(2) En Büyük Tehdîd Şimdi Sünnîlik; Ve Bu, Başlarına Derd Oldu!
2 Mayıs 2015
(4) En Büyük Tehdîd Şimdi Sünnîlik; Ve Bu, “Başlarına Derd Olmuş!”
23 Mayıs 2015

Geçen iki makâlemizde, siyâsî ağızla ilâhiyatçı entel ağzın aynîleşdiği noktaya işâret etmişdik. İlâhiyâtçı Sıfil’in, dînî ıstılahların yerine oturtub pek sık

EN BÜYÜK TEHDÎD ŞİMDİ 

SÜNNÎLİK; VE BU, “BAŞLARINA 

DERD OLMUŞ!”

(3)

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Geçen iki makâlemizde, siyâsî ağızla ilâhiyatçı entel ağzın aynîleşdiği noktaya işâret etmişdik. İlâhiyâtçı Sıfil’in, dînî ıstılahların yerine oturtub pek sık kullandığı “kurbağacalarla=uydurukçalarla”  ve ilâç târifnâmelerindeki gibi “lâtince soylu” kelimelerle merâmını anlatmakda sıkıntı çektiği ve tenâkuzlarıyla da gülünç olduğu bir vâkıadır!. O satırlarını tekrar okuyarak, tenâkuz ve hılâf-ı hakîkat noktaları işâretlemek mevkiindeyiz. İ’tikâdî ve amelî mezheblerin meydana gelişlerini, ciddî ve mazbut “Mezhebler Târihi” eserlerinden takib etmeden, peşinen “mezheb dinde bölücülükdür” saplantısına ve şartlanmasına kendini kaptıran zavallılara, bu mevzuun îzâhını yapmak mümkin değildir. Çünki “saplantı ve şartlantı” denen akıl tutulması, buna kat’iyyen mâni’ bulunur. Ne yazık ki, cumhûriyet mekteblerinde ateist müfredât programları ile rûh ve beyinleri iğdiş edilib dağlanan, sonra da kendilerine “öğretim görevlisi” diyerek çeşitli rütbeler verilen adamların betonik keyfiyetlerini hakk ve hakîkât tarafına çevirmek, fevkal’âde zordur. Bu noktada, dünyevî ve maddî menfaatlerle “me’mûriyyet esâreti” de işin içine girince, ruznâmeye hemen “rıkkiyet” mevzuu oturacakdır!.

Dolayısıyla bu tip adamların hakk ve hakîkatı “istiklâl ve cesâret” sâhibi olarak muhâfaza ve müdâfaaları düşünülemez. İmâm-ı A’zâm Rahmetullâhi Aleyh Hazretleri başda olmak üzere nice müctehid imam ve ulemânın, zından ve işkenceleri, (me’murluğa) tercih edişleri; ve bütün bunları göze alarak gösterdikleri salâbet ve direnişin milyarda biri, bu adamlardan beklenebilir mi?

Başa belâ olan hiçbir mezhebi ta’yîn ve tahsis etmeden bütün mezhebleri içine alacak şekilde (umum) belirterek taarruza geçilirse, bu, fırak-ı nâciye olsun, fırâk-ı dâlle olsun her mezheb sâhibi tarafından şiddet ve nefretle reddedilecekdir. Ehl-i Sünnet mezhebleri, usûl-i fıkıhları i’tibâriyle biribirlerinden kısmî farklılıklara sâhib olsalar da, edille-i erbaanın yani (kaynakların) ne ifâde etdiği ve bunların hüküm çıkarmakda temel alınması husûsunda tam bir ittifak hâlindedirler. Bu dört kaynakdan hangi usûl kanunları ile hüküm çıkaracakları farklı olsa da, bu usûl kânunlarını tesbitleri de gene o müctehidlerin hakk ve salâhiyyetleri cümlesinden olmak üzere, ana kaynaklara tam bir muvâfakat ve mutâbakât içindedir; başka ta’birle, o dört delilden çıkarılmışlardır…

   Geçmiş makâlelerimizde zikretsek de, şunları, tekrar sabırla okuyalım ki “mezheb” kelimesi kullanılarak, bu maske altında “İslâmiyyet’e nasıl bühtanda” bulunulduğu ortaya çıksın:

“Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele. 

Dîn’i “mezhepler üstü” bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak… Bu bir gerekliliktir; zira Dîn ilahî olduğu halde mezhep beşerîdir. İlahî olanı beşerî olana indirgemekse başlı başına bir arızadır… Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…

Yukarıda özetlemeye çalıştığım algı, “Ümmet’in vahdeti” konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi ve bizim, “Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?” sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor.”

İlâhiyatçıların kurnazlığı ve sağ gösterib sol vurmaları ve mugâlata ve desîse püskürtmeleri de, Sıfil Bey’de iyi görülüyor!. “İllüzyon” denen bu gavurca kelime ile sanki tasvib etmiyormuş gibi göründüğü “mezheb aleyhdarlığını”, altdaki son paragrafda “ümmetin ortak hissiyâtı” diyerek bu sefer “tasdik ve tasvib” renk ve boyasına daldırıyor; ve “illüzyon” dediğine bu sefer sâhib çıkıyor!.  Bunun adı da “ümmetin vahdeti adına o illüzyonu sırtlanıb kabullenmek!.”

Buna, dünyanın gözü içine baka baka katakülli çevirmek denmez mi? “İlâhiyatçı Cumhuriyet Bilginlerinin (!) merdlik ve dürüstlük kıstasları” bile böylesine ucuzlar olmuş!

“İlâhiyatçı, hadisçi, Kevserî’ci, Rıhleci, bilmem neci, v.s.ci” de olsa bir insan, işte böyle günü gelince hangi kıratda olduğunu bir türlü saklıyamıyor!. Bunlar, kelime ve cümleleri, işte öylesine dansöz gibi kıvırttırarak oynatıyorlar!

Hangisi?

 Müslümanların 14 asırdır gelen Müctehid USÛLLERİNE, Şarkiyâtçı (müsteşrik), gâvur âşıkları diliyle “oryantalist” gözüyle bakarak onların haksızca reddine “İllüzyon” mu denecek; yoksa, mezheblerin (müctehid usûlleri ile hüküm çıkarmanın), bölücülük ve tefrika olduğuna, “vahdet adına ümmetin reddetdiği ortak hissiyât” mı denilecek?.

Evet hangisi???

 Evet iki tarafı da idâre et gitsin… Kim hangi tarafda ise, o tarafı memnun edecek kısmı okuyub, Sıfil Bey’e “sefil” demeden alâkasını devam etdirsin! Okuyucu ve tarafdarları aman çatlak sesler çıkarmasın!. Bu modern “sekülerizma” devrinde “hubb-ı câh” olmadan nasıl yaşanır? Bu, 14 asırlık topyekûn müctehid ve ulemâya tepeden ve kuş beyinlerle kuşbakışı nazar eden “akademisyen”  ulemânın, kibir, enâniyet ve ne oldum delisi oluş motorunu işleten benzin mesâbesindedir!

 Birçokları nasıl olsa doçentayı “Ehl-i Sünnet zannediyor”; ve ne yazarsa yazsın, bundan sonra da bu etiket artık hiç düşmez ya!. Okuyucular dolambaçlı yollardan giderek yazılan ve ifade kabiliyyeti düşük mü düşük, devrik cümleli ve uydurukçalı satırları nasıl olsa “dembokratik ulemâ” kerâmetleri diyerek kabullenecek ya! Ma’lûmât-ı evveliyyeden sırılsıklam soyulmuş ve sıyrılmış kâriîn-i kirâm, zaten yıllar yılı “hoşgörü ve boşgörü çemberinden” de geçmiş değil mi? Seçime çeyrek kala, (C. Başı) ile (hemâheng) olmanın zevkine de varılırsa, çok daha renkli ve “mezhebçi insan boğazlamakdan” uzak, dembokratik ve “mezhebi geniş” bir manzara ortaya çıkarılıvermiş  olamaz mı?!.

Hem böylece, pekçok “akademisyen ilâhiyatçı yoldaşlarla” da, ara açılmamış, tam tersine nabza göre şerbet sunarak, “me’murca” bir mahabbet tazelemesi peydâ edilivermiş olur!. Bugünki yuvarlık dünyâ, âr dünyâsı da değil üstelik, KÂR, ÜNVÂN ve PAY dünyâsı!..

Ve Sıfil’in satırlarının, siyâsî başlardaki ağızdan nasıl kopya edildiğini, evvelâ aslı (orijinali) üzerinden tekrar görelim:

 “Mezhepçilik şu anda İslam dünyasını paramparça ediyor. Ümmeti paramparça ediyor. Bunu bizzat yaşıyoruz. Irak‘ta, Suriye‘de, Filistin‘de, Yemen‘de bunu görüyoruz. Ve acımasızca şu anda Müslüman Müslüman’ı öldürüyor…… Açık ve net; bizim Sünnilik diye bir dinimiz yoktur, bizim Şia diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır bunu böyle bilmek lazım. ”…… “Ne yazık ki mezhebini din edinmiş olanlarla başımız dertte.”

 

BÜTÜN KÂİNÂT BİLSİN Kİ:

İslâmiyyet’de USÛL diye temelin temeli bir disiplin ve YOL olduğuna akıl erdiremiyecek kadar bu dîne Fransız kalınırsa, ŞUNU FEHMETMENİN ASLÂ İMKÂNI YOKDUR: Bu (usûl olmadan), KİTAB, SÜNNET VE İCMÂ’A GİTMENİN MUHAL OLDUĞU, GENE O KİTAB, SÜNNET VE İCMÂ’IN ŞEHÂDET VE EMRİ İLE APAÇIK ORTADADIR; VE İCTİHAD İLE MÜSBİT OLANLARI MUZHİR OLARAK ELE ALMAK VE ALLÂH DÎNİNİ EŞYAYA HÂKİM KILMAK İMKÂNI MUTASAVVER DEĞİLDİR…

İnanmasa da, zerre kadar insaf ve vicdânı olanlar, bir vâkıanın tesbitinde, sadece bu hakkı teslim etmeden bir an bile geri duramaz!

Şimdi de kopya çekileni değil, Sıfil’in kopya çekilmişini okuyalım:  

“Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele. 

Din’i, “mezhepler üstü” bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak… Bu bir gerekliliktir; zira Din ilahî olduğu halde mezhep beşerîdir. İlahî olanı beşerî olana indirgemekse başlı başına bir arızadır… Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…”

Ne demişdik geçen makâlemizde, tekrarda “hasen” var! Okuyalım:

“Sanki kolonlanmış ikiz kardeş!

Veya, hangisi hangisinin kopyası!

Bu kadar olur!

Siyâsî Baş’ın Haliç K. Merkezindeki K.Doğum Haftası konuşmasından birkaç gün sonra, İlâhiyatçı enteller de, aynı frekans dalgalarıyla aynı renk ve desenlerde işte böyle döktürüverdi!

Hani bu ilâhiyatçı (öğ.üy), Kevserî Merhûm’un takibçisiydi?

İyi de etdi, şu anda hangi durakda ve hangi keyfiyetle ehlîleştirildiği nazarlara ‘ıyân oldu!. Yoksa daha nice garîbanlarımız, adı geçeni, “Şeyh Zâhid-i KEVSERÎ Merhûm” gibi bir allâmenin işini ve peşini takibde zannedecek; ve tercüme “Makâlât”ın aslına ve esâsına pek kolay vâsıl olunacağını zannedebileceklerdi!”

Modern ve dembokratik ilâhiyatçı Sıfil, yukarıya aldığımız satırları ile tam ma’nâsıyla saçmalıyor! Üstelik de bu saçmalamalar, “ümmet vahdeti mevzuunda hassâsiyet taşıyan herkesin ortak hissiyâtını ifâde ediyormuş!”

Demek, “ümmet adına konuşma salâhiyyeti bile almış” ki, satırlarının taşıdığı ma’nâ, “herkesin ORTAK hissiyâtını ifâde ediyormuş!”

Seçim anketleri ile dedikodu ve mâlâyânî hatta ve en doğrusu haram ve inkâr püskürten politik madrabazlar gibi, bu ilâhiyatçı da, belki rüyâlarında anket yapmış olabilir!”

Bunları yazmışdık dedikden sonra, devam edelim:

Anketdeki yüzde nisbetleri de ortaya dökülseydi, “ümmetdeki ortak hissiyât!” daha net görülüverirdi!. O yüzdeler de UKBÂ’ya kalsın!

Sıfil, o sıraladığı çirkin ve uydurma lâfları içün, “ümmetin vahdeti adına ortak hissiyat ve hassâsiyetdir!” diye dökülmeyi müteâkıben diyor ki:

 “Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?” sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor.”

Şu hâle bakınız: İki ayrı varlık varmış, bunlardan birisi din, ötekisi mezhebmiş; ve bunlar arasında da bir “ilişki” varmış! Bu ilişki denen “sapıtışkının” nerede başlayıb nerede bitdiği belli değilmiş; ve bu adı geçen başlangıç ve bitiş noktaları, “âcilen netleşmesi LÂZIM” bir mes’eley-i mühimme imiş!!!

“Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?” sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor.”

Ruh ve beden ilişkisi nerede başlar, nerede biter, sorusunun cevabı hem de ÂCİLEN NETLEŞTİRİLMELİ imiş!. Bu zor bir sual değil ammâ, maksad, üzüm yemek değil!. Akademik gözküllemek…Rûhun kılıf ve mahfazası KATLEDİLDİĞİ ve hurdaya çevriydiği an, artık orada RUH yaşamaz ve o hurdayı terk eder! Acebâ zerre miskal “dembokratik ve akademik havası” olan bir akıl, ne dendiğini fehm ü idrâk edebilmiş midir?

Bu kadar müctehid imamlar, bu kadar ulemâ-yı DÎN gelmiş, bunlar “din ile mezheb nerede başlar nerede biter gibi bir soytarılığı” aslâ hayâllerinden bile geçirmemişlerken, sen kalk, ikisi arasındaki hududun hudud taşları diye tutdur; ve üstelik de bu hudud taşlarının mübhem, bilinmez, karışık, sisli oluşunun “ACİLİYYETLE NETLEŞTİRİLMESİ” zırvalarıyla ortalarda boy göster; ve onların NET olmadıklarını zihne verici karıştırıcılıklara tevessül ve cür’et et; ve bütün bu ma’rifetler de, siyasîlerin “ne demek sünnîlik” diye Viyana’lardaki saldırıları devâmının destek atışları olsun!!!

Din ile mezheb nerede başlar, nerede biter soyu ve sopundan bir suâli, ancak dembokratik akademisyenler sorabilir! Ruh ve beden nerede başlar ve nerede biterse, Din ve mezheb de orada başlar ve orada biter!. Bedensiz ruh ne kadar yaşarsa, usûlsüz-müctehid imamsız din de o kadar yaşar!. Müctehid imamın elinden USÛL alınırsa, (hadi buna mezhebsiz tığ teber bir enkaz diyelim), ruhun elinden de BEDENİ katledib almış olursun!

 Sonra da gelsin, masa etrafında “ruh çağırma seansları!”

Oha, bekle gelir!

Bir zamanlar (50-60 sene evvel) psişik atraksiyonları ile meşhur müteveffâ Dr. Refet Kayserilioğlu nâmında birisi vardı; ve o, yıllarca masaların etrafında (kısrak-aygır) demeden iki ayaklıları toplar, bol bol ruh çağırırlardı!. Ulan bu ruhlar, önüne yem atınca koşub gelecek, yumurtası mebzûl ligorn tavukları mı?!

İ’tikadda 2, ameliyyatda 4 mezhebi Dinin üzerinden kaldırdın mı, ondan sonra masanı istersen “Dembokratik-laik ve Cumhûrî Yeni Türkiye Saraylarına” kurub DÎN çağır, nah gelir!

Erkek, merd, dürüst olan, dembokrasiye DÎNİ fedâ etmez!

İnanmasa bile, “ortadaki VÂKIA budur” der; ve eşyanın tabiatı ile gebertilecek olsa oynamaz!. Tabii biz de, hem emeviler hem abbâsiler devrinde 2 kere zındana atılıb kırbaçlanıb dövülen ve mesmûmen (zehirlenerek) ŞEHİD edilen O Müctehidler ATASI, Büyük İmam, BÜYÜK ŞEHÎD Ebû Hanîfe Rahmetullâhi Aleyh Efendimiz Hazretleri gibi adamların milyarda biri kadar da olsa, karşımızda müslüman ADAM görmek istiyoruz!

Nâmus, merdlik, dürüstlük, gâvur bile olunsa,  bunu şart kılar!

Laik cumhuriyet ve temsîli dembokrasi muktezâsı, modern ulemâdan (!) geçinme doçentalığı, demek ki böyle bir katakülli!

Haçlı Batı kafasında “religion” kelimesi, ekseriyâ dîni de mezhebi de ifade eder! Ancak mezhebi, “secte, sistem ve doktrin kelimeleri” ile de ayırmak mümkindir. İslâm’daki mezheb kelimesinin ifâde etdiği ma’nâ, Sıfil’in yazdığı gibi “epistomoloji ve ontoloji” gibi felsefî tabirlere bulayarak anlatılamaz!. Epistomoloji denen felsefî ta’bir, vahye müstenid ilimlerin kaynağı ile değil; aklî yani “felsefî bilgi denen beşerî kafa mahsülü bilgilerin kaynağıyla” uğraşır. Ontoloji de felsefî bir tabirdir; ve bunun, varlık mefhûmunun kaynağına inme usulleri aklîdir. Nevzuhûr İlâhiyyatçı, ashabdan gelen ilim ve varlık nakillerini bu kabil ta’birlere bulayarak, sahâbî sonrası nakillerden farklı görme ve gösterme şübhesi içine girib, suyu bulandırma peşindedir… Vahyi anlatan ıstılahlar yerine, felsefî ıstılahlar konulursa; ve VAHY, bunlarla anlatılmıya kalkışılırsa, ortaya, kurbağaca “anlatım” çıkmaz, zırva ve hezeyanlar çıkar!. Futbol terminolojisi ile tıbbî mevzû’ları anlatmak bile, bunun yanında pek kolaydır!!!

Anlaşılıyor ki, bütün ilâhiyatçıların “epistomoloji ve ontoloji” fotoğrafları, kolonlanmış gibi hep aynı kapıya çıkıyor!. Gerçi biz de, o (laik ruhbân sınıfı) imâl eden tezgâhlardan geçdik, ammâ, (ilâhyapyatsız) olarak ve selefimizin ehl-i sünnet çizgisinden bir milim ayrılmadan ve düzmece tâğûtî düzenlerin îmâlât hatası olarak… Elhamdülillah, hiçbir me’mûriyyet ve makamlarına da bir dakikalığına bile tenezzül etmeden…

Sünnî usûl-i fıkıh ve sâir usûller üzerinden ulûm-ı şer’iyyenin  günümüze kadar hangi hassasiyet, dikkat  ve akıllara durgunluk verecek çapda bir i’tinâ ile geldiğini öğrenmek istiyenler, zerre miskal insaf ve merd olsun ve 20-30 sahifelik (usûl tarihi) tedkîk etsin! Bugün, nice müdevvenât-ı İslâmiyye yanında, hemen ulaşabilecekleri bir eser olarak Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Merhum’un “Dînî Müceddidler” nâmındaki te’lîfine mürâcaat edilse bile, “epistomolojik ve ontojik” modern haçlı züppelik ve hurâfelerinden de, nisbeten kurtulma imkânı bulabilirler!. Ancak adı geçen eserin “sâdeleştirilerek” nisbeten sahteleştirilmişini değil, müteakıb yazımızda işâret edeceğimiz tab’ının okunmasını tavsiye ederiz!

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 22.05.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir