Dembokrasi Paketi, Dünyâ Sistemi Maketi!..
16 Mart 2019
Taze Seçim Naneleri!
19 Mart 2019

DÎNİN, LÂ TEŞBÎH EKSENİ, OMURGASI VE GENLERİ İLE OYNAMAK…

Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)

 

 

Muârızına “vatan hâini” damgası vurmak veyâ “nankör” ve “terörist” gibi ithamlarda bulunmak ne de kolay oldu… Hele hele seçim zamanlarında… Artık, nice gözü dönmüş çakma müselman veya müsvedde ve karikatürler, mezhebleri ve da’vâları hâline gelmiş partileri uğruna, birbirilerini ve işlerine gelmiyenleri en ağır kelimelerle o kadar rahat suçluyorlar ki, şaşırmamak elde değil… “Allâh için îmân ile küfrü ayır” desen, yanaşmaz; zerre kadar utanmadan da seni “tekfîrcilikle” ithâm ederler…

Alaman haçlılarında 13 olan parti sayısı, gûyâ müslüman olan Türkiya’da, yani Abdülhamid Cennetmekân Hân sevdâlısı ve dili “ümmet” kelimesine bile  politika tâcirlerinin cirit atdığı bu topraklarda yani Haçlı Demokrasisi ile idâre edilen (!) bu “müslüman” ülkede, el’ân faaliyetde tam 86 parti ve pırtı var!. Her parti, kendisini hakk yolda (!) görüp, binbir yalan ve iftirâ ile diğerlerini karalamakda, bâtıl, sahte, yalancı, hırsız, ahlâksız, dışarının uşağı, soyguncu, iffetsiz, uçkurcu, diktatör müsveddesi, bilmem ne ve ne addederek suçlamakda… İzâfî, i’tibârî, enfüsî, keyfî ve havâî bir kıymetlendirme çapaçulluğu, yüzsüzlüğü ve pejmürdeliği ile herkes biribirinin üzerine at sürüb, yeldeğirmenlerinin kolunu kanadını budama ütopisinde; ve uçuk ve kaçık bir akılla dedikodu girdabında anafora kapılmış gidiyor… Meyhane ve köprüaltı dili ile geviş getirenler, arada bir, gaseyân edib-etdirenler bile yok değil!. Bu dil, zirvelerden zırvalanarak halka da bulaşınca, ortaya nasıl Bizans keyfiyeti çıkacaktır, adamın tüyleri diken diken oluyor!. “İlelebed ve kader” gibi dînin en temel esaslarına taalluku olan mefhumlar bile, tepe taklak edilerek, cehlin eli ve politikacıların diliyle, ebedî hasârete yol açan mecrâlara kadar saptırılabiliyor!

Korkunç bir herc ü merc…

İhtisasda zirve olan bir asrın içinde bulunulduğu söylenirken, diğer yandan da, ihtisâsı katleden her nâehile devlet ve hükûmet işinde İRÂDE ve İHTİSAS (!) hakkı veren; ve böylelikle en câhilinden en şeytanına kadar herkesi TANRILAŞTIRANve onun irâde ve hâkimiyyetini Hakk’ın irâde ve hâkimiyyeti tepesine oturtan bir sistem… Mahlûku Hâlık, Hâlıkı mahlûk yapan; ve piramidi, tepesi üstünde durduracağı hülyâları içinde, böylece de ucûbelikde evc-i bâlâya çıkmış ve öne geçmiş bir düzen!. Halk, o çok kıymetli (!) bir tek oyu ve ne kadarcıksa o kadarcık “kendi” aklı ve idrâkiyle, yüzde birine bile akıl erdiremediği beşerî ve katakülli politikasına istikâmet çizecek; bunun içün de, gene beşerîlik kaydı ve şartı içinde kalarak, “doğru, hakk hatta politikacı sihirbazlıkların te’sîrinde kalarak ilâhî” görüb öyle vehmetdiği partiye “oy” verecek; hatta bazı hinlerin kılavuzlamasıyla bey’at edecek; ve onu, devlet ve hükûmet yapmak içün de,  nefsi emrindeki aklı neyi isterse onu irtikâb edib mubah görecek!…

Bütün parti ve pırtılar, halkı, hakkı arayan insanlar hâline gelmekden çıkarıb, kendilerini arayan robotlar ve narkozlular hâline getirmek gibi, son derece şeytânî bir yolun yapılanmalarıdır… Demokrasi, vazgeçilmez unsurları olan partileri bunun içün kurar; ve her îmân ve fikir grubunu bu havuzlara akıtarak pasifize eder… Her grub, başlarındakilerin yüzdeyüz yalan olan va’d ve sözlerine inanır veya inanmış görünerek, rakibleri ile mücâdele içün kendisini bu yalanlarla kuvvetlendirmeye bakar!.. Bunun içün bir YALAN ve ALDATMA düzeni, demokrasi kelimesine binbir sahte şirinlik yüklenerek kalabalıklara zerkedilir!. Çünki kitlelerin başlarındaki parti ileri gelenlerinin tamâmı da, böyle bir sistem olmadan, kendilerinin ihtiras ve baş olma şehvetlerini asla teskîn edemiyeceklerini çok iyi bilirler… Bu hakîkatı olmıyan ve yokluğun varlığı mevhûm sistemde, herkesin, kendisini saltanat sâhibi olma ve görme ihtimâli gibi bir serabı yakalama veya kumar heyecânı yaşama imkânı vardır! Bu i’tibarla ne kadar yalan ve sihirbazlıkla insan avlama ustası varsa, onlar, böyle sistem ve düzenlerin, devamlı müdâfaasını yapar; “onlardan aslâ geriye dönüş olamıyacağını bile söylemekden” geri durmaz hatta utanmazlar…

Halbuki mâzîde, inkârı muhâldir ki, böyle vahye müstenid ve aklın erişemiyeceği mükemmel bir tenzih noktasında eşsiz nizamlar, nebevî devlet ve hükûmet şekilleri olduğu ve yaşandığı vâkıası mutlak bir hakîkatdır… Mücerred beşer aklı esas alınsa bile, bu vahye müstenid oluş istisnâ edilerek ve fakat ancak demokrasiden daha doğru bir sistemi, “İstikbalin ateist rasyonalizması muhal derecesinde artık ortaya koyamaz” diyen bir akla pirim vermek, bizzat akla (tapanlar) tarafından aklın çöpe atılması demekdir; ve bu, demokrasi için de, “Aklın daha ötesi olmıyan son noktasıdır!” demek olur ki, gene bu, (aklın) iflâs etdirildiği kör noktadan başka hiçbir şey olamaz…

Bu i’tibarla, “demokrasiye”, kendisinden geri dönülüşü olmıyan bir sistem gözüyle bakmak, akla TAPIYOR görünenlerin de, aklı inkâr edişi gibi müthiş bir sahtekârlığıdır…

İşte dembokratik sistemler, politikacı esnafına, her türlü kifâyetsizlik ve acziyetlerini örten bu tarafıyla, en uygun bir düzen; onların karektersizliklerini tam tersden meziyetmiş gibi takdîme yarayan en uygun ve aldatıcı bir vasıtadır. Bunun içün de, her fırsatda ve müthiş bir hırsla, politikacılar tarafından onun reklâmı yapılır ve yaptırılır ki, kalabalıklar, onu DÎN derecesine çıkarsın; ve ondan daha mükemmel başka bir sistemin mevcûd olabileceğini düşünemesinler, onun aldatıcılıklarını göremesin isterler…

“Dembokrasi DÜNYÂ DÎNİDİR” hükmü, aslâ yadırganıb inkâr edilemez… Politik sahtekârlık bugün o noktadadır ki, Global eşkıyâların tek devletlik bir (dünya devletine) gidişde vazgeçemiyecekleri en temel stratejileri, dembokrasi denilen çukuru, bunun din olduğuna kendileri inanmasalar da, “En mukaddes odur!” diyerek, dembokrasiye, dünya din mefhumuyla yaşamış kavimlere onu, YENİ VE MODERN, EN SON BİR DÎN OLARAK çakmalarıdır… Din mefhûmuyla yaşamış kavimlere, eldeki, sahte bir dîn bile olsa, onu, en mukaddes değer olarak anlatmanın yolu, gene din mefhûmu üzerinden olacakdır ki, bu da, Haçlı Batı’nın, Şark’daki en büyük sahtekârlıkları ile sâbit bir vâkıadır…

Binâenaleyh, îmânî noktada sığ ve fikrî işlekliği de olmıyan ve kendisini hâlâ müslüman zu’meden nice nasibsizler vardır ki, çukuruna düşdükleri partinin en iyi, en güzel ve en doğru olduğuna îman ederek, söylemeseler de zımnen ve böylece, “O benim Dînimdir” demiş olurlar!.  Onu, mutlak hakîkatin yerine de oturtarak, hiçbir partiye dolayısıyla dembokrasiye taraf olmıyana, “O zaman alternatifin ne?” diye soracak kadar akıl ve zekâ iflâsına düşerler!..

Bu aklı ve zekâsı örtülmüş kalabalıklar ne kadar müslümanlık gösterişinde de olsalar, İslâmiyyet’in mutlak Hakk ve Hakîkât olduğundan bile haberleri ya yokdur veya buna inanmazlar… Bunun içün de, her hangi beşerî bir parti veya düzen veya sistemi, pek gerzekçe “alternatifsizmiş” gibi yemişlerdir; ve yedirmeye çalışırlar!.. Bunlar, İslâmiyyet’den başka,“Sonsuz kudret sâhibinin nizam ve sistemi olarak  ben, mutlak hakk ve hakîkâtım ve bunun içün de, ancak benim ALTERNATİFİM olamaz” diyen bir tek sistemin bile OLMADIĞINI ve OLAMIYACAĞINI göremez, duyamaz ve akledemezler!. Bunun netîcesinde de, belhum edâl mühürlüler OLARAK KELÂM-I KADÎM’de mahkûm edilmişlerdir!…

YSK’nın kararına göre Pazar günü, meselâ Alaman keferesinde 13 olmasına rağmen T.C.’de tam 86 cins parti-pırtıdan 8 kadarı seçime girebilecek; ve bunlara (59. 391. 328) seçmenin oy kullanması bekleniyor!… Cumhûriyet yerine krallık ve 86 yerine sadece bir düzine kadar parti ve aslına bağlılık ve kendi kendisi olma yolunda olduğu içün de, dünyayı parmağında oynatan başda İngiliz olmak üzere nice krallıklarla yürüyen Garb cenâhı; ve onun önünde eğilen 20. asır cumhuriyetleri, sabık cumbaşılar, diktatörler, şefler, raizler, vehhâbî melikleri, hâşimî bilmem neleri, başıbezli şark madamları, aslının dîninden utanan kökü kurumuş politikacılar ve daha neler ve neler!..

Lâteşbih ve lâtemsil, benzetmekde hatâ olmaz, Demokrasi dîninin 86 mezhebinden 8 kadarı, T.C.’de takrîb-i mezâhib ve telfîk-i mezâhibin de mubah olduğu kaygan ve kaypak bir zeminde kendisine müntesib arayacak; ve başındaki adama bey’at edilmesini bekliyecek!…

Her ferd, (oy)unu sandığa atarak demokrasiye “îmân” ve partisinin başkanına lâ teşbih “bey’at” tazeleyecek! Yeter ki sandık başına gitsin, yeter ki boş oy atmasın, yeter ki rengini belli etsin; ve o “çok kıymetli” oyunu çatlak (yarık) sandığın orasından cümle lâyıklardan birine atsın!. Bunların içinde bir tek parti ve onun adam ve madam takımından biricik  ferd-i vahid var mıdır ki:

“Biz, İslâmiyyet’in 15 asırlık yapısıyla cemiyet (MİLLET) hayatında eski yerini almasını yani lâyıklığı istemiyoruz!”

Dememiş olsun!

16 senedir, Haçlı Avrupa lâyıklarının bile ağzını bir karış açık bırakacak şekilde bütün partiler ve onların adam ve madam takımları, “Lâyıklığa”, Haçlı Batı’dan çok daha sıkı îmân etdiklerini hemen her fırsatda söylüyor ve ona îmân tazelemenin peşine düşüyorlar!

Bütün dünyada, siyâsî literatüre geçen lâyıklık, cumhûriyet, demokrasi, din hürriyeti v.s. gibi global dünyaya âid nice standart ve mefhûmları, hiç kimse, kendi milletlerinin gözünü külleme istikâmetinde kullanmamalıdır. Ve o gibi ecnebî ta’birler, dîne menfî ve ters ma’nalar taşıdıklarından, İslâmiyyet ile kat’iyyen bir araya gelmeleri ve aheng belirtmeleri mümkin değildir. Bunun içün de dînimizin aslâ kabûl edemiyeceği Haçlı Batı’dan müdevver o mefhumları, millete şırınga etmek içün onların ma’nâlarını değiştirmek ve saptırmak; onlara, böylece şirin gösterici (!) ma’nâlar yükliyerek insanlara benimsetmek; ve bu yollarla milletleri başkalaştırmak, metamorfize etmek, siyâsî “ETİK” bakımından dahî  aslâ kabûl edilemez… Aksi hâlde bu, doğruluk, dürüstlük ve İslâm’lık değildir; ve aslâ da olamaz…

Mefhûm ve ıstılahların içini boşaltarak veya oralara keyfe, ihtiraslara ve menfaata göre istenilen ma’nâları yüklemek, politik dayatmaların bir başka ve korkunç şeklidir… “Ben yapdım oldu da bitdi” demek; tepeden inmeci dayatmalar ve emr-i vâki’ler, “Ben değişmişsem millet de bana bakarak değişmelidir, din telâkkîsi bana göre olmalıdır”  demeler, tanrılık taslamalar olarak târihde çok görülmüş, nice dikta heveslileri bu yollara sapmışlardır… İnsanların akıl, mantık ve idrâkleri (kurbağaca algıları üzerinde hora tepmek),  insanlara olan saygı ile aslâ kâbil-i te’lîf edilemez… 27 yıllık ceberrutî Türk ŞEFOKRASİSİ, bunun en bâriz misâli olarak pek acı ve korkunç hâtıralarıyla hâlâ bu milletin hâfızasındadır… O zaman sâdece YASAKLANAN bir din varken; şimdi bu yasağa munzam, DÎNİN mâhiyyeti ve künhü ile OYNAMALARA kalkmak, nâmütenâhî çapda tehlikeli ve îmânları kül edici bir gidiş istihdâf etmek olacakdır…

Yüksek tepelerde bir takım reformist ve revizyonist nevzuhur tecdîd (!) heveskârı müctehid taslaklarının, aylık “Huzûr Dersleri” adı ile îcâd etdikleri ve Cennetmekân Abdülhamîd Hân Hazretleri siyâsetinin, lâyık politikaya, sûret-i hakkdan görünme taktiği  ile gûyâ aksettirilişi, nâmütenâhî farklar sebebi ile tahrîfât ve tağyîrât mâhiyyeti taşımakdan öteye geçemez; ve üstelik de netîcesi,  mutlaka ebedî hüsrâna açılan bir manzara olur!

Allâh Azze’nin ezelî ve ebedî irâde ve hâkimiyyetinin, ferdlerin “Değişmesi” ile “Değişen” bir nesne hâline gelmesi, artık ortada dîn diye bir varlık bırakamaz… Değişmiyene ne kadar DÎN denirse, “Değişen” nesneye de artık o kadar “DÎN DENİLEMEZ!” Ona: “Beşerî irâde veya tanrılaşma hâkimiyyeti” denileceği îzahdan vârestedir… 4-5 asır evvel Hindistanda, Ekber Şâh bunu denemiş, 3-5 dinden karma yapıb bunlardan bir tek din yapmaya kalkışmışdı… Fakat bugün, onun uydurduğu dînin esâmîsini bile bilen kalmamışdır!

İddialarımızı kavl-i mücerredde bırakmamak içün, vâkıaya bakabilir ve gidişâtın vehâmetini tahmîn edebiliriz!

El Cezire’ye (4/11/2016) verilen mülâkât:

“….hayatımda sürekli değişimler söz konusu. Okudukça, yaşadıkça ve hayâtı tecrübe etdikçe pek çok şeyin DEĞİŞTİĞİNİ görüyorsunuz. Bu değişim sırasında siz olduğunuz yerde kalırsanız kaybedersiniz. Bu nedenle kendinizi geliştirmeniz gerek. Biz de bunu başardık. Demokrasinin tanımını YENİDEN YAPDIK ve dünyaya MÜSLÜMAN NASIL SİYÂSET YAPARMIŞ GÖSTERDİK. LÂİKLİĞİN DE TANIMINI YENİDEN YAPDIK. LÂİKLİĞİN BİR ZAMANLAR TÜRKİYE’DE ANLAŞILDIĞI GİBİ OLMADIĞINI SÖYLEDİK. LAİKLİK, DÎNÎ VE FİKRÎ HER GRUBUN KENDİ İSTEDİĞİ ŞEKİLDE YAŞAMASI VE DEVLETİN TÜM BU İNANÇLARI GÜVENCE ALTINA ALMASIDIR. YOLUMUZU BAŞDAN BÖYLE ÇİZDİK.”

İnsanların, “Bir gece ansızın gelebiliriz” cinsinden bazı hafif emr-i vâki’leri Allâh’ın dîninde yapması, pek çetin ve ebedî mes’ûliyyeti olan bir işdir… Üstelik de, “Ben buna, bu ma’nâyı yüklersem, o da, o ma’nâyı hemen yüklenir; ve benim bir dediğim iki edilemez” gibi bir mantık, ne kadar yakın çevre müşâvirlerinin “Huzur Dersleri” denilen sun’î mahfillerde doldurulmaya çalışılırsa çalışılsın, bunun, ilme, îmâna, tarihî silsileye, usûl-i dîne, Allâh ve Rasûlü’ne kadar bütün HAKÎKATA taallûku ve vâkıaya aksedişi hiç de öyle kolay olamaz!. Buna nefesi yetecek adam ve madamın, şu anda yeryüzünde bulunamadığı mutlak bir vâkıadır!. Tekrar beyân ederiz ki, Ekber Şâh gibi pek çokları bu yolda yürümek istemişlerse de, bunun ehli olamadıkları mutlak bulunduğu içün, netîcesi hüsrân olmuşdur!.

Demokrasi dînini İslâmiyyet’in yerine oturtmak içün “Lâyıklık”, hangi ma’nalar ile içi değiştirilerek ve şirinlik taklaları atdırarak ve hangi kıratdaki  altın kupalarla içirilirse içirilsin ve takdîme çalışılırsa çalışılsın, Kayserili Hacı Abduş’un ta’biriyle İslâm’ın, beşerî sistemlerle beraberliğ ve “uyum hâlinde olması” gibi bir keyfiyete mâlik bulunması kat’iyyen muhâldir… Allâh Celle’nin Dîni, hiçbir mevadd-ı ecnebiyye (!) ile bir terkîb yapıb gene aynen yerinde kalamaz!. Böyle bir terkib, Şerîat ıstılahında “TELBÎS” olarak sûret-i kat’iyyede YASAKDIR; ne kadar zorlama ve emr-i vâkî’lerle de dayatmalar içine girilse, HAKK ve HÂKÎKÂT 15 asrın şehâdetiyle ortadadır ve bunu tekzîb ve nakzederek ortadan kaldırmak, hiçbir ins ü cinnin kârı değildir ve olamaz…

Deniliyor ki:

“Partimizin programında, lâikliği, demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminâtı olarak gördüğümüz açıkça yazıyor!” (28/4/2018)

Sanki İngiliz’in lâ’netli adasında ve daha düzinelerce gâvuristan devletinde bile, Haçlı dembokrasileri, “Vazgeçilmez lâyıklık şartı ile yaşıyor!!!”  Lâyıklık hiçbir zaman “Din ve vicdan hürriyetinin te’minâtı” olamaz, bu muhaldir! Ve en basit bir akıl ve mantık kânûnu olarak bedâten ortadadır ki, (lâyıklık), sâdece ve yalınız, lâyıkliğin te’minâtı olur!. İslâmiyyet’in te’mînâtı da, gene mücerred kendisidir yani İslâm’dır… Allâh Azze’nin beşerî bir te’minâta ihtiyâcı muhâldir; yoksa bu, onun acziyeti olur!. Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyetini ifâde eden İslâmiyyet, hiçbir zaman ve devirde sığınacak yer aramamış, te’mînât dilenmemiş, o bundan münezzeh bulunmuşdur…

İslâmiyyet, mutlak Hakîkat olması bedâhatiyle kendi dışındaki bir irâde ve hâkimiyyetin ona vereceği beşerî, izâfî, i’tibârî, enfüsî ve siyâsî hiçbir “hürriyetle” yaşayamaz, bu dahî kat’iyyen mümteni’dir; ve aksi hâlde onun içün bu, sığınılacak bir yere yani kendisine hayat hakkı vermek içün ilticâ edeceği koruyucu bir TE’MÎNÂTA ve İRÂDEYE muhtaç oluş ma’nâsı taşıyacağı cihetle, onun MÜNEZZEH ve MUTLAK hakikatini örtmeye ve ketmetmeye ma’tûf müthiş ve dehşetli bir oyun ve altatmaca olur… Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyetinin ins ü cinnin irâde ve hakimiyyetini muhatab alarak, onları, kendisine mutlak ma’nâda TABİ’ kılmanın nizâm ve sistemi olan İslâmiyyet’e, yani sonsuz bir irâde ve hâkimiyyete, lâyıklık denen ateizmayı gene onun tepesine te’minât olarak geçirmek, o dîni Allâh Celle’nin irâde ve hâkimiyetinden çıkarıb, beşerî bir irâde ve hâkimiyyetin metbûiyyetine bağlamak olur ki, buna, aslâ din ve vicdan özgürlüğü değil, tam tersine Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyetini, beşerî VESÂYET ALTINDA ESİR ve İŞLETİLEMEZ ve muattal bir noktada mahpus tutmak denir…

Lâyıklık, Türkiya’daki sâir dinler içün bile bir “te’mînât” değildir, aksini kabûl etmek ise, aklî, vicdânî ve merdçe olamaz. O mutlak değil ammâ mecâzî ma’nâdaki dinlerin de, Türkiya lâyık cumhuriyet devletine karşı bir ve yegâne te’mînâtı vardır ki, o da, İngiliz emperializmasının (müstemlekeciliği ve kan emiciliğinin) irâde ve hâkimiyyeti altında 1923’de imzalanan Lozan Andlaşmasıdır. Bu noktada durmayı ise, makâlemizin hacmini tahdîd zımnında şimdilik terke mübâşeret edeceğiz…

Politikacıların HAKK ve doğrulukdan ayrılarak hâdiseleri işlerine geldiği şekilde te’villeri; ve İslâmiyyet’in hakîkatini politik menfaat ve hesablar istikâmetinde bozmaları; “güncellemeler ve değişkenler” adı ile tahrîf etmeleri, daha ötesi olmıyan en büyük felâket bilinmelidir… Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyetini inkâra veya tahdîde müeddî ve müsâvî topyekûn beyanların, ilelebet mes’ûliyyeti ve vebâli olacağı da aslâ unutulamaz…

 XGözlerini tarafgirlik ve partizanlık bürüyerek, bunu, İslâmiyyet’in fersah fersah önüne geçiren ve üstelik de bunun farkında bile olmıyan, müselman ve süslüman geçinen bütün echel ve hafif kalabalıklar ve tarikat veya barikat adındaki çevreler, bugün futbol holiganları gibi ve büyülenmişçesine bir akıntı ve çakıntının içine girmiş,  sürüklenib gitmektedirler… Şer’î hiçbir hüccet ve müstenidâtı olmadan  tamâmen biyolojik insiyaklar elinde kalmış gibi, sağa sola çifte atarak yol alacağı zu’mu içindeki birçok gürûh-ı lâ yüflihûnun da, Müslümanları, ta’ciz, mugâlâta, safsata, yalan, cerbeze ve iftirâ gibi şeytânî silâhlarla vuracaklarını zannetmek de, son derece yanlışdır… Bunların aslâ muhatab alınmaması ve mutlak hakkın müdâfaa, ızhar ve tebliğinden başka hiçbir şeyle oyalanmamak; ve kuvvet ve kudret isrâfını irtikâbdan mutlaka hazer edilmesi, gâyesinde temerküz mecbûriyyetini hisseden bütün Müslümanların en mühim vazifesi bilinmelidir…

Geri dönmesi muhâl olan her nefes, âkil olanlar içün, beşerî şeytanlıkların değil; ve fakat, mücerred,  mutlak hakikatin hızmetinde alınıb verilmelidir…

Deniliyor ki:

“AKP iktidarı, LÂİKLİĞİN, sosyal hukuk devletinin ve DEMOKRASİNİN TE’MİNÂTI VE SARSILMAZ SAVUNUCUSUDUR!” (14/6/2009)

Bir Müslümanın ise, mücerred Allâh Azze’nin Dîni olan İslâmiyyet’in SARSILMAZ SAVUNUCUSU olması, onun ilk ve baş vazifesi olub, aksi  halde “İLELEBED HÂSİRÎNDEN OLACAĞI” Kitâb-ı Kadîm’in en baş hakîkatı ve beyânıdır…

Deniliyor ki:

“Din eksenli parti değiliz. LÂYIKLIĞI savunmalıyız!”

Din eksenli parti olmıyanlar, acebâ DÎNİN EKSENİ ile neden uğraşır, Dîni “Güncelleme” lafları ile onu neden ekseninden çıkarıb değiştirmek isterler?. 8/Mart/2018 Kadınlar Gününde DİB denen yere ta’lîmatlar vererek, dînin güncellenmesi yani değiştirilmesi yani ekseni, omurgası ve genleri ile oynanması, acebâ nasıl “Din Eksenli Parti olmamak”dır?! O DİB denen emir kullarının da, 10-11/Mayıs’da, yani “Güncelleyin ve Değiştirin” emrinden 63 gün sonra, “Sabiteler ve DEĞİŞKENLER GÜNCEL Dîni Mes’eleler Sempozyumu” adı altındaki konsilde bir araya gelerek “EKSEN ile OYNAMA” fermânının îcâbına bakmaları; ve “Başlangıç ve Sonuç Bildirgelerini” de, emre uygun olarak ve “Bâşüstüne Komutanım” diyerek pek güzel (!) ve matlûba muvâfık bir dille yazıb okumaları; ve Kitab ile Sünneti yüzbinlerce ictihad ile yaşatan ve “Müsbit olan İcmâ ile Muzhir olan Kıyâs-ı Fukahâyı” 15 asırlık dinden sökercesine beyanlar düzmeleri, bunlar hangi “DÎN ESSENLİ PARTİ OLMAMAYA” giriyordur?. Dîn EKSENLİ parti olmak içün mutlaka dîni ihyâ istikâmetinde bir parti (bu muhal ya), olmak şart değil; imhâ istikâmetinde tersden bir parti olmak da “Dîn EKSENLİ PARTİ” olmak demekdir!!!.

Vehhâbî Saûdî Arabistan’ın El-Arabia kanalına verilen mülâkatda da şunları görüyoruz:

“-Hılâfetin geri getirilmesi gibi bir hayâliniz veya isteğiniz var mı?

-Artık dünya bir değişim-dönüşüm içinde bizler zaten hangi sistemi getirmek istediğimizi, şu anda nasıl bir dönüşümün olması gerektiğini bugüne kadar anlatdık…..bu cumhurbaşkanlığı sistemi seçiminde, sorduğunuz sorudaki türden bir şey KESİNLİKLE yer almıyor. Yani şu anda Türkiye’nin öyle bir HILÂFET DERDİ, bir HILÂFET MES’ELESİ ya da benzeri bir şey söz konusu değil.”  (17/2/2017 de El-Arabia)

Cübbeli gibi tarikat ve barikat ashâbı tüy sıklet adam ve madam cinsi kesân ise, hâlâ “Ülülemre itaat” ütopileriyle yatıb kalkıyorlar mı acebâ?!. Bir tek tarikat ve barikat aklı yerindesi de kalkıb:

  “Ulan mollalar! Size hiç kimse öğretmedi mi, Ülülemre itaat ve’l-mu’cib-i ŞERÎAT diye!”

 Diyemiyor!. Futbol holiganlığı neyse, bu parti amigoluğu ve holiganlığı da o mu nedir?!. Halbuki Halifeye sahib olmak ilk günden son güne kadar ümmet üzerine VÂCİBDİR; ve i’tikâd bakımından da “Zarûrât-ı dîniyyedendir”  yani ona îman, mü’min olmanın şartlarındandır…

Aynı mülâkâtdan yani Vehhâbîlerin El-Arabia’sından suâl:

“–Siz İslâm ile Lâyıklık kavramını güzel birleştirebiliyorsunuz. Bu konuda Arab dünyâsına tavsiyeniz nedir” şeklindeki suâle cevab:

“–Yani ben, bu bağ kurmayı niye bu kadar İslâm dünyası geciktirdi onu anlamakda zorlanıyorum.”

XYani İslâm dünyasından pek şiddetli bir şekvâ ediş var! Bu zavallı dünya, dîni ile LÂYIKLIK arasında bağ kurmayı geciktirerek sanki çok büyük bir suç işlemiş!. Hem de bu suç, onu ANLAMAKDA ZORLANILACAK KADAR BÜYÜK BİR SUÇ!..

İslâm dünyası ancak 1924’de İslâm Hukukunun temelleri olan Mecelle’yi kaldırıb İsviçre Kilise Hukukunu “Medenî Kânûn” adıyla ümmete dayatıncaya kadar, “Dini ile lâyıklık arasında bağ kurmakda GECİKMİŞ!” dercesine…

1937’de de, T.C. anayasasına “Lâyıklık” resmen oturtuluncaya kadar da, gene GECİKİLMİŞ, rötar yapılmış, dercesine…

Keşke Osmanlılar, Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklular, Gazneliler, Karahanlılar, Uygurlar, Abbasîler, Emevîler hatta HULÂFA-İ Râşidîn de, “İSLÂM DÜNYÂSI OLARAK” lâyık olabilseler ve onunla “BAĞ KURMAKDA GECİKMESELERDİ!” dercesine…

Vah vah, ne gecikme âfetidir bu Yâ Rabb?. Bu kadar büyük eksiklik ve noksanlık Alemlerin Rabbine nasıl yakışır, dercesine…

Sonsuz tevbeler Yâ Rabb!

Estağfirullâhelazîm…

Hatta ve hatta Medine Merkezli ilk Şerîat Devletini kuran Allâh Rasûlü Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretleri de, “İSLÂM DÜNYÂSININ bu LÂYIKLIK BAĞINI KURMADA GECİKMESELERDİ DE, bütün Âlem-i İslâm, O’nu ta’kîb ederek ta başdan beri LÂYIK ve KAYIK ve GAYR-İ AYIK olabilselerdi” dercesine…

Sonsuz tevbeler Yâ Rabb!

Artık bu lâyıklık hasreti, bu kadar GECİKMEDEN sonra gelmekle, ne büyük eksiklik, zarar ve ziyâna ve felakete uğranılmış, vah vah!

Sanki 15 asırlık bu müthiş (gecikmenin) bugün kefâreti ne ise onu ödemek lâzımmış gibi “Güncelleme ve değişgenler” ruznâmede…

Haltettin Karamanlis’in ana me’hazlarından olan Baîdullâh Aleyhilla’ne, “Medîne Vesîkası adını verdiği talimatnâmeye, dünyada ilk anayasadır!” diyerek, ümmet arasına bir fitne atmışdı!. İşte, müslüman devletde o  zımmilere nasıl yaşıyacaklarını ta’limleyen emirnâmede de “Lâyıklıkla bağ kurmakda GECİKİLMESEYDİ!” dercesine…

Hatta ve hatta, “Kelâm-ı Kadîm’de de Allâh Celle ve Alâ Hazretleri bu işde önayak olub GECİKMESEYDİ!” dercesine…

“–Yani ben, bu bağ kurmayı niye bu kadar İslâm dünyası geciktirdi onu anlamakda zorlanıyorum.”

Denirse, “İslâm DÜNYÂSININ” şümûlü, ihâtası ve içine, 15 asır işte böyle girer; ve mes’ele de yahudi saçına döner…

“Dîn eksenli parti değiliz” mi denildi, o zaman din ile uğraşılmaz, dînin tepesinde gardiyan gibi dolaşılmaz!. Bunca lâfın delâlet ve işâretlerinden onmilyonlarca dünya müslümanı garîban anlamıyor olabilir; amma yarım asırdır eli kalem tutan îmân ve fikir ehli, her kelimenin nelere bâdî olacağını anlar ve anladığını da anlatmayı DÎNÎ bir mükellefiyyet bilir…

Tarîkat ve barikat ehline kadar cümle parti holiganları rahatsız olacakmış, umûrumuz da mı?. Sandıksal dembokrasi, her zaman yüze gülmez, bazen sürprizleri de olur!

Ne buyurmuş rahmetli Üstâdım:

“Batı dünyası şimdiki netîce meydana gelsin diye bize HÜRRİYET VE DEMOKRASİYİ AŞILADI.”

95 senelik maceraya, hele 110 senelik ihânet ve cinâyetlere bakılırsa, aşılanan şeyin ne aşısı olduğu iyi anlaşılır!. Fakat BUNU, onbinde kaç kişi anlar, o da mechûl!…

“Dîn EKSENLİ parti değiliz” deyib de, mecelle kânûn, kâide ve maddeleri ile o dîne kendi silâhı ile ateş etmek, bu da kaderde varmış deriz… Birileri bir-iki haftadır Anka kuşu diliyle konuşurken “Kaderimiz bu, söylemini geride bırakarak…” demelere; “Cumhuriyetin ilelebed yaşıyacağının resmisin…” gibilerde ütopilere bile, politika ateşi tavan yaptıkça akıl dünyâsında yer verebilir oldular!. Daha evvel de “Sakın kader deme, kaderin üstünde kader vardır!”  bâtılı da dillendirilmiş; ve fakat zekâ ve muhâkeme seviyesi ma’lûm ve tamâmen ehlîleştirilmiş bazı tarikat yani barikat cenâhının îmanlarından, hiç, “Ne oluyoruz!” gibi tırnak ucu kadar bir kıpırdanma bile görülememişdi!. Müsbet-menfî ne söylense, Erbakan mîrâsı olarak topu da: “Bir bildiği vardır, hatta kerâmetdir!” kör teslimiyetçiliği elinde şükür ile karşılanmalıydı!.

Şimdi de öyle. “Kaderimiz bu” söylemi terkedilmeli demek “Zarûrât-ı Dîniyyenin” en ana 6 temelinden birinin yıkılması demekdir. “Kaderimiz bu” demenin çerçevesi dışında bir atom veya hücre çapında en küçük bir zerreyi ve ona âid herşeyi bir müslümanın îzah etmesi dahî muhâlken… Zerre miskâl her seyi ve onun da herşeyini “Kaderimiz veya kaderiniz veya kaderi” hükmü dışında bir idrâk ve telâkkînin VAHY çizgisinde zerre kadar yeri olamaz; ve bu, bir an bile “Geride bırakılamaz!”

Kadere îmân varsa, kaderde olmıyan hiçbir şey yokdur ve olamaz… Bu kadar basit. Mu’tezilî (rasyonalizması) İslâm değil, ucu her yana uzanabilen; ve aklı, yabânî ve dizginsiz bir at gibi istediği tarafa salabilen, edille-i erbaa dışında kalarak hiçbir otorite tanımayan sözde bir dîn telâkkîsidir…  Kader ile alâkalı “söylem” piyasası bugün, ebede açılan bir mes’ûliyyet vâkıasını da hemen ve mutlaka yanında taşır olmuşdur!. Ve o, “îmân”a taallûku olan fevkalâde bir mes’ele olub, gene ilelebed yaşaması muhal olan beşerî rejim ve sistemler de, “muhalled”miş gibi gösterilmekdedir ki, bunlar da gene îmân çerçevesi içinde ve temele müteallık i’tikadî mes’eleler cümlesindendir… Bugün bu da, son derece idlâle açık pürüzlere büründürülebiliyor… Ne çâre ki, bu bile KADERİN içinde bir mevzu’!..

Bizim beyân etmek istediğimiz şudur ki, Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve hâkimiyyetini ortaya koyan MUTLAK DÎNİN bir tek cüz’ü ve hele “Zarûrât-ı Dîniyyeye” taallûku olan bir tek mes’elesi, milyarlarca politika ve politikacıya FEDÂ EDİLEMEZ… Bizi, bu hakîkatın dışında imiş gibi ele ve dile alanları ise, kul hakkı tanımıyan (MÜFTERİ ve Kezzâbîn) zümresinden kabûl ediyor; ve bu mübârek Şevval ayında Azizü’n-züntikâm olan Hakk Teâlâ Azze ve Celle’ye havâle ediyoruz…

Biz, her saat, her gün, her ay, her yıl fırıldak gibi değişen beşerî politikaların tefrika ve nefs azgınlığından başka netîcesi olmıyan karaktersizliğine zerre kadar mely ü mahabbet taşımıyan; ve tam tersine, onların tamamından da Hakk Celle ve Alâ Hazretlerine sığınan; ve misâfirhâneden başka hiçbir hükmü olmıyan şu küffâr hâkimiyyetindeki dünyadan, mutlak irâde ve hâkimiyyete cezm ve yakîn derecesinde îmân-ı şer’î ile îmân ederek ebedî ve hakîkî VATANA hicret eden muhâcirîn zümresinden olmanın dışında, hiçbir emel ve gâyemiz aslâ yokdur ve kat’iyyen de olmıyacakdır…

Politikanın sağından, solundan, önünden, arkasından, içinden, dışından, bedeninden, gölgesinden, isminden, resminden ve cisminden Hakk Celle ve Alâ Hazretlerine sığınmak, 1909 da mücerred Abdülhamîd Cennetmekân Hazretlerine BEY’ATI var olduğu içün İT cenahı tarafından “İdamlıklar Listesine” alınan CEDD-İ AZÎZİM ve Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevi Kuddise Sırruh Hazretlerinin Zıyâiyye Bartın Bekçisi ve ora Müftüsü, Dağistânî Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri’nin VASİYETİ iktizâsıdır; ve buna son nefesimize kadar ittibâ’, inkiyâd, sadâkât ve vefâ göstereceğimiz de, AHDİMİZ olarak som bir hakîkatın ifâdesi bilinmelidir…

Bu cümleden olarak bizleri neyin alâkadâr edeceği apaçık, sarih ve vazıh ortadadır; bunun dışında mevcud politikayı yalancı bütün şia, fırka ve partileri ile alabildiğine tenkîd veya redd, bizim aslî vazîfemiz; îman etdiğimiz “Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker” vecîbemizin de zarûrî bir netîcesidir…

Binâenaleyh, ortaya (agoraya) çıkanlar, fiil, kavil, mâzî, hâl, muhit ve tavırlarının delâletlerine göre elbetde ele ve dile alınır; mes’ûliyyet ve meşrûiyyetleri bize göre ve bizim îmânî esaslarımız ne ise bizim terâzîmizle tartılarak gramajları tesbît edilir!. Bunu biz, bize göre yaparız; karşımızdaki ne idiğü belirsiz echel-i cühelâ veya ekfer-i küferânın ölçüsüne göre değil…

Ne dersem “kânun hükmünde kararnâme” gibidir hemen tasvib görür dedin mi, bu tanrılık alâmeti olarak aslâ kabûl edilemez!.

Nasıl olsa “Din EKSENLİ parti değiliz” dedin ya, artık ne söylersen söyle dînin dışındadır, böyle olunca da mubahdır, hiçbir mes’ûliyyeti dahî yokdur, denilemez!. “Huzûr Dersleri Musâhibleri” belki de yüksek tepelerde ayda bir de olsa, bu mevzularda yüksek ictihadlar ve istinbatlarda bulunarak (!) zât-ı âlîlerini tenvir, te’kîd ve teskîn eylemekde olabilirler!. Ancak bunların bizim dînimize  göreliği ne ise, biz de onu, ona göre ele ve dile alır, îcâbına bakarız…

8/Mart Kadınlar Günü gösterilen “İslâmiyyet’i Güncelleme” hedefi, ertesi gün, şu manzara ile cihanın gözüne sokuluverdi:

“Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişeceği inkâr edilemez. Kurallar bunlar, bunlarla hareket ediyoruz. Eğer biz, İCTİHADLARI DEĞİŞTİRMEZSEK YANİ UYGULAMAYA İLİŞKİN KURALLARI, İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ŞARTLARA GÖRE SABİT OLAN NASSLARA UYGUN ŞEKİLDE YENİLEMEZSEK SÂDECE KENDİ KENDİMİZİ KANDIRMIŞ OLURUZ. ….İnsanlığın bugün ulaştığı noktada sahib olduğu imkânları, teknolojiyi, iletişimi, şehirleşmenin getirdiği insan ilişkilerini nasıl yok sayabiliriz. Bu tutum biraz önce ifâde etdiğim Mecelle kâidesine de aykırıdır….” (9/3/2018 kadınlar gününden bir gün sonra)

Mevzû’ İslâmiyyet olur da başka bir din olmazsa, yukarıda kendisine atıfda bulunulan ve “kural” denen nesne, “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr edilemez” şeklindeki Meccelle’nin 39. Maddesidir. Bu, geçmişde:

“Her inanca eşit mesâfedeyiz, layık demokrat cumhuriyet ilelebed yaşayacak, kaderimiz bu söylemini geride bırakarak, dîn eksenli parti değiliz, 4 hakk din vardır, dîne dayalı devlet sistemine karşıyız, bugün fâizsiz ekonomi düşünülemez, bugün 14-15 asır evvelki hükümleri KALKIB artık uygulayamazsınız, yok öyle şey, İslâm güncellenmelidir, v.s.”

Gibi öyle her aklına geleni söyliyen herkesin el atıb istediği tarafa çekeceği bir oyuncak olamaz… Haçlı Avrupa’dan müdevver kânunlarla işliyen bir sistemin îmân edenlerinin, bunun tam zıddı ve vahye müstenid kânunlara el atarak, onlar üzerinde ta’dîlât ve tebdîlâta kıyâm etmeleri son derece korkutucudur… Bu, vahye müstenid ve vaz’-ı ilâhî olan dînin, dembokrasi dîni adına demokratikleştirilmesi demekdir…

Hemen bilinmesi şartdır ki, Mecelle’de bu madde var diye “Bütün ictihadları değiştirmek” hedef alınırsa, ortada İslâmiyyet’in ELİF’i değil fethası bile kalmaz!.. 64.000 usûl kâidesi ve 500.000 ictihâdı olan İmâm-ı A’zam Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerini veya diğerlerini beğenmeyib, o büyük ve hakîkî müctehidlerin  ictihadları içün, onları:

“İçinde bulunduğumuz şartlara uygun olmadığından yenilemeliyiz ve aksi halde kendimizi kandırmış oluruz!”

Demek, yenilib yutulur bir nesne olmakdan fevkâl’âde uzakdır!

Sâniyen: Mecelle’nin adı geçen 39. Maddesi İslâm hukûkunu alâkadâr eder; ve şümûlünü de, gene o hukuk ta’yin ve tahdîd etmişdir.

Büyük Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri bunu, 1928’lerde Bosna’da Diyanet Reisi makâmında bulunan Cemalettin adındaki bir adama cevab sadedinde şöyle îzah buyururlar:

“Müslümanlar arasında intişâra başlıyan yeni moda dinsizlikleri müdâfaa sadedinde bazı câhil te’vilciler (Zamanın tebeddülü ile  ahkâm tebeddül eder) meâlindeki kâide-i şer’iyyeden istiâne etmek isterler. Her hususda îcâb-ı zamanı hâkim tanıyan Reis Cemâlettin gibi zamana tâbi’ dinler ve mülh.d dehrîler de bunu, dâimâ ileri sürerler. Halbuki o kâidenin nerelerde cârî olduğunu bu câh.ller bilmezler. İlimlerinden vaz’geçdik, eğer bu he.iflerde zerre kadar akıl ve idrâk olsaydı (Zamanın tebeddülü ile ahkâmın tebeddülü) her yerde kâbil-i tatbik olunca kendilerinin sâbit bir mezhebi bulunmadığı gibi,  İSLÂM DÎNİNİN DE BU KÂİDEYE BAĞLI, SÂBİT  ASIL VE ESÂSA İSTİNÂDI DÜŞÜNÜLEMEZDİ. ZAMANINA GÖRE UYDURULMASI ÎCÂBEDEN SUN’Î BİR DÎN OLMAK LÂZIM GELECEĞİNİ GÖRÜRLERDİ.  Mezkûr kâide örf ve âdetden neş’et eden ahkâma mahsûs olarak örf ve âdetin tebeddülü üzerine binâ edilerek, o gibi hükümlerde de tebeddül vukua geldiğini ifâde eder.” (Yarın Gazetesi, 22/Şevval/1346—13/Nisan/1928)D 1 09

Görüldüğü gibi günümüzde İslâmiyyet’in künh ü mâhiyyeti ile oynamak istiyenler, geçmiş asırlardaki geniş mezhebli kesânın mukallidleri olarak, günümüzde onların birer temsilcileri gibi hareket etmekte bulunuyorlar…

Lâyık-demokratik idârecilerin Müslümanların Medenî Kânûnu olan ve 1924’de İsviçre Katolik hukûku ile ortadan kaldırılan Mecelle’nin 39. Maddesine dayanarak, İslâm üzerinde bir operasyona girişmeleri aslâ kabûl edilemez.  Günümüz idârecilerinin böyle bir hakk ve salâhiyetleri de katiyyen yokdur ve olamaz. Mecelle’nin 39. Maddesi, söylendiği gibi “Bütün ictihadları değiştirmek” salâhiyyetini, farz-ı muhâl ortada İslâm Müctehidi olsa bile ona da veremez. O müctehid, kendi fıkıh usûlü kânunları ile kendi mezhebini=mektebini= ictihâd tarîkini ortaya koyabilir. Başka bir müctehidin ictihadlarını “DEĞİŞTİRMEK” ta’biri, son derece maksadı aşan bir ehliyetsizliğe delâlet eder…

Meselâ İmâm-ı A’zam Hazretlerini beğenmiyenler, kendilerine uygun gelen bir adamı müctehid i’tikâd ederek, onun ictihadları ile namaz kılar veya kılmaz, abdest alır veya almaz, oruc tutar veya tutmaz, bayram yapar veya yapmaz, hacda döner veya dönmez, nikah ve ticareti o adama göre yapar veya yapmaz, mirâsını ona göre taksim eder veya etmez, ahkâm-ı sultâniyesini ona uydurur veya uydurmaz, kezâ ve keza… Ortaya çıkacak müctehid ehliyetinde mütehassıs bir allâmenin bu ateist sistemde ortaya çıkması da muhâl çapında imkânsızdır. İki düzine fenni en mükemmel şekilde elde etmiş olsa bile, Akl-ı selîm, tefekkuh melekesi ve ilm-i vehbî gibi bir müctehidde bulunması şart olan en tabii şartları, bugünün aklı ve ruhu modern dünyânın binbir gıll ü gışı ve şeytânî politikaları, yalan ve dolanları içinde bozularak nefis putu hâline gelmiş adam ve madamları içinden çıkabileceğini düşünmek, gülünç bir ütopi olduğu gibi; hem de, bu işi çocuk oyuncağı gibi basit zannetmek ve böylece de o dîni, hiç kıymeti olmıyan bir “esâtirü’l-evvelîn” kabûl edib kıymeti beş para bile etmez bir nesne farzetmekdir…

Deniliyor ki:

“Ben Mısır’ın da lâik bir anayasaya sahib olmasını tavsiye ediyorum. Çünki lâiklik din düşmanlığı değildir. Lâiklikden korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim lâik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının lâikliğe BAKIŞI DEĞİŞECEKDİR!” (14/9/2011)

Lâyıklığın hangi şartlarda, hangi gâye içün ve 1789 ihtilâli ile  Fransa’da neye karşı uydurulduğu; dünyada ve başda Fransa olmak üzere nasıl tatbikât gördüğü; İngiliz emrindeki Haçlıların 24/Temmuz/1923’deki Lozan andlaşması ile bunu mücerred Hılâfetin ilgası içün Ankara murahhaslarına kabûl etdirdiği; üzerinden 7ay 4 gün geçer geçmez de 3/Mart 1924’de Hılâfetin (kağıt üzerinde de kalmış olsa) lâğvedilmiş olması; Osmanlı medenî kânûnu olan MECELLE’nin kaldırılarak İsviçre’den mütercem Kilise Hukûkunun “Türk Medenî Kânunu” adıyla aynı gün kabul edilişi; DİB denen yerin kuruluşu ile “Tevhîd-i Tedrîsât Kânûnunun” da aynı gün kabûl ve tahakkuk etdirilişine bakılır; ve o günden beri Türkiya’daki “Lâyıklık tatbikâtının nasıl bir işkence ve kıtal hareketi olarak” tatbikat gördüğü; İstiklâl mahkemeleri ile 500.000 kişinin canına mâlolacak şekilde infâz edilişleri, v.s.ler de hatırlanacak olursa, insaflı ve doğru bir beyanın, “Lâyıklık, DÎN (Müslümanlık) düşmanlığı değildir” gibilerde olmasına aslâ imkân bulunamaz…

Belâlar belası cezâ kânunun 1991 kaldırılan ve tam 42 yıl müslümanlara (Bu satırların muharririne de) kan kusturan 163. nemrûdî Maddesi, 1949’da  o zamanki CHP şefokratik şekâ.etinin başvekîli Şemseddîn Günaltay mülh.di tarafından “Tatbik edilmiyecek” gözkülleme ve kataküllisi  ile millet uyutularak çıkarılmışdı… Bugünün bazı tarikat-barikat ve islamcı civcivleri o günleri yaşamadıkları içün, bugün, ağzı açık ayran delisi gibi meydanlarda şov yapmayı iyi becerirler! Lâyıklık da, bugün dillerden düşürülmiyen  “Dinsizlik değil” şirinleme ve güzellemesi ile ve hangi gâyeler içün millete böyle şırınga ediliyor dersek, bunun îzahını yapacak adam ve madamlar ziyâde ve fenâ zorlanırlar?!

Aşağıdaki ibarede ise  “Atatürk’ün ideallerine kimin  sâhib çıkdığı “Güncelleme ve değişkenler”   safsatası düşünülünce ayne’l-yakîn görülecekdir!

Okuyalım:

“Tabii şu husûsun da altını kalın çizgilerle çizmek durumundayım… Bize, siyâsî târîhimiz boyunca olduğu gibi, son 9 yılda da, bu Dersim tartışmalarının ardından da hiç haketmediğimiz yakıştırmalar yaptılar. “Cumhuriyetle hesablaşmak” dediler. “Atatürk düşmanlığı” dediler. “Cumhuriyetin ilkelerine husûmet” dediler… Hiç kimse kusura bakmasın, kimin cumhuriyete sahib çıkdığı, kimin de cumhuriyeti tahrîb etdiği, su son 9 yılda tereddüde mahâl bırakmıyacak netlikde ortaya çıkmışdır. KİMİN ATATÜRKÜN İDEALLERİNE SAHİB ÇIKDIĞI, KİMİN DE O İDEALLERİN SÂDECE İSTİSMÂRINI YAPTIĞI AKP İKTİDÂRIYLA ÇOK NET BİÇİMDE ORTAYA ÇIKMIŞDIR. Ne CHP ne de MHP, bizim millet sevgimizi, vatan sevgimizi, memleket sevdâmızı ölçecek kalibrede değildir.” (2/2/2012)

Atatürk istismârını yapanların, bunlara alışarak bir gün CHP’leşdikleri ve  onun yerine oturdukları da bir vâkıa olarak karşımızdadır. İdeallerin ne olduğu keyfe göre değil, bütünüyle ele alınırsa ortaya dürüstlük çıkacakdır. Meselâ bir idealin ne olduğu şu satırlarla da ele ve dile alınamazsa, milleti aldatma ve kandırma ruznâmeye girmiyecek midir?

“Evet Karabekir, Araboğlunun yâvelerini Türkoğullarına öğretmek içün Kur’ân’ı Türkçe’ye terceme etdireceğim ve böylece de okutacağım. Tâ ki, budalalık edib de aldanmakda devâm etmesinler!”  (Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, 11. Tab’ı, s.93-94)

“İslâm dünyası Şia ve Sünnîlik tehdidi altındadır.” (28/4/2016)

Bazı Tarikat-Barikat ve islâmcı simsarlar ile, dünya menfaatlarını tanrı yapıb tapan parti holiganı ve amigosu olmayı meslek edinmiş dembokratik müselman ve süslüman kalabalıklardan bir tek adam veya madam, bu kabil hakîkat dışı beyanlara tam, dürüst ve düzgün, erkekçe ve merdçe cevab verebiliyor veya en azından sıkıntıya düşdüğünü ve incindiğini alenen ızhâr edebiliyor mu?!.

Müslüman Oğuz Türklerinin 1200 yıllık târihi SÜNNÎLİĞİN yaşanma ve müdâfaa târihi iken, ecdâd-ı azîzân ve şühedâmız mücerred bu uğur ve gâyede can verib kan dökmüşken, nasıl olur da onların kanlarıyla yoğurduğu şu Anadolu toprakları üzerinde, onları inkâr etmeye müeddî böyle cümleler sarfedilerek, toprak altındaki milyarların ve üstdeki dünya müslümanlarının kalbi böylesine kırılır ve incitilir?.

Bazı tarikat-barikat ve islâmcılar bunları neden görmez,  îkâz ve tenbih, îcâbederse ihtâr ve ma’rufla emir ve münkerden nehiy vazifelerini yapmaz da, yapanlara la’netli şeytan gibi diş gösterib hırlamayı din sayarlar?!

Yeter ki dembokrasi dîn-i salîb’i yaşasın öyle mi?!…

Yeter ki haçlı Batı’dan idhâl bu sistem, halkın irâde ve hâkimiyetini (!) aksetdiriyor olsun (!) ve halk uyumaya devam etsin!… Bu sa’yede İngiliz ve avenesi global dünya, Hılâfetin yıkıldığı merkezin ciğerlerini en ücrâ köşesindeki bronşcuklarına kadar cıgarasını zıkkımlayarak masası üzerinden görsün ve ta’kîb eksin!.

Sonra da gelsin Abdülhamid Hân güzelleme ve şirinlemeleri, Osmanlı mahabbetleri ve müslümanlık şiirleri, kaderi inkâr manzûmeleri, hatta ve hatta olmayan nâmevcûd ÜMMET’i VAR göstererek, ona liderler biçme ve çakma hamâset palavraları!… Elmalılı Merhûm’un Tefsîriyle, işte, bunun şehvetle ticâret ve istismârını yapacak  çok heveslisi amigo, holigan, bazı tarîkat-barikat ve islamcı pazarlamacılara, taskebabı tarifi cinsinden olamasa (!) da, ÜMMET TARİFNÂMESİ:

“ÜMMET, öne düşen, fırâk-ı muhtelifeyi toplıyan METBÛ’ bir CEMAAT demekdir ki, hepsinin önünde de İMAM bulunur!”

Kurbağaca diline çakılmış cumhuriyet neslinden anlıyana!

Açık yazayım, aman ha, sakın İSLÂM ve onun idâre sistemi gelmesin, bu, iyice unutturulsun ve artık tarihe mâlolarak antik bir eşya gibi arada bir hatırlanıb, teberrüken (!) nostalji,hamâset ve mitoloji mevzuu yapılsın!… Hatta, bu bâtıl dünyâ itikad ve sistemleri, ideolojileri, doktrinleri, rejimleri ve felsefeleri uğruna, “Süslümanlık iddiasında bulunan” nice echeller ve müteharrik heykeller, narkozlu beyinleri ile zerre kadar îman sancısı çekmeden, Haçlı Batı değerlerini müdâfaa içün de “Müslümanlara” iftirâ atsınlar; hakâretler yağdırsınlar, ve onlara aşağıdaki bühtanları revâ görerek, Hesab Günü’nün o şiddetli ve kahreden iklimine doğru güle-oynaya sürüklenib dursunlar!…

İşin en acınacak ve tel’în edilecek tarafı da, adı geçen kesânın, İslâmiyet ile zerre kadar alâkası olmayan ve fakat tam tersine, onu iptâl edecek (Haçlı sistemleri), dînimizin bir cüz’ü hâline getirerek ve ona îmân etmişçesine ve onları takdîs de ederek, hırsla, hatta gözleri dönmüşçesine kabullenişleridir… Allâh Teâlâ’nın dînindeki 15 asırlık idârî ve hükûmet sistemlerini beğenmemek üzerinden SÜBHAN olanı redd gibi i’tikâdî bir sapıklığı da içinde bulunduran bu hâlin, nasıl ebedî hüsrânı netîce vereceği bile, bu ehl-i barikat ve çakma süslümanların boş yürekleri ve loş beyinleri tarafından hâlâ daha fehm ü idrâk edilememektedir…

Bunların, Allâh Teâlâ’nın Müslüman kulları içün kullandıkları îmân, edeb ve terbiye dışı tezvîrât, iftirâ ve yalanlara bakılırsa, bunları, şeytanlaşan gayr-i müslimler bile Müslümanlar içün bu derece şerefsiz ve mes’ûliyyetsizce kullanmamışlardır. Ellerinde hiçbir şer’î delil olmadan bu kabil ağır ithamlarla Müslümanlara hücum edenleri, Cenâb-ı Hakk’a havâle etmekden başka çaremiz de kalmamışdır. “Delilsiz-hüccetsiz” mücerred kendi nefs ü hevâlarına taparcasına bir azgınlıkla Müslümanların haklarını boyunlarına geçirenler, Hesab Günü mutlaka bu yaptıklarının faturasını muhakkak ödiyeceklerdir! Müslümanlara:

“Şia şia olmayın; Allâh Azze’nin nizamına, sistemine, hılâfetine, Kelâm’ına, Kitâbına cemîan sarılıb ınkıyâd edin, tefrikadan kat’iyyen uzak durun, aksi halde rüzgârınız kesilir devletiniz elden gider!”

Meâlinde nice emirler Kelâm-ı Kadîm’in âyet-i Celîleleri ile ortada iken, bir Müslüman nasıl olur da bu emirleri parti amigosu olarak yok sayar; ve Müslümanların hukûkuna tecâvüzü, hâşâ ilâhî emirmiş gibi hırsla, şehvetle, şeytanca ve hayâsızca irtikâb eder?..

Üstelik bir takım büyüklere iftira derekesinde isnâd edilen ve Müslüman olmakla zerre kadar alâkası olmayan şu son derece çirkin ve sonsuz hüsrana açılan cümleler, bir Müslümanın ne ağzından ve ne de kaleminden çıkabilir:

 “-Boş oy atan vebâl altında kalır;”

“-Boş oy atan veya hiç oy vermeyen en kötüsüne vermiş olur;”

“-Boş oy atan küfre oy kullanmış olur;”

“-Oy kullanmayan vatan hâinidir;”

“-Oy kullanmayanlar bölücüdür, tekfircidir, fitnecidir…”

Târihdeki “Söyletmen, vurun ha!” diyen dağlanası tulumbacı ağzı ve “Var mı bana yan bakan ulan!” diye kuduran kopasıca Topane berduşu dili, bugünün “Ham softa kaba yobazında” din adına agorada gaseyân edilmekde; som ve katıksız müslümanın işkence edilmek üzere zındana kapatılması cinnetine denk bir denaat ve şenaatla da, dünya yüzüne bilmem neyin ne bezini bayrak diye sallıyacak kadar da  hayâsız bir kahpelik çehresi ve şerefsiz bir yüreksizlik yüreği ile karşımıza geçmişdir; ve belini dayadığı şirk ve küfür locasına da sanki bağdaş kurarak, ellerinden gelse kör satırlarla oradan üzerimize savlet edecek kadar da hortlatılmışdır!..

Her saat, her gün, her hafta, her ay ve her yıl, sadece Azîz Dîni değil; bizzât öz nefislerini de “Güncelleme ve değişgenliğe” teslim etme tabiatındaki,  Haçlı Garb’dan müdevver kânûn ve felsefelerin politikacılığı peşindeki kesânın, öz dilleri ile cihana gösterilen şu aşağıdaki manzarasına rağmen, onlara, bir tek YÜZLERİ varmışcasına bağlanarak TAPINMA periyoduna giren dîn simsâr ve komisyoncusu aşşağılık yobazlara, suratları sürtüle sürtüle okutdurulacak ve yalatdırılacak bir tek cümle bile, 6 satırlık bir tek cümle olarak şu kâfîdir:

AKP miletvekili M. Metiner 6-7 /temmuz/ 2003)de şunları yazdı:

“Dünün Erdoğan’ı yok artık. O “İslâmî Devlet” diyen Erdoğan gitmiş, yerine “Din devletine karşıyım, dinsel milliyetçiliğe hayır!” diyen bir Erdoğan gelmiş. Dün “Avrupa Birliğine “Hıristiyan Klübüdür” diyerek karşı çıkan Erdoğan, bugün başbakan sıfatıyla AB ile bütünleşmek için elinden geleni ardına koymamakda kararlı.” (Düden bugüne Tayyib Erdoğan”, Radikal, 6/Temmuz/2003)

Politikacı keyfiyetiyle onların paçalarını yalayan yalaka gürûhunun manzarasının bedâhât derecesinde isbât vesîkası olan şu cümle, herşeyi apaçık oraya koymaya yetib de artmıyor mu?.

Dembokrasinin dal harfinin bile, hangi ebedî hüsrâna yol açan ne necâset bir şirk olduğunu görüb bilemiyen bu aceze gürûh-ı lâ yüflihûn, bugün batı tefekküründeki cins kellelerin bile “Demokrasi denen çukurun” lâ’netli noktalarını dünyanın gözüne gözüne sokmaya başladıklarından bile habersizdir!.

Demokrasi denen beşer uydurması sistem, eğer, muârızına: “Sana hayat hakkı tanımam, mücerred ben yaşamalıyım” diyorsa, “Mutlak hakîkatım” demiş olur ki, özü ve sözü ile bunu aslâ diyemediği de bedâhaten ortada olunca, onun mutlaklığı muhâl; izâfî ve i’tibârî oluşunun MUTLAKLIĞI kendi i’tirâfıyla SÂBİT hatta müsbit olmuş olur… Mutlak hakîkât olmıyanın, “Muârızına hayat hakkı tanımaması” ise, adının demokrasi değil DİNOKRASİ de olsa, onun, keyfiyeti ve mâhiyyeti i’tibâriyle en (bo.dan) ve aldatan çukur olması demekdir…Ve ona, beşer lisânıyla sâdece ve yalınız DİKTATÖRLÜK veya Faşizma veya Şefokrasi veya bizim dilimizle  “Kenefokrasi” denileceği îzâhdan vârestedir…

Bir kısmına bâlâda işâret etdiğimiz gibi, bu kabil nice çirkin ve bâtıl cümleler kurarak ve ba’zısını Ali Haydar Efendi Hazretleri gibi büyük zâtlara söyleterek Anadolu halkının saf ve temiz dimağları idlâl ediliyor?. Îmân, fikir ve bilhassa müfekkire cevherleri muattal kalıb, tahlîl ve terkîb noktasında zerre kadar nasib ve kâbiliyyetleri olmıyan bu kabil kesânın, i’rabda yerlerinin olamıyacağı da, artık bedâhaten anlaşılmış olmalıdır…

Sandık başına giderek hangi partiye oy verirse versin, her T.C.vatandaşı şunu demiş olacakdır:

“Ben, bu heykelci, fâizci, alkolcü, zinâcı, kumarhâneci, ifsâd-ı akîdeci, iftirak-ı kelimeci, i’lân-ı münkerci, ma’rûfu emretmeyi ve münkeri nehyetmeyi ve CİHÂD ibâdetini yasaklayıcı sistemi tasdîk, tahsîn ve  kabûl ediyorum, bundan memnûnum, bunun sistemin devamını istiyorum, mutlak nizamın gelmesini istemiyorum, oy’umu da besmele ile ve nice Kur’an âyetlerini günlerce okuyub üfliyerek  sandığa atıyorum!”

Tamam… Adamın i’tikâdı bu ise, kime ne bundan? Îmân ve i’tikâdı bu olan kalabalıklara bizim bir şey dediğimiz yok, demokrasi dîni ve îmânına inanmış bir ferd-i vâhide, kimse zor kullanıb ona küfürler yağdırmıyor!. Dembokrasi irâde ve hâkimiyyetinin baskın olduğu bir yerde, buna zaten kimse cesâret de edemez, adamı keşkeş eder kadavrasını çakallara koklatırlar! Yukarıdaki gibi Demokratik beşerî bir sistemi tasdîk ve tahsîn eden ve onun irâde ve hâkimiyyetinde yaşamayı Allâh Azze’nin irâdesi ve hâkimiyyetinde yaşamaya tercih eden bir “vatandaşa”, hiç kimse sesini çıkarıb mâni’ olamıyorsa:

 “Ben, böyle bir düzene, düzülene, sisteme, nizâma ve beşerî rejime karşıyım, muârızım, îmân edib TAPMIYORUM!”

Diyenlere de, “Oy vermezsen Küfre oy vermiş olursun, teröristsin; hâin, bölücü, fitneci, tekfircisin, v.s.” gibi şeytanlaşma, sataşma, azgınlık ve kuduruşlar sergilemesi, iğrenç bir  tekfircilik, îmânsızlık, ahlâksızlık, sütsüzlük, kansızlık ve iz’ansızlıkdır…

Mezara girince, Münker ve Nekir nâm meleklerin “Kime ve hangi parti-pırtıya oy verdin!” diye soracaklarını “güncellemiş ve değişgenlemiş” olanlar, yani buna inanan demokrasi dîni mü’minleri, serbestçe ve “Kendi hür irâde, pardone, özgür seçenek ve çetenekleri ile ve besmele çekerekli oldukları hâlde”  oylarını verirler!.. Akşam gurubdan sonra da, gündüz sağa sola oy koşuşturması sebebiyle kazaya kalan namazlarını (!) ertesi güne sallıyarak ve büyük bir ittikâ ve dindarlık içre, kimilerinin “Dembokrasi kumarı” dediği şeyin netîcesi içün de cıgara paketleri üzerinde çetele tutma faslına gömülürler… Ve topu da, boylarının kaç demokrasimetre geldiğini görür, ya sevinçden terter tepinir; veya 106’lık havan mermisi gibi eğriler çizerek, hüzünden oturaklarına çakılırlar!. Üzülmemiş görünseler de, birkaç düzine düzgünlenerek düzülmüş yüzleri olduğu içün, husûsî mekânlarında, kendilerine oy esirgemiş ve kesirlemiş ümmet-i dembokrat halkın cehâletine ana-avrat dümdüz, arada da çatallı kazıklarla girişirler!!!

Trump denen kabuklunun seçiminde % 52, Makron denileninkisinde ise %48 sandığa gitmedi ve OY moy da kullanmadı. Böyle oldu diye o gâvur illerinde Kıyâmet kopmadığı gibi, o gâvuristan dâr-ı harbinde hiçbir gerzek yobaz da kalkıb, oy vermiyenlere:

“Küfre oy vermiş oldunuz!”

Gibi bir şeytanlaşmaya girmedi!!!

Orada öyle, ammâ bizde iş başka!. Dembokratik düzmece düzen öyle bir çatallı kazık olarak çakılmalıdır ki, artık İngilizin projesi iktizâsı, millet-i İbrâhimin ahfâdı, “hılâfet” diye bir şeyi aslâ hatırından bile geçirmesin, ümmet teşekkül etmesin; Haçlı Avrupa’nın, dünyanın etini, budunu, kanını ve iliğini sömürmesine mâni’ olacak, birleştirici, bütünleştirici, kuvvetlendirici, toplayıcı, hedeflendirici, sevkedici bir İMÂM-I KEBÎR îmân ve fikri, ancak nostaljik ve müzelik olarak vücud bulsun!. Buna muvâzî olarak da, modern ve dembokratik imâm-ı kebîrler uydurulursa uydurulsun; ve onların sa’yelerinde sâyebân olan yalakalar ve çakalakalar peydahlanıb, aslın aslı ortadan kalksın, yerine, aslı yok eden, aslın hormonlu ve GDO’lu karikatürleri ikâme edilsin!

Bu dembokratik düzmece düzende, insanların dînî inanışları, îmânları, vicdanları, söz ve ifâde hürriyetleri, neyi beğenib neyi beğenmiyecekleri; kime, hangi parti-pırtıya oy verib vermiyecekleri hiç kimseyi alâkadâr etmemelidir… İnsanlar, fikir, söz ve ifâde hürriyetleri îcâbı kendi görüş ve fikirlerini açıklayabilmeli ise, mes’ele kalmaz!. Bizim yapdığımız da zaten bundan başka bir şey değildir… 55 yıldır kullandığımız kalemimiz, ya hakkı yazacak bâtıla esir olmıyacak; veya hatm-i enfâs etdiğimiz gün susacakdır; hiç kimse, bu iki şıkdan başka bir şıkkın hayat bulacağını beklemesin!

Yukarıda söyledik, eğer gerzek yobazlar değil de, demokrasi böyle ceberrutlukla, cebâbire, decâcile ve zaleme dili ile  söylüyorsa, bizim bir tek sözümüz kalır, o da:

Yerin 77 kat dibine batsın sözde demokrasi, özde Diktatörokrasi veya Kenefokrasi olan necâset!”

Demekdir… Îmân ve mezheb, meşreb ve mekteb zâviye ve  genişliği müsâid olanlar, ona göre, isterse sandığa gider, hatta o sandığın içine girer ve oraya gömülmek istediğini bile söyliyebilir!.. İstemezse, sandığa değil Sandıklı’ya gider, bu hususda kimse kimseye “İlle de sandığa gideceksin!” diyemez!. Diyen olursa, (hastir’e) kadar iş uzayabilir!

“-Nass mı var ulan iblis!”

Der, geçeriz…

Bugün, öyle yeni cins mahlûkât üredi ve  türedi ki, kraldan çok kralcılık kumarı içine girdiler?. Batılı memleketler sandıksal kumarın mûcidleri oldukları hâlde bile, beğendikleri hiçbir parti pırtı yoksa, (sandık kumarına) iştirak etmiyenlere en küçük yan gözle bile bakmamaktadırlar!. Trump %48 seçim iştirakiyle, Makron %52 müntehib iştirakiyle bu işi yürütür; ve hiç kimse, “Neden sandık kumarına iştirâk etmiyorsun!” diye biribirini küfür ve hâinlik, bölücülük, teröristlik, tekfircilik ve fitnecilik ile suçlamazken, bu Anadolu türedi ve üredi mahlûkâtı ve Müslümanlık’dan azma nevzuhurlar, ne demek ve ne yapmak istemektedirler?

Dileyen İslâmiyyet’i, dileyen demokrasiyi seçer. Eğer demokrasi, “İlle de beni seçeceksin!” diyen bir sistem ise, ona sadece “lâ’netli bir diktatörlük” denilir; ve Allah kahretsin diye de beddua etmek bütün insanların baş vazifesi olur. Nerde kaldı ki, demokrasi dininin böyle bir tutturmasına da dünyada değil, ancak Türkiya’da bazı soytarı çevrelerde rastlanıyor!. Onun içün de, böyle dembokrasinin bu tür zorbalarına maddî ve ma’nevî, tıbbî bir tedâvî şartı vardır…

“İnanç hürriyeti” diye geveleyenlerin dedikleri zerre kadar doğru ise, bir Müslüman “Demokrasi ve onun vazgeçilmez unsurları olan parti-pırtılı bir sistemi inancına ters beşerî ve tâğûtî bir düzen olarak görebilir!” Veya, oy verib bey’at edeceği keyfiyetde bir yapıyı karşısında görmiyebilir… Hastalığı vardır, hiçbirini beğenmeyebilir, i’tikâdına hepsini de ters görebilir, hepsinin küfürlerini yakalamış olabilir, ahlâksızlıklarına, gaddarlıklarına, küfürlerine, nâmussuzluklarına, pisliklerine, soygun ve hırsızlıklarına şâhid olmuş olabilir! Böyle bir insanı “Şunlardan birine oy verecek bey’at edeceksin, buna mecbursun!” diye zorlamak, o insanı, insan yerine koymamak ve esir kabul etmek, boynunda görülmeyen bir iple sandığa çekib, “Buraya istemesen de, beğenmesen de mutlaka enerjini, özünü, benliğini, irâdeni aksetdirib akıtacak, sahsiyetini buraya satacaksın!” diye, cebretmek ve zorlamak, ona işkence etmekdir!. İşte buna, dembokratik modern sandık işkencesi denir… Burada insan haklarına tecâvüz görmiyen kim olursa olsun, ona da, o işkenceye uğrayanların, insan gözüyle bakmamak hakkı doğar…

Parti-pırtıların başlarındaki adam ve madam takımları miting ve nutuklarıyla biribirlerine:

“Hırsız, sahtekâr, yalancı, çocuk tacizcisi, terör yandaşı, Feto güdümlüsü, diktatör taslağı, terbiyesiz, ahlâksız, darbeci, homongolos, dinsiz, câhil, terörist, v.s.”

Gibi yüzlerce isnadda bulunabiliyor!. Burada 2 şık var:

1) Bu isnadlar doğru ise, bu adam ve madamların yüzüne, bir müslüman nasıl bakar da onlara oy verib onlara destek olur?

2) Bu isnadlar YALAN ise, bunları karşısındakilere isnâd edenler MÜFTERÎDİR. Bir müslüman, müfterîlere nasıl oy verib bey’at edecek ve onlara destek verecekdir?

İki hâlde de tam bir kepâzelik, rezâlet ve pislik var demekdir ki, bu, bir müslümana “Ben bunların heçbirine oy veremem!” dedirtir ve onu bunda meşrû’ gösterir…

3) Politikacılar biribirlerine  “Hırsız, sahtekâr, yalancı, çocuk tacizcisi, terör yandaşı, Feto güdümlüsü, diktatör taslağı, terbiyesiz, ahlâksız, darbeci, homongolos, dinsiz, câhil, terörist, v.s.” gibi yüzlerce isnadda bulunmaya hak sâhibi olacaklar; amma bir müslüman, bunların tamâmına aynı şeyleri söylemeye HAKK sâhibi olamıyacak!. Bu ne menem bir fikir fuhşudur, Ey Cihân?.

Böyle necâsetin içine sâdece biz değil, bütün Kâinât ederse, yüzde yüz isâbet eder!.. Benim aklım, îmânım, târîhim, aslım, ecdâdım, mantığım, mukâyese ve muhâkememle kim alay ederse, ben de onun cibilliyetini ve nâmussuzluğunu böyle makâle ile cihanın ruznâmesine sokar, “İşte bunların manzarası budur!” derim…

Artık o, “İlle de şuna oy vereceksin, vermezsen küfre oy vermiş olur, yani kâfir olursun!” demeye kadar varan bir zorbalık ve eşkıyâlığın içine girerse, ona, değil Müslüman, insan bile denemiyeceği bedâhaten ortaya çıkmış bulunur… Böylelerine Müslümanların diyeceği tek şeyin: “Hırs ve gayzınızla kahrolun, Hesab günü ellerimiz iki yakanızda olacak mel’unlar!” demekden başka bir şey olmıyacakdır.

Büyük Üstâd, büyük dehâ ve büyük imân ve aksiyon adamı büyük mütefekkir Merhûm Necib Fazıl Bey, bu çakma müselman veya süslüman ve “ham softa kaba yobaz”, îcâbında boynu yularlı, diplomalı, bilmem neli ve neli gerzek tâifelerin sabah akşam zikretmelerine değecek şu hükmü yazmışdır:

“Batı, demokrasi ismini verdiği nizam ile doğruyu aramak içün PARTİ kurarken; onu  bize, ezelî ve ebedî doğrumuzu parçalamak içün sokdular…”

Adı geçen gerzek zorbalar, vahiy ve akıl sistemleri arasındaki nâmütenâhî farkı bile mukâyese ve muhâkeme melekesinden aciz; her 24 saatde bir, 540 kere söyledikleri tesbihin (Sübhân olanı noksan sıfatlardan olabildiğince tenzih edişin) delâletleri karşısında, zerre kadar vecd ü istiğrak mazhariyetiyle sarsılmakdan da uzak, papağanvârî ses kirliliği ile Müslümanlık oynamayı  Müslümanlık zannedecek kadar  nasipsizlerdir…

En büyük da’vâları Allâh’ın Dîni ve Şerîatı için cânlarını bile fedâ edebilecek kadar gözü pek Müslümanların torunları, bugün, bâtıl batının Müslüman doğuya dayatdığı bu bâtıl sisteme, kendilerini nasıl bu kadar esîr etdiler ve gözleri de nasıl bu kadar boyandı? Dîn ve da’vâları ne zamandan beri demokrasi oldu?

Kendi partilerini (şialarını, fırkalarını, tefrika kazıklarını) o kadar da’vâ edindiler ki kendilerine muhâlefet eden bir Müslümanı “vatan hâini, bölücü, fitneci, tekfirci” veya “terörist” görebiliyor ve zerre kadar hayâ etmeden de, küfründe hiç şübhe olmadığı hâlde sırf kendi partisine destek verdiği için bir kâfiri yüceltebiliyorlar!?

“Lâ ilâhe…” deyişe îmân ne oldu?

“Dâr-ı harb, dâr-ı ridde” ne demek, hani hanefîlik ve ehl-i tarîk haysiyet ve şerefi?..

Allâh’ın emri olan devlet idâresi usulünün dışında kalan bütün ideoloji doktrin ve religionlara İLÂHE” diyerek, İslâm’ın idâre sistemine göre yaşamak isteyen bir şahsa ne denir? “Terörist” mi? “Vatan hâini, fitneci” mi? “Bölücü, tekfirci” mi? Terörist” mi? Bugün dâr-ı harbden bin beter dâr-ı riddelerde yaşayan Müslümanlara, inandığı gibi yaşamak istediğinde bunlar deniyor… Bu şekilde susturulmak isteniyor. Falan giderse, filan da gelirse şöyle olur, böyle olur diye mevhum ve şeytânî korkular uydurarak korkutulmak isteniyor. Bir takım “Lâyık, güncellemeci, eski müctehidleri, icmâ’ ve kıyası beğenmiyen, 14-15 asır evvelki hükümleri kalkıb bugün uygulayamazsın diyen, değişkenlikci” politikacılarla, tam tersini söyleyen Cennetmekân Abdülhamid Han Hazretleri mukâyese edilerek, aralarındaki en mühim ve sonsuz fark, nice ifsâdât adına göz ardı ediliyor. Bu mukâyese kadar, sonsuz bir abes tahayyül bile edilemez. VAHİY hattı üzerindeki bir halîfe-i müslimîn ile, layıklık cumhuriyet ve demokrasi gibi Haçlı Batı patentli sıradan bir akıl çizgisindeki şahısları ayniyyet içinde cem’etmek, gülünç değil, aynı zamanda mutlak hakikatin katlinden başka bir delâlet de ortaya koyamaz…

Teslîm aldığı hilâfeti tam 33 yıl Allâh için ve Allâh’ın Dînine, Şerîatına ya’ni hükümlerine, emir ve yasaklarına göre idâre etmiş olan; ve bu sebeble çekmediği zulüm kalmayan; iç ve dış düşmanları tarafından kendisine binbir çeşit iftirâ atılan Cennetmekân Sultân II. Abdülhamîd Hân Hazretlerini, bugün icrâatları yüzünden birtakım düşmanları tarafından bertaraf edilmek istenen bazı politikacılar ile mukâyese etmek bile, mutlak bir abesdir. Birisi hayâtı boyunca Allâh’ın irâde ve hâkimiyyetini yaşatmak için yaşadığı halde; diğerleri, kulların irâde ve hâkimiyyetini yani  “demokrasiyi yaşatma” gayretinde olduklarını, olur olmaz her yerde, mütemâdiyen ve apaçık, ilân ve reklâm edib durmuyorlar mı?!

14.07.1996 tarihinde:

 “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Demokrasi amaç değil araçtır” diyenler, şimdi ne diyorlar? Bunları ve ille de sandığa tapılacak demeye getiren bugünün parti-pırtı havârîsi yobaz, zorba ve çakma müselmanları neden duymaz olmuşlardır?

Demokrasi Mutlak Hakîkati değil; hangi seviyesizlik seviyesinde olursa olsun “çoğunluğu” esas alan, Batı patentli bir sistemdir. Halbuki Allâh Celle Celâluhû, En’âm Sûre-i Celîlesinin 116. Âyet-i Kerîme’sinde:

“-Yerdekilerin ekserisine uyarsan seni Allâh yolundan saptırırlar; onlar sırf zann ardında gider ve sâde atarlar!”

 Buyurmaktadır… Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde çoğunluğa neden uyulmaması gerekdiği apaçık yazmaktadır:

“-İnsanların çoğu kâfirdir, fâsıkdır, müşrikdir, inkârcıdır, gâfildir, yalancıdır, zanna uyar, inkâr ederek direnirler, şükretmez, imân etmez, hakkı kerih görürler, şirk koşmadan Allâh’a inanmazlar, müjde ve uyarılardan yüz çevirir ve işitmezler, aklını kullanmaz ve bilmezler…”

Kezâ ve kezâ…

Mücâdelesi ve satırları işlerine gelmediği için büyük allâme Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerine dahî “vatan hâini” gözüyle bakan bu barikatçı köhnemiş zihniyete inâd, İslâm’ı müdâfaa etmekde hâlen tâzeliğini muhâfaza eden ve kuvvetli-sahih bir îmân ve mantık silâhıyla muârızlarının çene ve kalemlerine tapa vuran bu büyük zâtın satırlarından, şu hakîkatı da iktibâs etmeden geçemeyiz:

“-Hakk ve hakikat aded-i ârâ ile ölçülmez ve dâimâ ekseriyet tarafında olmaz!”

Hakk ve hakikati, oyların çokluğu ve kellelerin kalabalıkları ve hiçbir siyâsî ihtisas ve hakikat vecdi olmıyan insan yığınları ile ölçen hangi BEŞERÎ sistem olursa olsun, o, bu hâliyle daha ilk adımda HAKK ve HAKÎKATI karşısına almış; ve  daha ilk nefesiyle nefsini ademe mahkûm etmiş demekdir…

Bâtıl Batı’da bile artık ehemmiyet verilmeyen bu demokratik seçimlere 1946 San Fransisco dayatmasından sonra, mâzîsi 1200 yıldır İslâmiyyet olan bu memleketde bu kadar esîr olunması, iflâsda ısrâr ve inâdın ta kendisi bilinmelidir. Bugünün Garb âlemi artık, “Demokrasi” adını verdiği beşerî sistemin, aradıkları DOĞRU VE ADÂLETİ asgarî derecede bile ortaya koyamadığını görmüş; onun, Global çetelerin insanlığı tek isimlik devlet sistemi altındaki sömürü çarkı bulunduğunu anlamış; ve onun, insanlığı tek tip urba giydirilmiş mahkûmlar gibi gördüğünü farketmiş; beşeriyeti, dişleri arasına alarak öğütme ve sonra hazmetme gıdası olarak telâkkî etdiğini de haykırmaya başlamışdır…

Yârın başka bir beşerî sistem dünyâ çapında revaçda olsa, Türkiye kurtarıcı ve kahramanları (!) acebâ ne yapacaklardır? Modaya uyub, onun esîri olan sokak matinatoları gibi, onlar da moda sistemi mi benimseyecek; ve onun îcabları ile mi maymunlaşacaklardır?

Müslüman, demokratik sistem içerisinde, ona, iyinin kötüsü diyemez. Bu sistem içinde mahkûm kalarak, en iyisini seçmek demek, sistemi en çok kabul etmek demekdir… Biz, bütün beşerî sistemlere “L” diyerek, Büyük Müfessir Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi:

“Allâh’a îmândan evvel küfre tevbe şartdır. Bu tevbenin şartı da tâğutları aslâ tanımamaya AZMEYLEMEKDİR” diyoruz…

Son söz:

“ALLÂH’IN İRÂDE VE HAKİMİYYETİNİ KİM YAŞATACAKSA, BAŞIMIZA ANCAK ONUN GEÇME HAKKI VARDIR. BUNUN, ÎMÂNÎ BİR MÜKELLEFİYET VE MECBÛRİYET OLDUĞUNDA ASLÂ ŞÜBHE DE EDİLEMEZ. İSLÂMİYYETİ BEĞENMEYİB, ONUN GÜNCELLENMESİNİ YANİ ZAMAN, MEKÂN VE ŞARTLARA GÖRE KILIKDAN KILIĞA GİRMESİNİ VE VAZ’-I İLÂHÎ OLAN İCMÂ’ VE KIYÂS-I MÜCTEHİDÎN İLE hatta Kitab ve Sünnetle 14-15 asırdır TATBİKDE OLAN MÜSBİT VE MUZHİR MİLYONLARCA HÜKMÜN BUGÜN UYGULANAMIYACAĞINI ALENEN VE RESMEN CİHANA İ’LÂN EDENLER, KİM OLURSA OLSUN, BİZ MÜSLÜMANLAR İÇÜN BUNLAR, DÎNÎ BİR KIYMET VE MECBÛRİYET OLMAYI ASLÂ HAKK ETMİŞ OLAMAZLAR…” 

 

İntişârı: 23.06.2018 / 21:00:09

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir