylesine çullanmak ve onları vahşet çarkları, bölücülük bilmem ne ocakları olarak damgalamak, nasıl bir ilim, îmân, ahlâk, nâmus, iffet, hayâ, haysiyet ve şeref anlayışıdır!?
Adam olan, evet zerre kadar da olsa adam olan, uydurma (mevdû’) hadisler hakkında da yazacaksa, İslâm Âleminde fevkalâde hizmetleri sebkeden, felsefeden gelen gavurlukların ve fırâk-ı dâllenin nice sapıklıkları önünde bir kale gibi duran İmâm-ı Gazzâlî’ye, O büyük velî zâta, böyle bir dedikodu ve gıybet üslûbuyla sataşmakdan HAYÂ eder ve Allâh’a sığınır!. Mezheblerimiz hakkında “Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet, mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…” diye hiç akla hayâle gelmiyecek isnâd ve iftirâlarda bulunan sapıtmışların, “Cübbeli” nâm adam tarafından da, hâlâ “ehl-i sünnet adamdır” diyerek “sünnîlik içinde” gösterilmesi, bir başka akıl tutulması ve fecâat değil midir?!. Bir adam düşünün ki, “Ümmet, mezhebi din yerine koyma ÂRIZASINA bir an önce son vermek zorundadır” diyecek; ve böylece “sünnîliğin” din ile hiçbir alakası olmadığını dolaylı da olsa söyliyecek, sonra da bu adam, “sünnî=Ehl-i Sünnet” ilân edilecek?.
Ve minel garâib!
Müctehid imamların yani Kitab, sünnet, İcmâ’ ve Kıyas gibi 15 asırdır “vaz’-ı ilâhî” olarak önümüzde duran delillere, en ehil olan âlimlerin (müctehid imamların) gözüyle bakmayı ve onları, Şeriat’a itaatda rehber ve mürşid tanımayı, en sağlam ve en emîn yegâne yol (USÛL) olarak bilen; ve bu usûlü de gene o edilleden çıkaran ümmet, bu işleyişe “dînim” demiyecek de; kimin, hangi echelin dembokratik usûl çerçevesinde sıkdığı küfr ü dalâlete “dînim” diyecekdir?.. Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinden beri ümmetin tesbit ve ta’yîn etdiği bu USÜL dışında, Şeriat’a tam mutâbık başka bir USÛL neden bulunamamış ve konulamamışdır?. Yoksa bu başka usûl, dembokratik seçim denen idâre ve iktidar KUMARINA bir ay gibi kısa bir zaman kala, laik dembokratik cumhuriyet politikacı ve müctehidlerinin (!) teşehhîleri ile mi ortaya konulacakdır?. Bunu îmandan çıkmadıkça, hangi müslüman kabul edebilir?. Dîn ve îmân bahisleri, bu erbâb-ı teşehhînin sandığı gibi, anayasacı politik yaz-boz tahtalarının bir benzeri mi yapılmak isteniyor!?. 15 asırdır milyonlarca şehid ve ulemâ, hangi DÎN anlayışı ve usûlünü muhâfaza içün can verib ömür tüketmişdir?. 15 asrı, bütün bu esaslara sâhib müslümanları ile silip süpürmiye müncer olan bu yamuk mütâlâalar, o milyarlarca müslümanı “dalâlete nisbet etmek” olmıyacak mıdır? Ve fakat, bu nisbet sahiblerinin, Şeriatın o muhkem usulü ve iman esaslarına kadar şumûlü uzanan sapıklığına dikkati çekib buna “dalâlet” diyen müslümanlar ise suçlu olacak, öyle mi?. Seyhülislâm Merhum Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin satırlarından iktibas yaptığımızda, bu mes’ele inşaAllah, riyâzî kat’iyyetle tebeyyün edecek ve işin iç yüzü bütün incelikleri ile ortaya dökülecekdir!
12)15 asırdır gelen Mübârek ulemâmızı, gûyâ sahih ve mevdû’ hadisleri ortaya koyacağım hülyâları ile levmeden bu adamlar, İslâmiyyet’i bizlere binbir çile ve sıkıntılara göğüs gererek nakl ve emânet eden bu Zevât-ı Kirâm’ın ictihad ve eserlerine gölge düşürünce, aceba kimlerden, nasıl aferin alacak ve sırtları da sıvazlanıb nasıl rütbeleri yükselecekdir!?.
Cevabları da hazırdır:
“Canım biz (bilim!) adamıyız, işimiz bu! Biz, çeyrek pozitivist çeyrek septik, çeyrek reformist, çeyrek revizyonist ve bilmem ne olmak zorundayız! Eski ulemâ (epistomoloji ve ontoloji) gibi batılı bilim ve milim ilimlerinin cahili olduğundan, bu noktada söz sahibi olamaz! Biz, doğruyu eğriyi bu kabil sihirli bilim ve politika değnekleri ile anında görür, şırrak diye yakalar ve geleneksel kurguları burgulayarak hemen anında ayırır ve kayırırız!”
Sanki 15 asırdır gelen ulemâmız Hadis-i Şerifleri kuyumcu hassâsiyeti ile tasnif etmemiş, kitablar te’lif etmemiş, kocaman bir boşluk bırakmış, cumhuriyetin dembokratik laik düzeninin “bilgiç, akademisyen mollaları ile politika ustaları” bu boşlukları dolduracak; ve sonra da, geçmiş “ulemâ eskilerinin eskidiği” anlaşılacakdır! Millet de, bu “bilimsel ve siyasal bilgiçlerinin” peşlerine takılıb, yola devam teraneleriyle dosdoğru cennet-i a’lâyı boylıyacakdır!
Kim bunlar yahu, kim?.
Bunların tek gâyesi, önlerine konulan proje mu’cebince 15 asırdır gelen, başda müctehid imamlar olmak üzere bütün İslâm ulemâsını, modası geçmiş eşya hâline getirerek devre dışı bırakmak; ve kendilerini, kendi çarpık i’tikadları ile onların yerine oturtmak… Ve bu icad edecekleri religionu, “İslâm” diyerek tedâvüle sokmak… Resmî ideolojinin Lozan’da verdiği SÖZ, bunu mecbûrî kılmakda ve bu “me’mûr” statüsüne elini kaptıran, kolunu alamadığı gibi, “tarafsız bilim adamlığı” gibi lâf u güzâf da, sâdece bu hakîkatları küllemeye yaramaktadır!. 90 senedir bu keyfiyet içün 500.000 müslümanı, avâmı-havassı, hocası ve âlimleri ile katleden bir rejimin, kendi üniversitelerinde “sünnî” îmân telâkkîsinde adamlara ders verdirmesi, kendi varlık sebebinin ortadan kaldırılması demek olur ki, bunun akıl ve mantıkla izâhı da mümkin değildir. Hulâsa, irâdeleri, tek okla, bu gidiş istikâmetini gösterecek şekilde şartlanmalıdır…
13)Biz, bu noktada da, ulemâmızı, ulemâmıza müdâfaa etdirelim! Bunun içün de, Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un tefsirinden okuyalım; ve “mâziye doğru tahakküme çalışmak fazîhası” nedir görelim. Ayrıca terbiye, edeb, hayâ, vekâr ve ahlâk da, bu satırlardan ahzedilmelidir:
“İlmi, kıyâs-ı aklîye kasr etmek ve aklın kabiliyyet vazifesini unutub, kıyâs-ı aklî faaliyyeti ile hâlden istikbâle doğru tahakküm etmiye çalışmak, nasıl haksızlık ise; aynı vechile hâlden mâziye doğru tahakküme çalışmak ondan daha büyük bir haksızlıkdır. VE İŞTE HÂL-İ HAZIRDA BULUNUNLARIN “Biz, mâzîdeki insanlardan ezher cihet ve sûret-i mutlakada müterakkî ve yükseğiz, binaenaleyh bizim ilm ü irâdemizin yapamadığı bir şeyi onların yapmasına imkân olmadığı evleviyyetle sâbitdir.” gibi bir kıyâs-ı nefs ile tahakküm etmeye ve kütüb-i münzelenin nusûsu ve ümmetlerin tevâtürleri ile nakl edilegelen vâkıat-ı mümtâzeyi inkâr ve te’vîle sapmaları, ilim ve intibâh-ı beşerîye zarar-ı mahz olan bir istibdaddan başka bir şey değildir.” (Elmalılı Tefsîri, 1936 tab’, c. 4, s.2248)
Böylece, 15 asırlık ehl-i sünnet ulemâsı ortadan kaldırılarak, yerlerine, “biz bu işi mihrabdan hâlledeceğiz!” diyen Bayar’ın, ve “Hocaları kaldırmazsak hiçbir iş yapamayız!” diyen İkinci ve Kinci paşanın usûliyle, mâzidekileri yok sayacak bir “bilimselci akademisyen ve dilimsel politikacı” mütehakkimleri gürûhu ikâme edilmiş; ve bunlar eliyle de, “ne sünnîliğe” ve ne de 15 asırlık “ulemâya” i’tibâr tanınmışdır!
14)Yahudi ve Nâsârâ, HAKK DÎNİ nasıl bozmuşlar ve hangi yolu takib etmişlerse, Müslümanlar da içlerinden çıkan politikacılar ve “akademisyenlerle” aynı yolu ta’kîb etmişlerdir. Aynı eserden görelim:
“….o kitabı arkalarına atdılar, teahhüdlerini îfâ etmediler, hakkı ketmetdiler de Peygambere ve müslümananlara ezâ ve iz’âca kalkışdılar……..Bunu evvelâ yahudiler yapmış, bil’âhare nasârâ da o yola gitmiş…………….. metâ-ı ğurûr olan hayât-ı dünyâya aldanarak, cüz’i bir para veya menfaat mukâbilinde sükut; veya te’vil ü tahrif veya iğmâz-ı ayn ederek (görmezden gelerek) HAKKI ketmetdiler……………… VE MAATTEESSÜF, HAYLİ ZAMANDAN BERİ BU HÂLE MÜSLÜMANLAR DA DÜŞMÜŞDÜR. ULEMÂDAN HAKKI ARAMAYIB, GÖNLÜNE GÖRE YANLIŞ BİR CEVAB-I MUVÂFAKAT ALMAK İÇÜN TEŞVÎK VEYA TEHDÎD EDEN BİR ÇOK CÂHİL, AHLÂKSIZ MÜSLÜMANLAR BULUNDUĞU GİBİ BÖYLE MENÂFİ-İ HASÎSE YOLUNDA DOLAŞAN VE İLMİ VE DÎNİ, DÂM-I TEZVÎR (yalan tuzağı) TELÂKKÎ EDEN ULEMÂ TAKLİDLERİ DE ZUHÛR ETMİŞDİR…………….. Bu âyet, münâfıklar dolayısıyla nâzil olmuş bulunmakla beraber, hükmü, gerek sâir küffâr ve müşrikînden ve gerek MÜSLÜMANLARDAN bu ahlâkda bulunan ashâb-ı ğurûrun hepsine şâmildir. Mağrurlanmak, istikbalden gaflet etmek ve vazîfenin kabul ve tahsîni kendine âid olduğunu bilmemek, yapdığı işi büyüksünüb kendine onu büyük görmek gibi bir küçüklükdür.” (Elmalılı Tefsîri, 1936, c.2, s.1253)
15)Ehl-i Sünnet ulemâsının mezheblerini “sünnîlik” diyerek yok sayma modasına kendini kaptıran politikacı ve akademisyen tâifelerinin son senelerde şiddetlenen, baskı, tehakküm ve tehdîde varan dikleşmeleri, elbetde hayra alâmet olmamakla beraber; kendileri içün de zarâr-ı mahz bulunduğu, gene aynı Tefsîrin şu satırları ile apaçık beyan edilmişdir:
“Bulunduğu ve alelhusus başında buluduğu memleketde HAKKA ve memleketin halkına karşı mekreden, hud’a ve hilekârlıkla entrika çeviren o BÜYÜK MÜCRİMLER, bilmezler ki, aldatdıkları VATANDAŞLAR, başkaları değil, yine kendileridir. Onların zararları, aldanmaları, kendilerinin zararları ve aldanmalarıdır. Bilmezler ki halkın zararı, memleketin zararıdır. Memleketin zararı, herkesden evvel, başında bulunanların zararıdır. Bilmezler ki o memleket sukût edince, ilk evvel sukût eden, kendileri olacakdır. Bilmezler ki Hakk Teâlâ aldanmaz. HAKK’a mekretmiye çalışanların o kötü mekirleri,(…………..) mantûkunca, âkıbet kendilerini kuşatır, BAŞLARINA PATLAR.” (A.g.e. c. 3, s.20469, tab’ 1936)
Evet, kerâmet çapındaki şu Tefsîr satırları son derece sarâhaten şunu ortaya koymuşdur ki, “politik ve bilimsel” hîle, hud’a ve entrikalarla milletin “mezheb ve ulemâsına” verilen zarar ve yapılan aldatmalar ve her türlü taarruzlar, netice i’tibâriyle fitne, fesâd ve terör gibi nice belâ ve musîbetlere müncer olub, haşhâşîlik ve eşkıyâlık gibi hâllerle, gene müsebbiblerinin “BAŞLARINA PATLAMAKTADIR!” Ancak bundan, millet de fevkal’âde zaiflemiş olarak ve perişân çıkmaktadır…
16)“….. KUVVETİNİ HAKKDAN DEĞİL, BÂTILDAN ALMAK VE YALINIZ KENDİ ARZULARINA KUVVET VERMEK EMELİNDE BULUNANLAR, YAPACAKLARI İŞLERDE YA HİÇ KİMSEDEN İSTİFTAYA (fetvâ almıya) TENEZZÜL ETMEZLER VEYA MÜFTÜLERİNİ ÂCİZLERDEN, MÜDÂHİNLERDEN (dalkavuklardan) VE MÂCİNLERDEN (hilekâr ve düzenbazlardan) İNTİHÂB EDERLER (seçerler.) BUNLAR DA, YA HÜKM-İ HAKK’I BİLMEZLER, VEYA BİLSELER BİLE MÜSTEFTÎNİN (fetvâ istiyenin) ARZU-I NEFSİNE HİZMET İÇÜN ASILSIZ VEYA ZAİF ZAİF FETVÂLAR VERİRLER VE BİNNETÎCE BUNDAN SALÂH YERİNE FESÂD VE KUVVET YERİNE ZA’F HÂSIL OLUR.” (Aynı Tefsîr, c.3, s.1484)
Görüldüğü gibi 106, hele 92 senedir, politikacı esnafı, yukarıdaki Tefsir satırlarından da son derece apaçık anlaşılacağı gibi, ne kadar resmî ve laik cumhuriyet müessesesi varsa buralara, “âciz, müdâhin ve mâcin” adam ve madamları yerleştirmiş; ve bunlarla da, insan icâdı bir (religionu) millete dayatmakda ve zorla kakalamakda bulunmuşlardır!
17)Tefsîrin, belki yüzde beşi kadarıyla, şu kabil politikacılarla, onların, vasıfları zikredilen “ruhbân sınıfını”, 1936’dan beri fevkal’âde tokatlıyan Merhûm, 17 sene evine kapanmış; ve hakk ve hakîkatı da bütün zâlim, ateist ve ceberrut politikacılara karşı yüreklice savunmuşdur. İktibâs etdiğimiz yukarıdaki satırları yazabilecek kadar salâbetli bir Osmanlı Müfessîrine, yerin dibine geçirdiği adamların, “ceblerinden para vererek bu tefsiri hazırlatmış olmalarını”, en gerzek bir kamalistin bile kabul etmesine imkân yokken; bunu, Altaylı ve Bardakçı gibi adamlar da dâhil nice tv’lerde sanki bir hakîkatmış gibi (cübbeli, sakallı ve külâhlı) bir takım heriflerin, müfterîce gürültü ederek iddiaya kıyamları, ne kadar edebsizlik ve Merhûm’u da ne kadar incitmekdir, hesâb edilsin!. Bu (Türkçe Tefsirlerin Sultanı) olan eserin, hangi şartlarda ve hangi imkânlarla yazıldığı, birinci cildin mukaddimesinde sarâhaten beyân edilmişdir. Kamalistlerin, bir takım ateistleri müslüman göstermek içün, “Cebinden para verib Tefsir yazdırdı!” şeklindeki “şüyûu vukûundan beter” son derece uydurma şâyialarına, aklı başında bir müslümanın inanması ise, aslâ mümkin olamaz…
(Mâba’di var)
(İntişârı: 02.05.2015)