Ayasofya’yı Susturmakdaki Sır…
12 Temmuz 2020
(1) Ayasofya’yı, Meyhâne De Yapsanız Fâtih’in Câmi’sidir!
12 Temmuz 2020

ZİNCİRE VURULAN CÂMİ

AYASOFYA

Ahmed SELÂMÎ

 

Ayasofya mes’elesi, Müslüman Türk’ün “Varlık Da’vâsı” olarak vardır. Fakat o aynı zamanda, iktidârını, İngiliz güdümü elinden Lozan ihânetleriyle kazanan adamlar gözünde, basit bir köy câmi inşaatı mes’elesi kadar bile bir şey değil… Dün ve bugün bu böyle…

Biz yazımızda aslâ “müze” kabûl edemeyeceğimiz mukaddes câmi Ayasofya’yı, doğumu, çocukluğu ve artık mükellef olduğu gençliği ile ve son olarak da zincire vurularak mahkûm edildiği çile devri içinde işâretlemek isteriz.

Sene milâd sonrası 532… Doğu Roma İmparatorluğu başında, îmar ve kilise meraklısı Jüstiniyen vardır. Bu zât, o zamana kadar dünyânın en büyük ma’bedi olan (Süleyman Ma’bedi) ile, âdetâ müsâbakaya tutuşturmak üzere büyük bir kilise inşâına kara verir. İşte 532 senesinde inşâına başlanıp, 537’nin 27 Aralık’ındaki muhteşem bir merâsimle açılışı yapılan ve İmparator’u “Yâ Süleyman seni geçtim!” diye coşturub hezeyanlara garkeden ulu ma’bed, bu Ayasofya’dır!

Ayasofya, Mukaddes Fethe kadar salîb elinde mağdur ve mazlum bekler… 537’den 1453’e kadar 916 sene, daha ziyâde Hıristiyanlığa kilisedir… Ma’bedin bu devre içinde zaman zaman, zelzelelerle temellerine kadar tiril tiril titrediğini görüyoruz. Fakat O’nu, iliklerine kadar sarsan asıl felâketi bilâhare işaretleyeceğiz!. Hattâ, 1204-61 seneleri arasında 4’üncü Haçlı Seferi’nin Lâtin şövalyeleri elindeki kapı kaplamalarına varıncaya kadar uzanan soygun kasırgası bile, bu iliklere kadar sarsılışın yanında bir hiç kalır…

İşte biz, Soylu Fâtih’i, böylesine madde ve ma’nâ âleminin bir cihangîri olarak Ayasofya’ya girer görürüz. Ve fetihden hissesine düşeni, o asîl ve mütevâzî şahsiyeti içinde fermân eder:

“-Ayasofya, benim, fetihdeki hissemdir!”

Bizans’ın ne altını ne pulu, ne hazîneleri ne binbir renkleri, ne köle ne câriyeleri, ne rütbe ve mevkileri onu alâkadâr eder…

O’nun gözü sâdece Ayasofya’dadır!

Bunun üzerine Ayasofya, Lâtin yağmalarının tam tersine, kılına bile dokundurulmayışın mahfazasında kendini bulur. Tâ mahkûm edildiği, zincire vurulduğu güne kadar… Ayasofya o güne kadar, adı Hadis’le müjdelenen Soylu Hâkân’ın “fetih hissesi” olduğundan, müstesnâ bir ihtimamla kucaklanır.

Sultân-ı İslâm Cennetmekân Hazretlerinin ikindi vaktine kadar Ayasofya’yı gezişini, müverrih Âli’nin deyişiyle “çokça secde-i şükür” edişler tâkip eder… İkindi vakti geldiğinde, Ayasofya hareminde okunan ezan ve onu tâkiben de namaz… EŞSİZ ÖNDER EN BÜYÜK PEYGAMBER hadîsi, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye, çağ açıp çağ kapayan bir fetih, 916 senelik koca Ayasofya ve o namaz!. O ikindi namazı… Namazlı atalarımızın herşeyine ölçü ve her muzafferiyetine yol açıcısı sır, işte budur… Namaz hitâmında mihrap (apsid) kısmına çıkan Fâtih, orada ayrıca duâ ediyor. Gün, bilindiği gibi salıdır…

Soylu Müslüman Osmanlı Türklerinde bir gelenek şu: Bir kale veya şehir fethedilince, ordu içeriye girip burçlara bayrak çekerken, surların üstünde de ezan sesleri yükselir… Ve şehrin en büyük kilisesi derhal câmiye tahvil edildikten sonra, ilk Cuma namazı bu câmide kılınır… İşte Ayasofya, bu fetih an’anesi içindeki en büyük câmidir. Fetih günü olan Salı gününün ikindi namazı ile câmiye tahvil olunan Ayasofya’da ilk Cuma namazı ise, üç gün sonra yani 1 Haziran Cuma günü kılınacakdır… Ayasofya 3 gün, gece-gündüz cumaya hazırlanır. İmam, ma’nâ âleminin sultanlarından Akşemseddîn’dir. Solakzâde’nin cumaya bağlı ifâdesi şöyle:

“- Devlet-i Pâdişâh-ı İslâm içün, havas ve avam, duâya el kaldırdı.”   

İslâm Târihinin en büyük Devlet Reislerinden biri olan Cennetmekân Hazret-i Fâtih’in en canlı temsilcisi ve en aziz hatırası Ayasofya, artık Büyük Hâkân’ın vakfıdır. Fâtih, adının bile değişmesini istemediği Ayasofya’sının KIYÂMET’e kadar câmi olarak kalmasını irâde buyurmuş; ve buna riâyet etmeyerek vakfiyesinin şartlarını bozanlara beddua ve lânet etmişdir:

“- Benim bu câmimi câmilikden çıkaranlar; Allâh’ın, meleklerin ve bütün Müslümanların lânetine uğrasınlar! Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar! Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!”

Bu vakfiye şartlarını yerine getirmekle de, Osmanlı sultânları vazifelidir. Peygamber dilinden övülen ve müjdelenen Büyük Hâkân, soylu Osmanlının inkırâzı hâlinde de, vakfiyesini mekânın devlet reisine, “cümhûrreisine!” emânet etmektedir… Ve bu noktaya şaşırmamak mümkün değil… Bu da, Büyük Fâtih’in kerâmeti!.

Ayasofya Büyük ve Soylu Fâtih’in nazarında, mukaddes fetihten kalan en aziz hâtıradır. Bunun içindir ki, Sultân, sarayını bile, o Topkapı Sarayı’nı bile, Ayasofya’sının bucağında ve onunla nefes nefese kurar… Ve artık Ayasofya, DEVLET-İ ÂLİYYE-İ OSMÂNİYYE’nin sonuna kadar, “SARAY CÂMİİ ŞERÎFİ” künyesinin sâhibidir…

İstiklâl Harbinin işgâl günlerindeyiz… Anadolu müslümanlarını zincire vurmak içün dört tarafdan saldıran kudurmuş müstevlîlerin işgâl günlerinde bile, Ayasofya ezanların, namazların, hutbelerin câmiidir… Yani işgâl içinde bile hür!

1 Şubat 1934’e kadar bu böyle…

Ayasofya’nın tevhid ve şehâdet devresini ikiye ayıracağız:

1) 1453’den 1934’e kadar olan 481 senelik devre… Ayasofya bu devrede hürdür. En Büyük Müslüman Türk Fâtih’in elinin emeği ve öz malı olan Ayasofya, zincire vurulmamışdır. “Allâh’ın, meleklerin ve bütün Müslümanların lânetine uğrama”yı göze alıcı bir zihniyet bu devrede yoktur, görülmez…

2) 1934’den sonrası… Ayasofya Câmii Şerîfi’nin hürriyetinin gasbedildiği; zincirli, kelepçeli, zindanlı devre… İngiliz gâvurunun İşgâl günlerinde bile hür olan Ayasofya’nın, “Allâhu ekber” lâfzına bile hasret bırakıldığı forsalık devresi… Büyük ve Soylu Fâtih’in öz malı hakkındaki vakfiye şartlarının, düşünce ve tasavvur parçalayıcı lânete rağmen meyhâne haysiyetine bile sığmayıcı bir tecâvüze uğradığı devre… Ayasofya, 35 senelik bu devrenin içinde, hıçkırmaya, inlemeye, gözlerinden yaş değil kan akıtmağa, zulmen mahkûm edilir. İşte Mukaddes Fethin aziz hâtırâsına revâ görülen ve Kâinâta âr gelen manzara…

Esâret zinciri elindeki devrenin hikâyesine geçelim:

Yehûdî, Büyük ve Soylu İslâm Fâtih’ini zehirlemekle tatmin olmamışdır ki, O’nun Ayasofya’sını da zincire vurmak emelindedir. Cümhûriyet devrinde yehûdî-mason işbirlikçilerinin bir ara kudurduğu bir zaman vardır!. Dînî müesseselere serbestî ve hürriyet, vakıflara halk tarafından idâre tanınacağı yerde, lâikliğin en jakoben dinsizlik  nâmına tatbîkâta geçirildiği devre… Bu cümleden olarak ilk “Türkçe hutbenin” 3 Şubat 1928’de, ilk “Türkçe ezânın!” da 18 Temmuz 1932’de, Ayasofya’da okutturulduğuna şâhid oluyoruz…Delâletler üzerinde durmayacağız: Meselâ neden ilkler illâ Ayasofya’da da, başka Câmide değil?! Büyük ve Soylu Fâtih’den başkasının da O’na nazîre olarak “Fâtihliği!” düşünülebilir mi?!. Hadîse mâsadak Soylu Fâtih’in önünde kendisini aşağılık duyguları içinde hissederek, O’ndan intikam almayı Ayasofya üzerinden yürüten soyu-sopu belirsizler mi vardı?.. V.s., v.s… Bu kabil delâletleri geçiyoruz!

Bir husûsa, fevkal’âde ehemmiyetine binâen işaret etmek şer’î mükellefiyet ve mecbûriyyetimiz vardır ki, o da, milletin diline (hâşâ) “Türkçe ezan” diye bulaştırılan nesnenin aslâ “ezan olamıyacağı!” hakîkatıdır… Nasıl “Türkçe Kur’an!” olmaz, bu muhalse; “Türkçe Ezan!” da öylece olmaz, bu da muhaldir… Kur’ân-ı Azîmüşşân, kelâm-ı kadîmdir, lâfzı ve ma’nâsı ile Kur’andır… Onun lâfzını Türkçe, Japonca, yahudice, kürtçe, ingilizce ve bilmem nece yapmak mümkin değil denilemez, ancak ve ancak, muhaldir, mümteni’dir ve müstahildir denir… Şâri-i Hakîm Azze ve Celle, “onu, arabî olarak inzâl etdik!” buyurduğuna göre, artık iki cihânın ins ü cinni bir araya gelse, “Türkçe Kur’an!” diye bir rezâlete vücûd veremez…

Bu i’tikâd zarûrât-ı dîniyyeden olub, (aksine îmân) eden eğer müslüman geçiniyorsa, Kelâm-ı Kadîm’i tekzîb etmiş olduğundan Müslümanlık tarafından reddedilir ve asla “müslüman” kabul edilmez, mürtedd sıfatları içinde mütâlâa edilir… Ezan da aynı şekilde doğrudan doğruya “vahye müstenid” bir İslâm şiârıdır; onun da, Türkçesi, Kürtçesi, İbrânicesi, Tûrancası, Moğolcası, Kurbağacası ve bilmem necesi olmaz, bu muhaldir… Allâh ve Rasûlünü tekzîb etmeye kalkan kim olursa olsun, onun, İslâmiyyet içinde zerre kadar yerinin olamıyacağı bedâhaten ortadadır… Bu i’tibarla yazan, çizen ve nutuk atan kim olursa olsun, “1932’den 1950’ye kadar Türkçe ezân okundu!” diyemez!. Ancak şunu diyebilir:

 “- 18 sene, yunan, ingiliz, italyan ve fransız keferelerinin bile cür’et etmediği ezânı yasaklamaya, o zamanın Allâhsızları cür’et etdi; ve ezân diyerek, millete “Allâhu ekber” bile değil de, “tanrı uludur!” dedirtdiler ve minârelerden müezzinlere 18 yıl böyle nâra atdırdılar!”

Evet, ancak böyle denilebilir!. Evet 18 yıl bu memleketde ezanlar susturulmuş, yasaklanmış ve dünyâ târihinde görülmedik bir vahşetle, Müslümanlık jakobence ortadan kaldırılmışdır…

Bir Müslüman kat’iyyen îmân eder ki, ne Kelâm-ı Kadîm’in ve ne de Ezân-ı Mu…….dînin Arabca (Allâhca) dışında bir şekli olabilir!. Müslümanların dînine “deli gömleği!” biçib dikme ve bunu onlara zorla ve cebren giydirme peşindeki 100 yıllık ateist ve dinsiz mâ’lûmların, ara sıra “delirme ve kudurma nöbetlerine” girerek ihtilâclar geçirmeleri, artık bundan böyle kendi gâvurdaşları arasında bile beş paralık kıymet ortaya koyamıyacakdır…

 Ancak, müezzinleri, yüz bilmem kaç desibel şiddetinde bağırtan ve mukaddes ezânı oyuncak eden adamların, bilmem ne başkanlığı adı altında sarık ve sırmalı cübbelerle, harc-ı âlem câhil politikacılara ortalıkda amigoluk yapmaları da, nefreti mucibdir… Mübârek ezân, kendisini bağırtı ile anırtı arasında hoparlörlerle maskara eden resmî hüviyetli heriflerden ve topyekûn “şeytân-ı ahraslardan” iki cihanda da da’vâcı ve onların sürünmelerine vesîle olacakdır… 1500 senelik muhteşem minâreleri, taktıkları bağırtı ve anırtı âletleri ile eşşek bilmem nesine kelebek konmuş gibi bir iğrençliğe çeviren; ve o nice muhteşem ecdâd şâheserlerini (kilise kulesi) kadar bile işe yaramaz kılan sarıklı ve sarıksız politikacılar, alacakları beddua ve lâ’netlerin altından, bakalım kalkabilecekler midir?!…

Türkiye’de yehûdî-mason işbirlikçiliğinin gürlediği 1934’lerde, Amerika’da da “Bizans Araştırmaları Enstitüsü”nün peydahlandığını görüyoruz! Bu enstitü, ba’zı elemanlarını Ayasofya’nın mozayıkları v.s.’si hakkında ilmî (!) araştırma yapmak üzere derhâl Türkiye’ye gönderir!..

 Aylarca süren araştırmaların, namaz kılanların arasında rahatça yapılamadığı (!) görülmüşdür. Bu vaziyet, devrin ileri gelenlerine rakı sofralarında (!) ilmî araştırı ve karıştırılar (!) nâm-ı hesâbına izah edilip, namaz kılıcıların başka câmilere gitmeleri te’mîn olunur!.. Diktatorya, Soylu Fâtih’in câmisini, böylece müslümanlardan bir anda temizleyivermişdir!

 Hemen kaydı değer ki, Resmî Gazete’de Hey’et-i vekîle’nin bu hususta bir kararına o günden beri hâlâ rastlayan yoktur!. Bu dümen ve fırıldaklardan sonra, gûyâ artık, Ayasofya müzedir!

Bunun üzerine derhal bir yıkma, kazmalama, kürekleme elçabukluğuna girişilir! Ayasofya külliyesi içinde İslâm-Türk mimârîsine âid pek çok ekler, hemen yıktırılıverir. Bugünkü dünyâ matematikçileri, astronomları ve şarkiyatçıları nezdinde büyük bir şöhret sahibi olan meşhur Ali Kuşçu’nun ders verdiği Fâtih Medreseleri’ni, bugün Ayasofya çevresinde boşuna aramamak icâb eder! Çünki onlar, tozu dumana katarak kazmalanıp Moğolca yok edilmişlerdir…

Sıra, Merhûm Büyük Sinan’ın, Ayasofya’ya hediyesi olan o muhteşem minârelerin, kazmalanmasına ve moğol vahşetiyle yıkılmasına gelir. Fakat onların Ayasofya’ya desteklik ettiği, aksi halde ma’bedin çökeceği anlaşıldığından bundan vazgeçilir!.

Ezanları susturulan o 4 minâre olmasaydı, bugün Ayasofya çökmüş ve bir vîrânelikden ibâret kalmışdı… Ayasofyayı yaşatan da, gene Osmanlı… Papasından patriğine, bütün dünya, eğer Ayasofyanın yaşamasında samîmi ise, onu ayakta tutan Osmanlıya ancak minnetdâr olabilir…

 Amma, 2. Bâyezid Cennetmekân Hazretleri zamanında câmi yapılan “Küçük Ayasofya,” yatsı namazını edâ edib evlerine giden cemaatın karşısına, 6-7 saat sonra, sabah namazında minâresiz olarak arz-ı endâm etdiriliverecekdir!. Çünki “minâre,” ezanlar yasak edilse bile, içdeki jakoben küffârı son derece rahatsız etmektedir…

Bir de Ayasofya’nın haremine bakalım: Sultan Abdülmecid’in, devrinin en büyük hattatlarında Kazasker Mustafa İzzet efendi’ye kapılardan çıkmayacak kadar (7,5 metre) büyük ve câminin içinde yaptırdığı levhalar, “mimârîyi bozuyor!” diye  ezansızlar tarafından yerlerinden indirtilmiş; ve kapılardan çıkarılamayınca da, yan yana dizilerek rütûbetli bir köşede çürümeye terk edilmişdir. Çürüme tehlikesi  körgözlere girercesine ilerleyince de, bizzarûre eski yerlerine takılmışdır!

 Böylece de, bu millete güldürülmeyen, Afrikalı yamyamlar bile bırakılmamışdır!…

Soylu Büyük Hâkân Fâtih’in Mukaddes Fethi ile câmiye tahvîl olunan birçok kilise, bu Ayasofya fâciasından sonra çeşitli Sulukule oyunlarıyle müzeye (!) çevrilmişdir. Bugün Trabzon Ayasofya’sı da, İznik Ayasofya’sı da ezansız ve zincirli duruyor…

“Ayasofya’yı müze görmektense, İslâm ma’bedi olarak görmeyi tercih ederim!” diyen Papa temsilcisi Kardinal Roncalli, üstelik Büyük Fâtih’in nesli de değil!. Halbuki Soylu ve Büyük Atası Fâtih’e en azından minnet ve şükran borçlu olan Fâtih ahfâdı bir Millet, Ayasofya’yı aslâ müze olarak kabûl edemez…

Ayasofya vakfiyesi, vakfın sâhibi Büyük ve Soylu Fâtih’in tasarrufundan ve rızâsına muvâfık işletilmekden saptırılamaz.

Ayasofya, kat’iyyen bilinsin ki, Câmii Şerîfdir. Bu, Büyük ve Soylu Hazret-i Fâtih’in, Ayasofya hakkındaki yüce fermânı iktizâsı böyle olduğu kadar; “Millet-i İbrâhîm’in” ilk ve son hükmü olarak da böyledir…

Öyle ise artık, 27.5.1955’de yayınlanan kânûnlarını da, ma’lûm ve mâhutların gözlerine sokarız:

“- Ma’bedler kirâya verilemez ve ibâdethâne hâricinde hiçbir iş için de kullanılamaz.”

Kendi kânunlarına, kendileri bile böylesine uymayıb, kendi irâdelerini bizzât yine kendileri ayaklarının altında çiğneyen; ve böylece şeref ve haysiyet ölçülerini dünyânın gözlerine sokan adamlara söylenecek söz bulunamaz; ve buradan ötesi, sözün bitdiği noktadır…

Bugün, Osmanlı hânedânı inkırâz bulduğuna göre, Yüce Başbuğ Büyük ve Soylu Cennetmekân Firdevs-i Âşiyân Gâzî Sultân Fâtih Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-ğufrân Hazretlerinin Ayasofya’sı, vakfiye şartnâmesi mu’cebince, o ülkedeki Devlet Başkanının uhdesine tevdî edilmiş bir emânetdir… Binâenaleyh, soylu ecdâda liyâkat şerefinin, onun emânetini muhâfaza etmekle ancak kazanılacağı vâkıası ortaya çıkıyor…

Büyük ve Soylu Hâkân Fâtih’in “beddua ve lânetinin,” hedefi üzerinde toplanmasını düşünmek bile, zihni felç etmeye kâfî…

Ey, Uli’l-elbâb!

Aslını inkâr cinâyeti işlemekden, zerre kadar korkmaz mısınız?

 

B. Gazete (14.7.1979)

 

(İntişârı: 29.05.2014)

 

2 Comments

  1. ensar dedi ki:

    Mükerrer olsa da bu makaleyi okumak ruhumuza yeni bir aşk ve heyecan veriyor. Allah yolunun davacılarına güç ve kuvvet veriyor.
    Allah emeklerinizin ecrini bol bol ihsan etsin. Amin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir