Nihâyet Gülen’i, (Müctehid Ve Mehdîden Sonra) Asrın Müceddidi De Yapdılar!
7 Mayıs 2012
Başvekîlin Kürtaja Karşı Oluşuna İnandık!
26 Mayıs 2012

R.T.E’nın 19 mayıs 2. Gençlik şurasındaki konuşmasında söyledikleri çok büyük tenâkuz ve yanlışlar taşımakda... Noktasına kadar aynen diyor ki:

BAŞVEKÎL RTE, TENÂKUZ VE ÎMÂN KARIŞIKLIĞI İÇİNDE Mİ?

Ahmed SELÂMÎ

R.T.E’nın 19 mayıs 2. Gençlik şurasındaki konuşmasında söyledikleri çok büyük tenâkuz ve yanlışlar taşımakda…

Noktasına kadar aynen diyor ki:

“Derisinin rengi ne olursa olsun, konuştuğu dili, dîni, mezhebi her ne olursa olsun kendisini bu topraklara, bu toprakların târihine âid hisseden, bu toprakların bu gününe âid hisseden herkes, bu milletin bir ferdidir.”

Demek ki “millet” olmanın tek şartı keşfedilmiş oluyor; ve deniyor ki, bunun biricik şartı vardır ve o da “toprağa âidiyyet!!!”

Biraz daha tafsîlen beyân edelim:

“- Dîniniz, hristiyanlık (nasrâniyet), yehûdiyyet veya Müslümanlık da olsa, hiç farketmez. Bu üç dinin müntesibleri de bir tek “millet” demekdir; yeter ki aynı topraklarda yaşasın!. Zâten bu üç din de “ibrâhimî dinler” olmak hasebiyle bir tek din sayılır. Vatikan da, bu istikâmetde bazı O. Ötesi “hocalara papalık misyonu” ve “kardinallik berâtı” lutfetmişdir…

Zapetaro arkadaşımla ben de zaten “medeniyetler ittifâkı”  uydurmamız içinde “bu üç dînin medeniyetini!” kastederek itikâd esaslarını ve hayat tarzlarını takrîb etme, kucaklaştırma (halt etme-karıştırma) peşinde az mı gidib geldik ve halvet olduk!. Binâenaleyh bu üç din de, Türkiye’de aynı toprak üstünde yaşadığına göre hepsi de bir tek “millet!” demekdir… Aralarında hiçbir fark ve imtiyâz olamaz…

Dindâr gençlik yetiştirmemizin önünde de artık hiçbir mânia kalamaz. “Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek DÎN” dediğimiz zaman bazı özürlülerin ödü ağzına geldi ve İslâmiyyet’i kasteddiğimizi sandılar!. Halbuki üç dinin ittifakı ne eder, bir eder, bunu bile özürlü tabakam hesablayamadı; ve biz de “Dilim sürçdü!” politik formülümüzle vaziyeti kurtarıverdik!.

Bazı mollacıklarım ile “ham softa kaba yobaz” takımları  da “Tek DÎN” deyişimizden “İslâmiyet’i kasteddiğimize cidden inanmışlar ve benim “dilim sürçdü!” deyişimi yüksek ve takiyyeci politikama bağlayıb ferahnâk bile olmuş, hatta siyâsî dehâma hayranlıkdan gözleri yaşaran Fıkıh profesörü Haltettînî üstadlarım bile kulağımıza gelmişdi!”

İşte, herhangi bir millet kendisini Kur’anla  mukayyed olmakdan çıkarırsa, sonunda böyle akıl tanrısı önünde nefs heykellerine ibâdet etmeyi bile bir şey sanacak hâle gelir!

Tahtında müstetir beyân ediliyor ki, “toprağın” dışında ne varsa; “din, mezheb, dil, v.s.” şu veya bu, ne kadar insanlığa âid yüksek kıymetler varsa, bunları geç ve sil, hepsini fasofiso bil!

BOP eşbaşkanı olmak rütbesine kadar terfî etdirilen R.T.E’nın felsefesi de bu!. Kim ne der, “Dembokrasi, hoşgörü ve diyalog, Zapetero yoldaşlarla düşe kalka ve öpe koklaşa medeniyetler buluşması ve kuluçkası!” diye işe başlanırsa, mecbûrî istikâmet elbetde o tarafa olacak ve bundan kaçış ve kurtuluş da olmayacakdır!

Başvekîl Receb Bey, eğer kendisini millete yani müslümanlara “müslümanım diyerek!” tanıtmasaydı, “kendisinin mensûbu bulunduğu bir dîni ve inancı vardır; ve bu dînindeki millet (nationalité) mefhûmunun felsefî ma’na ve medlûlü de buymuş!” der geçerdik…

Herkes kendi îmân sistemi içinde “millet” mefhûmu ne ise, elbetde ona inanacakdır; ve bundan daha tabii bir şey de olamaz… Türkiyeli bir yahudi, bir rum veya bir ermeni, elbetde kendi inançları içindeki “millet” kelimesinden ne anlıyorlarsa, bize göre de, o anlayışın sâhibleri olarak “zımmî hukûku içinde” son derece rahat, hür, müreffeh, târihde olduğu gibi  yaşamak hakkına sâhibdir…

Yahudi, rum ve ermeni olmak, ayrı ayrı milletlere (nationalitelere) mensûbiyet ortaya koyar. Bu, kavmiyet (nationalite) esasına göre millet kelimesinin delâletidir. Bu ma’nâda “Türk, Arab, Acem, Arnavut, Boşnak, Kürt, v.s!” denildiği zaman da, bunların her biri ayrı ayrı milletlere mensûbiyyet belirtir; ve aralarında müşterek bir (kan birliği, soy birliği, nasyonal bir beraberlik, kavim ayniyyeti) yokdur. Ancak ırk birliği gibi daha üst ve ihâtası geniş birlik noktasına  girilecek olursa, Lâtin ırkı, Germen ırkı, Slav ırkı, Turan ırkı, sarı-siyah ırk, v.s. gibi şeyler de ortaya çıkacakdır…

Bir de, asıl din (İslâmiyyet) esâsı üzerine millet sınıflandırmaları yapılır ki, (millet kelimesi, daha 90-100 sene evvelde ittihadçı tahrîfâtına kadar müslüman coğrafyasında dîn=İslâmiyet ma’nâsında kullanılıyordu) Anadolu’da da asıl tasnif buna göredir. Çünki Anadolu ve İslâm Coğrafyası, 15 asır içinde Kur’ana göre telakkîlere sahib olmuş ve “müslümanım!” demekde samîmî olan bir kişi, bu esâsa göre bir “millet” mefhûmuna sâhib bulunur; ve diğer din ve inançların, ideoloji ve doktrinlerin tasniflerine aslâ ve zerre kadar kıymet veremez…

Kur’an, Âdem Aleyhisselâm’dan Kıyâmet kopuncaya kadar bütün insanları (îmân) esasına göre “milletlere” ayırmış; ve Kur’an’a îmânı olanlar da, bu temel esâsa göre insanları üç milletden ibâret görmüşdür.

İttihatçı, cumhûriyetçi, dembokrat ve en son da şimdi hoşgörü diyalog nesilleri, bâtıl batı önünde aşağılık duygularına kapıldığından ve onlar önünde puan toplama endişesi taşıdığından, dolayısıyla da müslümanlığı beğenmediği ve ondan utanır olduğundan, mefhumlar üzerinde kaydırma, oynama, tahrîf ve yuvarlamalar hız ve hayâsızlık kazandı…

İnsanları, ırkları, kavimleri, milletleri, “ulusları”, bilmem neleri ve neleri yaratan da, Kur’anın beyânına ve mutlak îmânımıza göre odur ki, her şeyi yaradan Allâh Azze ve Celle… Ve O, ilk insandan i’tibâren kıymet ortaya koyacak sınıflandırmayı üçe ayırarak yapmış; ve bunu, Kelâm-ı Kadîm, Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinden (2. sahîfeden) itibâren, ilk ve baş hakîkatlardan biri olarak ortaya koymuşdur…

  1. Mü’minler milleti, (4 âyet)
  2. Kâfirler milleti, (2 âyet)
  3. Münâfıklar milleti, (13 âyet)

Münâfıkları bellemek çok zor ve onlar çok tehlikeli olduğu içün, Allâh Azze, onlar hakkında tam 13 âyet sevkederek, onların evsâf-ı şenîalarını diğer iki sınıfa nisbetle mufassalan beyân etmişdir…

Kur’an-ı Mübîn, insanların tasnifini, insanların kuş beynine ve onların azgın ve şeytânî nefislerine aslâ teslîm etmemiş, bizzat Allâh kelâmı ile kat’î hatlar olarak bütün ins ü cinne mübeyyinen bildirmişdir…

Bu tasnîfin dışında ne kadar millet, “ulus=yahudice sürü demek”, kavim, ırk, ideoloji, doktrin, felsefe, devlet, hükûmet ve bilmem ne tasnifleri varsa, bunların tepeden tırnağa tamâmı da, müslümanın Kur’âna mutlak tebaiyyeti iktizâsı keenlem yekündür, yok hükmündedir, hiçbir kıymet de ifâde edemez… Ve “Lâ ilâhe…” ve “Lâ şerîkeleh…” ana ve temel îmân (i’tikâd) kânûnumuz mu’cebince de bunlar, mutlak ma’nâda nefy ü reddedilir… Samimiyyetle “müslümanım!” diyen kim olursa olsun, onun içün bunu kabûl ve zıdlarını nefy ü redd, şartdır; ve müslüman, buna me’mûr, mecbûr ve bununla mükellefdir… Reformist ve telfikçi fıkıh (!) kokonaları ve bel’amlarının, “yumuşatma, kolaylık, zamana uyma, dembokrasiye sıvanma, efgâniciliğe yamanma ve bilmem ne!” gibi şeytanlıklar adına ortaya atdıkları tahrîf, yâve ve modernist hurâfelerin, Müslümanlıkla zerre kadar alâkası düşünülemez…

Mes’ele, zarûrât-ı dîniyyeden yani ana îmân esaslarından biri olduğundan, müslüman kalmanın da mutlak bir şartı…

Evet, bütün bu ve bunun gibi mukaddes ve muazzez dîn sâbiteleri çocuk oyuncağı değildir; ve felsefe ile karışmış kafaların kendi keyfine göre el atacağı orta malı bir nesne de olamaz…

Başvekîl kim olursa olsun, hatta “Dünya ve Okyanus Ötesi İmparatorluğun ağasıyım!” diye şişip şımaran hayalperest bir adam bile olunsa, eğer sözde değil de, “özde müslümanım!” diyorsa, bu esaslara ters bir beyânda aslâ bulunamaz; ve ileri geri  keyfine ve politik hesab ve plânlarına göre de konuşamaz; konuşturulamaz, güdülemez, sürülemez, gâvur işbirlikçisi olamaz, sürüden biri gibi hareket edemez…

Yüzbinden fazla gönderilen peygamber ve onlara îmân eden müslümanlar, Musâ ve Îsâ (Aleyhimesselâm)a îmân eden müslümanlar da dâhil, yukarıdaki esaslara îmân etmenin mükellefleri olarak yaşamışlar ve o istikâmetde konuşmuşlardır. Aksini iddia eden, isbâta kâdir olamaz ve şeytana maskara olmayı göze alarak yaşar!

Yeri geldiği ve nice kişinin câhili olduğu ve fevkal’âde îmânî ehemmiyeti bulunduğu içün beyân ederiz ki, adı geçen 2 peygambere “yahudilerin ve hristiyanların peygamberiydi!” veya “Mûsâ Aleyhisselâm’ın dini yehûdîlik, Îsâ Aleyhisselâm’ın dîni hristiyanlıkdı!” demek mutlak küfr olub, bunun mürtekîbi müslüman idi ise derhâl tecdîd-i îmân ven-nikâh eylemesi şartdır… Aksi halde nikâhı düşmüş ve menkûhası haram olmuşdur; takarrübü zinâdır, kestiği yenmez, müslümana vâris olamaz, adı değiştirilir, müslüman kabristanına defnedilemez, v.s…

Mürtedd olmakdan, son derece şiddetle Allâh Azze’ye sığınılmalı!

T.C. Laik Başvekîli, “din ve mezheb farkı gözeten, bizim milletimizden olamaz!” demeye getiriyor… Herkesin kendi inanç, din veya felsefe esaslarına göre bir tasnif içine girmesi, bu dembokratik herc ü merc içinde tabii bir netîcedir!. Biz de, yüzbinlerce peygamberin izinde olarak ve Allâh Azze’nin inzâl buyurduğu Kitab’lara tebean bütün mevcûdiyyet ve îmânımızla deriz ki:

“-Bizim biricik milletimiz,  kat’iyyen İslâm milletidir; ve müslüman olmayan da, bizim milletimizden değildir; ve aslâ da olamaz. Müslüman olmayan milletlerin en mükemmel hayat te’minâtı da, bizim milletimizin, ruh ve îmân kökünde mündemic olub, bunun dışında insanlığa adâlet ve huzûr getirici bir usûl ve esasdan bahsetmek, mutlak ma’nâda muhaldir!. Bu fikir ve îmân nâmusuna sâhib olmak ise, aynı zamanda (aslımızı inkâr etmemenin) ve süt ve kan keyfiyetimizi ecdâdımız ve soyumuza lâyık olarak muhâfaza ve müdâfaanın da biricik isbât vesîkasıdır…”

Laik ve demokratik T.C. Başvekîli, felsefesi ve inançları zâviyesinden bir bakıma doğru söylüyor olabilir!. Ama biz müslümanlar içün mes’elenin özü ve esası budur… Bu da, bizim, Kur’ana dayandığından, aslâ değişmez ve mutlak hakîkat bildiğimiz; ve hiçbir beşerî ve tâğûtî politikaya eyvallah dememekde kat’iyyen kararlı müslümanlığımızın zarûrî bir netîcesi bilinmek lâzım gelir…

Gerçek müslüman, (münâfık ve kâfirler değil) ancak, Kur’an, Sünnet, İcmâ’ esasları ile sübut bulan ve tâbî’ olduğu müctehid imamın çizgisinde kalarak ahkâm-ı Kur’aniyyeye  (ahkâm-ı dîniyyeye) ittibâ’ ve inkıyâd eden, dünyâ tâğutlarının uydurma ve zorlama prensiplerine her zaman ve mekânda kulak asmayan ve ölesiye direnen ALLÂH KULU demekdir… Gerisi, angarya, şeytana esâret ve fasafisodur; ve hesab günü, cehennemi netîce verecek olan, adamın başının sonsuz belâsı demek…

Kur’an ve münzel kitabların hiçbirinde ve yüzbinden fazla peygamberin hiçbirinin tebliğ ve beyanları arasında “aynı toprağa” bulanmak, boyanmak, dolanmak ve böylece bir “millet olmak!” gibi bir esas yokdur ve aslâ da olamaz. Bu, “esâtîru’l-evvelîn” kabilinden bilinmesi şart bir uydurmadır; ve topyekûn peygamberler bundan ve benzeri esâtirden mutlak ma’nâda münezzehdir… Hatta onlar, bu şekilde “toprak bağlılığıyla” bir bütünleşmeyi, insanların beyin ve gönüllerinden söküp atmak üzere irsâl buyurulmuşlar; ins ü cinnin kalblerine hakk ve hakîkatı yani Allâh’a mutlak îmânı çakmak üzere milletleşmeyi ve meselâ “Millete İbrâhime Hanîfen Müslimen” ibâresini, îmânın aslâ ve kat’a vazgeçilmez bir esâsı yapmak üzere vazîfelendirilmişlerdir.

Üç dini de Hazret-i İbrâhim’e (sonsuz kere hâşâ) bağlıyarak “ibrâhimî dinler!” diye bir halita uydurmak cür’etinde bulunmuk ise, “İbrahim ne yehudî ne nasrânî idi, o dosdoğru hanif bir müslümandı ve asla müşriklerden değildi!” gibi bir mesajla Kâinâtın önünde bulunan başmu’cize Kur’anı mutlak tekzibdir… Allâh’ın Kitâbı, kendisine son derece zıd ve politik hesablarla ortaya atılan beşerî yâveler varsa, onların topunu da 15 asırdır olduğu gibi bugün de yok edib nefyetmeye dâimâ muktedirdir ve sonsuza kadar da böyle olmaya devâm edecekdir…

“Bu, politika şeytanları arasında çok zordur, ne yapayım, vaz’iyyeti idâre ediyoruz!” gibi kör mazeretlerle kirli takiyyeciliğin, “ikrâh-ı mülcî” olmadığı müddetçe Allâh’ın Dîninde aslâ yeri olamaz; ve bu iş, politik felsefelerle lâübâliyâne yürütülecek bir mes’ele değil, son derece ciddiyet isteyen ve samimiyet ve ihlasla yürütülecek fevkal’âde ehemmü’l-ehem bir noktadır…

İhtiyâc sâhibi ins ü cinnin bilgilerine…

(İlk intişârı: 20.05.2012)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir