-1- Tahrîfe Karşı Çıkarken (İslâm’da) Tahrîfât!
27 Haziran 2024

TAHRÎFE KARŞI ÇIKAR GÖRÜNÜRKEN (İSLÂM’DA) TAHRÎFÂT

(2)

Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)

 

10- Birinci makâlemizin 5. maddesinde “Siyâseten Katil” denen maskeli cinâyetden bahsetmişdik. Bu kabil uydurma ve desâis ve gözbağcılıklar yetmiyor gibi, bir de “Fâtih Kânunnâmesi” diye pek zırva bir iftirâ, Hadîs-i Şerîfe mâsadak Merhûm FÂTİH Sultân Mehemmed Hân Hazretlerine isnâd edilmişdir. Püsküllü çakma Üstâd, bu uydurmayı da harâretle tasdîk edib, DEVLETİN ayakda kalması içün böyle bir kânûnnâmenin ehem ve elzem bulunduğunu pek abartılı bir şekilde müdâfaa etmektedir. Hatta, vidyolarıyla resmen ve alenen, hiç utanıb Allâh Azze ve Celle’den korkmadan, Osmanlıların 622 yıl uzun yaşayıb, Selçukluların daha kısa (350 sene) yaşamalarını, onlarda devletin yaşaması içün bu “siyâseten katil-kardeş ve çocuk katli” denen bu belâ-yı azîmin tatbîk edilmeyişine bağlıyor!. Müslümanın değil, bir insanın bile FITRATINA ters bir ucûbelik bu kadar olabilir… Katil ve cinâyetin müdâfaasının bu derece muhâfaza ve müdâfaasının yapılışı, müslüman îmân, amel ve ahlâkıyla zerre kadar kâbil-i te’lîf edilemez. Tüyleri diken diken eden bir manzara…

Fâtih Cennetmekân’a atfedilen “Kardeş Katli Kânunnâmesi” denen uydurma cinâyetnâmenin hakîkatde olmadığını, bunun uydurma bir rezâlet olduğunu söyliyen târihçilere de, Püsküllünün ağır tahkîr ve tezyiflerde bulunduğu kendi ifâdeleriyle sâbitdir. Sâbık Temyiz Reislerinden Merhûm ALİ HİMMET BERKİ’NİN “Büyük Türk Hükümdârı Sultân Mehmed Hân ve Adâlet Hayâtı” nâmında bir eseri vardır. Bu eserin 129. sahifesinden 148. sahîfesine kadar, bu kanunnâme denen uydurmadan bahsedilir…  Besmele’den sonra metin şöyle başlar: “Bu kânûn ve kânunnâme atam ve dedem kânûnudur. Ve benim dahî kânûnumdur. Evlâd-ı kirâmım, neslen ba’de neslin bununla âmil olalar…” Metin 141. sahîfede biter. Ali Himmet Berki Merhûm şöyle devâmdadır:

“İşte Fâtih Sultân Mehmed Hân-ı Sânî tarafından tanzîm etdirildiği söylenen ve 1. KÂNÛN olub VİYANA KÜTÜBHÂNE-İ İMPARATÔRÎSİNDE  mevcûd nüshadan İSTİNSÂN olunan (çoğaltılan) kânunnâmeyi AYNEN BURAYA GEÇİRDİK. İkinci bir mecmua daha vardır ki,

(s.142 başlıyor:) “VİYANA kütübhâne fihristinde bunun da Sultân-ı müşârünileyhe âid olduğu kayıdlı imiş. İMZÂ ve TÂRİHDEN ÂRÎ olan ikinci mecmuanın mündericâtından da anlaşılacağı üzere FÂTİH’E ÂİD OLMADIĞI MEYDANDADIR. HATTA BÖYLE BİR KÂNUNNÂME OLDUĞU VE HANGİ DEVRE ÂİD BULUNDUĞU DA KAT’İYYETLE MA’LÛM DEĞİLDİR……..Görüldüğü üzere mecmua gurre-i zilhicce 1029 târihlidir ki, bu, istinsâh târihidir. Fâtih’in irtihâlinden tam 143 sene sonraya müsâdifdir. Fakat kim tarafından ve nereden istinsâh edildiği ve asıl nüshâsının nerede bulunduğu ma’lûm değildir. Hazîne-i evrakda da böyle bir mecmuaya tesâdüf edilememektedir.”

s.144: “Mecmuanın gerek tanzîm ve gerek tertîbinde lisan hataları ve ibtidâîlik ve karışıklık vardır……velhâsıl eserde tertîb ve tasnîf yokdur. Mevzuun ehemmiyeti ise âşikârdır. TEVKIÎ EFENDİLİK MERTEBESİNE yükselen bir zâtın böyle gayr-i muntazam bir kânunnâme TERTÎB ETMİŞ olması ve ÂLİM ve EDÎB olan pâdişâhın bunu kabûlü MÜSTEB’ADDIR. (baîd, olmıyacak bir şeydir.)

s.145: “Ne garibdir ki, böyle bir KÂNÛN, devletin HAZÎNE-İ EVRÂKINDA BULUNMUYOR DA, ECNEBÎ BİR İMPARATORLUK KÜTÜBHÂNESİNDE BULUNUYOR….. Ancak KARDEŞ KATLİNE ve CERÂYİME (cinâyetlere) ve ba’zı tevcihâta âid muhteviyâtı,  mühim ve ŞÂYÂN-I DİKKATDİR. ŞERÎAT-I İSLÂMİYYE’DE KATİL, A’ZAM-I CERÂYİMDİR. HİÇBİR KİMSE BİLÂ SEBEB KATİL VE İFNÂ OLUNAMAZ. KUR’ÂN-I KERÎM’DE MÜTEADDİD SÛRELERDE KATLİN FENÂLIĞI  VE ŞENÂATI BEYÂN BUYURULARAK ŞİDDETLE TAKBÎH VE EKÎDEN (çok kuvvetli ve sarîhan) NEHİY BUYURULMUŞDUR. Osmanlı devletinin esas kânûnu ŞERÎAT-I İSLÂMİYYE İDİ. PÂDİŞAHLAR MESÂİL-İ MÜHİMMEDE ULEMÂDAN SORMADAN VE ONLARLA İSTİŞÂRE ETMEDEN KARAR VERMEZLERDİ. FÂTİH, BU ESASA HÜR-“

(s.146: “MET VE RİÂYET EDENLERİN BAŞINDA GELİR. BİR KERE HAZRET-İ PÂDİŞÂH BÜYÜK BİR ÂLİMDİ, KUR’ÂNIN AHKÂMINI VE KATLİN ŞENÂATİNİ (alçakça bir cürüm olduğunu) BİLİRDİ…… İTAAT-İ MUTLAKA İÇİNDE VEYA DEVLET VE CEM’İYYETİN HIZMETİNDE YAŞIYAN kardeşler ve ma’sûm çocuklar karşısında NİZÂM-I ÂLEM NASIL BAHİS MEVZUU OLABİLİR?.”

  1. 147: “HULÂSA: BU MECMUA DOĞRU BİR KÂNUNNÂME OLARAK KABÛL OLUNAMAZ VE BUNUN ÜZERİNE BİR HÜKÜM VERİLEMEZ. ŞU DA DİKKATE lâyıkdır ki, gerek FÂTİH devrinde, gerek sonra kullanılan ELKAB (lâkablar), mecmuada gösterilen ELKÂBA UYMAMAKTADIR. Eğer bu mecmuada yazılanlar doğru olsa idi, aynen bunların kullanılması îcâb ederdi.”
  2. 148: “…..bundan da anlaşılıyor ki, mecmuanın muhteviyâtı UYDURULMUŞ VE TOPLANMIŞ, VÂKIALARA GAYR-I MUVÂFIK ŞEYLERDEN İBÂRETDİR. Son zamanlarda mütetebbîlerimizin (dikkatle araştıranlarımızın) SAHÎH VE VÂKIALARA MUTÂBIK BİR KÂNUNNÂME İMİŞ GİBİ BUNUN ÜZERİNE SAHÎFELERCE YAZI YAZIB MÜTÂLÂA YÜRÜTMELERİNİ PEK GARİB BULUYORUZ.” (Kutulmuş Basımevi, İstanbul-1953)

Püsküllü Mısırzâde ise çakma Üstâd ve zamânenin çakma târihçisi olarak, Osmanlı devri ve terbiyesi görmüş, tecrübeli ve müdakkik bir zât olan Ali Himmet Merhûmun bu ESERİNİ, i’tibâr edilmez demeye getirib, tahkîr edercesine elinin tersiyle itmektedir!. Çünki Püsküllü, Osmanlı târihinde katledilen nice ma’sûm kardeş ve çocuk hatta bebeklerin bu cinâyetlerini “siyâseten katil” maskesi takarak bunu, âyet, hadîs, icmâ’ ve müctehid ictihadlarının CERÂİM-İ AZÎME deyişine RAĞMEN gûyâ  (meşrû’) gösterecek; “devletin selâmeti içün yapılmışlık boyası çekib suç olmakdan çıkaracakdır!.” Böyle yalan, iftirâ ve uydurmalara dayanan sahte târihçilik, kamalizma içün son derece tabiî olsa da, müslümanlık DÎNİ, müslümanlar ve müslüman târihçiler ve akl-ı selîm sâhibi nâmuslu adamlar nezdinde aslâ tasvîb ve tervîc edilemez; tam tersine, tepeden tırnağa MERDÛD, MEL’ÛN ve İĞRENÇ bir vahşet ve rezâlet görülür…

Böyle bir şeyi uydurmak ve düzmek, tasvîb ve tasdîk etmek ve FÂTİH KANUNNÂMESİ adı altında bu kabil maskaralık ve şeytanlıkları meşrûlaştırmaya çalışmak, günâh-ı KEBÂİR olarak KATLİ kat’iyyen HARAM kılan Allâh AZZE ve CELLE’nin İRÂDESİNİ, uydurma bir kânunnâme kadar i’tibâra almamak cinâyet ve cinnetidir… YA’Nİ: ŞERÎAT-I Ahmediyye’nin üstüne, üstelik de UYDURMA bir kul İRÂDESİNİ çıkarmakdır ki, bu, îmânları zîr ü zeber eder… KATİL denen ve KAHHÂR-I Zülcelâl olan ALLÂH AZZE ve CELLE’nin çok büyük o HARAM ve YASAĞINI, beşer KÂNÛNU denen hezeyân ve zırvaların altına ve ayağına düşürmekdir ki, bunun, nasıl bir şirk, alçaklık, rezillik ve iğrençlik olduğunu beyâna lisânımız kâfî gelemez…

  1. a) Bu uydurma kânunnâmeyi var gösteren İslâm düşmanları ve husûsan müsteşrikler, bununla, müslümanların kul kânûnunu TERCÎH ediş şirkini meşrû’laştırmak isterken, bir yandan da müslümanların, ATALARINI, kendi çocuk ve kardeşlerini katleden cânîler sürüsü görmelerine; ve binnetîce, ahfâdın  ecdâdına düşman olmasını te’mîn ederek âtîyi mâzîden koparıb nesillerin biribirine DÜŞMAN olmalarını hedeflemektedirler…
  2. b) Püsküllü gibiler de, suçsuz  kardeş ve çocuk katli gibi bir alçaklığı meşrû ve haklı göstermek içün, bu kabil uydurma paçavraların, HADÎS-İ ŞERÎFE masadak büyük bir SULTÂNDAN sudûrunu, katle dayanan uyduruk ve SAHTE Osmanlıcılığın müdâfaasında “meşrû” bir VESÎKA yakalamış gibi göstermekde ve dessaslığın (hilekârlığın) ve gözbağcılığın evc-i bâlâsına zıplamaktadır!…

Nerde kaldı ki Püsküllü, bu iğrenç katil haramını, ülulazîm bir peygambere bile bulaştırmış bulunmaktadır!

11–Ülülazîm (En büyük) Peygamberlerin 3.sü olan Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri’nin, aslâ öldürmek kastedmediği hâlde bir adama TOKAT atdığı ve fakat adamın öldüğü bir vâkıadır.  Mûmâileyhin (şerîatçı ve târihçi geçinenin) dilinde bu aynen: “Mûsâ Aleyhisselâm KÂTİL oldu” şeklinde hükme bağlanıyor ki, o üçüncü en büyük Peygambere böyle pek ağır (GÜNÂH-I KEBÂİRDEN) bir suç ve (haram fiil) isnâdı, DEHŞETLİ VE KORKUNÇ bir iftirâdır… Ve bütün Peygamberân-ı Izâm Hazerâtında bulunduğuna îmân ŞART olan 5 sıfatdan biri bulunan İSMET sıfatı ile de bu, aslâ ve sûret-i kat’iyyede kâbil-i te’lîf edilemez…

Yüzbin küsûr şu kadar bin enbiyâdan (Aleyhimüsselâm’dan) en son derecedeki bir Peygambere varıncaya kadar, HİÇBİR Peygamberlere îmânın 5 şartından biri olan İSMET sıfatının nakîzi bir fiil veya kavil ve meselâ KÂTİL OLMAK gibi değil cürm-i azîm bir  HARAM; en küçücük bir haram (günâh) dahî, ÖMÜRLERİ BOYUNCA sûret-i kat’iyyede isnâd edilemez… Aksi hâlde bu, Peygamberlere îmânı nefy ü ref’ ve nakz ü ibtâl eden KÜFRE müeddî pek büyük bir cinâyet olur… Kelâm-ı Kadîm’de ismi geçen veya geçmiyen kaç bin peygamber (salâvâtullahi ve selâmuhû aleyhim ecmaîn) gelmişse, bunların bir eksiksiz hepsinin tebliğ buyurduğu DÎN, İSLÂM olub; hepsinin ŞERÎATLARINDA da, katli müstahik olmıyan birisinin nâhakk yere katli, MUTLAK olarak büyük bir haram kılınmış, cerâim-i azîmeden addedilerek mutlaka ve kat’iyyen yasaklanmışdır…

Ecdâdımız Osmanlı, ba’zı târihlerinde bu azîm cürm ü haramı ve Şerîat’dan nice mes’elede uzaklaşmayı aşağılık duygularına (nefsine), haçlılara (iç hâinlere, inse ve iblise) kapılarak, dînine ve soyuna ihânet çapında irtikâb etmiş; ve maatteessüf bunun getireceği belâ, musîbet, tedennî, izmihlâl, ihtilâl, esâret, azâb ve vebâlden de kurtulamamışdır. Böylece de, dünyâdaki en büyük seâdet olan KENDİ DEVLETİNDE şer’î hürriyet ve istiklâl  sâhibi olarakYAŞAMAK Nİ’METİNİ hem kendisine hem de milletine kaybetdirmişdir… Ni’meti veren Allâh Azze ve Celle, ŞÜKREDİLMİYEN ni’meti, sünnetullâh îcâbı olarak geri alacağını, Âdem Aleyhisselâm’dan beri gönderdiği peygamberleri ile insanlığa beyân buyurmuşdur.

Ardı arkası kesilmiyen cerbeze ve desâis ile katli meşrû’ gösterici  nice hezeyânlar, insanda nasıl bir KİTÂB ve Peygamber îmânı bırakır, tasavvuru çatlamıyan hayâl etsin!. Bu nasıl, dîn ü îmân, ahlâk, nasıl edeb, terbiye, nasıl insâf ve nasıl bir insanlık ve vicdandır?. Adamın Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine “KÂTİL OLDU” deyişini, Allâh’ın Dîni kat’iyyen reddediyor. 15 asır içinde “Mûsâ KÂTİL OLDU” diyen bir âyet, hadîs, icmâ’, bir müctehid ictihâdı veya mu’teber bir eser görülmüş müdür???. Bu da, olsa olsa adı geçenin kendi ihtirâ’ eylediği (uydurduğu) modern-güncellenmiş (!) bir dînin kabûllenişidir!.

Peygamberân-ı Izâm Hazerâtı Efendilerimizden aslâ (haram) sâdır olmamış, kasıd ve ihtiyâr dışı (zellât) denilen küçük hatâlar, sürçmeler, ictihâdda isâbet edememeler zuhûr edebilmişdir. ANCAK bunlar da, nebî ve rasûllerin mürsili (irsâl edicisi-göndericisi) olan Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Azze ve Celle Hazretleri tarafından derhâl tashîh buyurulmuşdur. Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin başından geçen zikri muharrer hâdise de zellâtdan bir zelledir… Buna, “kâtil oldu” diyerek haram işledi ma’nâsı yüklemek îmânî bir cinâyetdir…  Usûl-i DÎN dediğimiz ÎMÂN ve AKÂİDE taallûk eden mes’elelerde bu kadar açıkları bulunan adamların, daha nice dalâlet, cehâlet veya hıyânetleri  olabileceğini, kâriîn-i kirâm bilistidlâl fikretsin!. Konuşmalar ve yazmalar, telâffuz ve tecvîdi bile yanlış okunan nice âyât ve ehâdîsi, Osmanlıca terkiblerin arasına yalan yanlış ve âyetleri besmele çekmeden dolgu maddesi gibi doldurmalar, (kendi re’yi ile  tefsire kalkışmalar, HADÎS-İ ŞERÎF demek dururken sık sık “Peygamber sözü” diyerek işi ıstılah edeb ve ciddiyeti dışına taşırarak sulandırıb TAHFÎF fazîhasına kadar savrulmalar, icâzetli vâiz kılıklarına bürünerek (âlimmiş) manzaraları resmetmeler, zâten başlı başına bir felâketdir… “Men fessera’l-Kur’âne bi re’yihî fe kad kefer” hadîs-i şerîfi gibi müthiş bir TEHDÎD, nice kütüb-i şer’iyyemizde muharrer ve bütün müslümanların tepesinde sallanırken, artık dürüst arabça bile bilmiyenlerin bayağı sohbetler arasına âyât ve ehâdisi alelâde sözlermiş gibi çerez kabilinden serpiştirmesi, onlara îmân, ihtirâm, EDEB ve takdîse ne kadar yakışır, HAYÂ ve hassâsiyeti bulunan ehl-i ilim ve müslimîn tefekkür ve tezekkür edeler…

Ebü’l-beşer ÂDEM Aleyhisselâm gibi gene ülü’l-azîm bir Peygambere nice müslüman geçinen hoca ve müftü taslaklarının kitablarında -hâşâ ve kellâ- “Âdem’in günâhı” gibi iğrenç lâflara rastlanmaktadır ki, o (yasak meyvadan) yemek de aslâ  (haram=günâh) değil, bir zelleden=haram olmıyan bir ictihâd hatasından ibâretdir. Hıristiyan (nasrânî) ve yehûdî efsâne ve küfürlerinin uydurduğu ve Peygamberân Aleyhimüsselâm Hazerâtını hedef alan nice iğrenç dalâlet ve iftirâ, müslüman geçinen ve hassâsiyyet-i ilmiyye ve îmâniyyesi olmıyan pekçok muhitlerde ma’kes bulmuş mutlak bir kepâzelik,  ve dalâlet, hatta ŞİRK bilinmelidir… Bunu ve bunlar gibi nice safsatayı, isrâiliyyâtı (yahûdi hurâfelerini) kıyâsına “mekîsün aleyh” (temel,asıl) yapan nice echel-i cühelâ ve ekfer-i küferâ da, “Âdem günâh işlemişse, ondan bu, ahfâdına da geçmişdir; o halde O’nun evlâdı olan herkesde de bu GÜNÂH vardır.” gibi PİÇ mantıkla BÂTIL ve fâsid bir KIYÂS peşine düşmüş ve i’tikadlar zîr ü zeber olmuşdur… Beşerin bu günâh yüküyle doğduğu, nasrâniyet (hıristiyanlık) gibi dalâlet yollarında, mutlak bâtıl bir esas olabilir!. Ancak, Dîn-i HAKK ve Dîn-i Mutlak olan ALLÂH Azze ve Celle’nin dîninde vaz’iyyet tam tersine: “Her doğan ÂDEMOĞLU melekler gibi günahsız, pîr ü pâk doğmaktadır” ki, nakil ve akl-ı selîm  dahî, ancak bunu âmirdir, bunu kabûl eder…

12– Allâh Azze ve Celle’nin KADÎM Kitâbı’nda geçen ve KISSA dediğimiz hâdise ve hikâyât, mutlak sûretde bilfiil yaşanmışdır. “Püsküllü üstâd-ı a’zam’ın” aşağıda linkini verdiğimiz vidyosundaki pek anlaşılmıyan karışık cümleleri arasında, “NÛH EFSÂNESİ” ta’bîri geçiyor. Eğer bu ta’bîr, Nûh Aleyhisselâm’ın edille-i şer’iyye ile sâbit hakîkatları içün kullanılmışsa, bu da tam bir hezeyân-ı bâtıldır… Efsâne: (Yunan gâvuru diliyle mitoloji.. masal, uydurulmuş, yaşanmamış yalan hikâye) demekdir.

(https://youtu.be/Tqa-rwTJm9M?si=ALqKG70m0aMARvnY)

13– Püsküllü müteveffâ, aynı bu vidyosunda, şu çarpık ifâdeye de yer vermektedir:

“Âdem toprakdana yaratılmışdır, cinler ateşden yaratılmışdır. Bu doğru bir görüşdür. İslâm’ın da kabûl etdiği bir görüşdür.”

GÖRÜŞ kelimesi, vahyi, hükmü, mutlak hakîkatı ifâde edemez. Beşere âid beşerî bir fikir ve düşünce olub, i’tibârî ve izâfî bir keyfiyetdir. “Görüş açısı, görüş ayrılığı, görüş bildirmek, görüş birliği, görüş sâhibi, görüş günü, v.s.” gibi ta’birler, şer’î kavâid, kânûn, esaslar ve edillenin hiçbiri içün kullanılamaz.

Kıyâs-ı fukahâ ile ortaya çıkan hükümlere dahî şimdiki ilâhiyatçı ve DİB’çilerin ağzı ile (falan müctehidin görüşü) denilemez, ictihâdı, istinbâtı, tahrîci, v.s. denir. ISTILÂHÎ ta’birlerle mes’ele ele alınmazsa, ma’nâlar avâmî ve ibtidâî bir keyfiyete sürüklenerek, ma’nâyı ya zayıflatır veya başka mecrâlara sürükleyib akan su ŞERİAT yatağından çıkar, başka yollarda ve istikâmetlerde akmıya başlar! Çünki müctehidîn hazerâtı görüş değil; ya’ni beşerî çap ve keyfiyetdeki indî ve izâfî fikir ve düşüncelerini değil, edille-i erbaanın tamâmı gibi “VAZ’-ı ilâhî olan (vaz’-ı beşerî olmıyan), kendi İCTİHADLARINI (kendi istinbatlarını), edille-i selâsede müsbit olmıyan Allâh Azze ve Celle’nin irâdesi (hükmü) bu olsa gerekdir” diye tesbît edilmiş USÛL meyânında beyân buyurmuşlardır. “Benim zâtî görüşüm, edille-i selâseden bir mekîsün-aleyhe dayanmadan, müstakillen budur” diye aslâ değil… Aksi halde o, şimdiki ilâhiyatçıların ekranlarda GEVİŞ getirmesinden farksız bir GÖRÜŞ, hatta hezeyân bile olurdu! Görüş denilen keyfiyet, ilâhî değil, BEŞERÎ sıfat veya fikirleri ifâdede kullanılır. MÜCTEHÎD ictihâdları, Kitâb, Sünnet ve icmâ’dan istinbât edilmiş olmakla, vaz’-ı beşerî değil, vaz’-ı ilâhî olmuşdur. İlk üç DELÎL müsbit, kıyâs-ı fukahâ muzhirdir. (Elm. Tefs. 1936, c.1, s.88)

Görüş kelimesi, ictihadı, ictihâd olmakdan çıkarır, sokak, ekran ve pırasasör seviyesinde gayr-i ilmî bir seviyesizliğe düşürür. Bunları cumhuriyetçi ateist zihinler bile bildiği içün kendi üst makkemelerine “Yüksek Mahkeme” ve onların tâğûtî kararlarına da  çalgıtay-yarıktay vecninde “Yargıtay İCTİHADLARI” v.s. gibi ta’birlerle derece kazandırmak isterler!. Şerîat ıstılâhı olarak 15 asırdır kullanılan (ictihâd-müctehid) kelimelerinin sıradan birer kelime olmayıb, ilimde en son şer’î derece olduğunu bilen kamalizma da, bundan istifâde ederek, kendilerinin ictihad ehli müctehidler olduğu illizyonizmasını işleterek dessâsiyet peşine düşmüşlerdir! Nasıl ki, ateist  (laik) devlet, hükûmet, parti-pırtı ve sistemler “Yalınız İslâmiyyet’in sehîdi olur, o da mücerred Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve adını i’lâ (yüceltmek içün) olacağını bildikleri hâlde, kendi sistemleri, hatta küreselci ve tek devletçi yahudi sistemi içün, bilerek veya bilmiyerek fedâ-yı cân eden garîbanlar içün bile “Demokrasi Şehidi” ta’birini uydurmuş ve kendi beşerî irâde ve saltanatlarının devamı içün bu ve bunun gibi pek çok ŞERÎAT ıstılahlarını kendilerine menfaat basamağı yapmışlardır. Müslümanların 1000 yıllık vatanı işte böyle mefhumlar tahrîfâtıyla bir işgâl ve istîlâ altına alınmışdır… Böyle bir keyfiyet altındaki vatana zerre kadar îmân ve edeb sancısı çekmeden “Dâr-ı İslâm” diyen, CÜBBELA, PÜSKÜLLÜ, SEFİL, Şerocak ve DİB’çi, v.s. gürûhu ve ta’kibçilerine hakkı anlatmak ihtimali dahî kalmamışdır… Nice büyük ulemâ, müfessir, fakih, Şeyhülislâm, velî ve Ricâlullâh’a rağmen bu adamların dalâletleri ve ne kadar nasibsiz oldukları îzâhdan vârestedir… 

Şerîat-ı Ahmediyye’nin bu dört temeli de, gene bu dört delîlin her birisiyle kat’iyyen te’yîd ve ta’yîn ve apaçık beyân buyurulmuşdur. Kitâb nasıl, sünnet, icmâ’ ve müctehid ictihadlarına gönderiyorsa; diğer üç delil de, kendi dışındaki üç delile müctehidleri göndermekde, böylece dördü de aslâ ayrılmaz bir bütün teşkîl etmektedir. Bu en temel esas ve delilleri kabûl etmeyib, bunu, üç, iki veya bire indirenler, “Kur’ân bize yeter veya delil (Kitab ve Sünnetdir), müctehid İMÂM ictihadları din değil, delîl olmaz” diyenler, gözbağcı (dessas)lar ve Hadîs-i Şerîf mu’cebince “Ümmet içün en ziyâde korkulan cerbeze-i lisâniyyesi olan bilgiç münâfıklardır…” (Hikmet Goncaları, Ö.Nasûhî, 1961, s.8)

Müteveffâ Pırasasör Fâruk Beşer ve benzerleri gibi “Mezhebler DÎN değildir” herzesi yiyen ya’ni “müctehid ictihadlarını “Vaz’-ı ilâhî değil de vaz’-ı BEŞERÎ diyerek din dışı göstermiye kıyam eden azgınlar ve gürûh-ı lâ yüflihûn, Şeriatdaki 5 ana ibâdetleri bu ictihadlara göre edâ ediyor görünmelerine rağmen, arkalarında böyle (ences deliller) de bırakabilmektedirler!   Bunlar, dört delîli de tanımamış olacak; ve Kitâb ve Sünnetde HÜKMÜ bulunmıyan yüzbinlerce mes’elenin yerini, hiçbir müctehid fi’d-dînin USÛL kânûnuna bağlı kalmadan kırkbayır ve börkeneklerinden getirdikleri GEVİŞ hamûleleri ile doldurub, 15 asırlık müslümanların canlarını vererek ve sayısız fedâkârlıklarla bizlere TESLÎM etdiği Muazzez ve Mukaddes Son ŞERÎATI da, yahudi ve nasrânîlerin yapdığı gibi bâtıl ve ucûbe bir din olmıya çevireceklerdir… BÖYLECE, SON ŞERÎATI, kendi nefislerine tapan baykuş AKILLARI ile, nefis ve geviş hamûlelerine çevirince ise, târihdeki lâ’netli muharrifler mevkiine düşeceklerdir… Bu ise, Allâh Azze ve Celle’nin küllî ve münezzeh İRÂDESİNİ tanımamak, onun yerine kendi mülevves ve şeytânî akıllarını koyub, insanları, bu mel’ûn akıl üzerinden kendilerine TAPTIRIB tanrı hâline) xxxxgeleceklerdir.

 

VAZ’-I İLÂHÎ olan edille-i erbaanın yerine ve onun rağmına konacak  beşerî her kânun, nizâm, HÂKİMİYYET, idâre, demokrasi, sistem, parti ve felsefe, kendisinin olmadığı her zaman ve mekâda İSLÂM nazarında mutlak ŞİRKDİR…

14–Püsküllünün atıb-sıkdığı şekliyle, hiçbir GÖRÜŞ, vaz’-ı ilâhînin yerine konulamaz; İslâmiyyet’de, hiçbir mes’elede beşerîlik sıfatı taşıyış demek olan GÖRÜŞ’e yer yokdur; ancak ve ancak, vaz’-ı ilâhî olan edille-i erbaaya istinâd şartı olan –EHLİNİN (ictihâdına)– YER ve HAYÂT vardır. Bu ilâhî NİZÂM ve USÛL (disiplin) Duraklama-gerileme devirlerinde   gevşemiş, Tanzimât rezâlet ve irtidâdları ile aleniyete dökülmüş, 1909’dan sonra büsbütün cıvımış, cumhuriyetçi şirkleri ile de hiçbir hudud tanımadan dibe vurmuşdur… 1950’den sonra yıkılan İlâm BİNÂSI yerine rûhu çıkmış bedeni de îmânı ve akaid keyfiyeti sıfır son derece fürûâta müteallık âyinimsi, ananevîmsi, göeneksi, halkı aldatıcı ve “foklorik  ritüeller” DİB ve ilâhiyatlar eliyle uydurularak bir mumya-iskelet, “İslâm DÎNİ” olarak bu topraklarda yaşıyanlara, içine aromalar da katılıb tatlandırılarak güle oynıya  yedirilmiş ve içirilmişdir. Bütün ıstılahlar sulandırılıb İslâmiyyet’in DİLİ koparılmış, dili olmıyan bir DİN uydurulmuşdur. Dili olmadığı içün konuşamıyan, meramını bir maflûc acziyetiyle anlatmıya çalışan, bütün fıtrî kuvve ve garîzaları iflâs etmiş, kendi kendisi OLARAK YAŞAMASI YASAKLANIB, YAŞAMASI, TEHLİKE OLACAK HÂLE GETİRİLMİŞ, BU HÂLİYLE BİLE HER TÜRLÜ ÖRSELENMENİN ÖNÜNE ATILMIŞ bir keyfiyet ve bir manzara…

1950 sonrası da bu…

Püsküllü gibiler içün bu da “demokrasinin açdığı lütuf kapısı!”

 

gibi dört delili de vaz’-ı ilâhî olan bir DÎN nazarında beşerîlik demek olan hiçbir GÖRÜŞ, bu dinde aslâ bir hüküm ve kıymet  ortaya koyamaz. Bunlar “teşehhî” olarak kat’iyyen merdutdur ve İslâmiyyet’i ortadan kaldırmıya ma’tûf iblisliklerdir…

15–

“Ben tankların üstüne çıkan halkı gençleri görünce, ekseriyetin de genç olduğunu görünce, cidden gözümden yaş geldi. Anladım ki bu millet RÜŞDÜNÜ İSBAT etmişdir. HÂKİMİYYETİN BİLÂ KAYD Ü ŞART MİLLETİN OLDUĞU İNANCI  MİLLETİN KAFASINDA YERLEŞMİŞDİR. vE HAKKINI MÜDÂFAA ETDİĞİ İÇÜN GEREKTİĞİNDE ölümü göze ALARAK BİR HAREKET YAPABİLİR. ölsem bahtiyâr ÖLÜRÜM BUNU GÖRDÜKDEN SONRAhttps://www.facebook.com/share/r/hcxhZFqfcBWvZs7t/?mibextid=oFDknk

Müctehid İMAM ictihadları, eğer vaz’-ı beşerî olub da vaz’-ı ilâhî olmasaydı: Meselâ, İMÂM-I A’zam Kuddise Sırruh Hazretlerinin bütün o (500.000 kadar ictihâdı), ONU,  ALLÂH Azze ve Celle yerine “HÂKİMİYYET bilâ kayd ü şart BENDE” diyen ve HÜKÜM koyan-hâşâ ve kellâ-insî bir tanrı veya bir TÂĞUT yapar, müslümanların ondan siddetle ictinâb ile teberrî etmeleri (uzaklaşmaları) da MUTLAK bir farz olmak iktizâ ederdi… Halbuki ŞERÎAT-I Ahmediyye bütün 4 edillesi ile de MÜCTEHİD İMAMLARA tebaiyyetin kat’iyyen FARZ olduğunu 15 asırdır beyân buyurmaktadır…

İslâmiyyet’i ortadan kaldırmak istiyen sâir bütün i’tibârî ve mecâzî ma’nâdaki dinler, siyonizma, kamalizma gibi ateist bütün ideoloji ve doktrinler ve reformist ilâhiyatçı ve DİB’çi şarkiyatçılar (oryantalist) çömezleri, (Müctehid İMAM ictihadlarını) yok sayarak, kendi nefs ü hevâ ve şeytanlıklarını Allâh Azze ve Celle’nin HÜKMÜ ve HÂKİMİYYETİ yerine koymanın ve kendilerini (Parlömanlar gibi Rubûbiyyet sâhibi) göstermenin peşindedirler… Bunun içündür ki, Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri: “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir.” buyurmaktadır… (Elm. Tefs. 1936, c.4, s.2515)

Her müslüman, tâbi’ olduğu MÜCTEHİD İMAMIN gözüyle şer’i dört delîle bakmazsa, âkıbeti bâlâda bahsetdiğimiz şeytânî muharriflik ve ardından da cehennemin esfelidir… Allâh Azze’nin DÎNİNİ bir takım politikacı tâğût ve azgınlar gibi GÜNCELLEMİYE veya hoca ve pırasasör yaftalı reformatörler gibi değiştirmiye kalkmak, ONU BOZMAKDIR; mevkii ve mevziinden, aslı ve esasından, edille ve temellerinden ayırıb beşerîleştirmek ve “RUBÛBİYET makâmı bize âid” demekdir… Bu kabil gürûh-ı lâyüflihûn, Allâh Azze ve Celle’nin 15 asırlık Azîz, Münezzeh, Sübhânî ve MUTLAK (son Şerîatını) muhâfaza etmek yerine; onu, indî, nefsî, hevâî ve izâfî teşehhîleri ile tahrîf ve tahrîb etmiş olacaklardır. Bu ise, İSLÂM DÎNİNE, iç ve dışdaki açıkdan Allâh düşmanlığı yapanların vereceği zarar ve ihânetden, çok daha korkunç derecede müşedded bir FELÂKET ve helâket bilinmelidir.

  Bugün dünyâ ne yazık ki, bu derekeye düşmüş, müslümanım diyenler de bu adı geçen çukurda binlerce fırka, parti, müteferrik grup ve hasmâne taraflara, düşmanlığa, hizb ve şebekelere, îmânî ve fikrî çetelere inkisâm ederek, biribirlerini ifnâ eder, yok eder hâle getirilmişlerdir. Kendileri olmıya, ancak “Demokrasi, cumhûriyet ve laiklik üst hüviyeti (kimliği) veya şemsiyesi altında” müsâade edilerek, dünyâ çapında bir esirleştirme, mankurtlaştırma ve köleleştirme şeytânî icraâtı yürütülmektedir. Demokratik hayat tarzı, sistem ve esaslarının hâkimiyyeti altında ve onlara ters düşmeme şartı ve kaydı ile bütün dinler, milletler ve ictimâî hey’etler, ANCAK bu  istikâmetde YAŞAMA; ve KENDİLERİNİ ancak bu çerçevede İFÂDE etme hakk ve hürriyetine sâhibdirler. İşte “hürriyet ve insan hakkları, v.s.” gibi  tatlı zehirlerle beşeriyeti narkozlamanın en müessir yolu!.. Bu da, milletlerin, zaman içinde demokrasi illüzyonizması üzerinden tek dünyâ hâkimiyyetine girme istikâmetinde, her geçen gün ERİMELERİNİ ve kendi kendileri olmakdan uzaklaşmalarını ya’ni  küreselci çetelere köleleşmelerini intâc etmektedir…

Bunun içündür ki, DEMOKRASİ DÂÎLERİ ya’ni milletlerin tepelerine oturmuş (küreselci projesi) olan dessâs ve sahtekâr târîhçi ve politikacılar, milletlerin PARTİLİ bir hayata girerek, herkesin kendi partilerinde toplanmasının ancak bir kuvvet ve (BİRLİK=ittihâd!) ortaya koyabileceği iddia ve propagandasıyla, onlara, sâdece bunun en temel ESAS ve İSTİKÂMET olacağı zehrini mütemâdiyen zerkediyor ve onları uyuşturuyorlar… Bu istikâmetin YAŞATACAĞI keyfiyet ise, hiç şübhesiz demokrasinin kendisi üzerinden TEK DÜNYÂ DEVLETİ hedefi olacak; ve küreselci yahudi hâkimiyyeti bu usûl çerçevesinde gâyesine erişmiş bulunacakdır. Bu i’tibarla, bütün dünyâ devletleri, başlarına getirilen İDÂRECİ görünüşlü kadroları, zikretdiğimiz hedefler içün seçimler perdesi  ve kataküllileri ardından iş başına getirirler. Demokrasi, bu fırıldak katakülli çarkının adıdır.

xxApaçık bir hakîkatdir ki, nice demokratik politika irileri, muayyen zamanlarda İCÂZET almak üzere gene belli merkezlere, belli zamanlarda ziyârete gider ve TASDÎK ve ta’yîn almak çün, görücüye çıkarlar!. Demokrasi DÎNİ bunu bir temel kâide hâline getirmişdir. Ancak milletlerin, bu dünyâ çapındaki işleyişin aslâ farkında olmamaları içün de, onlara devamlı, bu adamların “yerli, millî, hatta dînî, mahallî, vatanî, milleti içün yaşayan adamlar ve idâreciler olduğu” her fırsatda propaganda edilir!. Onların kılavuz ve rehber tanınıb peşlerinden gidilmesi zarûreti, her hâl ü kârda halklara hayâta tutunma reçetesi gösterilir, yazılır ve tatbîk edilir!. Bilhassa T.C.’de 100 yıl içindeki politika irileri, bu ana hat üzerinde yürünerek büyütülmüş, şişirilmiş, hatta tanrılaştırılmışdır… Beşerî sistemlerin tamâmında da bu, aslâ kaçınılması mümkin olmıyan (tâğûtlaştırma) ameliyesidir. Tefsirdeki şekli ile ta’rîfini tekrar hatırlatalım ki (tâğût): “Hakkı bâtıl, bâtılı HAKK yapmaya çalışan, ilim haysiyyetinden ÂRÎ herşeydir!” Ferd, nefis, politikacı, târihçi, kumandan, başkan, âmir, reis, ruhbân, ahbâr, ateist veya reformcu resmî dîn me’mûrları (hademe-i hayrât değil-Din görevlileri), ideoloji, doktrin, beşerî bütün sistemlerin bânî ve şeytanları, devletler, hükûmetler, parlamentolar, cuntalar, darbeciler; kavmî, ırkî, câhilî ve millî görüşçüler-şunun bunun ilke ve ülkülerinin yaygaracıları; beşerin, edille-i erbaaya zıd ve ters yapdığı bütün anayasa ve kânunların zorbaları; tâğîler, bel’amlar, partilerler, sandıkçılar, ekseriyetçiler, vahiy münkirleri, dernekçi, değnekçi, kurultaycı, kurumtaycı yazarlar-çizerler, hatta müfessir taslakları, mealciler, din istismarcıları, bâtıl dinler ve İslâm dışı müşterek topyekûn GÖRÜŞÇÜLER, altı okçular-dokuz ışıkçılar; sahte peygamber, velî, mehdî, şeyh, ve GAVS-KUTUB ve hatt-ı üstüvâcılar (ekvatorcular!), Sarıklı-CÜBBELİ-cübbesiz-hacı-hoca geçinen şeytânî ve südü bozuk soytarı ve şarlatanlar, siyonist, kamalist, sabataist ve mason seviciler ve püsküllü cerbezeciler ve dessaslar; Karamanlis v.s. gibi aslâ ehil olmıyan, Mason Abduh ve oryantalist çömezi megalomanlar ve o kabil gürûh-ı LÂ YÜFLİHÛN ve onların yapdığı ve hayâsızca ictihâd dedikleri-aslında topyekûn TEŞEHHÎLERE kadar ne var ne yoksa, tepeden tırnağa bir eksiksiz tamâmının uydurucu ve gözbağcıları: HAKKI BÂTIL, BÂTILI HAKK YAPAN HERŞEY……… Heykellere, putlara, anıtlara, tapınak mezarlara kadar vücud verenler….

xxİslâmiyyet’i gözaltında mevkûf tutan beşerî sistemlerin, kendileri de dâhil, bilinmesini aslâ istemedikleri TÂĞUT kelimesi, şer’î ıstılâh olarak Kelâm-ı Kadîm’de tam 8 Âyet-i Kerîme’de cihânın gözüne sokulmuş olmasına rağmen, bunu da ancak selef-i sâlihinle zerre kadar alâkası olmıyan “selefi-vehhâbî-mezhebsiz” takımları, politik menfaat ve muhâlefetlerine kuvvet vermek içün istismâr etmektedirler… T.C.’deki 100 yıllık GÜNCELLEMECİ resmî ve ilkelere teslîm olmuş dîn ve bu dîne  îmân eden hoca-baca-loca kılıklılar, bu ta’bîri kullanmakdan nedense çok korkmakda, hatta ondan kaçmaktadırlar!. Kalpazanların, kalpazan kelimesi kullanmakdan kaçınmaları gibi, bunlar da, tâğutluklarının ortaya çıkacağı korkusu taşıyan rûh hâlleri ile bundan uzak duruyor ve bu kelimeyi kullananları yadırgar ve hatta bir buruşukluk ve  hatta şeytanlaştırır bir hâl içine girmektedirler!

xxMüslümanların kuvvet ve birliği, Allâh Azze ve Celle’nin buyurduğu ilim, îmân, amel ve ahlâk ESAS ve TEMELLERİNE mutlak itaat ve tatbikden geçerken; ve bu bablardaki EHİL ve MÜCTEHİD İMAMLAR üzerinden ve onlar vâsıtasıyla ŞERÎAT-I Ahmediyye’ye ciddî tebaiyyet ve inkıyâda bağlı iken; ve Müfessir Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi: “BA’DEL ÎMÂN (îmândan sonra) MÜSLÜMANLARIN ilk FARÎZA-İ DÎNİYYELERİ İMÂMETDİR” ya’ni (îmândan sonra İLK Şer’î Farz, şer’î hükûmete ve reisine (veliyyü’l-emre) sâhib olmakdır) buyururken; insî ve şeytânî sistemlerin herhangi bir partisinde birlik olmak muhal değil de mümkinmiş gibi oralarda ictimâ’ etmeyi son derece ISRARLA söyliyen Püsküllü ve o cins adam ve parti pırtıcılar, tam bir bid’at, dalâlet ve sapkınlık içinde yüzmekde; hatta cehâletleri veya inadları-azametfüruşlukları sebebi ile guluvva ve aşırılığa daldıkları pek çok hususlarda da, Zarûrât-ı Dîniyyeyi münkir oldukları veya ona ehemmiyet vermedikleri cihetle, KÜFR Ü ŞİRKE bile düşebilmektedirler… 

xxİslâm’ın bu babdaki mutlak hakîkati,Âl-i İmrân 103. âyet başda olmak üzere nice âyet-i Kerîmelerle kat’iyyen ortaya konulmuşdur. Tefsîr satırları nerede CEMÎAN birlik olunacağını şu birkaç satırla bile apaçık ortaya koymuşken, TEVHÎD (BİRLİK) içün müşrikistan yapısı demokratik parti-pırtıları “İMÂNIN ÎCÂBI” diyerek müslümanlara GÂYE ve ÎMÂN hedefi göstermek, onları BÂTILI HAKK olarak îmâna sürüklemek demekdir ki, müfessir merhûmun ifâdesiyle “Hakkı bâtıl, bâtılı Hakk yapmıya çalışmak ya’ni tâğûtlukdur. 

Dâr-ı İslâm zâten ve zârûreten emiru’l-mü’minîn ni’met-i muazzamasına nâiliyyeti derpiş eder. Dâr-ı Riddede ise, edille-i erbaa mu’cebince şer’-i şerife mutâbık ve muvâfık bey’at ve cemaat içre yaşamak ŞARTDIR. Aksi hâlde vasatın şirk sistemine göre yaşamak kaçınılmaz bir netîce olacakdır. Şerîat-ı Ahmediyye, dünyânın neresinde olursa olsun ikrâh-ı mülcî olmadıkça müslümana küfr ü şirke takiyye yapma ruhsatı vermemişdir. Dâr-ı harbde oraya tâbi’ yaşama meşrû’ olacak olsa, İslâmiyyet ya kendisinin mutlak hakk ve hakikat olduğunu geri çekiyor veya orada nasıl yaşanacağının nizâmına sâhib olmakda ACZE düşmüş, kifâyetsiz kalmış demek olacakdır. Bu her iki HÂL de, SÜBHÂNİ VAHY hakîkatı karşısında muhaldir…

Bey’at ve cemaat hakîkatı olmadan yaşama, cahiliyye ölümü ile ölmeyi netîce vereceği, kütüb-i şer’iyyemizde kat’iyyen sâbit ve muharrer bir HÜKM-i ŞER’Î bulunduğu, ihlâsla îmân etmiş hakîkî mü’minlerin zarûrât-ı diniyyeye îmanlarındandır… Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin şu ifâdesi, son derece bunu te’yîd ve tasdîk edib FEVKAL’ÂDE ehemdir: “BA’DEL ÎMÂN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYE MÜSLÜMANLAR İÇÜN İMÂMETDİR.” Bütün bu ve bunun gibi nice esaslar (zarûrât-ı Dîniyye), GÜNCELLEMECİ, telfikçi, hoşgörü ve diyalogçu, ilâhiyatçı, reformcu, ictihad KAPISI AÇIKDIR diyerek ŞERÎAT ve selefle bağların kesilmesine bâdî olacak korkunç tehlikelere kapı açan HÂİN soytarılar veya echel-i cühelâ ve ekfer-i küferâ sürüleri, her fırsatda ifsâdât ve idlâlâtlarını devamlı ortalığa boca etmekde, parti-pırtı kuyruklarına takılan hoca kılıklı nice CÜBBELİ, püsküllü hatta sarıklı, sakallı, îmânı ÖZÜRLÜLER ve ba’zı yumuşakçalar da, kul ve kölesi oldukları tâğutların tâğutluk çarklarına mütemâdiyen ve dolap beygiri gibi su taşımaktadırlar…

 Binâenaleyh sadede şürû’ etdikde, Püsküllünün dediği gibi “İslâm’ın da kabûl etdiği, bir görüşdür” gibi bir cümle, vahye dayanan bir dînin en basit bir keyfiyetini bile bilmemek veya ona kıymet vermemek ma’nasını tazammun eder. Cinlerin ateşden, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın toprakdan yaratıldığı âyât-ı kerîme ve ehâdis-i serîfe ve edille-i erbaanın her şûbesiyle ortada olan, mutlak bir hakîkatdır. Buna “görüş demek”, İslâm’ın ne olduğunu bilmiyecek kadar echel olmak ma’nâsına gelir. Görüş mefhûmu, bâlâda da zikretdiğimiz gibi beşere âid izâfî, i’tibârî ve indî fikir ve düşünce kümelenmelerini bildirir!. İslâm ise bundan münezzehdir, bütün kânûn ve kâideleri (vaz’-ı ilâhîdir.) Bunlar da, “ef’âl-i mükellefîn olarak” ins ü cinnin bir saniyesini bile hâricde bırakmadan akâid, usûl-i fıkıh ve ulûm-ı Şer’iyye müdevvenâtında yerini alır; ve İslâm, ancak kendi ıstılahları ile anlatılabilir. Bunun dışında, beşerî hayat tarzlarına âid felsefî veya ferdî-ictimâî hiçbir ideoloji, doktrin ve fikirlerin terminolojileri ile vahye müstenid İslâm, mutlak ve münezzeh bir dîn olarak aslâ anlatılamaz. Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi, Fransız keferesi, daha KELİME-İ TEVHÎDİ  bile terceme edememişdir…

https://youtu.be/Tqa-rwTJm9M?si=ALqKG70m0aMARvnY

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir