Bir evvelki makâlemizde şöyle arzetmişdik:
“-Evet, Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Beyin ne olduğunu ehline bırakarak, biz, O’nun ne olmadığı üzerinde DEVÂM niyetindeyiz…”
Merhûm’un en baş husûsiyyeti, lekesiz ve pürüzsüz bir ehl-i sünnet ve’l-cemaat akâidine sâhib oluşudur. O, “mecaz ve istiâre v.s” maskesi arkasına sığınarak dînin zarûriyyâtı ile bazı şâirler gibi muâraza etmemiş, onları hafife almamış, Efgânî ve Abduh gibi mason hazeleye aslâ meddâhîn olmamış; “gelenin keyfi için geçmişe kalkıb sövemem” deyişdeki mertlik ve dürüstlükleri lâf u güzâf ve palavrada bırakmamış, tam tersine, hapishânelerde geçen çileli ömrüyle fiilen isbât etmişdir…
“İslâm da’vâsı” diye (samimiyyetle) ortaya çıkan, şâirinden siyâsetçisine kadar kim olursa olsun, eğer sahtekâr veya ahmak bir hormonlu değilse, “İslâm akâidini” ruznâmesinin en başına geçirmek; ve mülevves, moderniteden peydahlanma ve nesebi gayr-i sahih politikayı, i’tikâda aslâ zarar vermeyecek bir noktada kazığa çakmak mecbûriyyetindedir… Samîmi bir ferd, cemaat, millet ve ümmet içün muvahhid bir müslüman olmanın lâzım-ı gayr-ı mufârıkı mutlak ma’nâda budur… Bunun da en başında, “Zarûrât-ı dîniyyeyi” cezm ve yakîn derecesinde tasdîk ve tahsîn gelecekdir… 15 asırdır, bu mutlak dînin temel ve fârık kânunları, hiçbir şâirin palavra edebiyyâtıyla değil; AKÂİD İMAMLARININ Kitâb, Sünnet ve icmâ-yı ümmeti temel alan ve mutlaka bunlara müstenid bulunan tesbitleri ile yürümüşdür. Bu da, şu muhkem akâid ana kânûnu ile önümüzdedir:
“-Îmân bir mu’cibe-i külliyyedir; bunun zıddı olan küfür ise, sâlibe-i cüz’iyye ile meydana gelir.”
İster şâir, ister bilmem ne, kim olursa olsun, ferd, onbin satırıyla onbin dînî zarûrete tek tek îmân etse, bir tek satırı ile de dînî zârûretlerden bir tekinde inkâr, şübhe, tereddüd veya tahfîf ortaya koysa, onun Şerîat nazarında beş paralık kıymeti kalamaz, o adama aslâ “müslüman!” denilemez… Bu nokta, Merhûm Üstâd’ın satırları ile bilâhare gelecek…
Binâenaleyh, akîdevî iflâsdan daha berbat ve müptezel bir iflâs, ferd-i vâhid içün olsun, bir cemaat içün olsun, bir millet içün olsun, bir ümmet içün olsun aslâ düşünülemez…
Eğer Üstâd Merhûm da, bu akîdevî temellere sımsıkı bağlanmayıb bazıları gibi mason Efgânî-Abduh gibi garb modernitesi önünde aşşağılık hislerine mübtelâ hazeleye (hâşâ ve kellâ) yalaka ve meddâhîn olma yoluna girseydi; veya bunlardan son derece uzak ve îmânının da som erkek ve mert bir direnişçisi olmasaydı; ve Üstad Merhûm da, birilerinin yapdığı gibi Osmanlı devrinde yazdığı manzûmelerinde “hilâfet” müdâfiiliği yaparken, cumhûriyyet devrinde ise, gelenlerin keyfi için bu manzûmelerindeki “hılâfet” kelimelerini sürgüne gönderib, yerlerine “kudret” ve “hükûmet” kelimelerini serpiştirse idi; O’nun da bir manzumesi devlet marşı olur ve el üstünde tutularak kimi zaman “millî şâir”, kimi zaman da “Kur’ân şâiri” ilân edilerek rütbe üzerine rütbe sâhibi kılınır ve hapishânelerde çileli bir hayat sürmekden de elbetde kurtulurdu!..
Binâenaleyh, Üstâd Merhûm’un Osmanlı devrinde “hilâfetçi”, İttihâd-Terakkî (İT) devrinde (İTÇİ), cumhuriyet devrinde “bilmem neci” olduğuna kimse aslâ rastlamamış; ve O’nu yalınız dostları değil, düşmanları bile böyle müptezelliklerden tenzîh etmişlerdir…
Merhûm, “gelenin keyfi için geçmişe sövmemenin” lâf u güzâf ve palavrayla ticâretini yapanlardan olsaydı, O’nun da birileri gibi, (itçilerin) keyfi içün Gök Sultân ve Halîfe-i Müslimîn Cennetmekân Gâzî Abdülhamid-i sânî rahimehullâhi Teâlâ Hazretlerine “sövmesi”, hem de en edebsizce “sövmesi”; ve meselâ “milleti sefil etdin”den başlayıb, hayâsızlığını ve hezeyanlarını “kanlı kâbus = kâbus-u hûnî” demelere, “mel’unsun = la’netlenmişsin” demelere kadar vardırması; hatta “rahmetler okutdun RÛH-U İBLİSE” diyecek kadar da azıb kudurması icâbederdi (hâşâ ve kellâ)…
Ve gene, “gelen itçi’lerin keyfi” içün “geçmişe (Halife-i Müslimine) şöyle sövmesi” icabederdi:
“-Gölgesinden bile korkub bağıran bir ödlek/Otuzüç yıl bizi korkutdu (ŞERİAT) diyerek…”
(Hâşâ ve kellâ…)
Eğer Üstâd merhûm da “gelen itçi’lerin keyfi” içün Halife-i Müslimine yani “geçmişe kalkıb sövmeyi” ve hakâreti göze alan bir edeb ve terbiye müflisi olsaydı (hâşâ ve kellâ), yine şöyle hezeyanlar savurması icâbederdi:
“-Kafes ardında kadınlar gibi saklıydı HAMİD/Al-i Osmandan edilmezdi bu korkaklık ümid!..”
Ve yine, “gelen itçi’lerin keyfi içün geçmişe kalkıp sövseydi”, şu pespâye lâflarla da Halîfe-i Müslimîn hakkında gene hezeyanlar düzmesi (Hâşâ ve kellâ) icâbederdi:
“-Ah o YILDIZ’DAKİ BAYKUŞ ÖLÜVERMEZSE eğer, âkıbet çok kötü…”
Bu kabil âdî lâf u güzafla, “gelenin keyfi içün geçmişe kalkıb sövemeyecek” adamın, gelen itçi’lerin keyfi içün Halife-i müslimine yakası açılmadık SÖVME’leri, en aşşağılık kahvehâne ve tophâneli ağzıyla sıralaması, bir “Milli Şâire!” hele hele “Kur’ân Şâirine!!!” ne kadar yakışır; ve onu ne kadar dünyâ ve âhıretde zillet ve hasâretden kurtarır, bunun, dernekçi-dergâhçı-edebi atçı-mürîdân ve tirîdân ve âşikân u sâdikân tarafından (ezberleri bozma adına) ele alınmasının vakti, çokdan geldi de geçdi bile… Şu tophâneli ve köprüaltı edebiyâtıyla, bu cihanda “Kur’ân şâiri” olanlar bile varsa, öyle edebi-atçıların edebi-atçılıklarına (nobel bilmem nesinin) bile mutlaka az geleceği îzâhdan vâreste bilinse gerekdir!…
Buyrun, müslümanların ve oğuz soyunun devletini 33 sene yedi değil onyedi düvele karşı ayakda tutmasını ve ümmetin de dîn ü nâmûsuna babalık yapmasını hakkıyla bilmiş bir GÖK SULTÂN’a karşı, şiir ve edebiyât bilmem nesi altında ağız bozma ihtilâc ve tepinişleri:
“-Sefil edici, kanlı kâbus, mel’ûn, iblise rahmet okutan, ödlek, Şeriat diyerek korkutan, kadınlar gibi, kafes ardındaki, Yıldızdaki ölesi baykuş… v.s!”
İşte, “Rahmetli Üstad ne idi?” derken, bunun cevabını ehline bırakıyor; ama ne olmadığı noktasında da diyoruz ki, O, böyle tophâneli ve köprüaltı ağzıyla Büyük Sultân ve Halîfe-i Müslimîn’e, “gelen itçi’lerin keyfi içün kalkıb asla sövmemiş”; ve bu kabil seviyesizliklere de aslâ düşmemişdir…
El-Hayâ, El-edeb…
İnsan olana, şart derecesinde lâzım olan, “Millî Şâir, Kur’ân Şâiri!!!” gibi hormonlu etiket ve şişirmelerden evvel, bin kere evleviyyetle lâzım olan, ancak budur: El-Hayâ, El-Edeb…
Maalesef bu tophâneli ve köprüaltı ağzıyla yazılan ve yapılan ve “gelen itçilerin keyfi” içün düzülen vesîka çapındaki hezeyanlar; ve hele, i’tikâda taallûk eden benzeri bin kere daha dehşetli çarpıklık ve yamukluklar, hâlâ kitâb diye basılıb durmakda; ve “Abdülhamid Hânın Rûhundan İSTİMDÂD” serlevhalı başkalarına âid manzûmelerde gösterilen pişmanlık ve afv u mağfiret yakarışları, tam yüz senedir hâlâ ortaya konulamamaktadır… Böylece de, (hatadan, tophânelilikden, sövme ve küfürden kurtulma ve dönme fazîleti) bir türlü kâinâta ilân edilemiyor!… Nice dîn, îmân, vatan, nâmûs ve milliyet eşkıyâlarının iâde-i i’tibâr mes’eleleri ruznâmeye getirilebiliyor da, hiçbir ihâneti değil, bir tek tedbirsizliği bile bulunamayan, dünyâ çapında dâhî bir Müslüman-Oğuz Devlet Reisinin değil iâde-i i’tibârı, müslüman geçinenlerin mukaddes “Bibel”i gibi elde gezen kitâb-ı mukaddeslerinde bile, o köprüaltı ve tophâneli ağzıyla edilen sövme ve küfürlere “bir son verelim!” demek, kimsenin insanlığına ve islâmlığına ters düşmüyor!… Bin kere yazıklar olsun!.
Ne denir, nasib meselesi!.. Akîdenin (İ’tikâdın) iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez…
Aslında, yukarıya aldığımız bazı hususların (akîdeye=i’tikâda) taallûk eden cihetleri üzerinde, çok daha derinliğine durulması da i’câb eder kanaatindeyiz… Bu memleketde, gâvurlarda olduğu kadar da olsa “Kral çıplak!” diyen bir Allah’ın kulu çıkmayacak ve “ezberler bozulmayacaksa”, sözün bitdiği noktaya gelinmiş demekdir… Sodom, Gomore, Bizans ve Roma’nın encâmı neyse; iflâh olmayacakların ve dilsiz şeytan=şeytân-ı ahras olmakdan memnun olanların encâmı da, o olacakdır elbet…
Geçen nüshamızda, Süleyman Nazif denen adamın bazı şâirler hakkında yazdığı satırların, ne kadar i’tikâdî (akîdevî) hezeyanlar olduğuna bir nebze işâret etmiş ve şöyle beyanda bulunmuşduk:
“-Merhûm Üstâdın arkasından böyle mülevves satırlara kimse cesâret edemiyorsa eğer, işte merhûm, cezm ve yakîn derecesinde sahih bir îmân sâhibi olarak o mülevves havayı teneffüs edenlerden (olmadığı); ve o mülevveslerle ortak hiçbir paydaya ve onlara tarafdârlığın kırıntısına bile sâhib ve mâlik (olmadığı) içündür…”
Üstâd Necib Fazıl Merhûm’un Müslümanlığı, lâf u güzâf ve edebiyatçı Müslümanlığı değildi… O’nun Müslümanlığı, modernite, reformizma, masonizma, felsefe, çağdaşlık=asrîlik, laisizma, sekülarizma ve dembokrasi bulaşıklıkları taşımakdan; ve Garb hayranlığı gibi bir cüceliğe ve aşşağılık hissine mübtelâ olarak hakkı bâtılla “TELBİS” bulaması hâline getiren hazelenin dini bir din olmakdan, mutlaka münezzeh bulunuyordu… Zâten, Merhûm’u asrın bükülmez ve aslâ kırılmaz kalemi yapan baş âmil de, bu idi… Aksi halde O’nun da, hormonlu bir şâir şişirmesi olması kaçınılmaz bulunurdu. Halbuki O, “cehennemi göğsümüzde söndürürüz!” gibi hezeyanlarla zarûrât-ı dîniyyeyi ayağının altına alabilecek bir takım i’tikâdî mezhebsizlik ve savrukluklara aslâ düşmediği gibi; bazı dernekçi-dergahçı mürîdân-ı tirîdân ve âşikân-ı sâdikân gibi, bu kabil i’tikadî sapıklıkları “mecazdı-istiâreydi-bilmem neydi!” soylu ve şer’-i şerîf indinde aslâ ve kat’ıyyen ve kâtıbeten mu’teber olmayan te’vil ve lâf cambazlıkları ve münâfık gözbağcılıkları ile örtme peşindeki kuru kalabalıkları, peşine takmaya aslâ iltifât da etmemiş, hatta bundan nefret ederek yaşamışdı…
Çünki O biliyordu ki, (Akîdenin=İ’tikâdın iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemezdi…)
O, birilerinin vitrin mankeni hâline getirmek için hormonlayıb şişirdiği bir “millîyyet veya Kur’ân şâiri!” değil; Kur’an başta, mütevâtir Sünnet ve mütevâtir icmâ’ın hüküm ve haberlerine yani zarûrât-ı diniyyeye ve hemen ardından da edille-i erbaanın tamâmına ahkâm-ı ilâhiyye diye bakan bir “îmân ve İslâm şâiriydi…”
O, bu günki DİB’çi, diyalogçu, mezhebsiz, nesebsiz ve ilâhiyyâtçıların kısm-ı a’zamını teşkîl eden soytarı ve madrabaz takımların rağmına, kıyâs-ı müctehidîni de (vaz’-ı beşerî değil, vaz’-ı ilâhî olarak) kabûl ediyordu…
O, 15 asırlık ve icâzet silsilesi ile gelen; Teymiye-M. İbni Abdülvehhâb-Musâ Cârullah-Efgânî-Abduh v.s. gibi hem dall hem mudill ve “Doğru Yolun Sapık Kolları” üzerinde semiren heriflerin sulandırılıb bulandırmasından da mutlak ma’nâda münezzeh bulunan; “İbrâhimî” bir tek mutlak dîne “dinim” diyen ve bu dinde salâbet ve ciddiyet sâhibi bir “ÎMÂN ve EDEB ŞÂİRİ”, aynı zamanda edîbi ve o mutlak yolun mücâhid ve çilekeş bir mîmârıydı… Rahimehullâhu Teâlâ…
O’nun ne olmadığına devam diyoruz…
(mâba’di var)
(İntişârı: 19.12.2008)