Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)
Merhûm Sadreddin Hocaefendi, Bitlis’li olub Haydarân aşiretindendi. Ceddi bulunan Ali Ağa, Harb-i Umûmî’de Kafkas Cebhesinde Moskof sürüleriyle girdiği harblerde ŞEHİD düşmüşdür. (Rahmetullâhi Aleyh). Hocaefendi ve âilesi, Rus ve Ermeni çetelerinin Bitlis civârına saldırmaları sebebiyle Konya civârına hicret etmişler, Sadreddin Konevî Câmii postnişini tarafından kendisine “SADREDDÎN” ismi verilmişdir. Merhûm, 1336’da tevellüd edib, efrencî (25.Aralık.2004’de) 84 yaşında irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemişdir.. (Rahmetullâhi Aleyhi Rahmeten vâsıaten).
7 yaşında babadan yetim kalan Hocaefendi, 11-12 yaşlarında âileden ayrılıb ilim peşine düşer. Hâfız-ı Kelâm olur ve sâir şer’î ilimler içün de muhtelif medreselerde yıllarca talebelik yapar. Nakşiyyeye intisâb etdikden ve medrese tahsîlini ikmalden sonra, Norşin’e dönüb talebe yetiştirmiye başlar…
1955’de askere gider, bu arada bazı zâbitâna Arabça dersi verir. Bu sıralarda DİB’den kendisine sualler tevcîh edilir; ve birçok mes’elede onlara da hocalık edib yol gösterir…
1958’de müftülük imtihânına girerek birincilikle kazanır; ve Siirt’in bir kazâsına müftü ta’yîn edilir. Sonra müftülükden istifâ’ ederek tekrar ders vermiye ve 1960’da fahrî imamlığa geçer…
1966 senesi İstanbul’a yerleşir, bazı kurslarda Arabça ve ulûm-ı dîniyye hocalığı yapar. Sultanahmed Cami-i Şerîfi Başimamı Merhûm ve Ma’rûf Şefik Efendi Hazretlerinden icâzet alır… 1968’de İstanbul Merkez vâizi ta’yin edilir. Bir yandan da İstanbul Müftülüğü ve Y. İslâm Enstitüsü denilen yerlerde tefsir dersleri verir… BUGÜN gibi birçok gazete ve mecmuada makaleler de yazan merhûm, 1972’de evinde bazı kitablar bulundurduğu (!) içün mahkemelik de olur…
1975’de İstanbul Müftüsü fehâmetlû ve asrîyyûndan ve liselerde edebiyat da okutmuş (Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı) ile ihtilâfa düşünce, vâizlikden İSTİFÂ’ eder. Bu Güzelyazıcı’nın ağabeyi Merhûm Abdullah Hulûsi Efendi Hazretleri ise, Edirnekapı MİHR-İ MÂH SULTÂN Câmi-i Şerîfinde uzun yıllar Başimamlık yapmış ehl-i hâl ve pek muhterem âlim bir zât idi. Adı geçen Câmi’de 1963’lerde, yalınızca fakîre mahsus tecvid hocalığı da yapmış; ikili sobetlerimiz ile kendilerinden ziyâde müstefîd olmuşuzdur. Asriyyûn tâifesiyle, yakın akrabası da olsa, şecaat ve vekârını muhâfaza etmekde kemâl sahibi bulunurlardı. (Rahmetullâhi Aleyhim Rahmeten Vâsiaten)…
Sadreddin Hocaefendi de, Abdurrahman Şeref Efendi ile ihtilâfa düşünce, vâizlikden istifâ’ ile tekrar talebe okutmıya başlar. Bu zamana kadar, talebelerine çeşitli “usûl, fıkıh, tefsîr, kelâm, siyer ve mantık kitaplarıyla sarf ve nahiv kitapları” okutmuşdur. Bunların yanı sıra, okuttuğu eserler arasında Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevi’si, Sa’dî’nin Gülistân’ı, Molla Câmi’nin Dîvân’ı ve Bahâristan’ı, İbn Farız Dîvânı, Hâfız Divânı, Merhûm Mevlânâ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİNİN Dîvânı, Birgivî Merhûmun Tarikat-ı Muhammediye’si gibi MÜHİM eserler de vardır… (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn.)
Merhûmun Türkçe eserleri:
-Dinî Ve İlmî İncelemeler (1968),
-Asrî Kâmus, Arapça-Türkçe Lügat (1973),
-İctihad-Taklid Ve Telfik Risâlesi (Muhammed Abduh, Reşid Rızâ ve Hayrettin Karaman’a Reddiye,
–Prof. Muhammed Hamidullah’ın “İslâm Peygamberi ve Muhammed Resulullah” Adlı Eserlerine Reddiye (1975),
–Mevlâna Halid-i Bağdâdî MERHÛMUN Dîvânı ve Şerhi (1977),
-İslâmî Araştırmalar (1982),
–İslâmî Açıdan Lâiklik (1983),
–Makâleler-I (1985), Makâleler-II 1987),
–Günümüz Mes’elelerine Kur’an’dan Cevablar,
-Makâleler-III (1988), Makâleler-IV (1990), Makâleler-V (1993).
Neşredilen Arapça Eserleri:
-Şerhu’l-Elğâz (Bahâuddîn Âmilî’nin Keşkul adlı kitabındaki Leğazlar üzerine Şerh,
-Risâletun Fi Şe’ni’l-Cum’ati (Cum’a Namazı Üzerine, 1983),
-Haşiyetu ‘Ala Şarhi’s-Sudûr Fi Şerhi Hâli’l-Mevta Fi’l-Kubûr. İmam Celaluddîn Abdurrahman Es-Suyûtî’nin [Ö. 911/ 1505] Kabir Alemi ile alakalı kitabına Haşiye,
-(1985), Hâşiye ‘Alâ Tefsiri’l-İşârâti’l-İ’caz Fi Mezani’l-i’câz.
-(1988), Şerhu İsa Ğoci (Molla Halil El-Es’ardî’nin) [Vefatı:1257/1841] İsa Goci adlı Mantık kitabına Şerh…
Sadreddin Hocaefendi, doğru bildiği şer’î hususları hiç kimsenin hatırına bakmadan celâdet, cesâret, şecâat ve edille-i erbaa çerçevesinde söyleyib müdâfaa etmekden kat’iyyen çekinmezdi. Bizleri de celb ve cezbeden tarafı, sâir meziyetleri yanında en başda bu olmuşdur. Kendisi çok zekî ve hâfıza ve muhâkemesi de hayret verecek kadar kuvvetli idi. Ömrü boyunca pek çok muzâyaka, sıkıntı, mahrûmiyyet, baskı, evlâd acısı görse de, SEBÂT ve tevekkülü ile nümûne-i imtisâl olacak nâdîde yetişen ulemâdan biriydi.
Nasib ise, Müşârünileyh Hocaefendi ile yaşanmış bazı hâtırâtımızı, ibretlik safhalarıyla, müteâkıb makâlemizde biavnihî Teâlâ kaleme almak niyetindeyiz…
(Mâba’di var)
…………………………………………………………
İLÂVE:
PİLLİ VE MİLLİ PAŞANIN ÖLÜMÜ…
Pilli ve milli Şef, (kulağı sağır olduğu CİHETLE pilli bir aparat-cihaz kullandığından, halk “pilli paşa” da derdi). BİR ÇOK ittihadçı PAŞA GİBİ aşırı İSLÂM muârızı bir ateistdi… Tüyleri diken diken eden, cihan târîhinde aslâ görülemiyen, şu inanılmaz ve korkunç tuzak ve HİLEYİ bin yıllık MÜSLÜMAN Millete revâ görenleri, bizzat paşanın kendi hâtırâtından okuyalım:
“Harf devriminin temel gâyelerinden biri, yeni nesillere GEÇMİŞİN (târîhin) KAPILARINI KAPAMAK, ARAB İSLÂM DÜNYÂSI İLE BAĞLARI KOPARMAK VE DÎNİN (İSLÂMİYET’İN) TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİNİ ZAYIFLATMAKDIR. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemiyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetliyecekdik. DİN ESERLERİ ESKİ YAZI İLE YAZILMIŞ OLDUĞUNDAN OKUNMIYACAK, DİNİN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ AZALACAKDI.” (İnönü, Hatıralar c.2, s.223)
Haçlı sürüleri ve müstevlîlerin işgâl ve istilâlarından mı Türkiya kurtarılmış; yoksa, haçlı batı hesâbına İngiliz imparatorluğu ve batı emperialleri, İSLÂMİYET ve Müslüman TÜRKLERDEN mi kurtarılmış, yukarıdaki şu satırlar, üç paralık bir aklı bile hayretden donduracak kadar çarpıcı; ve insâf ve vicdânı felç edecek kadar da korkunç keyfiyetdedir…
Mûmâileyh, (25 Mayıs 1973) de Anjina pektorisden öldü!…
27 senelik ŞEFOKRASİ devrinde, Mussolini ve Hitler’e benzetmek içün kimi “ebedî ŞEF” diye adlandırıldı; kimileri de, şimdiki Madam ve Kamaldaroğlu gibi ermeni menşe’liler, “Millî ŞEF” rübeleri ile İslâm muârızı dünyânın sevimlileri yapıldılar!…
İ. Paşa, son nefesini vereceğine yakın oğlunu alt katdaki kütüphâneye göndererek, oradan, ermeni alfabesiyle yazılı bir kitab ister ve ermenice harfleri ezberden okumıya çalışır… Sebebler âleminde anjina, hakikat yazısı ve emriyle ise erzel-i ömrünü, istisnâsız bütün Âdemoğulları gibi Azrâil Aleyhisselâm ile karşılaşarak ve O’nun eliyle noktalar…
İsmet de, 1960’dan itibâren ölen bazı talebe ve darbeciler gibi “Anıt Kabir” denen yere 1973 Aralığında gömülür. Kadîm YUNAN tapınaklarından ilhâm alınarak masonik felsefeyle yapılan “A. Kabirde” 11 mezar daha peydahlanmışdır. 1966’da Cemal Gürsel de oraya yerleştirildi… Dolayısıyla artık buraya “Anıt kabir” demek, lisan cehâlet ve çarpıklığı olacaktır. Biz, BUGÜN nâm günlük gazetedeki köşemizde, pilli-milli şef’in (28 Kasım 1973’de) oraya gömülüşü münâsebetiyle “Şefin Anjina Pektorisi” serlevhalı bir fıkra kaleme almış; ve şefin, “Anıt Kubûra” yolculuğunu tasvîre çalışmışdık…
Kabir, Arabça bir kelimeydi. 1953’de Kamal Paşa oraya gömülünce, sâdece kendisi cesed-i vahid olarak orada olub, yanında beşer olarak başka birisi yokdu!. Yanında ancak, inanmadığı âlemin “Pek çeşitli vazifeleri bulunan MELEK” nâmını almış ve inanılması zarûrât-ı dîniyyeden olan pek kudretli ve şiddetli rûhâniler bulunuyordu… Artık, İslâm ıstılâhında MELÂİKE denilen mahlûkâtın HÂKİMİYYET ve irâdesine, (Bilâ KAYD Ü ŞART) ve biiznillâh havâle edilmiş oluyordu…
Ancak 1960’dan itibaren oraya, bazı (27 Mayıs) ayaklanıcıları ve 1966’da da Şaron gibi “nebâtî hayata” giren Cemâl Gürsel nâm darbebaşı da ilâve edilince, Kamal Paşa’dan sonra 11 kişi oldular!. Milli Şef de 1973’de kabristan kâfilesine katılınca, tam bir düzine cesed, orada iskân edilmiş, biribirlerine kavuşmuş oldular…
Buna binâen biz, adı geçen günlük fıkramızda (anıt kabir) ta’bîrini kullanmamış; “Anıt Kubûr” ta’bîrini kullanarak, (pilli ve milli şefin) böyle bir yere havâle ve iskân edildiğini dile getirmişdik… Bir kişi varken tamam da, 12 kişi varken, böyle bir yere hâlâ “kabir” demek, ciddî bir köşe muharririnin edebî, tahrirî, kitâbî, aklî, mantıkî, hikemî ve şahsî ifâdesine ters ve o nisbetde de gülünç düşerdi…
“Kabir” kelimesi müfred (uydurukça tekil) olduğundan, artık 12 kişilik bir mekânda yatan zevât-ı ılmâniyye ve cumhûriyyeye “kabir içindekiler” demek, onların, büyük bir çukura üst üste yığılmış olmalarını da hâtır u hayâle getirebilirdi!.. Dolayısıyla artık oraya Arabî CEMİ’ (kurbağacası çoğul) sîgasıyla “ANIT KUBÛR” denilmeliydi ki, bu, kalem erbâbı içün sanki bir zarûretdi… Veya (kabir) kelimesine fârisî bir (stan) ilâvesi yapılarak “Kabristan” veya (gâh) ilâvesiyle de “Kabirgâh” veya halk ifâdesiyle “mezarlık” denilmeliydi… Biz, müfred olan kabir kelimesinin cemi’ şekli olan “KUBÛR” kelimesini tahrîr eylemeyi, Arabî üzerinden giderek en münâsibi fikr ü telâkkî etmişdik…
Lâkin, düzme rejimin (öküz altında buzağı aramayı) 1923’den beri sürdüren bazı Cum.Savcılarından bir zât, bunu, “Kubur=Kenef çukuru” demek olarak beyn-i bâlâ ve gözüne kestirmiş ki, birkaç gün sonra hemen bir ihbarnâme aldık, savcılığa ifâdeye çağırılıyorduk!.. Bugün Gazetesi binası ile Sultanahmed Savcılığı karşı karşıya olub, biribirine bu kadar da yakındı!. Hemen gidelim dedik ve gitdik…
Cum. Savcısı sordu:
-Neden “kubur” deyib hakâret etdin?
-(Kabir) kelimesi müfreddir, orada bir tek cesed-i vahid olsa (kabir) denir. Lâkin oranın 12 kişilik sâkini daha varsa, oraya hâlâ (kabir) demek cehâletdir… Müfred olan (kabir) kelimesinin, hâlâ cemi’ sîgası olan (kubûr) kelimesi yerine kullanılması, bizim gibi kalem erbâbının edeb ve nâmûsuna aslâ yakışmaz!.. Aklı başında bir muharririn, böyle bir câhillik yapması düşünülemez!…
-Lâkin, “KUBÛR” kelimesinin ikinci hecesinin üzerine şapka koymamışsın! Kubur demek çok büyük hakâretdir…
-Ona biz, (şapka) değil, lâtin alfa-be-talarından taklîd içün aşırılan “Accent Circonflex” diyoruz!. İslâm hurûfâtının yerine lâtinleri taklîd ederek alınan, bugün hiç alâkası olmadığı halde adına “Türk Alfabesi” denilen şeylerin kânûnunda, “aksan sirkonfleks kullanılacak” diye bir madde yokdur…
-Diğer arabça kelimelerde şapka kullanmışsın!
–“Accent (aksan) kullan veya kullanma” diye bir KÂNÛN olmadığı içün, ben dilersem kullanır, dilemezsem kullanmam. Bu, benim o andaki keyif ve ruh hâlime bağlıdır. Ben aksan koysam bile, mürettibhânedeki işçiler veya musahhihler bunu koymamış da olabilirler!. Üstelik kânunsuz suç olamıyacağını da sizler çok iyi biliyorsunuz!
Adam eşşekden düşmüşe benzedi ise de, yiğitliğe birşeyler sürmemek içün biraz düşündü, orayı burayı kurcaladı, sonra sâdece “Çıkabilirsiniz” diyebildi… KUBUR kelimesini meşrû’ ve meşhûr etmemek içün olsa gerek, bizi mahkemeye vermemiş veya verememişdi…
“İnönü’nün Anjina Pektorisi” serlevhalı fıkramız, 1973’de, yani yarım asır evvel bize böyle bir hâtıra da yaşatmışdı!.
İstiklal Mahkemelerinde binbir işkencelere tâbi’ tutulan o allâmelerimiz, kim bilir bu kabil (öküz altında buzağı arama) zulümlerinden neler çekdi?… O zaman ne muhâmî (avukat) ne de temyiz vardı!. Sâdece, bizim gördüğümüz keyfe keder sinek ısırıklarının sonsuz misli ZULÜM, yine zulüm ve sâdece kıtâl, tenkîl, tahkîr, cinâyet, hakâret ve gene zulüm…
Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri: “Bu millet bu yapılanları unutursa, dünyânın en a…. milletidir” diye boşuna dememiş…
1928’den sonra “Araboğlunun yaveleri” diyerek Allâh Sevgilisi’ne bakışını daha pek çok ve vurucu ifâdelerle diline alan Kamal paşa, günlük yazılarının bir kısmını islâm hurûfâtıyla yazmaya devam etmişse de, 1928’deki İslâm hurûfâtıyla yazı yasağından sonra pilli-milli şef bir kelime bile yazmamışdır.
Fransız filozof Derrida şöyle der: “1928’de yapılan, inkılâb DEĞİL, HARF DARBESİYDİ…”
Bu ifâde bile, ecnebi nazarında KORKUNÇ DEMEK OLSA da, felâketin milyarda birini dahî aksetdiremez… Bu, şefin i’tirâf etdiği üzere, ALLÂH AZZE VE CELLE’nin irâdesi demek olan İSLÂMİYYET’İN KÖKÜNÜ KURUTMA AMELİYESİ ve tuğyânıdır…
Bu cümleden olarak (Tekin-Alp uydurma adını verdikleri) Yahudi Moiz Kohen’e, “Türkün Yeni Âmentüsü” diye kitâb bile yazdırdılar… İngilizler “kamalizma ideolojisini” şefokrasinin dîni olarak önlerine koydu; ve şefokratlar da, mal bulmuş yehûd gibi üzerine atladılar…
1917’de vuku’ bulan Bolşevik ihtilâlinden sonra, İngiliz parmağındaki 1919 harekâtçıları, bir diğer ta’birle ittihad-terakkî kuyruğu bazı “kuvvâ-yı milliyeciler” arasında, iki farklı hâinliğe yamanma cereyânı zuhûr etmişdi. Birisi Moskof bolşevizması, diğeri de, pilli-milli şefin taraftârı olduğu ABD mandacılığı (mandaterizmi) idi…
Harbe girmemek, ondan kaçmak içün samanlıklarda saklanmıya kadar düşecek bazı adamlar, Batı müstemlekecilerinin fırıldakları ile, ileride bu milletin tepelerine bile çıkarılmışlar, bir nevi cumhuriyet KIRALI ve demputrasi imparatoru yapılmışlardır…
Şu anda Anıt Kubûr’da iki kişi var. Diğerleri 1988’de başka yere nakledildiler. Tek bir kişi olsaydı (anıt kabir) denirdi de, Türkçemizde tesniye kalıbı olmadığı içün oraya el ân, cemi sîgasıyla “ANIT KUBÛR=Anıt kabirler” demek, cehâletden ârî, lügat ilminin zarûrî iktizâsı görülmelidir…