Zincire Vurulan Câmi Ayasofya
12 Temmuz 2020
(2) Ayasofya’yı, Meyhâne De Yapsanız Fâtih’in Câmisidir!
12 Temmuz 2020

AYASOFYA’YI, MEYHÂNE DE YAPSANIZ FÂTİH’İN CÂMİSİDİR!

(1)

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

 

1934’de Ayasofya CÂMİ-İ ŞERÎFİ’nin ibâdetden men edilişinden bugüne, bir Ayasofya istismâr ve fırıldağı yürütülmektedir!

Politika cambazları “Başörtüsü” gibi nice mes’eleleri oya (re’ye)  tahvîl içün nasıl istismâr etmişler ve o başörtüsü bezlerini kafalarından geçirdikleri kadınları nasıl madamlaştırıb, İstanbul Sözleşmelerinin, KADEM’cilerin, (Sosyal cinsiyet eşitliği), LGBT ve ne kadar bu makûle dernek ve köstek varsa, bunların umûru ile avukatlığını ve “Âile yıkıcılığını” da, bu madamlara havâle ve ihâle etmişlerse, “Ayasofya istismârı” da, bu misillü bir zâviyeden ehâlîye yedirilmektedir!.

Nice politika cambazı, “Ayasofya Câmi-i Şerîfi” demek nasîbinden bile mahrûmdur; zerre kadar alâkası olmıyan sıfatları Ayasofya’ya giydirmeken de aslâ utanmamakda ve sıkılmamaktadırlar!

Ramazan Bayramına “Şeker Bayramı”, Kurban Bayramına “Et-but Bayramı” dercesine bir iflâs etmişlikle, bu muazzam ve mukaddes ma’bed-i İslâm’a da “Ayasofya Müzesi” diyebilmekde; veya oranın ibâdete, namaz ve ezân-ı şerîflere yasaklı oluşunu “Müslümanlık iddiası” altından sürdürebilmektedirler!

“SULTANAHMED’İ DOLDURDUNUZ DA MI AYASOFYA?” DENİRSE, BUNUN ALTINDAN, “ORADA HİÇ CEMAAT KALMAZSA, ONU YIKALIM” MANTIĞI SIRITIR!

Bazıları da, “Sultanahmed’i doldurdunuz, yer kalmadı da mı Ayasofya’da namaz diye tutduruyorsunuz?” havalarına girerek, bînemaz özrü kabilinden yâveler savurmaktadır!. Bu kabil mugâlata ve lâf oyunlarına, hakikat ise aslâ beş paralık kıymet biçemez… CÂMİ OLANI CÂMİLİKDEN ÇIKARMAK VE VAKFİYESİNİ AYAK ALTINA ALMAK BAŞKADIR; VE BÖYLE BİR MANZARANIN, “MEKÂN İHTİYÂCI YOK” DİYEREK MEŞRÛ’ VE MA’ZÛR GÖSTERİLMESİ, HAYSİYETLİ BİR DAVRANIŞ KABÛL EDİLEMEZ…

Ayrıca, Sultanahmed Câmi-i Şerîfi’nin, (2 /Haziran /1616) târîhinde yani Ayasofya’nın ibâdete açılışından tam (163) yıl sonra açılışı nazara alınırsa, Sultanahmed’in bir taşı bile ortada yokken, Ayasofya iki asra yakın ibâdethâne olarak işliyor; ve İslâm Âleminin, denilebilir ki 4. Mukaddes ma’bedi bulunuyordu… Hadîs-i Şerîf ile senâ edilen o muazzam ve mukaddes “kumandan ve ordunun” elinde câmi-i şerîfe tahvîl ulvîliği, bu dördüncülüğü kimseye bırakmayışın dünyâ çapındaki vesîkasıdır!

Hem adama sormazlar mı:

Sultanahmed, acebâ “Ayasofya dolub taşdı ve câmi ihtiyâcı son haddine vardı da mı” inşâına lüzûm hissedildi?.

Câmii inşâının bir tek sebebi, “mekân ihtiyacıdır” denilemiyeceği de îzahdan vârestedir!.

İslâm’daki “hasene-i câriye” bırakmak gibi en ebedî ve temel ihtiyacdan, hiç kimse, hiç kimseyi (mahrûm) bırakma hakkına sâhib değildir… İslâmî en temel hakk ve mefhumların 15 asırdır yol, köprü, kervansaray, çeşme, dârüşşefaka, mekteb, medrese, dergâh, şifâhâne, yetimhâne, imâret ve sâire gibi nice hayır müesseseleri ve câmilerle yürütüldüğü, yalınız Müslümanların değil, kâfir ve müşrikleriyle bütün dünyânın bile ma’lûmudur…

Politika ağzıyla “Ayasofya’nın zincirli, esîr, forsa, parya ve mahkûm” hâlinin devâmına bahâneler bulub bunlarla toprak altındaki milyarlara bâliğ ecdâda ve bugünün İslâm bakıyesi  coğrafyaya bu kadar ucuz lâflar satmak, ehl-i hakk indinde, bu ucuz lâkırtıların sâhiblerini nazarlardan düşürmenin dışında maalesef hiçbir işe yaramamaktadır…

POLİTİKA VE POLİTİKACILIK, BATIDAN İDHÂL BİR DIŞ STANDARTDIR; ORASI İÇÜN VARDIR…

Zâten bugünki bâtıl Batıdan idhâl edilen (politika), Yunanca’dan aktarma “çok yüzlülük” demek olarak, mayası ve mâhiyyeti i’tibâriyle insanların gözünü boyayıb onları şuursuz hâle getirmek, sürüleştirmek ve bu yolla kolayca sevk ü idâre etmek esâsı üzerinde varlık belirtmektedir. Bu politikanın “millîlik ve hele dînîlikle” zerre kadar alâkasından bahsedilemez. Polikitacılar, bilhassa İslâmiyyet’in, bütün hakîkatı ile ortaya çıkmasını ve bunun halk tarafından bilinmesini sûret-i kat’iyyede istemezler. Çünki İslâmiyyet’deki sevk ve idârenin edille-i erbaaya dayanan keyfiyeti ile, Batı’dan idhâl edilen ve orayı taklîde dayanan sevk ve idârenin farkı sonsuzdur… İslâmiyyet’in hakîkatını bilen insanları, politikacıların kendi istedikleri (beşerî) istikâmetlere sevketmeleri imkânsızdır. Bunun içün de, politikalarını Batı normları ve standartları üzerine binâ etmiş “Dembokratik layık cumhuriyetler”, bu üç vasfını, ancak keyfiyeti değiştirilmiş, tahrîf ve tağyîr ve tebdîl edilmiş İslâmiyyet’in olduğu yerlerde devâm etdirebilirler.

Bu i’tibarladır ki, bu vasatlardaki politikacıların Müslüman görünmeleri, sâdece halka: “Bizimle aynı dîn ve inançda” dedirterek, onlardan görünme ve bu görünüş ile onları, en kolay şekilde sevk ve idâre etme plân ve taktikasından ileri gelmektedir… Yoksa, Batı norm ve standartlarının bir ifâdesi olan dembokratik-layık cumhuriyet politikalarını yürütmek aslâ mümkin olamaz…

Halk, mütemadiyen aynı politik rejimin maarif sistemi, mekteb ve tezgâhlarında kotlanıb programlandığı ve (fikrî melekeden son derece uzak bulunduğu) içün, bütün bu inceliklere akıl, tefekkür, kıyâset ve ferâset yetiremiyecekdir.  Politikacıların önlerine koyduğu sığ, basit, yuvarlak ve dışı yaldızlı ve doğrulukla aslâ alâkası olmıyan boş  ve fakat doğru gibi duran sözleri duydukça, politikacılarda kendilerini bulub-görecek ve onlara eklenmiş, yapışmış ve kenetlenmiş olacaklardır! Politikacıların en umûmî hattı budur…

Artık politikacıların istediği kıvama gelen insanlar, daha da ileri ve aşırı noktalara giderlerse (partizan)laşacak, gitmezlerse (taraftar) olarak kalacak; ve politikacılar, bunların üzerine basarak, ya iktidâr veya parti saltanatlarını böylece devâm etdireceklerdir… Politikacılar onlara, dâimâ kutsal ve putsal bir takım (da’vâları) varmış gibi hedefler gösterecek, onlar da ideal ve da’vâlarını bu politikacıların tahakkuk etdireceğine inanacaklardır! Böyle fâsid bir dâire içine girilerek, dembokrasi boğuşması ve hercümercinden ibâret bir başı bozukluk, ictimâî  ve ma’nevî buhran, adı konulmasa da devâm edib gidecek ve milletlerin inkırâzı, târîhî bir hakîkat olarak tekrarlanmış olacakdır!.

Şu da nefreti mu’cîb bir hakîkatdır ki, gerek politikacılar ve gerekse onların peşlerine takılmış partizan veya taraftarlar, Haçlı Batı bâtıl inanç ve doktrinleri veya ideolojilerinin ve bunların tatbîkinin, İslâm îmânı ile tam teâruz hâlinde olduğunu söyliyen müslümanları “tekfirci” olarak göstermeye çalışmalarıdır… Böylece, katıksız müslümanları i’tibarsızlaştırarak, Batı bâtılları ile Müslümanlığın berâberce yürütülebileceği muhâlini meşrû ve mümkin göstermek peşindedirler… Dembokratik-lâyık cumbokrasiyi, İslâmiyyet’in yokluğuna mukbil yaşatmanın yegâne yolu da budur…

Bugün, müslümanları müslümanlıkdan çıkarmakda en büyük ve tehlikeli âmil budur; ve bunun farkında olan îmân, akıl ve fikir sâhibi de yok denecek kadar azalmışdır… “İslâm, din, îmân, amel, ihlas, namaz, Kur’an, kandil, umre, iftar, oruç, bayram-seyrân, sadaka, fıtır-hatır, Hacc, Kutsal toprak, Kâbe imamı, vehhâbî ezânı, câmi-minâre, başörtüsü, fetih, Osmanlı, ecdâd, cart curt v.s.” diye medyada, matbuatda, partilerde, ilâhiyatlarda, câmilerde, konferans ve sohbetlerde yırtınan adamlarla hoca kılıklı bel’amların, bahis mevzuu etdiğimiz temelin temeli noktaya hiç yanaşmadıklarını nefretle ta’kîb ediyoruz… Topu da, “ölü yüzü pudralamak” ve böylece ulusu zombileştimek peşindedirler! Bu çerçeve içinde aldatılan onmilyonları, politikacılar, işte böyle üzerine bindikleri atı, onun önüne uzatdıkları sırık ucundaki yeme yetişme gayretiyle devamlı koşturmakda ve at da o yeme yetişmek ümmîdiyle,  “23, 53, 71 hedefleri” diyerek ha bire koşub durmaktadır!..

KÂİNÂTDA EN MÜHİM MES’ELE “LÂ İLÂHE” DEMEK YANİ TÂĞÛTLARI ASLÂ TANIMAMAKDIR…

Bâtıl Haçlı Batı sevk ve idâre şirkine, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” palavraları sıkmalarına rağmen, keyfiyetsizliğine işâret etdiğimiz hoca kılıklı bel’amlara kadar bütün politikacılar ve bunların kuyruğuna takılmış medya, akademik şeytanlar, DİB’iş sarıklı-cübbelileri, tasavvuf paraziti hâlindeki ham softa kaba yobazlar, menfatına tapan para babaları, v.s’ler, sistemin sanki mütemmim cüz’leri hâline gelmişlerdir. İslâmiyyet’e karşı bu TAHRÎB ve TAHRÎF ısyân ve tuğyânı, nice felâket ve helâketleri üzerine çekmeye munzam, bir asırdır 500.000 kelle alarak yeleştirilen “Din ve devlet işi, din ve dünyâ işi ayrılığı” gibi Allâh’ın Dînini kat’iyyen REDDE müsâvî bir küfriyyâtın, onlarda bile ne kadar müessir olduğunu göstermesi bakımından fevkal’âde dehşet vericidir!.

Kâinâtda ehemmü’l-ehem biricik mes’ele, Kelime-i Tevhîd’in “LÂ İLÂHE” kısmıdır. Bundan daha mühim hiçbir mevzu’ ve mes’ele olamaz… Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi’nin Tefsîrinde buyurduğu gibi:

“Tevhîdin şartı, masivallâh’a küfretmek (onu reddetmek) değil, masivallâh’dan ULÛHİYYETİ NEFYETMEK (kaldırmak) ve bu meyanda tâğûtlara küfreylemek (onları redd ü inkâr eylemek) yani ONLARI HİÇ TANIMAMAK, maadâsının da, ulûhiyyet mâdûnundaki derecelerine göre hakklarını tanımakdır. Zîrâ hakk ALLÂH’ındır. Nihâyet, “Fe men yekfur bi’t-tâğûti” şunu da KAT’İYYEN İFÂDE EDİYOR Kİ, MÜ’MİN-İ MUVAHHİD OLMAK İÇÜN    Allâh’a îmândan evvel küfre tevbe şartdır. Bu tevbenin şartı da tâğutları aslâ tanımamaya azmeylemekdir!.”  (1936, c. 1, s. 871)

Artık apaçık tebeyyün edecekdir ki, yukarıda beyân edilen gerçek, sahih ve ebedî cehennemden KURTARACAK îmânın ilk başlangıç noktası, bütün tâğutların yani Bâtıl Batı ve Doğu sistemlerinin ve onların temsilcisi olan bütün heykel ve putların “LÂ İLÂHE” diyerek kat’iyyen nefyedililib reddedilmesidir… Bu olmadan, İslâm’dan “hardal tânesi kadar” veya zerre miskal bir îmâna yani müslümanlığa sâhib olabilmek muhâldir… Bunun içündür ki, Kâinâtdaki en mühim mes’ele, ne ABD gâvurunun hâkile yeksân oluşu, ne Rabb Teâlâ’nın dünyânın başına virüs serpişi, ne petrol hırsızlığı ne maske sirkati, ne de şu veya budur!

Hulâsa bugünün dünyâsında, beşerî sistem tâğutlarının hâli, biribirinin önünden kemik aşırma kavgası veren it sürülerinin hâlinden zerre kadar farklı değildir. Uydurdukları beşerî (tâğûtî) sistemler, mutlak hesâb ve adâlet vâkıasından sonsuz derecede mahrûm olmakla, bu beşerî sistemlerin bir halta yaraması da mutlak ma’nâda muhâldir!. Gerzek ve şartlanmış beşeriyet, bu belâlardan bir belâyı, “en iyi bu veya en az zararlısı bu” diyerek, sandık mahkûmu yapılmakda; ve beşerî sistemlerin esîri yapıldığının bile böylece farkında olmadan, tâğûtların meccânî yalakası olmaktadır!. Böylece, “Mutlak HAKKI istemek ve mücerred O’na tâlib olmak hedefi” de, tâğûtlar tarafından zihinlerden silinmiş bulunmaktadır…

Bunun içündür ki, tam bir kemik kapışması bu minvâl üzere devâm edecek, birinin beşerî saltanatından sıkılan ötekisi, “Biraz da bu dembokratik saltanatın sâhibi ve tad alıcı ve kemik yalayıcısı biz olalım” diyecekdir! Kökü dışarılarda ve teşkîlâtlı bir grup da varsa, bunlar, halk oyu gözküllemesiyle iş başına gelemeyeceklerinden, silâha veya entrikaya sarılıb (DARBE) yapacaklardır! 

Böylece, “Dembokrasinin ırzını ve halkı, diktatörlerden kurtaracak; ve yurtda ve cihânda sulh safsatasını dile alarak, halk adına hareketle sulh u sükûnu “Dembokratik-layık cumhuriyeti”  ilelebet pâydâr edeceklerdir!”

Dolayısıyla da, o Batı’nın kodladığı “Dembokratik-lâyık saltanat-ı cumhûriyye’ye”, putluluk ve mutluluk andları içerek  ve hemen de dâimâ ve mutlakâ (halk adına, halk içün) sâhib oluvereceklerdir!… Bundan sonrası ise, “halk irâde ve hâkimiyyeti”, demokratik teâmüller, usûller, iyilik ve güzellikler; ve çağdaş uygarlık, yularlık, taparlık, yararlık, saparlık, batarlık ve tutarlık içinde, “Dâimâ yerli ve millî” kalmak şartıyla devâm edecektir! “Çok aziz ve sevgili halkın” refâh, ferâh ve külâh seviyesi ve ferd başına gâvur dolar isâbeti, sağlık ve îmâr, bayındırlık ve baygındırlık, adâlet ve akâmet, alt ve üst yapı ve tapı, gençlik ve hiçlik, maarif ve köy enstitüsü hatırlama hızmetleri gibi her cihetde, “Böyyük Türkiya” inşâı tam bir muvaffakıyyetle yürütülecek; mozalenin himmet ve rûhâniyyetlerinden de tam istimdâd içinde, “Aziz Millet”, tam emniyet, garanti, homo güvenceleri altında, sözleşmeli ve cinsiyet eşitliği, mason kardeşliği ve nice güzelliklerle sâlimen ve halisan, ayrıca  uygun adımlar ve sosyal mesâfelere dikkat ederek, nice fetihlere ermek ve gemicikleri karadan ve havadan yürüterek istikbâle doğru koşacakdır!  

AYASOFYA NE YAPILIRSA YAPILSIN, CÂMİ OLMANIN DIŞINA ÇIKARILAMAZ…

Ayasofya mevzuuna gelirsek, her şeyden evvel bilinmesi kat’iyyen lâzımdır ki, Ayasofya’nın tam dört minâre ile muhâfaza altına alınışı ve onun bu manzarası; ve gene tam 481 sene evvel Câmiye tahvîli, onun müze olmasını muhâl kılar!

Herhangi bir şeye, mevkii, mevzii ve keyfiyeti dışında ve dışarıdan gazel okurcasına, gene ona keyfe veya şeytanlığa göre indî, izâfî ve hayâlî  bir keyfiyet yüklemekle, o şeyin keyfiyeti değiştirilemez…

Ayasofya’ya “müze” demekle, onu câmi olmakdan çıkarıb, hiç kimse müze yapmış olamaz!

Bir insana, “kurt, ayı veya aslan” demekle, o insan nasıl kurt, ayı veya aslan olmuyorsa; Ayasofya’ya da “müze, meyhâne, tapınak, anıt, mozole, çukur, saray, bilmem ne hâne” de denilse, o, bu denilenlerin hiç biri yapılamaz!…

Bir müsliman, gâvura esîr olmakla nasıl Davud iken Davit olmaz da, “Esîr, forsa, parya, mahkûm, v.s. olur” ve bazı sıfatlar ona eklenir; ve zâtı ne ise, onun cevheri ondan ayrılmazsa, AYASOFYA da aynen öyledir…

Ayasofya, kilise hâline de, havra hâline de, mozale hâline de, hindu tapınağ hâline de gelemez, getirilemez, bu imkânsız da değil muhâldir!

Hulâsa olarak Ayasofya, Câmi-i Şerîf’dir…

Ancak esir, forsa, parya mahkûm, bütün hakk ve hürriyetleri gasbedilmiş, zincire vurulmuş, ârızî bir sıfâta çakılmış bir CÂMİ-İ ŞERÎF’dir…

Câmi, mutlak ma’nada mücerred HAKK DÎNİN ibâdethânesi ve ma’bedi demekdir…

Diğer bütün dünyâ ma’bedleri, (mecâzî ma’nâda) ibâdethânelerdir;  ve Hakk’ın irâde, murâd, rızâ ve hâkimiyyeti ile aslâ bir alâkaları olamaz…

İslâmiyyet nasıl ki mutlak HAKK dîn, diğer bütün religionlar “mecâzî ma’nâda dîn” iseler, câmi ile sâir tapınakların arasında da, böyle kat’iyyen sonsuz derecede fark vardır ki, bunun aksini bir Müslimanın iddiası muhâl, bir gayr-i müslimin bâtıl aklı ile bunu iddiası ise ancak mümkin olabilir, isbâtı da muhâl…

Türkiya’da ve cihanda, “Ben Müslimanım” demesi şartıyla, herhangi bir kimsenin “Ayasofya’yı câmi dışında bir şey olarak görmesi” düşünülemez!

Bir müsliman, “Allâh indinde dîn ancak İslâm’dır” meâlinde buyrulan mutlak hakîkata ne kadar inanmak mecbûriyyetinde ve mükellefiyyetinde ise, Ayasofya’nın da “câmi” olduğuna, mutlak ma’nâda Kâ’be-i Muazzama’nın bir şûbesi olarak yeryüzündeki bütün hakîkî câmiler gibi onun da ancak “ibâdethâde” bulunduğuna, bundan başka aslâ bir şey olamıyacağı ve yapılamayacağına da o kadar inanır olması, zarûrî bir netîcedir…

Îmânî derinlik taşımıyan, sathî ve taklîdî bakış ve alışkanlıklarla söylenilen sözlerin hakîkat nazarında hiçbir kıymeti olamaz…

Bütün dünyâca müsellem “vakıf hûkûku” ile de, Ayasofya’nın (câmi oluşu)nun Kıyâmet’e kadar tevsîk edilişi, ayrıca işin resmî vechesindeki “câmiliği” isbât eden en müşahhas ve müseccel vesîkadır…

Hâl böyle olunca, hangi müslimim diyen bir adam veya madam, kalkar da, AYASOFYA CÂMİ-İ ŞERÎFİNDEN “müze olarak bahseder”, sonra da onun müslimanlığı tahkîkat ve istintak sebebi olmaz?!

Allâh’ın mescidlerini yıkanlar, yakanlar, muattal bırakanlar, kapısına kilit vuranlar, ellerini-kollarını ve minârelerini zincirleyib  kelepçe takanlar, minber ve mihrâbına namaz yasağı koyanlar, duvarına siyenler ve binbir türlü işkence ve zorbalığı onlara revâ görenler, hâlâ daha nasıl “müsliman” adına müstahık olurlar?.

KELÂM-I KADÎM, BU HUSUSDA MUTLAK DOĞRUYU SÖYLER VE ONUN ÜZERİNE SÖZ OLAMAZ…

 Bakara Sûre-i Celîlesi’nin 14. Âyet-i Kerîmesi meâlen şöyle buyuruyor:

“Allâh’ın Mescidlerini, içlerinde Allâh’ın ismi anılmakdan meneden ve HARAB olmaları zımnında çalışan kimselerden DAHA ZÂLİM DE KİM OLABİLİR?. ……..Bunlara dünyâda bir ZİLLET var, Âhıretde AZÎM BİR AZAB var.” (Elmalılı Tefsîri 1936. C. 1, S. 472)

Adı geçen âyet-i kerîmenin tefsîrine bakalım ve zulüm ile zâlimin ne olduğunu; ve bunların, bir de Ayasofya gibi mescidler üzerinden nasıl irtikâb edildiğini ve târîhdeki dehşetengiz vahşetleri düşünelim:

“Allâh’ın mescidlerini, içlerinde ism-i ilâhî zikredilmekden meneden ve o mescidlerin maddeten ve ma’nen harab olmasına, yıkılmasına veya MUATTAL (terkedilib battal edilmiş) kalmasına veya mescidlikden çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?.–……….. bir şey, hakkından, lâyık olduğu mevkiinden ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur. Ve o şey, ne kadar yüksek ve ne kadar mukaddes ise, zulüm de o nisbetde ileri gitmiş bulunur. Netekim, Allâh’a ŞİRK en büyük ZULÜMDÜR. Allâh’ın mescidlerini Allâh demekden menetmek ve harab olmalarına çalışmak da, hem Allâh’ın, hem mescidlerin ve hem de insanların hakkına son derece bir tecâvüzdür. Bunu yapan zâlimler hiçbir zulümden çekinmez, hepsini yapar ve hepsine kapı açar. Binâenaleyh mescitlere taarruz ve onların maddeten ve ma’nen HARAB olmasına sa’yetmek (s.472) zulümlerin en büyüğünden ve bunu yapanlar da en zâlim kimselerdendir. Bu derece zulmün emsâli tasavvur olunsa bile, mâfevki (daha şiddetlisi) tasavvur olunamaz……. “Mesâcidallâh” terkîbi, hiçbir istisnâsı olmıyarak bütün mescitlere şâmildir ve âyetin hükmü umûmîdir.” (s. 473)

Yukarıdaki tefsîr satırları, ehline âid olması hasebiyle “zulmün ve zâlimin en büyüğünü” ortaya koymak bakımından, son derece câlib-i dikkatdir. Herkesin bildiği bir akâid ve fıkıh kânûnudur ki, “Küfre rızâ küfür, fıska rızâ fısk ve zulme rızâ da zulümdür!”

Binâenaleyh, 20. asr-ı mîlâdînin başlarında mescitlere karşı irtikâb edilen zulümler, bugün de Ayasofya gibi bazı mescidler üzerinden devâm etdirilmekde ise, burada, adı geçen “En büyük zulüm ve zâlimlere rızâ var” demekdir ki, bunlar, politikacı-idâreci mevkiindeki adam ve madamlar tarafından düşünülmese bile, onlara da râcî bir vechesi bulunduğu mutlak ve îzahdan vârestedir… Bu korkunç keyfiyet, zâlime ve zulme rızâ gösterenlerden, onlara da rızâ gösterenlere geçecek; ve bir silsile hâlinde bütün (rızâ) sâhiblerini virüs salgını gibi kuşatacakdır!.

 Başlara gelen nice salgınlar, (Ki “yerli ve millî” olanlar (!) buna yunan kefere dili hasretiyle pandemi diyor), hastalıklar, törör belâları, ictimâî, askerî, hukûkî, iktisâdî, âilevî ve rûhî binbir felâket ve helâketlerin altında bu kabil ısyân ve tuğyânların bulunduğunda iştibâh edilemez…

Yeri gelmişken şunları da beyân edelim ki, temsîl ve idâreci mevkiinde olanların yapacakları ısyân, tuğyân, udvân ve zulümler, ihâtası i’tibâriyle çok daha şümûllü felâket ve helâketleri çekici olacakdır.

Papazlarla âyinlere katılanlar, Akdamar kilisesini açıb tepesine devâsa HAÇ dikenler, besmele ile kilise açanlar; Ayasofya’nın kubbesinde namaza mânî’ olan istavroz ve ortodoks resimlerinin, sıvayla kapatılmasına rağmen, “Ayasofya Müzedir” diye bunları 2009’da tekrar sıva altından çıkararak gözlere sokanlar, İst. sözleşmeleri, “Sosyal cinsiyet eşitliği”, “LGBT hakları” gibi sözleri halka indirib sevdirerek 15 asırlık İslâm îmân ve telâkkîlerinde korkunç rahneler açanlar; âileleri reissiz bırakıb, 18 yaş altında evlenenleri hapislere tıkıb kadınları kocasız ve çocukları babasız bırakanlar; “Kadının beyânı esasdır” diyerek delilsiz kararlarla hûkuk ve adâletin kökünü kazıyanlar, iğrenç hayvanı “kesimlik hayvan listelerine alarak” ehâlinin “helâl yeme” inancına kezzap dökenler, “İslâm bugün uygulanamaz güncellenmelidir, ictihadlar değiştirilmelidir, dört hakk din vardır” gibi bâtıllarla Kur’an-ı Kerîme ve diğer edille-i şer’iyyeye meydân okuyanlar, “layıklık Türkiya’nın nükleer enerjisidir” diyenler, bazı Kur’an kurslarını kapatanlar, Cennetmekân Fâtih Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufrân Hazretlerinin Feth-i mübînine “işgâl” diyenler ve daha yüzlerce zulme imzâ atanlar, bu hem dall ve hem mudill yollarından rücû’ edib tevbe etmez ve bâtıllarında ısrâr ederlerse, GAYRETULLÂH’A dokunacak ve netîcelerine katlanmak zorunda kalacaklardır…

(Mâba’di var)

İntişârı: 31.05.2020 / 22:27:57

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bay KK’ya Göre Câmideki Ezân Ve Marş Aynı Kutsalmış!
28 Mayıs 2020
Ayasofya’da İkindi
11 Temmuz 2020

AYASOFYA’YI, MEYHÂNE DE YAPSANIZ FÂTİH’İN CÂMİSİDİR!

(1)

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

 

1934’de Ayasofya CÂMİ-İ ŞERÎFİ’nin ibâdetden men edilişinden bugüne, bir Ayasofya istismâr ve fırıldağı yürütülmektedir!

Politika cambazları “Başörtüsü” gibi nice mes’eleleri oya (re’ye)  tahvîl içün nasıl istismâr etmişler ve o başörtüsü bezlerini kafalarından geçirdikleri kadınları nasıl madamlaştırıb, İstanbul Sözleşmelerinin, KADEM’cilerin, (Sosyal cinsiyet eşitliği), LGBT ve ne kadar bu makûle dernek ve köstek varsa, bunların umûru ile avukatlığını ve “Âile yıkıcılığını” da, bu madamlara havâle ve ihâle etmişlerse, “Ayasofya istismârı” da, bu misillü bir zaviyeden ehâlîye yedirilmektedir!.

Nice politika cambazı, “Ayasofya Câmi-i Şerîfi” demek nasîbinden bile mahrûmdur; zerre kadar alâkası olmıyan sıfatları Ayasofya’ya giydirmeken de aslâ sıkılmamaktadırlar!

Ramazan Bayramına “Şeker Bayramı”, Kurban Bayramına “Et-but Bayramı” dercesine bir iflâs etmişlikle, bu muazzam ve mukaddes ma’bed-i İslâm’a da “Ayasofya Müzesi” diyebilmekde; veya oranın ibâdete, namaz ve ezanlara yasaklı oluşunu “Müslümanlık iddiası” altından sürdürebilmektedirler!

“SULTANAHMED’İ DOLDURDUNUZ DA MI AYASOFYA” DENİRSE, ORADA HİÇ CEMAAT KALMAZSA, “ONU YIKALIM” MANTIĞI ÇIKAR!

Bazıları da, “Sultanahmed’i doldurdunuz, yer kalmadı da mı Ayasofya’da namaz diye tutduruyorsunuz?” havalarına girerek, bînemaz özrü kabilinden yâveler savurmaktadır!. Bu kabil mugâlata ve lâf oyunlarına, hakikat ise aslâ beş paralık kıymet biçemez… CÂMİ OLANI CÂMİLİKDEN ÇIKARMAK VE VAKFİYESİNİ AYAK ALTINA ALMAK GİBİ BİR MANZARANIN, “MEKÂN İHTİYÂCI YOK” DİYEREK MEŞRÛ’ VE MA’ZÛR GÖSTERİLMESİ, HAYSİYETLİ BİR DAVRANIŞ KABÛL EDİLEMEZ…

Ayrıca, Sultanahmed Câmi-i Şerîfi’nin, (2 /Haziran /1616) târîhinde yani Ayasofya’nın ibâdete açılışından tam (163) yıl sonra açılışı nazara alınırsa, Sultanahmed’in bir taşı bile ortada yokken, Ayasofya iki asra yakın ibâdethâne olarak işliyor; ve İslâm Âleminin, denilebilir ki 4. Mukaddes ma’bedi bulunuyordu…

Adama sormazlar mı:

Sultanahmed, acebâ “Ayasofya dolub taşdı ve Câmi ihtiyâcı son haddine vardı da mı” inşâına lüzûm hissedildi?.

Câmii inşâının bir tek sebebi, “mekân ihtiyacıdır” denilemiyeceği de îzahdan vârestedir!.

İslâm’daki “hasene-i câriye” bırakmak gibi en ebedî ve temel ihtiyacdan, hiç kimse, hiç kimseyi (mahrûm) bırakma hakkına sâhib değildir… İslâmî en temel hakk ve mefhumların 15 asırdır yol, köprü, kervansaray, çeşme, dârüşşefaka, mekteb, medrese, dergâh, şifâhâne, yetimhâne, imâret ve sâire gibi nice hayır müesseseleri ve câmilerle yürütüldüğü, yalınız Müslümanların değil, kâfir ve müşrikleriyle bütün dünyânın bile ma’lûmudur…

Politika ağzıyla “Ayasofya’nın zincirli, esîr, forsa, parya ve mahkûm” hâlinin devamına bahâneler bulub bunlarla toprak altındaki milyarlara bâliğ ecdâda ve bugünün İslâm bakıyesi  Coğrafyaya bu kadar ucuz lâflar sunmak, ehl-i hakk indinde bu lâfların sâhiblerini maalesef nazarlardan düşürmenin dışında hiçbir işe yaramamaktadır…

POLİTİKA VE POLİTİKACILIK, BATIDAN İDHÂL BİR DIŞ STANDARTDIR; ORASI İÇÜN VARDIR…

Zâten bugünki bâtıl Batıdan idhâl edilen (politika), Yunanca’dan aktarma “çok yüzlülük” demek olarak, mayası ve iç yapısı i’tibâriyle insanların gözünü boyayıb onları şuursuz hâle getirerek sürüleştirmek ve böylece sevketmek esâsı üzerinde varlık belirtmektedir. Bu politikanın “millîlik ve hele dînîlikle” zerre kadar alâkasından bahsedilemez. Polikitacılar, bilhassa İslâmiyyet’in, bütün hakîkatı ile ortaya çıkmasını ve bunun halk tarafından bilinmesini suret-i kat’iyyede istemezler. Zîrâ böyle olursa, o insanları, politikacıların kendi istedikleri istikâmetlere sevketmeleri imkânsızdır. Bunun içün de, politikalarını Batı normları ve standartları üzerine binâ etmiş “Dembokratik layık cumhuriyetler”, bu üç vasfını, ancak keyfiyeti değiştirilmiş, tahrîf ve tağyîr ve tebdîl edilmiş İslâmiyyet’in olduğu yerlerde devâm etdirebilirler.

Bu i’tibarladır ki, bu vasatlardaki politikacıların Müslüman görünmeleri, sâdece halka: “Bizimle aynı dîn ve inançda” dedirterek, onlardan görünme ve bu görünüş ile onları en kolay ve onlardan biri imiş gibi sevk ve idâre etme plân ve taktikasından ileri gelmektedir… Yoksa, Batı norm ve standartlarının bir ifâdesi olan dembokratik-layık cumhuriyet politikalarını yürütmek aslâ mümkin olamaz…

Halk, mütemadiyen aynı politik rejimin maarif sistemi, mekteb ve tezgâhlarında kotlanıb programlandığı ve (fikrî melekeden son derece uzak bulunduğu) içün, bütün bu inceliklere akıl, tefekkür, kıyâset ve ferâset yetiremiyecekdir.  Politikacıların önlerine koyduğu sığ, basit, yuvarlak ve dışı yaldızlı ve doğrulukla aslâ alâkası olmıyan boş  ve fakat doğru gibi duran sözleri duydukça, politikacılarda kendilerini bulub-görecek ve onlara eklenmiş, yapışmış ve kenetlenmiş olacaklardır!

Artık bu hâle gelen insanlar, daha da ileri ve aşırı hâle giderlerse (partizan)laşmış, gitmezlerse (taraftar) olarak kalacak; ve politikacılar, bunların üzerine basarak, ya iktidâr veya parti saltanatlarını devâm etdireceklerdir… Politikacılar da onlara (da’vâları) varmış gibi görünecek, onlar da ideal ve da’vâlarını bu politikacıların tahakkuk etdireceğine inanacak, böyle fâsid bir dâire içine girilerek, dembokrasi boğuşması ve hercümercinden ibâret bir başı bozukluk, devâm edib gidecekdir!.

Bundan sıkılıb, “Biraz da bu dembokratik saltanatın sâhibi ve tad alıcısı biz olalım” diyen, kökü dışarılarda ve teşkîlâtlı bir grup varsa, bunlar da, halk oyuyla iş başına gelemeyeceklerinden, silâha veya entrikaya sarılıb (DARBE) yaparak “Dembokrasinin ırzını ve halkı diktatörlerden kurtaracak; ve yurtda ve cihânda sulh safsatasını dile alarak, halk adına hareketle sulh u sükûnu ilelebet pâydâr edeceklerdir!”

Böylece, o Batı’nın kodladığı “Dembokratik-lâyık saltanat-ı cumhûriyye’ye”, putluluk ve mutluluk andları içerek  ve hemen de dâimâ ve mutlakâ (halk adına, halk içün) sâhib oluvereceklerdir!… Bundan sonra ise, “halk irâde ve hâkimiyyeti”, demokratik teâmüller, usûller, iyilik ve güzellikler; ve çağdaş uygarlık, yularlık, taparlık, yararlık, saparlık, batarlık ve tutarlık içinde, “Dâimâ yerli ve millî” kalmak şartıyla devâm edecektir! “Çok aziz ve sevgili halkın” refâh, ferâh ve külâh seviyesi ve ferd başına gâvur dolar isâbeti, sağlık ve îmâr, bayındırlık ve baygındırlık, adâlet ve akâmet, alt ve üst yapı ve tapı, gençlik ve hiçlik, maarif ve köy enstitüsü hatırlama hızmetleri gibi her cihetde, “Böyyük Türkiya” inşâı tam bir muvaffakıyyetle yürütülecek; mozalenin himmet ve rûhâniyyetlerinden de tam istimdâd içinde, “Aziz Millet”, tam emniyet, garanti, homo güvenceleri altında, sözleşmeli ve cinsiyet eşitliği, mason kardeşliği ve nice güzelliklerle sâlimen ve halisan, ayrıca  uygun adımlar ve sosyal mesâfelere dikkat ederek, nice fetihlere ermek ve gemicikleri karadan ve havadan yürüterek istikbâle doğru koşacakdır!  

AYASOFYA NE YAPILIRSA YAPILSIN, CÂMİ OLMANIN DIŞINA ÇIKARILAMAZ…

Ayasofya mevzuuna gelirsek, her şeyden evvel bilinmesi kat’iyyen lâzımdır ki, Ayasofya’nın tam dört minâre ile muhâfaza altına alınışı ve onun bu manzarası; ve gene tam 481 sene evvel Câmiye tahvîli, onun müze olmasını muhâl kılar!

Herhangi bir şeye, mevkii, mevzii ve keyfiyeti dışında dışarıdan gazel okurcasına, ona keyfe veya şeytanlığa göre indî, izâfî ve hayâlî  bir keyfiyet yüklemekle onun keyfiyeti değiştirilemez…

Ayasofya’ya “müze” demekle, onu câmi olmakdan çıkarıb hiç kimse müze yapmış olamaz!

Bir insana, “kurt, ayı veya aslan” demekle o insan nasıl kurt, ayı veya aslan olmuyorsa; Ayasofya’ya da “müze, meyhâne, tapınak, anıt, mozole, çukur, saray, bilmem ne hâne” de denilse, o, bu denilenlerin hiç biri yapılamaz!…

Bir müsliman, gâvura esîr olmakla nasıl Davud iken Davit olmaz da, “Esîr, forsa, parya, mahkûm, v.s. olur” ve bazı sıfatlar ona eklenir; ve zâtı ne ise, onun cevheri ondan ayrılmazsa, AYASOFYA da aynen öyledir…

Ayasofya, kilise hâline de, havra hâline de, mozale hâline de, hindu tapınağ hâline de gelemez, getirilemez, bu imkânsız da değil muhâldir!

Hulâsa olarak Ayasofya Câmi-i Şerîf’dir…

Ancak esir, forsa, parya mahkûm, bütün hakk ve hürriyetleri gasbedilmiş, zincire vurulmuş, ârızî bir sıfâta çakılmış bir CÂMİ-İ ŞERÎF’dir…

Câmi, mutlak ma’nada mücerred ibâdethâne ve ma’bed demekdir…

Diğer ma’bedler (mecâzî ma’nâda) ibâdethânelerdir…

İslâmiyyet nasıl ki mutlak HAKK dîn, diğer bütün religionlar “mecâzî ma’nâda dîn” iseler, câmi ile sâir tapınakların arasında da, böyle kat’iyyen sonsuz derecede fark vardır ki, bunun aksini bir Müslimanın iddiası muhâl, bir gayr-i müslimin bâtıl aklı ile iddiası dahî mümkindir…

Türkiya’da, “Ben Müslimanım” demesi şartıyla, herhangi bir kimsenin “Ayasofya’yı câmi dışında bir şey olarak görmesi” düşünülemez!

Bir müsliman, “Allâh indinde dîn ancak İslâm’dır” meâlinde buyrulan mutlak hakîkata ne kadar inanmak mecbûriyyetinde ve mükellefiyyetinde ise, Ayasofya’nın da “câmi” olduğuna, mutlak ma’nâda bütün câmiler gibi ancak “ibâdethâde” bulunduğuna, bundan başka aslâ bir şey olamıyacağı ve yapılamayacağına da o kadar inanır olması, zarûrî bir netîcedir… Îmânî derinlik taşımıyan sathî ve taklîdî bakış ve alışkanlıklarla söylenilen sözlerin hakikat nazarında hiçbir kıymeti olamaz…

Bütün dünyâca müsellem “vakıf hûkûku” ile de bunun Kıyâmet’e kadar tevsîk edilişi, ayrıca işin resmî vechesindeki “câmiliği” isbât eden en müseccel vesîkadır…

Hâl böyle olunca, hangi müslimim diyen bir adam veya madam, karkar da, AYASOFYA CÂMİ-İ ŞERÎFİNDEN “müze olarak bahsederse”, onun müslimanlığı tahkikat ve istintak sebebi olur!

Allâh’ın mescidlerini yıkanlar, yakanlar, muattal bırakanlar, kapısına kilit vuranlar, ellerini-kollarını ve minârelerini zincirleyib  kelepçe takanlar, minber ve mihrâbına namaz yasağı koyanlar, duvarına siyenler ve binbir türlü işkence ve zorbalığı onlara revâ görenler olamaz mı?.

KELÂM-I KADÎM, BU HUSUSDA MUTLAK DOĞRUYU SÖYLER VE ONUN ÜZERİNE SÖZ OLAMAZ…

 Bakara Sûre-i Celîlesi’nin 14. Âyet-i Kerîmesi’ni meâlen şöyle görüyoruz:

“Allâh’ın Mescidlerini, içlerinde Allâh’ın ismi anılmakdan meneden ve HARAB olmaları zımnında çalışan kimselerden DAHA ZÂLİM DE KİM OLABİLİR?. ……..Bunlara dünyâda bir ZİLLET var, Âhıretde AZÎM BİR AZAB var.” (Elmalılı Tefsîri 1936. C. 1, S. 472)

Adı geçen âyet-i kerîmenin tefsîrine bakalım ve zulüm ile zâlimin ne olduğunu ve bunun, bir de Ayasofya gibi mescidler üzerinden nasıl işlendiğini ve târîhdeki dehşetengiz vahşetleri düşünelim:

“Allâh’ın mescidlerini, içlerinde ism-i ilâhî zikredilmekden meneden ve o mescidlerin maddeten ve ma’nen harab olmasına, yıkılmasına veya MUATTAL (terkedilib battal edilmiş) kalmasına veya mescidlikden çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?.–……….. bir şey, hakkından, lâyık olduğu mevkiinden ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur. Ve o şey, ne kadar yüksek ve ne kadar mukaddes ise, zulüm de o nisbetde ileri gitmiş bulunur. Netekim, Allâh’a ŞİRK en büyük ZULÜMDÜR. Allâh’ın mescidlerini Allâh demekden menetmek ve harab olmalarına çalışmak da, hem Allâh’ın, hem mescidlerin ve hem de insanların hakkına son derece bir tecâvüzdür. Bunu yapan zâlimler hiçbir zulümden çekinmez hepsini yapar ve hepsine kapı açar. Binâenaleyh mescitlere taarruz ve onların maddeten ve ma’nen HARAB olmasına sa’yetmek (s.472) zulümlerin en büyüğünden ve bunu yapanlar da en zâlim kimselerdendir. Bu derece zulmün emsâli tasavvur olunsa bile, mâfevki (daha üstü) tasavvur olunamaz……. “Mesâcidallâh” terkîbi, hiçbir istisnâsı olmıyarak bütün mescitlere şâmildir ve âyetin hükmü umûmîdir.” (s. 473)

Yukarıdaki müfessir ibâreleri ehline âid olması hasebiyle “zulmün ve zâlimin en büyüğünü” ortaya koymak bakımından, son derece câlib-i dikkatdir. Herkesin bildiği bir akâid ve fıkıh kânûnudur ki, “Küfre rızâ küfür, fıska rızâ fısk ve zulme rızâ da zulümdür!”

Binâenaleyh, 20. asr-ı mîlâdînin başlarında mescitlere karşı irtikâb edilen zulümler, bugün de Ayasofya gibi bazı mescidler üzerinden devâm etdirilmekde ise, burada, adı geçen “En büyük zulüm ve zâlimlere rızâ var” demekdir ki, bunlar, politikacı-idâreci mevkiindeki adam ve madamlar tarafından düşünülmese bile, onlara da râcî bir vechesi bulunduğu mutlak ve îzahdan vârestedir… Bu korkunç keyfiyet, zâlime ve zulme rızâ gösterenlerden, onlara da rızâ gösterenlere geçecek; ve bir silsile hâlinde bütün (rızâ) sâhiblerini virüs salgını gibi kuşatacakdır!.

 Başlara gelen nice salgınlar, (Ki “yerli ve millî” olanlar (!) buna yunan kefere dili hasretiyle pandemi diyor), hastalıklar, törör belâları, ictimâî, askerî, hukûkî, iktisâdî, âilevî ve rûhî binbir felâket ve helâketlerin altında bu kabil ısyân ve tuğyânların bulunduğunda iştibâh edilemez…

(Mâba’di var)

İntişârı: 31.05.2020 / 22:27:57

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir