Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)
10- Birinci makâlemizin 5. maddesinde “Siyâseten Katil” denen maskeli cinâyetden bahsetmişdik. Bu kabil uydurma ve desâis ve gözbağcılıklar yetmiyor gibi, bir de “Fâtih Kânunnâmesi” diye pek zırva bir iftirâ, Hadîs-i Şerîfe mâsadak Merhûm FÂTİH Sultân Mehemmed Hân Hazretlerine isnâd edilmişdir. Püsküllü çakma Üstâd, bu uydurmayı da harâretle tasdîk ve tasvîb edib, DEVLETİN ayakda kalması içün böyle bir kânûnnâmenin ehem ve elzem bulunduğunu pek abartılı bir şekilde müdâfaa etmektedir. Hatta, vidyolarıyla resmen ve alenen, hiç utanıb Allâh Azze ve Celle’den korkmadan, Osmanlıların 622 yıl uzun yaşayıb, Selçukluların daha kısa (350 sene) yaşamalarını, onlarda devletin yaşaması içün bu “siyâseten katil-kardeş ve çocuk katli” denen belâ ve cürm-i azîmin tatbîk edilmeyişine bağlıyor!. Müslümanın değil, bir insanın bile FITRATINA ters bir ucûbelik bu kadar olabilir… Katil ve cinâyetin müdâfaasının bu derece muhâfaza ve müdâfaasının yapılışı, müslüman ilim, îmân, amel ve ahlâkıyla zerre kadar kâbil-i te’lîf edilemez. Tüyleri diken diken eden bir manzara…
Fâtih Cennetmekân’a atfedilen “Kardeş Katli Kânunnâmesi” denen uydurma cinâyetnâmenin hakîkatde olmadığını, bunun uydurma bir rezâlet olduğunu söyliyen târihçilere de, Püsküllünün ağır tahkîr ve tezyiflerde bulunduğu kendi ifâdeleriyle sâbitdir. Sâbık Temyiz Reislerinden Merhûm ALİ HİMMET BERKİ’NİN “Büyük Türk Hükümdârı Sultân Mehmed Hân ve Adâlet Hayâtı” nâmında bir eseri vardır. Bu eserin 129. sahifesinden 148. sahîfesine kadar, bu kanunnâme denen uydurmadan bahsedilir… Besmele’den sonra metin şöyle başlar: “Bu kânûn ve kânunnâme atam ve dedem kânûnudur. Ve benim dahî kânûnumdur. Evlâd-ı kirâmım, neslen ba’de neslin bununla âmil olalar…” Metin 141. sahîfede biter. Ali Himmet Berki Merhûm şöyle devâmdadır:
“İşte Fâtih Sultân Mehmed Hân-ı Sânî tarafından tanzîm etdirildiği söylenen ve 1. KÂNÛN olub VİYANA KÜTÜBHÂNE-İ İMPARATÔRÎSİNDE mevcûd nüshadan İSTİNSÂN olunan (çoğaltılan) kânunnâmeyi AYNEN BURAYA GEÇİRDİK. İkinci bir mecmua daha vardır ki,
(s.142 başlıyor:) “VİYANA kütübhâne fihristinde bunun da Sultân-ı müşârünileyhe âid olduğu kayıdlı imiş. İMZÂ ve TÂRİHDEN ÂRÎ olan ikinci mecmuanın mündericâtından da anlaşılacağı üzere FÂTİH’E ÂİD OLMADIĞI MEYDANDADIR. HATTA BÖYLE BİR KÂNUNNÂME OLDUĞU VE HANGİ DEVRE ÂİD BULUNDUĞU DA KAT’İYYETLE MA’LÛM DEĞİLDİR……..Görüldüğü üzere mecmua gurre-i zilhicce 1029 târihlidir ki, bu, istinsâh târihidir. Fâtih’in irtihâlinden tam 143 sene sonraya müsâdifdir. Fakat kim tarafından ve nereden istinsâh edildiği ve asıl nüshâsının nerede bulunduğu ma’lûm değildir. Hazîne-i evrakda da böyle bir mecmuaya tesâdüf edilememektedir.”
s.144: “Mecmuanın gerek tanzîm ve gerek tertîbinde lisan hataları ve ibtidâîlik ve karışıklık vardır……velhâsıl eserde tertîb ve tasnîf yokdur. Mevzuun ehemmiyeti ise âşikârdır. TEVKIÎ EFENDİLİK MERTEBESİNE yükselen bir zâtın böyle gayr-i muntazam bir kânunnâme TERTÎB ETMİŞ olması ve ÂLİM ve EDÎB olan pâdişâhın bunu kabûlü MÜSTEB’ADDIR. (baîd, olmıyacak bir şeydir.)
s.145: “Ne garibdir ki, böyle bir KÂNÛN, devletin HAZÎNE-İ EVRÂKINDA BULUNMUYOR DA, ECNEBÎ BİR İMPARATORLUK KÜTÜBHÂNESİNDE BULUNUYOR….. Ancak KARDEŞ KATLİNE ve CERÂYİME (cinâyetlere) ve ba’zı tevcihâta âid muhteviyâtı, mühim ve ŞÂYÂN-I DİKKATDİR. ŞERÎAT-I İSLÂMİYYE’DE KATİL, A’ZAM-I CERÂYİMDİR. HİÇBİR KİMSE BİLÂ SEBEB KATİL VE İFNÂ OLUNAMAZ. KUR’ÂN-I KERÎM’DE MÜTEADDİD SÛRELERDE KATLİN FENÂLIĞI VE ŞENÂATI BEYÂN BUYURULARAK ŞİDDETLE TAKBÎH VE EKÎDEN (çok kuvvetli ve sarîhan) NEHİY BUYURULMUŞDUR. Osmanlı devletinin esas kânûnu ŞERÎAT-I İSLÂMİYYE İDİ. PÂDİŞAHLAR MESÂİL-İ MÜHİMMEDE ULEMÂDAN SORMADAN VE ONLARLA İSTİŞÂRE ETMEDEN KARAR VERMEZLERDİ. FÂTİH, BU ESASA HÜR-“
(s.146: “MET VE RİÂYET EDENLERİN BAŞINDA GELİR. BİR KERE HAZRET-İ PÂDİŞÂH BÜYÜK BİR ÂLİMDİ, KUR’ÂNIN AHKÂMINI VE KATLİN ŞENÂATİNİ (alçakça bir cürüm olduğunu) BİLİRDİ…… İTAAT-İ MUTLAKA İÇİNDE VEYA DEVLET VE CEM’İYYETİN HIZMETİNDE YAŞIYAN kardeşler ve ma’sûm çocuklar karşısında NİZÂM-I ÂLEM NASIL BAHİS MEVZUU OLABİLİR?.”
Püsküllü Mısırzâde ise çakma Üstâd ve zamânenin çakma târihçisi olarak, Osmanlı devri ve terbiyesi görmüş, tecrübeli ve müdakkik bir zât olan Ali Himmet Merhûmun bu ESERİNİ, i’tibâr edilmez demeye getirib, tahkîr edercesine elinin tersiyle itmektedir!. Çünki Püsküllü, Osmanlı târihinde katledilen nice ma’sûm kardeş ve çocuk hatta bebeklerin bu cinâyetlerini “siyâseten katil” maskesi takarak bunu, âyet, hadîs, icmâ’ ve müctehid ictihadlarının CERÂİM-İ AZÎME deyişine RAĞMEN gûyâ (meşrû’) gösterecek; “devletin selâmeti içün yapılmışlık boyası çekib suç olmakdan çıkaracakdır!.” Böyle yalan, iftirâ ve uydurmalara dayanan sahte târihçilik, kamalizma içün son derece tabiî olsa da, müslümanlık DÎNİ, müslümanlar ve müslüman târihçiler ve akl-ı selîm sâhibi nâmuslu adamlar nezdinde aslâ tasvîb ve tervîc edilemez; tam tersine, tepeden tırnağa MERDÛD, MEL’ÛN ve İĞRENÇ bir vahşet ve rezâlet görülür…
Böyle bir şeyi uydurmak ve düzmek, tasvîb ve tasdîk etmek ve FÂTİH KANUNNÂMESİ adı altında bu kabil maskaralık ve şeytanlıkları meşrûlaştırmaya çalışmak, günâh-ı KEBÂİR olarak KATLİ kat’iyyen HARAM kılan Allâh AZZE ve CELLE’nin İRÂDESİNİ, uydurma bir kânunnâme kadar i’tibâra almamak cinâyet ve cinnetidir… YA’Nİ: ŞERÎAT-I Ahmediyye’nin üstüne, üstelik de UYDURMA bir kul İRÂDESİNİ çıkarmakdır ki, bu, îmânları zîr ü zeber eder… KATİL denen ve KAHHÂR-I Zülcelâl olan ALLÂH AZZE ve CELLE’nin çok büyük o HARAM ve YASAĞINI, beşer KÂNÛNU denen hezeyân ve zırvaların altına ve ayağına düşürmekdir ki, bunun, nasıl bir şirk, alçaklık, rezillik ve iğrençlik olduğunu beyâna lisânımız kâfî gelemez…
Nerde kaldı ki Püsküllü, bu iğrenç katil haramını, ülulazîm bir peygambere bile bulaştırmış bulunmaktadır!
11–Ülülazîm (En büyük) Peygamberlerin 3.sü olan Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri’nin, aslâ öldürmek kastedmediği hâlde bir adama TOKAT atdığı ve fakat adamın öldüğü bir vâkıadır. Mûmâileyhin (şerîatçı, Osmanlıcı, kamal düşmanı, Tayyib hayranı ve târihçi geçinenin) dilinde bu aynen: “Mûsâ Aleyhisselâm KÂTİL oldu” şeklinde hükme bağlanıyor ki, o üçüncü en büyük Peygambere böyle pek ağır (GÜNÂH-I KEBÂİRDEN) bir suç ve (haram fiil) isnâdı, DEHŞETLİ VE KORKUNÇ bir iftirâdır… Ve bütün Peygamberân-ı Izâm Hazerâtında bulunduğuna îmân ŞART olan 5 sıfatdan biri bulunan İSMET sıfatı ile de bu, aslâ ve sûret-i kat’iyyede kâbil-i te’lîf edilemez…
Yüzbin küsûr şu kadar bin enbiyâdan (Aleyhimüsselâm’dan) en son derecedeki bir Peygambere varıncaya kadar, HİÇBİR nebîye îmânın 5 şartından biri olan İSMET sıfatının nakîzi bir fiil veya kavil ve hele hele ve meselâ KÂTİL OLMAK gibi değil cürm-i azîm bir HARAM; en küçücük bir haram (günâh) dahî, ÖMÜRLERİ BOYUNCA sûret-i kat’iyyede isnâd edilemez… Aksi hâlde bu, Peygamberlere îmânı nefy ü ref’ ve nakz ü ibtâl eden KÜFRE müeddî pek büyük bir cinâyet olur… Kelâm-ı Kadîm’de ismi geçen veya geçmiyen kaç bin peygamber (salâvâtullahi ve selâmuhû aleyhim ecmaîn) gelmişse, bunların bir eksiksiz hepsinin tebliğ buyurduğu DÎN, İSLÂM olub; hepsinin ŞERÎATLARINDA da, katli müstahik olmıyan birisinin nâhakk yere katli, MUTLAK olarak büyük bir haram kılınmış, cerâim-i azîmeden addedilerek mutlaka ve kat’iyyen yasaklanmışdır…
Ecdâdımız Osmanlı, ba’zı târihlerinde bu azîm cürm ü haramı ve Şerîat’dan nice mes’elede uzaklaşmayı aşağılık duygularına (nefsine), haçlılara (iç hâinlere, inse ve iblise) kapılarak, dînine ve soyuna ihânet çapında irtikâb etmiş; ve maatteessüf bunların getireceği belâ, musîbet, tedennî, izmihlâl, ihtilâl, esâret, azâb ve vebâlden de kurtulamayıb, netîcede târih sahnesinden silinmişdir… Böylece de, dünyâdaki en büyük seâdet olan KENDİ DEVLETİNDE şer’î hürriyet ve istiklâl sâhibi olarak YAŞAMAK Nİ’METİNİ hem kendisine hem de milletine kaybetdirmişdir… Ni’meti veren Allâh Azze ve Celle, ŞÜKREDİLMİYEN ni’meti, sünnetullâh îcâbı olarak geri alacağını, Âdem Aleyhisselâm’dan beri gönderdiği bütün peygamberleri ile insanlığa apaçık beyân buyurmuşdur.
Ardı arkası kesilmiyen cerbeze ve desâis ile katli meşrû’ gösterici nice hezeyânlar, insanda nasıl bir KİTÂB ve Peygamber îmânı bırakır, tasavvuru çatlamıyan hayâl etsin!. Bu nasıl, dîn ü îmân, ahlâk, nasıl edeb, terbiye, nasıl insâf ve nasıl bir insanlık ve vicdandır?. Adamın Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine “KÂTİL OLDU” deyişini, Allâh’ın Dîni kat’iyyen reddediyor. 15 asır içinde “Mûsâ KÂTİL OLDU” diyen bir âyet, hadîs, icmâ’, bir müctehid ictihâdı veya mu’teber bir eser görülmüş müdür???. Bu da, olsa olsa adı geçenin kendi ihtirâ’ eylediği (uydurduğu) modern-güncellenmiş (!) felsefî bir dînin kabûllenişidir!.
Peygamberân-ı Izâm Hazerâtı Efendilerimizden aslâ (haram) sâdır olmamış, kasıd ve ihtiyâr dışı (zellât) denilen küçük hatâlar, sürçmeler, ictihâdda isâbet edememeler zuhûr edebilmişdir. ANCAK bunlar da, nebî ve rasûllerin mürsili (irsâl edicisi-göndericisi) olan Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Azze ve Celle Hazretleri tarafından derhâl tashîh buyurulmuşdur. Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin başından geçen zikri muharrer hâdise de zellâtdan bir zelledir… Buna, “kâtil oldu” diyerek haram işledi ma’nâsı yüklemek îmânî bir cinâyetdir… Usûl-i DÎN dediğimiz ÎMÂN ve AKÂİDE taallûk eden mes’elelerde bu kadar açıkları bulunan adamların, daha nice dalâlet, cehâlet veya hıyânetleri olabileceğini, kâriîn-i kirâm bilistidlâl fikretsin!. Konuşmalar ve yazmalar, telâffuz ve tecvîdi bile yanlış okunan nice âyât ve ehâdîsi, Osmanlıca terkiblerin arasına yalan yanlış ve âyetleri besmele çekmeden dolgu maddesi gibi doldurmalar, (kendi re’yi ile tefsire kalkışmalar, îmân, edeb, ihtirâm ve terbiye iktizâsı “HADÎS-İ ŞERÎF” demek dururken, sık sık “Peygamber sözü” diyerek işi ıstılah edeb ve ciddiyeti dışına taşırarak sulandırıb TAHFÎF fazîhasına kadar savrulmalar, icâzetli vâiz kılıklarına bürünerek dindeki azîm CEHÂLETİ kapaklayıb maskelemek içün (âlimmiş) manzaraları resmetmeler, zâten başlı başına bir felâketdir… “Men fessera’l-Kur’âne bi re’yihî fe kad kefer” hadîs-i şerîfi gibi müthiş bir TEHDÎD, nice kütüb-i şer’iyyemizde muharrer ve bütün müslümanların tepesinde sallanırken, artık dürüst arabça bile bilmiyenlerin bayağı sohbetler arasına âyât-ı kerîme ve ehâdis-işerîfeleri alelâde sözlermiş gibi çerez kabilinden serpiştirmesi, onlara îmân, ihtirâm, EDEB ve takdîse ne kadar yakışır, HAYÂ ve hassâsiyeti bulunan ehl-i ilim ve müslimîn tefekkür ve tezekkür edeler…
Ebü’l-beşer ÂDEM Aleyhisselâm gibi gene ülü’l-azîm bir Peygambere nice müslüman geçinen hoca ve müftü taslaklarının kitablarında -hâşâ ve kellâ- “Âdem’in günâhı” gibi iğrenç lâflara rastlanmaktadır ki, o (yasak meyvadan) yemek de aslâ (haram=günâh) değil, bir zelleden=haram olmıyan bir ictihâd hatasından ibâretdir. Hıristiyan (nasrânî) ve yehûdî efsâne ve küfürlerinin uydurduğu ve Peygamberân Aleyhimüsselâm Hazerâtını hedef alan nice iğrenç dalâlet ve iftirâ, müslüman geçinen ve hassâsiyyet-i ilmiyye ve îmâniyyesi olmıyan pekçok muhitlerde ma’kes bulmuş mutlak bir kepâzelik ve dalâlet, hatta ŞİRK bilinmelidir… Bunu ve bunlar gibi nice safsatayı, isrâiliyyâtı (yahûdi hurâfelerini) kıyâsına “mekîsün aleyh” (temel,asıl) yapan nice echel-i cühelâ ve ekfer-i küferâ da, “Âdem günâh işlemişse, ondan bu, ahfâdına da geçmişdir; o halde O’nun evlâdı olan herkesde de bu GÜNÂH vardır.” gibi bir PİÇ mantıkla BÂTIL ve fâsid bir KIYÂS peşine düşmüş ve i’tikadlar zîr ü zeber olmuşdur… Beşerin bu günâh yüküyle doğduğu, nasrâniyet (hıristiyanlık) gibi dalâlet yollarında, mutlak bâtıl bir esas olabilir!. Ancak, Dîn-i HAKK ve Dîn-i Mutlak olan ALLÂH Azze ve Celle’nin dîninde vaz’iyyet tam tersine: “Her doğan ÂDEMOĞLU melekler gibi günahsız, pîr ü pâk doğmaktadır” ki, nakil ve akl-ı selîm dahî, ancak bunu âmirdir, ancak bunu kabûl eder…
12– Allâh Azze ve Celle’nin KADÎM Kitâbı’nda geçen ve KISSA dediğimiz hâdise ve hikâyât, mutlak sûretde bilfiil yaşanmışdır. “Püsküllü üstâd-ı a’zam’ın” aşağıda linkini verdiğimiz vidyosundaki pek anlaşılmıyan karışık cümleleri arasında, “NÛH EFSÂNESİ” ta’bîri geçiyor. Eğer bu ta’bîr, Nûh Aleyhisselâm’ın edille-i şer’iyye ile sâbit hakîkatları içün kullanılmışsa, bu da tam bir hezeyân ü bâtıldır… Efsâne: (Yunan gâvuru diliyle mitoloji.. masal, uydurulmuş, yaşanmamış yalan hikâye) demekdir.
(https://youtu.be/Tqa-rwTJm9M?si=ALqKG70m0aMARvnY)
13– Müteveffâ, aynı bu vidyosunda, şu çarpık ifâdeye de yer vermektedir:
“Âdem toprakdana yaratılmışdır, cinler ateşden yaratılmışdır. Bu doğru bir görüşdür. İslâm’ın da kabûl etdiği bir görüşdür.”
GÖRÜŞ kelimesi, vahyi, hükmü, mutlak hakîkatı ifâde edemez. Âdemoğlu’na âid beşerî bir fikir ve düşünce olub, i’tibârî ve izâfî bir keyfiyetdir. “Görüş açısı, görüş ayrılığı, görüş bildirmek, görüş birliği, görüş sâhibi, görüş günü, v.s.” gibi ta’birler, şer’î kavâid, kânûn, esaslar ve edillenin hiçbiri içün kullanılamaz.
Kıyâs-ı fukahâ ile ortaya çıkan hükümlere dahî şimdiki ilâhiyatçı ve DİB’çilerin ağzı ile (falan müctehidin görüşü) denilemez, “ictihâdı, istinbâtı, tahrîci…” denir. Allâh Azze ve Celle’nin SON ŞERÎAT’ı, ISTILÂHÎ ta’birlerle ele alınmazsa, ma’nâlar avâmî ve ibtidâî bir keyfiyete sürüklenerek, ma’nâyı ya beşerîleştirib zayıflatır veya başka mecrâlara sürükleyib, akan su, ŞERİAT yatağından çıkar, başka yollarda ve istikâmetlerde akmıya başlar! Çünki müctehidîn hazerâtı görüş değil; ya’ni beşerî çap ve keyfiyetdeki indî ve izâfî fikir ve düşüncelerini değil, edille-i erbaanın tamâmı gibi “VAZ’-ı ilâhî olan (vaz’-ı beşerî olmıyan), kendi İCTİHADLARINI (kendi istinbatlarını), edille-i selâsede müsbit olmıyan Allâh Azze ve Celle’nin irâdesi (hükmü) bu olsa gerekdir” diye tesbît etmiş ve kendine hass USÛL meyânında (içinde) beyân buyurmuşlardır. “Benim zâtî görüşüm, edille-i selâseden (kitâb, sünnet ve icmâ’dan) bir makîsün-aleyhe (kendisine benzetilene) dayanmadan, müstakillen budur” diye aslâ değil… Aksi halde o, şimdiki ilâhiyatçıların ekranlarda GEVİŞ getirmesinden farksız bir GÖRÜŞ, hatta hezeyân bile olurdu! Görüş denilen keyfiyet, ilâhî değil, BEŞERÎ sıfat veya fikirleri ifâdede kullanılır. MÜCTEHÎD ictihâdları, “Kitâb, Sünnet ve icmâ’dan istinbât edilmiş olmakla, vaz’-ı beşerî değil, vaz’-ı ilâhî olmuşdur. İlk üç DELÎL müsbit, kıyâs-ı fukahâ muzhirdir.” (Bkz, Elm. Tefs. 1936, c.1, s.88)
Görüş kelimesi, ictihadı, ictihâd olmakdan çıkarır; sokak, ekran ve pırasasör seviyesinde gayr-i ilmî bir seviyesizliğe düşürür. Bunları cumhuriyetçi ateist zihinler bile bildiği içün, kendi üst mahkemelerine “Yüksek (!) Mahkeme” ve onların tâğûtî kararlarına da çalgıtay-yarıktay vezninde “Yargıtay İCTİHADLARI!” v.s. gibi ta’birlerle derece ve (ilâhîlik-kurbağaca tanrısallık) kazandırmak isterler!. Şerîat ıstılâhı olarak 15 asırdır kullanılan (ictihâd-müctehid) ta’birlerinin, sıradan birer kelime olmayıb, Şer’iyyât’da, (ve ŞER’Î ilimlerde) en son şer’î derece olduğunu bilen kamalizma da, bundan istifâde ederek, kendilerinin ictihad ehli müctehidler olduğu “illizyonizmasını” işleterek, dessâsiyet, hîlekârlık, gözboyama ve aldatma peşine düşmüşlerdir! Nasıl ki, ateist (laik) devlet, hükûmet, parti-pırtı ve sistemler “Yalınız İslâmiyyet’in sehîdi olur; o da, mücerred Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve adını i’lâ (yüceltmek içün) olacağını” bildikleri hâlde, kendi sistemleri, hatta küreselci ve tek devletçi yahudi sistemi içün, bilerek veya bilmiyerek fedâ-yı cân eden garîbanlar hakkında bile “Demokrasi Şehîdi” ta’birini uydurmuş; ve kendi beşerî irâde ve saltanatlarının devâmı içün, bu ve bunun gibi pek çok ŞERÎAT ıstılahlarını aslî ma’nâlarından saptırarak kendilerine menfaat basamağı yapmışlardır…
Müslümanların 1000 yıllık vatanı, işte bu kabil mefhumlar tahrîfâtıyla bir işgâl ve istîlâ altına alınmışdır… Böyle bir keyfiyet altındaki vatana zerre kadar îmân ve edeb sancısı çekmeden “Dâr-ı İslâm” diyen, CÜBBELA, PÜSKÜLLÜ, SEFİL, Şerocak, ilâhiyâtçı ve DİB’çi, v.s. gürûhu ve ta’kibçilerine hakkı anlatmak ihtimâli dahî bugün kalmamışdır… Nice büyük ulemâ, müfessir, fakih, şeyhülislâm, velî ve ricâlullâh’a rağmen, bu adamların indî ve nefsî hevâ ve dalâletlerini cür’etkârca ve hayâsızca öne çıkarmaları, bunların ne kadar nasibsiz olduklarını göstermesi bakımından îzâhdan vârestedir…
Şerîat-ı Ahmediyye’nin (Aleyhisselâm) bu dört temeli de, gene bu dört delîlin her birisiyle kat’iyyen te’yîd ve ta’yîn ve apaçık beyân buyurulmuşdur. Kitâb, nasıl sünnet, icmâ’ ve müctehid ictihadlarına gönderiyorsa; diğer üç delil de, mutlak olarak müctehidleri kendi dışındaki üç delile göndermekde; böylece dördü de aslâ ayrılmaz bir bütün teşkîl etmektedir. İslâm’daki bu edille-i ERBAA yerine, 1789 Fr. ihtilâli ile ortaya çıkan (anayasa) yani kul irâdesi milletlerin tepesine modern (tanrı) olarak dikilmişdir. Bu en temel esas ve delilleri yani vaz’-ı ilâhî olan edille-i erbaayı kabûl etmeyib, bunu, üç, iki veya bire indirenler, “Kur’ân bize yeter veya (delil Kitâb ve Sünnetdir), müctehid İMÂM ictihadları din değil, delîl olmaz” diyenler, gözbağcı (dessas)lar ve Hadîs-i Şerîf mu’cebince “Ümmet içün en ziyâde korkulan cerbeze-i lisâniyyesi olan bilgiç münâfıklardır…” (Hikmet Goncaları, Ö.Nasûhî, 1961, s.8)
Müteveffâ Pırasasör Fâruk Beşer ve benzerleri gibi “Mezhebler DÎN değildir” herzesi yiyen ya’ni “müctehid ictihadlarını VAZ’-I ilâhî değil de vaz’-ı BEŞERÎ kabûl ederek” din dışı göstermiye kıyâm eden cumhûriyet azgınları ve gürûh-ı lâ yüflihûn, Şerîatı ve Şeriatdaki 5 ana ibâdeti de, bu ictihadlara göre edâ ediyor görünmelerine rağmen, arkalarında böyle (ences dalâlet ve hezeyanlar) da bırakabilmektedirler! Bunlar, dört delîli, bilhassa üzerinde ümmetin icmâ’ etdiği mectehid imam ictihadlarını de tanımamış olmakla; ve Kitâb, Sünnet ve İCMÂ’da HÜKMÜ bulunmıyan yüzbinlerce mes’elenin yerini, hiçbir müctehid fi’d-dînin USÛL kânûnuna bağlı kalmadan kırkbayır ve börkeneklerinden getirdikleri GEVİŞ hamûleleri ile doldurmıya ıkınmakda; ve 15 asırlık müslümanların canlarını vererek ve sayısız fedâkârlıklarla bizlere TESLÎM etdiği Muazzez ve Mukaddes Son ŞERÎATI da, yahudi ve nasrânîlerin Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâm’ın şerîatlarına yapdıkları gibi, bâtıl ve ucûbe bir dîn olmıya çevirmek yolundadırlar…
BÖYLECE, SON ŞERÎATI, kendi nefislerine tapan baykuş AKILLARI ile, geviş hamûlelerine çevirince ise, târihdeki lâ’netli muharrifler mevkiine düşeceklerdir… Bu ise, Allâh Azze ve Celle’nin küllî ve münezzeh İRÂDESİNİ tanımamak, onun yerine kendi mülevves ve şeytânî akıllarını koymak olub, insanları, bu şeytânî ve mel’ûn akıl üzerinden kendilerine TAPTIRMAK, kendilerini tanrı hâline geçirmekdir…
Ateist (laik) sistemin 1924’de DİB’i, 1949’da Ank. ilâhiyâtı ihtirâ edişindeki (uyduruşundaki) gâye de, bundan başkası değildir. Sosyalist-ateist ve Müteveffâ N. Erbakan’ın cumhurbaşkanı namzedi Prof. Mümtaz Soysal’ın: “Diyanet İşleri Başkanlığı, dînin cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlıyan bir kurumdur” şeklindeki meşhûr ve isâbetli sözü, elbetde bir vâkıayı ifâde etmektedir. Ya’ni bu ülkede, bu kabil resmî müesseseler ile 15 asırlık ve VAHYE MÜSTEDÎD İslâm yerine, adı (İslâm) olan ve fakat İslâm dışı bir din ihtirâ’ edilerek (uydurularak) ve millete de: “İŞTE Kur’ân’ın istediği Müslümanlık budur” denilerek, Martin Luter usûlüne mutâbık, bu uydurma cumhûriyet ve demokrasi dîni zerkedilmektedir. Merhûm Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin: “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan, parlömanlara geçmişdir.” şeklindeki beyanları ise, pek az kişiye ma’lûm, 85 milyona ise mechûl, pek muazzam bir hâkîkatdır… (1936, c.4, s.2515)
AYRICA şu satırlar da, diyânet içün fevkal’âde câlib-i dikkatdir:
” Allâh Teâlâ’ya ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef’âlinde ve ahkâmında evvel ü âhir hiçbir şerîk ü nazîr tanımamak, Hâlık ve mahlûk herşeyin hakkını vermek ve ona göre muâmele etmek ma’nâsına HAKK BİR DÎN VE VE DİYÂNETLERİ HAKKIYLA BİR DİYÂNET VE İSLÂM DEĞİLDİR. Hatta kısmen hakk da olsa, HAKKA MUHTAS olan hâlis bir HAKK DÎNİ ve DİYÂNETİ DEĞİLDİR…. Binâenaleyh, dinleri bâtıldan, haksızlıkdan sâlim olmadığı gibi; dindarlıkları, dinlerine itaatleri de HAKKIYLA BİR DİYANET ve itaat değil; din nâmına birçok haksızlık, zulüm ve tecâvüz yapmıya sâik bir GULÜVV (aşırılık-sapkınlık) ve taassub; veya, hakk ve hukûk ile OYNAYAN DİNSİZLİĞE MÜSÂVÎ BİR AHLÂKSIZLIKDIR.” (1936, c.4, s.2504-2505)
Netîceten, diyânetlerinin, dinsizliğe müsâvî bir ahlâksızlık olduğu, EHL-İ HAKK ve İLİM tarafından apaçık beyân edilmektedir.
DİB başkanları bunu, zaman zaman dünyânın gözü önünde isbatlamakda; cehâlet ve münkirliklerini Pırasasör tabelâsı altından nice hezeyanlarla ifâde etmektedirler!. En son ma’rifet, dalâlet ve “HAKK-HUKÛK ile oynıyan dinsizliğe müsâvî bir ……larını”, 4 âyet-i kerîme ve nice mütevâtir hadîs-i şerîfle sâbit olan “İsa Aleyhisselâm Hazretlerinin semâya urûcu (ref’i) ve kıyâmetden evvel nüzûlü” hakikatını, A. Erbaş’ın ağzından: “Îsâ da ÖLDÜÜÜ, ilerde gelecek diye beklentimiz yoK!” diyerek, üzerine basa basa ve “iyi ki öldü de kurtulduk” dercesine i’lân etmeleri olmuşdur… Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri “ÖLMEDİ” derken, sarıklı oryantalist politikacılar “HAYIR ÖLDÜÜÜ!” diyecek… Öyle ya yahudi kafasıyla ve işkenceci mason Kenan’ın tanrılığında yazılan anayasanın (136. addesi), “DİB, laiklik ilkesi doğrultusunda GÖREVLERİNİ yerine getirir” fermânını höykürüyor!. Demek ki DİB’in tanrısı, İslâmiyyet’in haber verdiği değil; Laiklik ilkesi ki, ona “görevlerini”, 1789 Fr. ihtilâlini doğurtan YAHUDİ KAFASININ bu ilkesi verecek; ve o ilkenin rızâsı “doğrultusunda” işlerini “yerine getirecekdir!.”
14– Püskülü ve gravatı soldan bakan ve geleceğe âid KADERİ okuması ve kehânetleri ve “KADER perspektifinden bakışı ve Mûrâd-ı İlâhîyi her zaman ve her yerde keşf ü kerâmetleri” pek meşhûr olan püsküllü üstâda (!) göre bir vidyosunda şu kavmiyetçilik taşıyan ifâdeye rastlıyoruz:
“HAKÂİK-İ MUHAMMEDİYYE’NİN VE İSLÂM ÂLEMİNİN BUGÜN DE lideri Türk milletidir; istikbâlde de O olacakdır!” mışşş!…
Palavra ve cerbeze ile süslenen şu kehânetlere bir bakınız, dumanaltı olmuşcasına bir manzara… Küreselci Yahudi Kafasının “Hâkimiyyet bilâ kayd ü şart milletinder!” deyişindeki milletin bile, ANADOLU HALKI olduğu sanılıyor! Halbuki bunun ASIL ma’nâsı: “Hakimiyyet bilâ kayd ü şart ALLÂH’ın DEĞİLDİR!” deyiş olub, kastedilen hâkîmiyyet 1789 Fransa’sındaki yahudi kafasınındır… Bu da, (anayasa) denilen ve KELÂM-I KADÎM yerine kâim beşerî kelle mahsûlü bir kitabla, hem de ilk 4 maddesinin değiştirilmezliğini bırakın, değiştirilmesi TEKLİF DAHÎ EDİLEMEZLİĞİYLE 85 milyonun kafasına, aklına, rûhuna, vicdânına, cadde ve meydanlarına, tarla ve toprağına ve kazık girecek her mıntıkasına da çakılmışdır… Cihanda eşi görülmiyen bu 4 maddeli ucûbeden “hiçbir SIKINTI ve kaygıları olmadığını” da, SARAYLI tâife, gene cihâna resmen ve alenen (şecaatle arzedebilmekte)dir!.. Bunun adı da “Darbe anayasasını kaldırıb yerine antiDARBE babayasası yapmak” olacak (!) millet de bunu âfiyetle yiyib hazmedecekdir!. Kat’iyyen ma’lûm olmalıdır ki, 1789 Fr. ihtilâlinin yahudi kafası, bu ANAYASA mefhûmunu, devletlerin, milletlerini esir alıb köle yapmaları içün uydurmuş ve dünyâya ihrâc etmişdir… Son derece câlib-i dikkatdir ki, tek dünyâ devletine gidişde ortak olarak baş çeken ne İNGİLİZİN ve ne de İSRAİL yahudisinin (anayasası vardır!)… Ne var ki bu, dünyâya, milletlerin hukûkunu te’mînât altına alan bir şirinlik muskası gibi takdimle şınınga edilmiş, zavallı insanlar da bu sahtekârlıkları içlerine sindirmişlerdir… Mutlak HÂKÎKATIN KİTÂBI ise, “en büyük ZULM, ŞİRKDİR” buyurur. Binâenaleyh, en büyük zulmün ANASI da, hangi şirk dünyâsının hangi ANAKÂNUNUDUR, bu, üli’l-elbâba ma’lûmdur vesselâm…
İflâs ve bitişin, dünyâ çapında olanı değil, Kâinât çapında olanı bu kadar olur!. Bunu tam 44 senedir, yahudi çakması değil de, en temel kendi kânûnu (anayasası) olarak yiyen; ve 600 tanrısının, üzerine AND içdiği ve her sâniyesini üzerine hâkim kılma mahkûmiyyetindeki bir uzviyet, püsküllüye göre şu KEYFİYETİN SÂHİBİDİR: “HAKÂİK-İ MUHAMMEDİYYE’NİN VE İSLÂM ÂLEMİNİN BUGÜN DE lideri Türk milletidir; istikbâlde de O olacakdır!”
Cehâlet mi, ihânet mi, kehânet mi, mecnûniyet mi, bilen beri gelsin!
Bu millet, târihde, İslâmiyyet’e îmânı ve ameli ve ahlâkı nisbetinde, evet, “O nisbetde İslâm âleminin Lideri” olmuşdur. Ancak, “bugün de böyle bir liderliği devam etdirdiğini söylemek”, akıl iflâsından başka bir şeye hamledilemez!. 100 yıldır yapılan İslâm’ı yok etme ameliyeleri ve benzeri fecaat, felâket, şenâat ve ihânetler, dünyânın hiçbir yerinde görülmediği halde böyle bir iddia ve kehânetde bulunmak, nâmütenâhî çapda bir palavra ve cinnetlik bir hâldir…
Lâikliği, cumhûriyet, demokrasi, kapitalizma, modernizma, reformizma ve kamalizmayı 100 yıldır İslâmiyyet’i yok etmek ve ortadan kaldırmak istikâmetinde işleten ve hem de asıb keserek, 500.000 müslümanı ortadan kaldırarak, Kemahlı İbrahim Hakkı Merhûm gibi İSLÂM büyüklerini vefâtlarından sonra i’dâma mahkûm edib mezarlarından çıkararak ipe çeken, Merhûm Şeyh Sâid ile berâber onbinlerce ma’sûm kadın, çoluk-çocuk ve ihtiyâra kadar nice kürd müslümanlarını havadan bombayayıb bir kısmını da kurşuna dizerek TEDMÎR ve TEHCÎR eden (gavurca jenoside, kurbağaca soykırıma) mahkûm kılan taş gibi ateist ve ataist bir yapı, bugün topyekûn reddedilmek yerine kabûl edilmişken, onun KATLİÂMI unutulmuşken, “Hangi Hakâyık-ı Mu….. ve hangi müslümanlara LİDERLİK” bahis mevzu’u edilebilir?. Cihân târîhihde DÎNİ, dili, âile telâkkîleri, ve târîhi tepeden tırnağa değiştirilmiş; ve DÜŞMANINA tamâmen benzetilmiş başka bir cem’iyyet insanlık târîhinde görülmüş müdür?. Bugün Gazze, Lübnan, ve sâireyi havadan bombalıyarak 40-45 bin kadın-çocuk-yaşlı ve ihtiyâra KATLİÂM (tedmir ve tehcîr) tatbik eden İsrail yahûdileri ile; 1925’de KÜRDLERİ havadan BOMBALIYARAK onlara da aynı (jenosid-tedmîr-tehcîr ve katiâmı), kamalistçesiyle (soykırımı) tatbik edenlerin ne farkı vardır?. 1930’daki Müretteb Menemen hâdisesiyle yapılan Ramazan günü oruçlu 30-40 seçme hocayı 1930’daki müretteb Menemen vak’ası ile ipe çekmeler ne tür katliâmlardı, bunlar da Türkiya çapındaki tedmîr, tehcîr ve (jenosidin) parçaları değil miydi?. Frenk veya yahudi şapkasını kânûn zoruyla başlara geçirmeyi hükûmet şeref ve haysiyetine sığdıran, başka bir devlet cihân târîhinde var mıdır?. Ve böyle bir kânûna muhâlefet eden ve bu kadar zulme hızmetkâr bir kânûna, mer’iyyete girişinden birbuçuk sene evvel reddiye yazan Büyük âlim ve şehîd İskilibli Âtıf Efendi Merhûmun, cihân hukûk târîhine kapkara ve iğrenç bir leke olarak geçen (KÂNÛNUN MÂKABLİNE (evveline) TEŞMÎL EDİLİŞİ) gibi bir zulüm ve kıtâl cinnetine yakalanmış bir cem’iyyet veya devletlere insanlık târîhinde rastlanmış mıdır?. Şapkaya muhâlefetleri var diye bombalanan şehirlere, Şalcı Bacı gibi asılan ihtiyâr kadınlara, Mersin’de başına çivi ile şapka çakılan zavallı 57 insana ve böyle bir vasat, devir, devrim, devirim, inkilâb ve hükûmetlere, kâinât târihinde milyarda bir nisbetinde bile hiç rastlanmış mıdır?.
Bugün ise, yahudi, haçlı veya kardinal külâhı veya şapkası giyen binde bir kişi bile kalmamışken, adı geçen ucûbe kânûnları, hâlâ devrim kânûnu adıyla mer’iyyetde ve fakat son derece gülünçlük ve KADÜKLÜKDE bırakan; “Muhâfazakâr demokratım” diyerek müslümanlık oynıyan ve halkı da oynatan parti-pırtı iktidarlarının, nice haçlı memleketlerinde bile yasak olan zina fiil-i şenîasını serbest yapdığına; ve Moskof’un bile yasakladığı lgbt ucûbeliğine 22 derneğe sâhib olacak şekilde serbesti ve müsâade ve müsâmaha gösterilişine; ve hiçbir şâhidi olmıyan kadınların mücerred şikâyeti üzerine babalara, kocalara v.s. lere 18 yıla varacak kadar ağır hapisler verildiğine; ve boşanan kadınlara kayd-ı hayat şartıyla NAFAKA vermek zorunda bırakılan kocalara; ve mâlum bir TEK ŞAHIS içün KORUMA KÂNÛNÛ çıkaran; her tarafı heykellerle dolduran, anıtlar ve mozaleler içinde kıyam ve rükû’ edenleri bazı hoca kılıklı şeytanları diliyle şer’î ülülemr tanıyan; ve bunlara MUNZAM, puthâne, fâizhane, meyhâne, kumarhâne, şirkhâne, heykelhâne ve guburhâne işleten bir cem’iyyete, bir millete, bir kavme ve bir halka, cihân târîhinde hiç rastlanmış mıdır?..
Bu kânunlarla kuşatıldığı halde, böyle bir sistemin esâretine gönüllü olarak iştirâk eden ve bunu da aynı mücrim partilere oy vermiye koşan, onları yaşatan, onlar içün biribirlerine giren, 8-10 partinin hergün en iğrenç yalan ve iftirâlar, şirk ve küfürlerle biribirine girdiği, birlik ve vahdetin zîr ü zeber olduğu bir memleket mi: “HAKÂİK-İ MUHAMMEDİYYE’NİN VE İSLÂM ÂLEMİNİN BUGÜN DE lideri Türk milletidir; istikbâlde de O olacakdır!” hükmüne MUHÂTAB olacak???.
Bu kadar kuru-sıkı ve akıl-mantık tanımaz palavraların ma’nâsı ve neyi istihsâl etmek istediği cidden korkunçdur!. Bu kadar islâmî fikir haysiyet ve istikâmeti sapmış adamların hangi noktadaki söz, hıtâbe ve yazılarına i’timâd edilebilecekdir???…
Bâlâda zikri muharrer dogmaları haykıran adamlar ve onların sarıklı me’murları, cihânın gözü önünde, resmen ve alenen, Îmân, İslâm ve hayâlarının ve İslâmiyyet’e kaç miligram âidiyyet taşıdıklarının vesîkalarını, işte böyle ve bilmem ne gibi hiç utanmadan şecaat de arzederek” sergilemektedirler!.. Adı müftü, vâiz, imam ve sâire olan ve (hademe-i hayrât olmakdan çıkarılmış) laik devlet me’mûru ahbâr ve ruhbân sınıflarına İSTİHÂLE eylemiş; ya’ni “Dîn Görevlisi” etiketi takılmış adamlarla sâir cumhûriyet ve ilâhiyât xxxxpırasasörlerinin, sarıklı politikacı A. Erbaş’ın “Îsâ öldüüü” höykürmelerine karşı gıkları ve tıkları çıkabildi mi???… (Bardak ve Görmezden de al)
Bir iki nesil yukarısı muhterem hocaefendilere ve ehl-i tarîk zevât-ı kirâma dayanan nice müslüman kitlelerin bugünki takibçileri bile, kamalizma mecbûru politika girdabına kapılmış ve boğulub gitmişlerdir. Allahsız sistem ve rejimlere şükranlar arzeder hallere iptizallere düşmüşlerdir. Şu hılâf-ı hakîkât ve demokrasi şirkine “ÇOK ŞÜKÜR” diyerek nerede ise şükür secdesine kapaklanacak adamlara ne diyeceğiz?. Buyrun:
“Türkiyemizin de %99’u müslüman olub, büyük çoğunlukla islâmî ve ahlâkî değerlere bağlıdır. ÇOK ŞÜKÜR ESİR ve KÖLE DEĞİLİZ,diktatörlükle değil DEMOKRASİYLE YÖNETİLİYORUZ.” (Esad Coşan, Sehâ Neşriyat:100,Yeni Ufuklar, 1992,s.176) İlâhiyatçı profesör ve şeyhliği kendinden menkûl şeyh efendi hazretleri “DEMOKRASİ İLE YÖNETİLDİKLERİ İÇÜN ÇOK ŞÜKÜR!” şu ucûbe şirk sisteminin mü’miniyim diyor!. Sıradan bir mülüman bile “Beşerî ve tâğûtî sistemlere şükür edib”, böyle bir söz söyliyebilir mi?.. Söyliyemez. Ancak prof oluncaya kadar beyni rejim standartları ile şartlananlar böyle sistem yaldızlama ve kalaylamaları yapabilir!!!
Bu mübtezel keyfiyet, üstâd (!) kadir’e göre bugün bile İslâm âleminin LİDERİ!.. Çünki “Çocukluğundan beri tanıdığı ve mü’min ve muvahhid olan Tayyib Bey’i” başdadır; ve “Onu desdeklemek ÎMÂNIN ÎCÂBIDIR!” Yeter ki, O’nun, devlet ve hükûmetin tepesinde oluşu devâm etsin!. Bir takım menfaatlar tıkırında yürüsün!
Bu abuk sabuk desîselere karşı kim çıkdı da şöyle diyebildi:
“AKAP’ı desteklemek İMÂNIN DEĞİL; BİR TAKIM Menfaatların, ihtirasların, azametfüruşlukların, böyyüklere yanaşmalıklarla böyyüklenmelerin, sırtı dayayacak demokratik partili dayılıklar bulmaların îcâbıdır, çok feci’ sıkıyorsun!!!” Böyle diyebilen kaç kişi çıkdı???.
Püsküllü bu…
İşine gelince “Şimdi ve istikbâlde Lider TÜRK milletidir” der; başka yerde işine geldiği zaman “TÜRKİYE BİR AÇIK HAVA TIMARHÂNESİDİR!” der… TEZÂD VE TENÂKUZLAR, PALAVRA VE SIKMALAR, CERBEZE VE DESSASLIKLAR, İslâmî ilimlerin câhili olunduğu halde (İslâm âlimi, Osmanlı münevveri görünmeler)….. Korkunç…
15– Târihçiliği de, Hazret-i Osman, Ali, Muâviye ve Amr ibnü’l-As gibi önde geler Ashâb-ı Güzini (Rıdvânullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtını tenkîd ve onlara dil uzatmak!.
Büyük İslâm Kumandanı Salâhaddîn Eyyûbi Merhûm’a, hiçbir edeb ve terbiyeye sığmıyacak şekilde ve “Hayvanoğlu hayvan” demelere kadar hakâret, iftirâ ve bühtânlar savurmak!.
Ankara tarafından İ’dâma mahkûm ve 2 kere de i’damla muhâkeme olunmuş Osmanlı Devrinden kalma Büyük Âlimlerimizden Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’u tenkîd ve tefsîrini küçümsemek!.
Merhum Müfessir Muhammed Vehbî Efendi’nin tefsîrine, öküz altında buzağı arar cinsinden münekkidlik yapmak ve onunla alay etmek… “Hulâsatü’l-Beyân Fî Tefsîri’l-Kur’ân” nâmındaki bu kıymetli tefsîri, zerre kadar utanmadan ve taklid fiillerine de tenezzül ederek “Feto tâifesi karekterine benzetib,” onların manzarasında “silik, sinsi ve pısırık ve tarihî ma’lûmâtlarla dolu imiş” gibi göstererek, alay etmek, küçümsemek ve ona menfîlikler yükliyerek iftirâ atmak!.
Evvelce pek medhetdiği ve Kadîm İslâm Coğrafyasının birçok yerinde “Akâidde İMAM” olarak tanınan Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerini de, Püsküllü Üstadın ölmeden evvelki son konuşmalarında alaycı ve küçümseyici bir dille “İşte bu da Şeyhülislam” diyerek, bir kader mes’elesinde (ki merhûm eş’arîye geçmişdi) aşağılaması…
Bütün bunlar gösteriyor ki, bu adam, sadece kamalist küfrüne saldırmıyor, müslümanların mukaddeslerine, nice akaid mes’elelerine ve kıymetli ilim ve mübârek nice büyüklerine de ağzını bozmakda, zaman zaman küfürler savuracak derecede gözü dönmektedir… Ehl-i Sünnet akaidine ters, umursamaz, hafife alır ve hudud tanımaz tavırlar ortaya koyduğunu, görüldüğü gibi maddeler hâlinde sıralıyor ve sıralamıya da devâm edeceğiz.
16– Ve.. her fırsatda böbürlenib, kendisini kusursuz ve Osmanlıya da nisbet ederek, kendisini, kendi kendine, bir nevî Sultanlaştırmaktadır ki, aslâ sıkılmadan ve aynen, şu son derece yakışıksız palavrayı bile sıkabilmektedir:
“Ben cumhuriyet adamı değil yaa, ben imparatorlukdan kalma bir adamım, ben Osmanlıyım! Ne kemalistim, ne lâyiğim, ne cumhuriyetçiyim! İlk defa bir adam gibi OSMANLI bir adam tanıyın yâhû!”
Şu ibâre bile bir tek şeyin isbât vesîkası olacaksa, o da, mûmâileyhin, asla OSMANLI olmadığı, olamadığıdır. Osmanlı olanda en asgarî ölçü, edeb, terbiye, tevâzû’ ve haddi bilmekdir. Bu da, 622 yıllık Osmanlı târihinde İslâm ahlâkından aslâ ayrılmayışla tev’em yürürse ortaya çıkacak bir haslet-i memdûhadır. 1922’ye kadar adı Osmanlı, kendisi lâğımdan beter nice mahlûkât da bu zaman içinde görülmemiş değildir… Eğer Osmanlıyım demek, İslâm iîmân, amel ve ahlâkıyla mütehallî bir ADAM olmayı ifâde edecekse, bu, aslâ bir insanın kendi kendisini dağ başında zıvanadan çıkıb köpürerek cemâdâta, hayvânât ve nebâdâta meddâhîn ağzıyla pazarlamasından değil, asgarî efendilik, tevâzû’ ve edeb-i islâmiyyeden geçer. Ayrıca kullanılan dil Osmanlının edeb dili değil, Osmanlıya (imparatorluk) diyen muvâzenesiz bir imparator dilidir!. Osmanlının başında hiçbir zaman İMPARATOR bulunmamışdır ki, kendisi imparatorluk olsun!. Şu ifâde bile mütenâkız bir ma’nâ ortaya koymakla, muvâzenenin ne kadar dışına taşmaktadır… Son zamanlarına yakın devlet arması ile Osmanlı kendi derecesinde bir âidiyeti DEVLET ARMASI İLE: “El Müstenidu bi Tevfîkâti’r-Rabbâniyyeti Devletü Meliki’l-Osmâniyye” diyerek cihâna ilân etmişdir. Ona sen “impatora sâhib bir imparatorluksun” demek, ben şuyum diyene, hayır sen o değil sen busun” demek gibi bir ahlâkî tekzîb keyfiyeti de ortaya koyar!. Bu kafa, hangi garb kafasıdır düşünülmeye değer!.
“Ben imparatorlukdan kalma bir adamım” diyene, ayrıca sorulur: “Osmanlıdan kalan dedelerimiz, babalarımız ve sâir eşhâs içinde kimler ve kaç kişi “Ben imparatorlukdan kalma bir adamım” diye Topaneli ağzı kullanmışdır?. Böyle bir şeye Kamalist çetelerde bile rastlanamazken veya nâdiren ve o da menfî bir ma’nâ istihdaf etmek istiyenlerde rastlanırken…
Bir diğer husus da, “Kamalist, laik ve cumhûriyetçi olmamanın” zıdd-ı kâmili “İmparatorlukdan KALMA bir adam oluş” değil, “Bir ümmet ve İMÂMET teşkîli, ba’de’l-ÎMÂN müslümanların İLK FARÎZA-İ Dîniyyeleridir” (Elm, Tefs, 1936, 2/1154) hükmünde mündemic bulunan İMÂMET-İ KÜBRÂDIR. Ömrü târih dedikoduları içinde ifnâ olub, şer’î mes’eleleri keyfine ve nefsine ve hevâsına göre atıb tutanların hali işte bu vinvâl üzre kayda geçmişdir…
“İlk defa bir adam gibi OSMANLI bir adam tanıyın yahu!” demek de, benden başka “adam gibi OSMANLI bir ADAM tanımadınız yahu!” demekdir ki bu kadar gülünç ve ABES bir lâf u güzâf olamaz. Bu azametfüruşluğun kendisini dev aynasında görmenin bir aksidir ki, bu hallerden Allâh Azze’ye sığınırız. Bizim gibi peder ve ceddi müftü olan niceleri, kâdî olan pek çokları vardır, veya bu kabil zevât-ı kirâm ve hoca efendilere mülâkî olan nice yüzbinler vardır ki, bunlar hakîki OSMANLI ADAMLARINI görmüş, ders halkalarında sohbet ve nasîhât meclislerinde bulunmuş, onlarla hemhâl olmuş, duâlarını almak şerefine nâil olmuşlardır. Üstelik onlar, püskülü soldan sallanan fesler giymez İslâmiyyet’in şeâirinden olan SARIK da sararlardı!. Hele boyunlarına, Yâsîn sûresinde geçen “AĞLÂL” denen ve Elmalılı merhûmun “Fıskı ve küfrü temsildir” dediği kelepçeği (yuları) da takmazlardı!. Osmanlı olmak böyle bir şeydir… Osmanlı olmıyanların “Osmanlı ancak benim, bana bakın OSMANLIYI görün” gibi sayıklamaları cidden hayret verici gülünç bir sayıklama olsa gerekdir…
gibilerde palavralarla, kendisini, en utanılacak gülünçlükle, böyle bir ağız ve basitlikle bizzat kendi kendisini hiç bitmiyen bir reklâma kıyâm etmektedir!..
Îmânların zîr ü zeber olmasına sebeb olanlar olmasa, bu kabil nice çapaçul ve muhtell ve mudill kafalara ve onların atıb tutmalardan ibâret ve mütenâkız zırvalarına, kokuşmuş fikir paçavralarına ve zıvanadan çıkmış lâf hamûlesi sıkmalarına cevâb vermiye aslâ değmiyeceği elbetde ma’lûmumuzdur…
xx16– “Hâkimiyyet bilâ kayd ü şart milletindir” tabelâsını, mefhûm-ı muhâlifi “Hâkimiyyet bilâ kayd ü şart ALLÂH’ın değildir” şekliyle dârü’n-nedve duvarına bir şirk DOGMASI olarak neden ÇEKMİŞLER ve asmışlardır?!.
Hakk ve hakîkatı görmek istiyenlerin gözünden bunlar aslâ kaçamaz… Püskülü soldan, ağlâli sola yılık çakma üstâdın bu “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şeklindeki kamalist sistem dogmatik şirkine nasıl SÂHİB çıkışını ise, pek şaşıracak muhibbânına rağmen, nasibse, müstakil bir madde olarak ele alacağız!.
VAZ’-I İLÂHÎ olan edille-i erbaanın yerine ve onun rağmına konacak beşerî her kânun, nizâm, HÂKİMİYYET, idâre, demokrasi, cumhûriyet, meşrûtiyet, mutlakiyet, monarşi, laiklik, ateizma, ataizma, siyonizma, kamalizma, ilke, ülkü, sistem, parti ve felsefe, her zaman ve mekânda, İSLÂM nazarında mutlak ŞİRKDİR; tâğûtî sistemlere ve endâda perestiş ve onlara tapmakdır.
Püsküllünün atıb-sıkdığı şekliyle, hiçbir GÖRÜŞ, vaz’-ı ilâhînin yerine konulamaz… İslâmiyyet’de, hiçbir şer’î mes’elede, beşerîlik sıfatı taşıyış demek olan (GÖRÜŞ)e hüküm olarak aslâ yer yokdur. Ancak ve ancak, vaz’-ı ilâhî olan edille-i erbaaya istinâd şartı olan –EHİL müctehlerin (ictihâdına)– YER ve HAYÂT vardır. Bu ilâhî NİZÂM ve USÛL (disiplin), Osmanlı’nın duraklama-ve gerileme devirlerinde gevşemiş, Tanzimât rezâlet, küfriyât ve irtidâdları ile aleniyete dökülmüşdür. Jön Türkler, birinci meşrûtiyetçi ve anayasacı masonlar ma’rifetiyle 1909’dan sonra ise hiçbir ölçü tanımadan bu rezâletler büsbütün cıvımış, cumhuriyetçi şirkleri ile ise, zerre kadar îmân, vicdân, insanlık, hayâ, ahlâk ve hudûd tanımadan ve binbir zırva ve eşsiz tuğyân ile zirve yapmışdır…
1950’den sonra yıkılan İslâm BİNÂSI yerine, rûhu çıkıb posası kalmış; ruh ve esâsâtı yerine îmânı ve akâid keyfiyeti sıfırlanmış; ve son derece fürûâta müteallık, âyinimsi, an’anevîmsi, gelenek-göreneksi, halkı aldatıcı ve “folklorik ritüeller”, İSLÂMİYET’miş gibi gösterilerek, sinsice ve halkı uyuşturarak zihinlere çakılmışdır. DİB ve ilâhiyâtlar ve nice ham yobaz kaba softalar eliyle uydurulanlarla, mumya-iskelet ucûbe bir dîn ihtirâ’ (îcâd) edilmişdir. “İslâm DÎNİ işte budur” denilerek, bu toprakların insanlarına, içine ilâve maddeler ve adı devâ kendi “zehirli aromalar” da katılıb tatlandırılarak, güle oynıya yedirilmiş ve içirilmişdir… Bütün ıstılahlar sulandırılıb İslâmiyyet’in DİLİ koparılmış, ISTILAHLARI olmıyan, vahiyden kopuk, beşerî ve ideoloji ile sınırlı bir DÎN uydurulmuşdur!. LİSÂNI olmadığı içün konuşamıyan, merâmını bir maflûc acziyetiyle anlatmıya (!) çalışan, bütün fıtrî kuvve ve garîzaları iflâs etdirilmiş; ve kendi kendisi OLARAK YAŞAMASI YASAKLANIB VÜCÛDU TEHLİKE OLACAK HÂLE GETİRİLMİŞ, BU HÂLİYLE BİLE HER TÜRLÜ ÖRSELEMENİN ÖNÜNE ATILMIŞ bir keyfiyet ve bu manzarada bir dîn ve diyânet…
1950 sonrası da bu…
Püsküllü gibiler içün bütün bu aldatma, hilekârlık ve sahtelikler de, “demokrasinin açdığı lütûf kapısı!”
HULÂSA: İslâmiyyet gibi dört delîli de vaz’-ı ilâhî olan (Elmalılı,1936, 1/88) bir DÎN nazarında, beşerîlik demek olan hiçbir GÖRÜŞ, bu dinde aslâ şer’î bir hüküm ve kıymet ortaya koyamaz. Bunlar “teşehhî” olarak kat’iyyen merdutdur ve İslâmiyyet’i ortadan kaldırmıya ma’tûf iblisliklerden ma’duddur… Püsküllü ve çakma Üstâdın, 3-4. asırdan sonra gelen ehl-i sünnet ulemâsının ŞER’Î tedbîre ve İslâmiyyet’i muhâfazaya ma’tûf mütâlaa, hassâsiyet ve mülâhazalarını hiç kâle bile almadan ve onların rağmına, hiç utanmadan “İctihâd kapısı açıkdır” gibi sık sık ve bir modernist ve reformist allâme edâsıyla ve azametfürûşluk taslıyarak zırvalayıb hezeyânlara dûçâr oluşuna da, müstakil bir madde hâlinde ve nasibse, müteâkıb tahrîrâtımızla dikkatleri çekeceğiz…
(Maba’di var)tt