(4) Merhûm Büyük Üstâdı Yâdederken…
25 Mayıs 2024
(6) Merhûm Büyük Üstâdı Yâdederken…
25 Mayıs 2024

MERHÛM BÜYÜK ÜSTÂDI YÂDEDERKEN…

ASRIN EĞİLMEZ VE BÜKÜLMEZ ÇELİK ÎMÂNLI KALEMİ KOCA ÜSTÂDI İHTİRÂMÂT-I FÂİKAMIZLA YÂDEDERKEN, RÛH-I ŞERÎFLERİNE ALLÂH AZZE VE CELLE’DEN RAHMET-İ VÂSİA NİYÂZ EDİYORUZ…

(5) 

Ahmed SEYYİDOĞLU

O’nun kaleminde hendesesini bulan aşağıda iktibâs edeceğimiz şu hakîkatleri son bir asır içinde hangi şâir, îmân-küfür tefrik çizgisini, O’nun yüzde biri kadar müşahhaslaştırıcı bir misâlle ortaya koyabilmişdir?. Îmân tazelemek borcunda olduğuna inanan her mü’minin, susuzluğunu giderecek bir aşk, vecd ve şevkle kalben tekrar tekrar okuması icâbeden binlerce satırından bir avuç kadarı buyrun:

“- Bir adam ömrü boyunca bir şarap fıçısı içinde otursa ve yalınız şarapla yaşasa da “Bu haramdır, biliyor ve doğruluyorum; ama ne yapayım ki, nefsimi yenemiyor ve ondan vazgeçemiyorum!” dese, hareketi sadece günaha girer de, ömrünce ağzına alkol almamış başka biri “Ben içkiyi bünye ve mizâcıma uymadığı içün içmiyorum; İslâm’da haram olduğu içün değil!” dese, onunki günah üstü bir şey, KÜFÜR olur… Görülüyor ki, İMÂN öyle bir örümcek ağı ipliği ki, dünyaları assalar kopmaz da, bir püfle gidebilir……. Dînimizin sahâbîlerden sonra en büyük insanı, eseri “Allah ve Rasulünün Kitabları müstesna en yüksek Kitab” kabul edilen İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, İTİKAD arsası tam temizlenmeden ve düzleştirilmeden hiçbir amelin kıymeti olmayacağı hükmünü ortaya koymuş olduklarına göre, İMÂNda ilk iş, Allâh’ı hakkıyla tenzih edebilmek ve bu tenzih borcunu kısıtlayıcı FİKİR VE KELÂM FUHŞUNDAN KURTULMAKDIR. Nitekim Kâinâtın Efendisi gelinceye kadar hakk olan Îseviyyeti (Îsâ Aleyhisselâmın Müslümanlık olan dînini), O’ndan evvel ve sonra bozan hristiyanlar (nasrânîler), hep bu ilâhî tenzihde düşdükleri uçurum yüzünden helâke gitmişler, bu küfürlerini de, Kâinâtın Efendisini tanımamak küfrü üstüne ilâve etmişlerdir.

Dîn ölçüleri ve incelikleri bahsi sonsuzdur. Fakat dîn da’vâsının topyekûn cümle kapısı, Allâh’a itikâdın nasıl, ve bu itikâdı bozan şeylerin neler olduğunu bilmekdir. Bu bakımdan küfrü mucib halleri (101) madde halinde belirtiyor ve mü’min geçinenlerden bir haylisinin lâübâlilik gösterdiği ilk ve en büyük hudud riâyetini ortaya koyuyoruz.”

İşte, bizzat kendi kalemiyle de beyân buyurduğu gibi Merhûm Üstâdın üzerine titrediği ve “MÜMİN GEÇİNENLERDEN BİR HAYLİSİNİN LÂÜBÂLİLİK GÖSTERDİĞİ İLK VE EN BÜYÜK HUDUT RİÂYETİ”, NİCE HORMONLA ŞİŞİRİLMİŞ İRİ VE BÖYYÜKBAŞ ADAMLARDA GÖRÜLEMEMİŞ; bunun için de bu böyyükbaşların peşine takılan millet, bugün bataklığın içinde gırtlağına kadar batar hâle gelmişdir… Çünki mutlak bir hakîkatdir ki, akîdenin=i’tikâdın=îmânın=tevhîdin iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez…

Yoksa, Yardakoğlu vezninde bir Bardakoğlu veya lâbis-i libâs-ı katrânî bir (başpiskopos) vezninde bir sarıklı (başpolitikos), dîni içden yıkmak içün ne bugün geldiği noktaya gelebilir; ve ne de, sarık-cübbe ile koyun sürüsüne veya (cumhûrî ruhban sınıfına) kurtdan bir çoban olabilirdi!?..

Mason Efgânî ve Abduh gibi Avrupa ve Garb modernite ve sekülarizmi karşısında aşşağılık komplexi denilen ruh marazına yakalanmış herifleri, bu milletin önüne örnek alınması i’câbeden şahsiyetlermiş gibi diken Kur’ân şâiri(!) bazı zevât olmasaydı; ve DİB denen yer de, o masonların çizgisinde bir İslâm(!) uydurmak üzere 1924’de kurulmasaydı; bugün bunca rezilliklerin bini bir paraya havada uçuşabilir miydi?!..

İbn-i Teymiye denen hem dâll hem mudill mahlûkun tutuşturduğu (teşbih, tecsim ve hulûd v.s. mes’elesi), Mason Efgânî ve Abduh felsefesi ile yoğurulub bazı şâirlerin kellesinde “cehennemin göğüsde söndürülecek!” kadar ıvır zıvır ve sıradan bir mekân olduğu sapıtış ve dalâletine inkilâb etmeseydi; bugün, Hoşgörü ve Diyalog mezheb-i Vatikânîsinin meczubları tarafından o CEHENNEM, Kur’an, mütevâtir Hadîs ve mütevâtir İcmâ’a rağmen ve bunları reddederek, ehl-i kitab denen küffâr u füccâra da müslümanlar kadar ebediyyen “yasak bölge!” hâline getirilebilir miydi?!..

Dün, “cehennemi göğsünüzde söndürürseniz!” bugün, o cehennem, cehennemliklere, hem de muhalled fin’nâr olan ve kitâbî denen kefere sürülerine kapatılır; ve o aynı cehennem yarın da, bu cehennem itfâiye müdür ve  amelesini tepeden tırnağa kuşatarak sonsuz kere kavurur ve haşlar hâle geliverir!… Hem de yalınız kâfir ve müşrikler içün değil, münâfık ve mürtedler içün, üstelik bir de, cehennemin dibinde yani esfelinde ve muhalleden…

Cehennemin, çocuk oyuncağı ve öyle göğüsde bilmem nerede söndürülecek bir mekân olmadığına, tam tersine, onun ne kadar acıtan ve korkulması gereken bir mekân olduğuna Kelâm-ı Kadîm nice âyetleriyle nasıl işâret buyuruyor, nasibse ilerde ele alacağız…

Temel prensiblerini, 1924’de kurulduğu günden beri Efgânî-Abduh gürûhunun ve “cehennemi göğsünde söndürenlerin!” ve vahyi “dogmalar” diyerek reddeden  politika “devlerinin” çizgisinde ve  85 senedir de binbir tahrif, tağyir, tebdil, telfik, taktik, takıyye ve tefsik ile devam etdiren DİB denilen yerin hakîkatını, bir de burayı kuran ve millete bir asra yakın kan kusturan laik jakobenlerin bizzat kendi dillerinden dinleyib tesbit edelim:

29.7.2008 Salı günü, (Haber Türk) fitnevizyonunda Milli Görüş Lideri ve 54. hükûmetin başbakanı Prof. Dr. Necmüddîn-i Erbakânî Es-Sinobî Hazretlerinin sâbık cumhurreisi namzetlerinden ve bir numaralı ateist, yani ateistlikde su katılmamış usta ve duâyen ateist Prof. Mümtaz Soysal, öğle üzeri A.B.’nin T.C. masası başmurâkıbı veya başkomiseri Hollandalı Lagenday nâm kabuklu ile çene düellosunda, aynen şu korkunç i’tirâf ve hakîkatları dünyâya duyurmuş ve böylelikle de, cehenneminin üzerine en büyük körük ve benzin bidonlarıyla çullanıb onu indifâ’a şöyle hazırlamışdır:

1) “- Diyânet İşleri Başkanlığı, Dînin, Cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur…”

2) “- Halkın, dînin tesirinde bırakılmaması lâzımdır…”

3) “Türban, gamalı haçın mukâbilidir, onun gibi bir bayrakdır…”

Kabuklu Lagenday’ın bile:

“-Ben şok oldum, tartışmaya devamda fâide görmüyorum!”

Demek zorunda kaldığı bu ifâdeler, nâmütenâhî korkunç ve iğrenç olmakla berâber, aynı zamanda da beyân etdiğimiz hakîkatların ve vâkıanın alabildiğine apaçık bir isbât ve i’tirâfıdır… Süper islâmsevmez ve ateist Soysal’ın yukarıya aldığımız üç ibâresi ile, bir asırdır apaçık ortaya konulmak istenen laik, modern ve ateist jakobenizm odur ki:

“- Türkiye’de İslâmiyyet’e aslâ hayat hakkı verilemez, O’na bu hayatı tanımak yasakdır. Laiklik, bu yasağın put haline getirilişi; sekülarizm ise bu putun (tanrının) dînidir… Halk dilindeki “dinsizliğin”, İslâmiyyet’in yerine mutlaka konulması ve O’na mutlaka hâkim ve egemen olması şartdır… İşte bunu, kademe kademe yapacak olan yer, âyet, hadîs ve topyekûn dînî delilleri “cumhûriyyet ilkeleri” hesâbına yamuk yumuk etmek üzere te’vil ve tebdil edecek, değiştirecek ve sulandıracak merkezî mihrâk noktası; bir başka ta’birle dînî ıstılah ve ilimlere ağzı burnu dönen adamların teşkil etdiği (ruhban sınıfı) ve (bel’amlar) karargâhı, o DİB denen yerdir…

Dost ve düşman bütün dünyâ çok iyi bilmektedir ki, i’tikâdın=tevhîdin=akîdenin iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez; ve İslâm içün bu iflâsın  kalıplama, yargısız infâz ve  hesâb merkezi de, ancak böyle bir müessese olabilir. Onun içün de, 1924’den beri bu iflâs etdirme çarkı, sarıklı başpolitikoslarla döndürülüp durmaktadır…”

Sadede gelecek olursak, “cehennemi göğsünde söndürecek!” şuarâ ve üdebâ(!) takımları, dînî zarûretleri bu kadar mıncıklayıp maskaraya çevirmeselerdi; ve mason Efgânî ve Abduh makûlesi “küfür timsâli” herif-i nâşerifleri, milletin önüne, misâl alınması i’câb eden modeller olarak çıkartmasalardı; ve aşşağılık duygularına gömülerek garba ve moderniteye hayranlık sapıklığının yollarını açmasalardı, bugün Hollandalı kabukluları bile şok eden (hâin) takımları nasıl yetişirler ve bu kadar azgın beyanlara nasıl yer verebilirlerdi?..

Ve samanaltından su yürütmeye bile artık lüzum görmeden sap-samanyolu takımının kanalizasyonunun (21 Ocak 2008 târihli ana haber bülteninde) Papalığın Türkiye mümessili Marovitch denen papaz herifin bir i’tirâfı ise, son derece çarpıcıdır.  Adamın, kendi adamı olanları  yüzde yüz fâşetmeye apaçık hüccet olan; ve hakîkatı karşısında iliklere kadar ürperti duyulması i’câbeden; ve İslâmiyyet’e ihânet hâlinde olanların sırrını patlatırcasına gözlere sokan vesîkalık cümlesine bakınız:

“- Allâh, Fetulla Gülen Hocfendiyi özel olarak görevlendirmişdir!”

Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm hakkında (Kezzab yani yalancı peygamber) i’tikâdını, dîninin ana temeli yapan bir papalık teşkîlâtının, T.C. temsilcisi vâsıtasıyla kendileri dışında bulunan ve müslüman(!) olan bir mahlûku, “Allah tarafından özel olarak görevlendirilen!” bir ulu kişi ilân etmesine imkân ve ihtimâl var mıdır?.. Ve lâbis-i libâs-ı katrânî papalık târîhinde, bunun en küçük bir misâline bile rastlanılabilmiş midir?.

O halde?.

Bu beyân ve i’tiraflar neyin nesidir; ve bunları hâlâ görmeyen, duymayan ve dile getiremeyen kör, sağır ve dilsiz takımlarına hangi mühür çözücü ile yaklaşılacakdır, çâre bilen beri gelsin!..

Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey, “cehennemi göğsünde söndürmek!” gibi şeytânî palavra edebiyyâtından tenzîh edilen; ve fakat “cehennem korkusundan” göz yaşı dökerek yaşayan bir mü’mindi…

Bu babdaki bazı muhalled ve lâyemût satırlarını,“cehennemi göğsünde söndürme!” donkişotluğu peşindekilerle mukâyese içün aşağıya alalım ve aradaki nâmütenâhî farkı dehşetle görelim… Hele Allâh ve Rasûlü düşmanlarına “buğz ve adâvet” bahsini de buna ilâve ederseniz, farkın ne kadar çarpıcı olduğu apaçık ortaya çıkacakdır… Üstelik, bu buğz ve adâvetin “hoşgörü-diyalog” tuzak ve dolapları ile müthiş şekilde aşındırılmaya çalaşıldığı ve cehennemin neredeyse iblisçe söndürülmeye(!) ıkınıldığı günümüzde, Üstâd Merhûmun muhalled satırlarından, rûhumuza bir demetçik îmân ve  gül râyihası daha çekelim:

“- Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında, Allâh’ın râzı olduğu şeyleri ve kişileri sevmek ve buğzetdiklerini sevmemek keyfiyeti vardır. Hatta bu insan, fiil ve hareket bakımından düşüncesine aykırı işler yapsa bile…

Böyle kimselerin muhâsebesini, Mahşer günü bizzat Allâh görür ve öbür insanlarla bu gibilerin arasına perde çeker. Muhâsebeden sonra da meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder.

Melekler Allâh’a:

“- YÂ Rabbi!” derler, biz bu kullarında cennetlik olmaya lâyık iyi bir iş görmedik. Dünyâdaki bütün fiil ve hareketleri Şeriat’a aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir?

Allâh cevap verir:

“- Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur; lâkin onların kalbinde benim sevgim yer tutmuşdu. Beni sevdikleri gibi, sevdiklerimi de sever ve sevmediklerimi sevmezlerdi. Cennetimi onlara bu yüzden ihsan ediyorum…

Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde ilahî sevginin zıddı bir kabalık, gizli bir kasvet, bir buğz ve adâvet vardır. Hatta bunlar, zâhirleri bakımından iyi işler ve Şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile… Başlangıçda böylelerinin kendilerince de bilinmeyen bu rûhî halleri, ölüm döşeğinde son nefesini verecekleri zamandan biraz önce birdenbire zuhûr eder ve ilâhî rızâya bağlı amellerden birinin aleyhinde veya Allâh’ın buğzetdiği işlerden birinin lehinde bir fikre, yani küfre yol açar ve sâhibini ebediyyen cehennemlik kılar…”

Merhum Üstad “cehennemi göğsünde söndürme!” arazözü gibi ortada tantana, gulgule ve velveleyle dolaşmakdan Allah’a sığınmış, tam tersine, yukarıya aldığımız şu bir avuç satırıyla bile, cehennemlik olmakdan nasıl korkulub titrenmesi ve havf ile recâ arasında kalmanın o muhteşem inceliğine riâyeti,  yalınız bu satırlarıyla değil, bir ömür boyu kuyumcu hassâsiyeti ile işlemiş ve  sevenlerine mîrâs bırakmışdır…

Rahmetullâhi aleyh…

 

(Mâ’bâdi var)

(İntişârı: 27.12.2008)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir