Dîni İçden Yıkıcı Ramazan Müşriklerinin İki Hedefi…
6 Mart 2024

 TAHRÎFE KARŞI ÇIKARKEN (İSLÂM’DA) TAHRÎFÂT!

-1-

Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)

 

ORTADA OSMANLI’DAN KALAN ULEMÂ (lâ teşbih-TABİB-İ HÂZIK-I MÜSLİM-İ ÂDİL) KALMADIĞINDAN, PÜSKÜLLÜ VE ÇEYREK HASTA BAKICILAR, KALB VE BEYİN AMELİYÂTI YAPAR OLDU!

Bazı püsküllü, duhanlı, dumanlı ve ağlâlli ALLÂMELERİN (!) âlimlikle ve Ulûm-ı ŞER’İYYE tahsîli ile ciddî hiçbir alâkaları olmadığı bizzat kendi i’tirafları ile de bilinmektedir. Bunların, KAMALİST cumputrasinin ateist ve lâyık mekteblerinden, beşerî ve Haçlı Batı KÂNÛNLARI ve felsefeleri okutan (lise ve hukuk fakülteleri gibi) tezgâhlarından geçdiği apaçık ortadadır. Gene bunların, uydurma PARTİ ve TÂRİH dedikodularına bulanarak ve tâğûtî-şeytânî politika mübârezeleri ve mübtezelliği içinde ve şirkâlûd vasatlarda harcanan bir ömür isrâfı ve zavallılığı içinde yaşadıkları da îzahdan vârestedir…

Tamâmı içün böyledir dememekle berâber, bu kabil ba’zı kesânın, her şeyden evvel AKLÎ ve rûhî muvâzenelerinin keyfiyeti mutlaka nazar-ı i’tibâre alınmalıdır… Çünki,  her mevzû’da düşdükleri müteaddid TENÂKUZLAR ve kendi edeb dışı ifâdeleriyle “kerâmete k.ç atdıran keskin ZEK” sâhibi olmakla ikide bir ve kerâmeti kendinden menkûl velî (!) taslakları gibi kendilerini uçurdukları da, sık sık ve kendi ifâdeleriyle ortadadır. Kendi adamları ma’rifetiyle ve onların diliyle şahışlarına yükledikleri  “ÇAKMA Üstâdlıkları;” ve  irticâlen konuşmalarında her zaman pek gergin ruh hâlleri ile saldırıcı ve azametfürûş (büyük görünme hırsıyla) kibr ü gurûr manzaraları çizerek, hatta hakâret ve küfürbazlık, sövüb sayma hududlarında ifrâd edib sâbit kadem oluşları; bizzat kendi ağızlarından duyduğumuz en galız “ana-avrat sinkefli” lâğımlaşmaları dahî  bir vâkıadır… Başkalarına âid bazı hadiseleri (kizbe medâr olacak şekilde) kendi başlarından geçmiş gibi takdimleri, (bunu da bizzat görmüş canlı şâhidiyiz ve ileride anlatacağız)..  bunların, bu adamların, îmân, ahlâk, ruh ve akıl sıhhatlerine son derece DİKKAT edilmesini şart kılmaktadır…. Binâenaleyh bu kabil kesânın:“64 kitab yazdım, bunları üstüste koysam A. Hakan’ın boyunu aşar” kabilinden her fırsatda NEFİSLERİNİ putlaştırma ihtirâsâtı ve sokak ağzıyla konuşma ve hesabsız palavraları bile, onların ilmine değil, cehline, hatta cehl-i mürekkeb sâhibi oluşlarına delil ve hüccet olduğu bedâhaten ortadadır… Îmân ve i’tikad’daki dalâlet ve cehâletlerine bervechi âtî bizzat kendi satır ve beyânları üzerinden ve son derece MÜDELLEL olarak temâs edecek ve yazdıklarımızı aslâ kavl-i mücerredde bırakmıyacağız biavnİLLÂHİ TEÂLÂ…

         Bütün bunlar ve niceleri de nazara alınırsa, muhatablarımızın, mücerred ayarsız atılganlık, cür’et, tehevvür (kuvve-i gadabiyenin ifrâd derecesi), câhil cesâreti, azametfürûşluk (büyüklenib böbürlenme) ve cehl-i mürekkeb gibi evsâf-ı mezmûme ile mütehallî bulundukları, bundan böyle apaçık ortaya çıkacakdır.

Sağlıklarında, hemen aşağıya aldığımız gibi, palavra ve korkunç cehâlet ve dalâletler patlatdıklarını; ve binnetîce İSLÂM’ı tahrîf ve tağyîr ile Hakk’ı bâtılla TELBÎS edib müthiş tenâkuzlar sıkdıklarını, artık TESBÎT ve TA’YÎNE geçebiliriz:

“Târih boyunca tahrif hareketleri diye üç tanesi KOCAMAN cildli, bak bitânesi senin önünde, her biri böyle 700 sayfada. Bi dördüncü cildi daha var, Allâh sıhhat âfiyet verirse yazacam….. 16 ilim bilinmeden Kur’ân anlaşılmaz…… Halbuki Kur’an RABBÇADIR, ARABÇA DEĞİL, RABBÇADIR…Bu iş ilim işidir, herkesin âlim olmaya vakti de yokdur…. Zarûriyyât-ı dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR. Bu, mücmelen bilmekdir. Mufassalan bilmek farz-ı kifâyedir. Mufassalan bilir âlim, tereddüd etdiğin birşeyi sorarsın….Aklın şuurun yerinde değilse mâzursun.”

Püsküllü Üstâd’ın vidyolarından ne yazık ki dünyâda iken müşerref olamadık, dünyâsını değiştirdikden sonra onlara muttali’ olabildik! Olsaydık,  bizim reddiyelerimiz veya tenkitlerimize acaba hangi “kader perspektifinden bakarak” cerbeze kurşunları sıkardı; ve bunları da cevâb diye gürültüler kopararak ve masaları yumruklıyarak nasıl tepinirdi  bilemiyoruz!. Ancak “keskin zekâsıyla kerâmete k.ç atdırmıya kalkan” püsküllü, bizlere de ne atmıya  kalkar bu dahî mechûlümüzdür!. Ancak bu tür zekâ ve filozofik tab’ı ve fıtratı ve cibilliyeti ve tıyneti olanlar, bunların iktizâsı olarak İslâm’a bakışlarını, hep “İSLÂM dışı bir İslâm” şeklinde piyasaya sürmüşlerdir!. Ulemâ-yı ehl-i SÜNNET ve’l-cemâat’ı nazar-ı i’tibâre alıb onlara ittibâ’ ve inkıyâdı hiçe sayarak, kendilerine hass serbestide ve ipsiz ve indî, infirâdî, insiyâkî, i’tiyâdî ve i’tibârî fikir ve zikir hamûleleri ile yeni ve uydurma bir dîn anlayışı ihtirâ’ eyliyerek… İşte Püsküllününkisi de bu kabilden olub; üstelik de, alışılmışların çok dışında ve ötesinde fevkâl’âde “spesifik” ve nev’-i şahsına münhasır, “hâzâ püskülliyân tütüyor” dedirten cinsdendir. Kamalizma ve bânîsine gûyâ vurur ve Tayyibizma muhâliflerine de alabildiğine yüklenib ateş püskürürken nice şer’î mes’eleleri sulandırıb çığırından çıkararak… Nice ciddî mes’eleleri kendi murâdına uygun şekle sokub prim getiren keyfiyetlere bulamasını iyi becermişdir… Osmanlının ba’zı kardeş ve bebek katli gibi  son derece korkunç menfiliklerini tam terse çevirib fazîlet ve zarûret gibi takdîm ederken, kendine göre de bunları binbir cerbeze ve desîselerle kırpıb makaslamış; ve üstelik de bu kabil nice hâdiseleri süsleyib püslemiş ve şirinleyib istediği kılıklara sokmuşdur… Sonra da, sık sık ve ciddî ciddî “Dâimâ vesîkaya dayanıb, dosdoğru aktarıb aksetdirdiği” iddiasını ağzına pelesenk yapmışdır. Halbuki târîhî nice İslâm büyüklerine kadar birçok zevât-ı kirâma, kendine göre zaaflar yüklemiş; ve zarûrât-ı dîniyyeye kadar (keskin zekâ) laboratuvarlarında desenler ve şekiller tasarlamışdır! Bunları, îcâbında din esaslarına rozet gibi takıb takıştırarak sanki bir başka din nevîleri bile îmâl etmişdir!..

Nice reformistler, oryantalistler, Baîdullahlar, Merdûdîler, Efgânîler, Abduhlar, R.Rızâlar, DİB’ler, Cübbeliler, sakallı-sarıklı bazı zibidiler, medya ve politika şeytanları, ekran kaşerlileri, ilâhiyât purof ve  doçofları; ve tarikat dışı tarikatların zuhûrât, keşif, ru’yâ  edille ve eslihasına sâhib saltanat yobazları; ve bunlar gibi niceleri.. Adı İslâm, kendi İSLÂM dışı bir takım “fizikötesi, HÂTIFΔ keşfiyât, telbisât, hayâliyyât ve haltiyyât uydurmalarında bulunur da; onlardan hiç de aşşağı yeri olmıyan “Üstâd-ı Püskülliyân Hazretlerimiz” ve benzerleri, neden bir takım yeni zuhûrât ve “kader perspektifinden bakış, kaderi keşfediş” ve istikbâli okuyuş ve keskin zekâ kehânetleriyle havalanış ve aracıkda da “kerâmet gibi” atışlarda bulunamasınlar!?. 

Bunca böbürlenme ile kendini âlim gösteren ve “zarûrât-ı dîniyyeyi bilmek farzdır” diyen bir KAFA, en az 10 sûre-i şerîfenin birer âyet-i kerîmesi ile Kelâm-ı Kadîm’in muhkemâtından bulunan; ve (zarûrât-ı dîniyyeden) olarak da evet tam 10 âyetiyle “BEN KAT’İYYEN ARABÇAYIM” buyuran KELÂM-I KADÎM’e RAĞMEN, fâsid ve muhtell olmamış ve muvâzenesi yerinde bir îmân, ahlâk, rûh ve AKIL, müteaddid zamanlarda nasıl bu BEDÂHÂTİ REDDEDİB “KUR’ÂN ARABÇA DEĞİLDİR” der; ve böylesine bir TENÂKUZ bataklığına düşer, hayret ve dehşet!?. Kelâm-ı Kadîm 10 âyet-i kerîmesiyle 15 asırdır “Ben arabçayım” diyor ki, bunu böyle kabûl ve îmân (zarûrât-ı dîniyyedendir.) Ma’lûm adam da “Zarûrât-ı Dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR” dediği halde, bu arabça OLUŞ hakîkât ve zarûretini çiğneyib kabûl etmiyor; ve “Ben arabçayım” diyen Kitâb’ımıza “Hayır, sen arabça değilsin, Rabbçasın” diyor… Kelâm-ı Kadîm Rabbça olsaydı, elbetdeki “Rabbçayım” der, “ARABÇAYIM” demezdi… Neden desin???. Derse, YALAN söylemiş olmaz mıydı?. “Emrolunduğun gibi müstakîm ol” buyuran ALLÂH Azze ve Celle, kullarına yalan mı söyliyecekdir, sonsuz kere hâşâ ve kellâ?. Kitâbullâh’dan daha DOĞRU bir kelâm tasavvuru muhâl değil midir?. 

Ve bu kadar fâhiş, dehhâmeleşmiş ve dehhâşeleşmiş bir dalâlet, sapma ve saptırma karşısında SUSAN milyonlar?.. İşin en korkunç tarafı da işte burasıdır…

Dolayısıyla bu kadar dünyâ insanının gözleri önünde 15 asırdır apaçık ARABÇA oluşuyla duran Hazret-i Kur’ân-ı Hakîm’e “Arabça DEĞİLSİN” diye neredeyse hücûma kalkan bir adamın, dîn ve târih diye anlatdıkları şeylerin, hangisinin doğruluğuna zerre kadar İ’TİMÂD (güven) kalacakdır?. Tarihî yüzlerce indîliği ve çarpıtması yanında,  bilhassa İSLÂM diye  savurduklarına… Netekim, şimdi muhtasaran ve serlevha hâlinde birkaçını bervechi âtî sıralasak da, İslâm diye İslâm’a mutlak ma’nâda ters, hatta kaziye-i muhkeme hâline gelmiş düzinelerce NASS ve şer’î mes’eleyi aslına mugâyir olarak beyân etdiğini, şu serî makâlâtımızda (nasibse) tafsîlen de ele almak murâdındayız…

SERLEVHALAR HÂLİNDE BA’ZI ANA MES’ELELER…

Şimdilik birkaçına başlıklar hâlinde ve şöylece işâreti kâfî görelim:

1)–İstisnâsız bütün  sıfatlarında değişme muhâl olan ve bu değişiklikden münezzeh bulunan Allâh Azze ve Celle’nin İLİM SIFATINA RÂCÎ olan KADERİN, duâ ve sihir ile değişeceğini söylemek… Sık sık ve mütemâdiyen ve bilinmesi muhâl olan “Murâd-ı ilâhî ve kader perspektifinden bakmak” diyerek, karîhasından uydurduğu indî ve i’tibârî îzâhlara, insanüstü bir kıymet kılıfı geçirmek!..  İstikbâli görüb bilmek kabilinden bu ta’mîk edilmemesi de kat’iyyen emredilen KADERE müteallık husûsları, zaman zaman (kaderiye, mu’tezile ve cebriye) çukurlarına düşecek kadar zıvanasından çıkarıb, abuk sabuk lâflar etmek; ve kendi bîedeb ta’bîriyle “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ ve kellâ) keskin ZEK” çalımları yapmak; ve kendisini, kerâmeti kendinden menkûl kesân gibi (keskin zekâ) sâhibi göstermek: Azametfüruşluk… Hulâsa, Kader ve buna bağlı olarak Ulûhiyyete (îmân) mevzuundaki çarpıklıkları, dâimâ haddi aşarak ve “ta’mik memnûiyyetine” rağmen ve sık sık nice ârızalarla seyretmişdir!… Bunları, mahallinde, aynı kendi ifâdeleri üzerinden göreceğiz…

2)–Padişâhların kardeş  ve çocuk katlini “siyâseten katil” diyerek meşrû’ göstermek… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile İslâmiyyet’i,  akvâl, ef’âl ve ahvâliyle  aşağılayan ve Mekke müşriklerini azdıran yahudi hahamı (Kaab İbni Eşref Kâfir MEL’ÛNUNU),  Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın me’mûr etdiği sahâbî eliyle düğün gecesinde tedmîr edib tepeleyişini, “İslâm’da ilk siyâseten kat’li Peygamber tatbîk etdi” diyerek, katlin gayr-i meşrû’ olanlarını da, bu meşrû’ olanın cinsinden göstermek… Bu FÂSİD mantık kıyâsından yola çıkarak, Osmanlı ecdâdımızın çirkin, vahşî ve ŞERÎAT-I MUTAHHARA’ya tuğyân tarafını şirin ve meşrû’ göstermek uğruna, kardeş katli ile Kaab İbni Eşref MEL’ÛN-I Melâininin katlini “Siyâseten Katil” diyerek aynı cinsdenmiş gibi ve ŞECAAT ARZEDEN BİLMEM NEYE benziyerek ve zerre kadar da utanmadan cihâna i’lân etmek… Ma’sûm kardeş ve çocuk hatta bebeklerin katli ile, Kaab İbni Eşref denen fitne ve zulüm çukurunun katlini “SİYÂSETEN KATİL” müştereği içinde toplayıb ayniyyete sâhib kılmak, hiç îmân ve akıl kârı olabilir mi?… Böylece ve diğer yandan, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz hazretlerini de, dolayısıyla, kardeş katli gibi bir zulm-i azîme denk bir cür’mün içinde göstermiş olmak ortaya çıkmış olmıyacak mıdır?… Ve bu, binnetîce ONU (Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerini)  sonsuz bir umursamazlıkla, lâfın sonunun neye müncer olacağını düşünmeden, echel cür’et ve tuğyânıyla, töhmet ve şâibe altında bırakmak ma’nâsına da gelmiyecek midir?…. Bunlar, iğrenç bir cerbezedir. Aldatıcı sözlerle kurnazlık etmekdir. Hakîkatı gizlemek ve saptırmakdır. Aynı zamanda hilekârlık ve DESSASLIKDIR… Kuvve-i akliyenin İFRÂD mertebesidir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hakk göstermekdir. Tefsirdeki şekliyle bu, tâgûtîlikdir, aldatıcı bir ZEKÂYA (menfilikde çukur)un dibine inişdir… Îmân-ı Şer’îye tâbi’ aklın İ’TİDÂL (vasat) derecesi ise, hikmet olub, hakkı hakk bilib ittibâ’, bâtılı bâtıl bilib ictinâb etmekdir… Karşımızda duransa, hilekârlığı (dessaslığı), lisâna kılavuz yapma fazîhasıdır…

Kelime oyunu, cerbeze, mantık küllemesi, dessaslık, hilekârlık ve çukurlaşma, bu kadarıyla iblisin bile aklına gelemez… Son derece Suçsuz bir kardeş veya çocuk veya bir ma’sumun KATLİ cinâyeti ile, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a olmadık yalan ve iftirâlar düzen; ve Mekke müşriklerini azdırmaya kıyâm eden AZGIN bir yahûdînin nâmütenâhî SUÇUNDAN dolayı katledilişini, “Siyâyeten KATİL” diyerek aynı CİNS ve keyfiyetde bir (katil) göstermek, bir müslümanın değil, bir gayr-i müslimin bile tüylerini diken diken etmiye kâfidir… Suçsuzun (ya’ni katli haketmiyenin) katli de, suçlunun (ya’ni KATLİ hakedenin) katli de aynı suçdan olacak; ya’ni  CEZÂLAR, (Siyâseten katl) olarak aynı cezâlar olacak…

Fesübhânallâh… Bu, cinnetlik bir hakk bâtıl telbîsidir ki, bunu (İslâm) diye takdîm eden bir adam, ya gâfil, ya câhil, ya hâin veya aklından zoru olan bir ucûbedir… 

Bir akıl, muvâzenesini kaybetmeden veya her türlü rezillik  ve utanmazlığı göze almadan, Osmanlı târîhindeki bu korkunç ve çirkin cinâyetleri meşrû’ göstermiye kıyâm etmeye aslâ mecâl bulamaz, böyle bir dolandırıcılığı aslâ irtikâb edemez…

Buyrun:Peygamber (îmânı) !… Mahall-i mahsûsu geldiğinde, ifâdeleri aynen iktibâs edeceğiz… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği İslâm değil, kendi tasavvurundaki, uydurduğu bir dindir!

3–Bir konuşmasında “meleklerin  kavga etdiğinden”; bir başka konuşmasında ise “meleklerin yorulduğundan” ve bir diğerinde de “cinlerin enerji olduğunudan” bahsetmektedir ki,  edille-i erbaa ile sâbit son Şerîat’da böyle bir hüküm olmadığı gibi; bu kabil son derece sakat melek i’tikâdına, ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdına sâhib hiçbir âlimin eserinde de raslanamaz… Melâikenin, mahlûk oluşları içinde her türlü tenzîhi gerektiren hususların tersi ile vasfedilişi, hangi meleklere îmân îcâbıdır; bunu, mü’min ilm ü îmân ve ferâsetine havâle ederiz…Binâenaleyh, öyle anlaşılıyor ki, felsefe ve “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ) keskin zekâ”, sâhibine böyle hârika (!) lâflar etdirib, keşf ü kerâmet (!) ve îcadlar yaptırabiliyor! Bunca zırvalar da, meleklere (îmân) olmuş oluyor! Halbuki melekler ins ü cin gibi nefs zaaf ve a’razlarına sâhib yaratılmamış olduklarından, onlara “kavga-gürültü ve yorulmak” isnâd edilemez; bu kabil sallamalar “meleklere îmân” gibi 6 ana îmân esasından her birini de çıkmaza sokacakdır… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği din, 15 asırlık İslâm değil, kendi tasavvurundaki uydurduğu bir dindir…

x4– Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizden olan Osman, Ali, Muâviye, Amr İbnü’l-As, v.s. (Rıdvânulâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn) ile; Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat ulemâmızdan Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Müfessir Muhammed Hamdi ve Muhammed Vehbi Efendilere (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtına, bazı konuşmalarında dil uzatıb, tahtıe ve techîl etmesi, onları küçük düşürmeye ve çirkin göstermiye çalışması da gıybetin ve hakaretin en çirkini olub, adama hem pek ağır bir vebâl ve ateş yükler, hem de bunlar, aslâ İslâm dininde  meşrû’ değil, mûmâileyhin tasavvurundaki kendi dininde bir (ahlâk ve edeb) keyfiyetidir… 

 6–İstisnâsız bütün Enbiyânın (Salâvâtullâhi ve Selâmuhû Aleyhim Ecmaîn Hazerâtının) Şerîatlarında (muhâfaza-yı hamse), medenî ahkâm-ı te’sîs, İCTİMÂÎ râbıtaları teşyîd (sağlamlaştırmak) da dâhil vezâif-i aşereyi (en umûmî 10 husûsdaki vazîfeleri) teblîğ ve tatbîk kat’iyyen bulunduğu hâlde, Ülül’azîm  (6 büyük peygamberden biri) olan  “Îsâ Aleyhisselâm’ın ŞERÎATINDA Ahkâm-ı ictimâiyye YOKDU.” deme hezeyânı, iftirâsı, ve butlânını savurmak… Peygambeân-ı Izâm Hazerâtına (îmân) mevzuundaki keyfiyet de böyledir!

7– İslâm’da tedâfüî (müdâfaa) harbi vardır; taarruzî harb yokdur” diyerek, 14 asırlık İSLÂM’ın târihini, hem de yaşanmış TÂRİHİNİ bile göremeyib, bunu, hem de “târihçi geçinen” bir adam olarak inkâr etmek… Körlüğün bu derecesine pes… Tafsîline bil’âhare geçeceksek de, şimdilik bir kaç satırı ehlinin (Müfessir Merhûmun) satırlarıyla noktalıyalım: “Kur’an’daki bütün kıtâl emirlerinin tedâfüî harbe (savunmaya) münhasır olduğunu ve Müslümanlıkda RE’SEN  İ’LÂN-I HARBE VE TAARRUZA CEVAZ OLMADIĞINI İDDİA EDİYORLAR. Bunlar da, Avrupa ve Hristiyanlık nokta-i nazarından daha ince ve derin bir fikr-i siyâsî ta’kîb eden YENİ BA’ZI ERBÂB-I KALEMİN FİKİRLERİDİR.” (Elm. 1936, c.2, s.690) “Doğrusu Dîn-i İslâm’da İLK EMİRDEN İ’TİBÂREN, HAKK-I MÜDÂFAA MEŞRÛ’ OLDUĞU GİBİ, İNDELHÂCE FÎSEBİLİLLÂH OLMAK ÜZERE HAKK-I TAARRUZ DA MEŞRÛ’DUR. HATTÂ İ’CÂBINDA BİR VAZÎFEDİR.” (c.2, s. 691) Görülüyor ki, cumputrasi târihçileri, “Cihâd, Şerîat, Osmanlı v.s.” diye bağıra çağıra, masaları yumruklıyarak yüzlerce palavra ve allâme görünme rolleri sıksalar da, dînî ma’lûmâları pek derme çatmadır… Câhilâne cesâretleri (!) ise pek mükemmeldir! Çünki ömürleri, târîh fasafisoları ve partili politika  dedikoduları ile geçmiş, dinlerini öğrenmiye ne vakit ve ne azim ele geçirebilmişlerdir!… Geçdikleri maarif tezgâhlarından pekçok noktaya Şerîat ulemâsının ilmiyle değil; ne kadar aksini söyleseler de, Gâvur Batı ve kamalizma gözüyle bakmışlar; ve fakat ne büyük acıdır ki, bunun farkında da olamamışlardır…

8–Ülülazîm Peygamberlerin 3.sü olan Mûsâ Aleyhisselâm Hazretleri’nin, aslâ öldürmek kastedmediği hâlde bir adama TOKAT atdığı ve fakat adamın öldüğü bir vâkıadır.  Mûmâileyh dilinde bu: “Mûsâ Aleyhisselâm KÂTİL oldu” şeklinde hükme bağlanıyor ki, o büyük Peygambere böyle pek ağır bir suç ve (haram fiil) isnâdı, iftirâ olur ve İSMET sıfatı ile de aslâ kâbil-i te’lîf edilemez. Değil, 3. büyük Peygambere, en son derecedeki bir Peygambere dahi, Peygamberlere îmânın 5 şartından biri olan İSMET sıfatının nakîzi olan KÂTİL OLMA HARAMINI isnâd etmek, insanda nasıl bir Peygamber îmânı bırakır, tasavvuru çatlamıyan hayâl etsin!. Bu nasıl, îmân, nasıl ahlâk, edeb, terbiye, insâf ve vicdandır?.     

9– Allâh Azze ve Celle’nin KADÎM Kitâbı’nda geçen ve KISSA dediğimiz hâdise ve hikâyât, mutlak sûretde bilfiil yaşanmışdır. Püsküllü üstâd-ı a’zam’ın vidyo ile cihâna neşretdiği “NÛH EFSANESİ” ta’bîri tam bir hezeyan-ı bâtıldır… Efsâne: (Yunan gâvuru diliyle mitoloji, masal, uydurulmuş yalan hikâye) demekdir. “Kur’an’daki kıssaların mutlaka yaşanmış olması lâzım değildir” diye KİTABINA YAZARAK Kelâm-ı kadîm’i bir nev’i mitoloji kitabı yapan, Hindli müsteşrik Muh….. Hamîdullah denen herif-i nâşerîf, Merhûm Necib Fâzıl Bey’in ta’bîriyle bu “Baîdullâhdır!..” (64 kitab yazdım) diye başı göklere değen Püsküllünün (Hılâfet kitabının 1. tab’ının 378. sahifesinde) “Müteveffâ Üstâd-ı Püskülî” şöyle cevâhir yumurtlamış: “Ülkemizde de oldukça tanınmış bir Pakistanlı ÂLİM OLAN M. Hamîdullah (adamın âlim telâkkîsini gördünüz mü), “İslâm’a Giriş” eserinde Hılâfeti de ele alarak diyor ki; Peygamberden sonra “Teessüs eden hükûmet şekli verâsetle intikâl eden bir MONARŞİ (saltanat) ile CUMÛRİYET arasında mutavassıt bir şeydi.”

Gördünüz mü (şeymiş!). Şu aşşağılık duygusuna bakınız: Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın HÜKÛMET şekli hiçbir beşerî şeye benzemiyen bir vahy eseri iken, Baîdullâh denen oryantalist matrud, onu, monarşi ve cumhûriyet (republique) arası mutavassıt bir ŞEY” olarak îzâha ve göstermiye çalışıyor!. Bu, hâdiseye, Garblı, oryantalist ve Fr ihtilâli gözündeki ateist politika ve ideolojilerin ölçüleri ile bakmak ve îzâh getirmek demekdir ki, 15 asırdır bütün İslâm ulemâsı böyle bir butlan ve dalâlete eserlerinde aslâ yer vermemişdir… Tam tersine, hılâfeti, monarşi ve cumhûriyetden münezzeh, tamâmen vahy çerçevesi içinde vücûd bulan, MÜCERRED İslâm’a HASS bir hükûmet şekli olarak ele, dile ve kaleme almışlardır… Son yüzyılda asılan yüzbinlerce MÜSLÜMAN da, bunun müşahhas delîl ve hüccetini teşkîl eder… Dolayısıyla (çakma üstâd-ı püskülî), monarşi ve cumhuriyet ile alâkalı sâir konuşmaları ile de, pek korkunç bir  tezâd ve TENÂKUZA düşmekde ve fevkal’âde gülünç olmaktadır!..Oryantalist ve reformist Baîdullâh’dan aldığı çürük ilhamla (!) HILÂFETİ müdâfaa ediyor görünmek, hılâfetin aslını, 1924’de bozulmuş ve maskaralaşıb cılkı çıkmış şeklini kaldırmakdan bin kere daha galız ve iğrenç bir cürümdür… Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri bin kere haklı olarak, yazdığı makalelerinden birinde “Abdülmecid Efendinin hılâfetine Şeytan bile güler” demekde; bir başka makâlesinde de “Mustafa Kamal’ın ta’yîn etdiği adamdan halîfe olmaz” buyurmaktadır. Çakma Üstâdın artık hılâfet deyişinin ka paralık bir hakîkat taşıdığını aklı başında olan herkes şu îzahlardan sonra da anlamazsa, ona Şâfi-i Zülcelâl’den ifâkat niyâz etmekden başka elimizden bir şey gelmiyecekdir. Üstâd-ı Püskülî bir başka vidyosunda da, BOP dümenleri cümlesinden kurulacak bir hılâfet (!) içün ABD ve sâir mercilerden kendisinin de bu hususda RAPOR vermesi taleb edilmiş!. O da bundan pek bol kese övünç ve kıvanç çıkarmış olmalı ki, bu rapora püskülünü havalara atarak son derece sevinç güvenç cevab yazmış ve Baidullahdan aldığı İLHAM_I HANNÂS ile her müslüman devletin (!) göndereceği murahhaslarla teşekkül edecek bir istişâre meclisi ve gene her MÜSLÜMAN (!) devletin bu meclise münavebeli olarak ve bir iki yıllığına BM misalini de vererek onları örnek ve ördek alarak devam edileceğini ve böyle akla zıyan ucûbe, hılkat garîbesi bir hılafet kazancımız olacağını ve hılafete böylece sahib olunacağını utanmadan yazmaktadır!. Nice garîbanlar da bu maskaralık ve komedileri ciddiye alıb “Üstadımız hılafeti getiriyor” gibi bir sayıklamaların içine girmekde ve bazı parti pırtı liderlerinin adını Üstadlarından aldıkları ilhamla “Ümmetin Lideri” derecelerine, gökyüzü katlarına çıkarmakda yarışlara girmektedirler!!! Samimiyyetin olmadığı yerde bu hâlet-i rûhiyye ve akliyyeden uzak durmak da muhâldir…

–xBugün hılâfeti te’sis içün müslüman ülkelerdeki devletler AB (Avrupa Birliğindeki gibi) bir araya gelmelilermiş!. Bir başka vidyosunda dediği gibi de, her devletin başı, döner koltuk hesâbıyla 2 seneliğine BM’deki gibi münâvebe ile (hılâfet Meclisinin) başkanı olmalı olmalı imiş. AB’den, BM’den kopya çekerek ve onları model tanıyarak, “Müteveffâ Hazret-i Üstâd”, böylece ve o “keskin zekâsıyla” cihân tarîhinde hiç görülmemiş bir Hılâfet ucûbesi peydahlıyor ki, İLHÂM kaynağı ise, hiç şaşırılmasın Hindli müsteşrik (oryantalist) BAÎDULLAH!. Bu müsteşriğin dedikleriniise, bir alt maddeye aynen iktibâs ederek koyacağız. Çakma Üstad ise o meşhur “Keskin zekâsıyla” ve kopyala yapıştır usûlü ile, bakınız ne cevherler yumurtlamakda (vidyodan aynen):

“Her 10 milyon içün Hılâfet Meclisinde 1 murahhas bulunur…. Hılafet meclisinde de her 10 milyon müslüman içün bir sandalye olur, katılanların murahhasları o sandalyeye oturur, katılmıyanların ki boş tutulur. Buraya katılmanın 2 mükellefiyeti olur. Hılafet meclisine katıldınsa bir devlet olarak, gene cumhuriyetse cumhuriyet, krallıksa krallık, her şeyini de gene devam etdir, hududlarını da devam etdir. 2 taahhüd altına girersin:Benim sözümün özü bu,iki taahhüd altına girersin. Birincisi şudur:Ben müslüman bir halkı idare ediyorum, ahkam-ı islamiyeye aykırı kanun yamıyacağım. Bir kanun çıkarırsam, şeriata aykırıysa, hılafet meclisi bunu iptal eder, kabul ediyorum peşinen ANAYASA MAHKEMESİ gibi. Hılafet meclisi ey Suriye devleti sen şu kanunu çıkardın ama bu şeriata ayırıdır bunu iptal et dedi mi o kanunu iptal edersin, bu teahhüde girer. Bir diğeri de şurda mülümanlara felaket vaki olmuş, buraya yardım edeceksin, oranın kararlarına itaat edersin….Hılafet meclisinin kararlarına uyacaksın. Ticaretlerini birbirleriyle yaparlar Avrupa ortak pazarı gibi, işin özü bu…. Kamalizme karşı bizim gücümüz yoksa, gücü yeten birinin yardımını başımın üstünde kabul ederim. Amerika sana diyor ki ılımlı mülüman ol, bunun manası ne sen kamalizmle alem-i İslam’a lider olamazsın.” https://youtu.be/JuD3gbTMKxk?si=0ucriRBaj-FxnB9d

(Mâba’di var)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir