Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey’in, irtihâl-i dâr-ı bekâ eyleyişinden çeyrek asır geçdi; ve hakkında çok şeyler yazıldı. Hattâ bazı ucûbe cücelerin, O’nun gıybet ve dedikodusu için kitablar bile basarak, O’nu küçülteceklerini, dolayısıyla da kendilerinin büyüyeceğini sanmak gibi bir maraz-ı rûhîye mübtelâ olduklarını da gördük!… Ve bu güruhdan niceleri, böyle hastalıklara yakalanmadan ve talebeliklerinde, Merhûm Üstâd’ın manzûmelerini okuyub O’na yakınlık hikâyeleri de anlatarak, sırf bu kabil sebeblere binâen adam sanılmak ni’metine mazhar olurlardı… Seneler geçib biraz tüylenmeye başladıkdan ve en acısı da Koca Üstâd Âlem-i bekâya rıhlet etdikden sonra, bu kabil herif-i nâşerifler ortalığı boş bulub havlayıb-ulumaya başladılar… Hem de, önden değil, arkadan saldırma cibilliyetindekilerin ruh hâlini iktisâb ederek… Tabii üç paralık erkeklikleri olsaydı, Rahmetlinin sağlıklarında meydanın köşesindeki yal çanaklarından kafalarını uzatırlardı!
Bir diğer maraz-ı rûhî mübtelâları da, Koca Üstâd ile olan bir takım mecbûrî ve kânûnî yakınlıklarını ya istismâr ederek kendi menfaatları istikâmetinde kullandı; veyahud da gizli ve sinsi bir ısırma taktiğini, Merhûm hakkında abartılı fıkra ve hatıralar uydurmakla veya düzmece ve sulu hattâ edebe ters dümbüllülükler sahnelemekle sürdürdü… Böylelikle de, etraflarına topladıkları kahvehâne gürûhu ayak takımlarının kahkahaları içün, kendilerini orada burada, Dümbüllü sahnesinin palyaçosu kılığıyla dolaştırtanlar bile oldu!.
Bazı çilesiz ve yanaşma bâbıâdî nevzuhûr ameleleri ile şâir(!) ve yazar-çizer müsveddeleri, Merhûm’u mücerred sıradan bir şâir gibi gösterirken; bir kısım sünepe ve intihâl kaçkını gerzekler ise, O’nu, hâşâ politik basitliğe, felsefî aristokrasiye, kâtib edebiyyâtına, piyasa hatibliğine nisbet etmekden zerre kadar hayâ sancısı ve vicdan acısı çekmediler… Halbuki bu makûle herifler, Merhûm Üstâdın sağlığında, kuyrukları sıkıştığında, meddâhîn yılışıklığı ve yalakalığına yatarak ve zaman zaman da Merhûmun önünde sürünerek, gûyâ O’nu ihtiramla resmetme münâfıklığıyla ıkınıb dururlar; ve bütün bunlara rağmen de, Merhûm’dan fırça yerine törpü yiyen keresteler olmakdan kurtulamazlardı…
Hele bazı politika lider (!) ve cambazları ise, Merhûm’a, sağlığında ihânet derecesinde arka dönmelerini bir takım âdî ve sun’î dil dökmelerle kapaklayacakları hesabıyla gizlemeye çalışırlarken, bu ahlâksızlıklarının cezâsı olarak Üstad Merhûm’dan öyle tokatlar yemişlerdi ki, nice “küfür bataklığında” oldukları dünyânın gözleri önünde ve tescil derecesinde resmen ve alenen haykırıldığı, yazılıb-çizildiği halde, sîret, sûret ve suratlarındaki “sırıtkan ve pişmiş kelle keyfiyetlerinde” hiçbir ıslah alâmetine rastlanamazdı!…
Üstâd Merhûm’un irtihâlinden seneler sonra bu kabil nice habis urlar, Merhûm hayatda iken olduğu gibi, yine O’nun medhiyle ve yine Merhûm’un üzerinden politik rüşvetler ve haraçlar kesmenin aşşağılığından nefislerini kurtaramadılar…
Ne kadar esef edilse o kadar azdır ki, vasat, böyle yaban ve baldıran otları ve sarmaşıklarının ortalığı kapladığı metruk bir arâzi…
Merhûm Üstâd nasıl bilinmeli ve tanınmalıdır denilirse, bunun cevâbı ancak şu olabilir:
“-O, devâmı olduklarının ve kendisini devam etdirenlerin çile, rûh, derinlik, aşk, vecd, îmân öfkesi, mücâhede ve hikmet diliyle ne ise odur… Bunun dışındaki her kelâm ve satır, O’na dost görünen düşman ve münâfık tiplerin, aşşağılık bir istismârından başka bir şey olamaz…”
Üstad Merhûm’un hayâtında “îmân öfkesi ve bunun istikâmetlendirdiği mücâdele ve mücâhede aşkı ve çileye rızâ keyfiyeti” gibi üç temel esas, en ta’yîn ve tesbît edici ana hatlar olarak görülmedikçe, O’nun hakkında ortaya atılacak her satır ve kelâmın, onu inciten bir edebsizlik ve hakk-nâşinaslık olacağı muhakkakdır…
Yukarıda tâdât edilen sınıflar, bu terbiye, edeb ve hakk tanımazlığın mürtekibleri olduğu içün, vebâl altında kalmakdan ve Merhûma karşı da (hakk borcu) altına girmiş olmakdan, belki de muhalleden kurtulamayacaklardır…
Merhûm’un ne olduğu hakkında, bizim daha fazla yazmaya tâkât ve liyâkatımız da yokdur…
Ancak, Merhûm’un ne olduğundan ziyâde, ne olmadığı noktasında, biz de, “îmân hassasiyet ve öfkesi”ni mîzân almak üzere, bi avnihî Teâlâ bu makâlemizi birkaç nüshamızda ikmâle çalışacağız…
Önüne gelenin:
“-İslâm şâiri, Kur’ân şâiri, bilmem ne şâiri!”
Gibi şişirmelerle mankenleştirilib vitrinlerde baş köşelere oturtulduğu; çürütücü, bunaltıcı, dumanlı, at izinin it izine karışdığı, şirkin tevhîdi esir aldığı, rutûbetli ve bataklık üreten bir vasat ve havada, mücerred “îmân-ı şer’î ve tevhîd” noktasından mes’eleyi ele aldığımızda, (sağır, kör ve dilsiz) ezberlerinin bozulması elbetdeki çok zordur… Lâkin hakîkatın hatırı, bazı (dernekçi-dergâhçı-vakıfçı) ve Dînin temeli olan tevhîd ve akâid müflisi ezbercilerin hatırı ile, aslâ mukâyese edilemeyecek kadar nâmütenâhî ulvî, kudsî ve kıymetlidir…
15 asırdır, “Müslümanım” diyen bir insan içün herşeyden ehem ve lâzım olan, cümle dünyâ şeytanlarına kadar her mahlûkun da ma’lûmu olması i’câbeder ki, ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdına sâhib olmakdır. Bu yoksa, 15 asırlık ulemâ-yı İslâmiyye’nin icmâ’ derecesinde ittifâkıyla sâbitdir ki, o ferd allâme-i cihân olub ağzıyla da kuş tutsa beş para etmez; ve Allâh Azze ve Celle indinde bir derece sâhibi olması da mutlak ma’nâda muhaldir… Bu çerçevede ve bu cümleden olarak,i’tikâdı küfre müeddî olan bir şahıs, kim olursa olsun, isterse cehe.partisi bilmem nesi gibi, hacca gidecek partilisi bir zavallıya:
“-Boş ver Araba para kaptırma, M……. bakarsın bırakmaz seni!”
Gibi iğrenç din düşmanlığı püsküren herifler olsun, cehennemdeki yerlerini kendi irâdeleriyle hazırlamışlar demekdir…
Şimdi bazı mezhebsiz, modernist, reformist, hoşgörü ve diyalogçu, ilâh-yap-yatçı, sarıklı başpolitikoscu, salya-sümük başkardinâloscu, vatikancı, Efgani-Abduh-R.Rıza mason uşşakçısı, Mûsâ Carullah döküntücüsü, layıkçı, kayıkçı, Atatürkçü, Abakürkçü, M. Esed kuyrukçusu, tarihselci, milenyumcu, tahrifçi, telfikçi, mealci, bilmem neci nevzuhur sürülerin her biri, Allâh Azze ve Celle’nin dînini kendi fir’avnî nefislerine göre şekillendirib yamultmaya ve sulandırmaya çalışırlarken, bu şeytan maskaralarının sığındığı bir cerbeze fuhşu ise,“müslümanım” diyen hiçbir kimsenin, tekfir edilmemesi îcâbetdiğidir… Kim ki böyle yapmazsa, o, “çok büyük günah işlemişdir ve hatta kendisi dinden çıkmaktadır. Bunu da 15 asırlık ehl-i sünnet ve’l-cemaat ulemâsı ve onların takibçileri irtikâb etmektedirler!!!.”
Halbuki adı geçen ulemâ durup dururken ve keyf içün kimseyi ne tekfir edip aforozlamış, ne de cennetin anahtarlarını satan papazlara (hâşâ ve kellâ) heveslenmişlerdir… Şu saydığımız münâfık sürüleri ve ağababalarından huludçu Kazanlı Cârullah Bigiyef gibi nice bel’amlar, önlerine gelen her inançdan adamı cennetlik yaparak vahyi ticâret metâı hâline getirmişler; ve hiçbir hudud tanımadan da kendi mülevves hânelerine buyur edemiyecekleri yaban domuzlarını, İslâm’ın muazzez ve mukaddes harîmine sokmak aşşağılığını ve mel’unluğunu göze almışlardır… Mes’elenin en güzel izâhı, Büyük akâid imamı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Merhûm’un ifâdesiyle şöyledir:
“-Nefse, şeytana uyub günah işlemek fakat günâhını günah ve kabâhatini kabâhât telâkki ederek haddini bilmek ve kusûrunu i’tirâf etmek başka, Allâh’ı kabâhatli çıkarmak, emir ve nehyini beğenmemek ve ma’kûl görmemek de başka… İkinci nev’ ve şekildeki günâhın ZERRESİ BİLE ÎMÂNI ZÎR Ü ZEBER ETMEYE KÂFÎDİR. Çünki Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân etmekle i’tiraz etmek BİR KALBDE CEM’ OLUNAMAZ…”
Yine yukarıda tâdât etdiğimiz, bir-bir buçuk asırda peydahlanan dîni içden yıkmakla vazifeli ve Allâh Azze ve Celle’nin dînini aslâ beğenmedikleri içün de onu bir şekilde açık veya gizli tebdil ve tağyîre tâbi tutma peşindeki şeytan sürüleri içün, yine Akâidde İmam Merhûm Şeyhülislâm Hazretleri buyurmaktadırlar:
“-Ahkâm-ı ilâhiyyeyi lâyık olduğu teslim ve ta’zîm ile karşılamayanların müslümanlıkları hakkındaki ikrâr ve iddiaları da YALANDIR…”
Yine, bu müslüman görünen mason casusları Afgânî ve Abduh makûlesi münâfık sürüleri ve bugün müslümanlar arasına sızmış bu iri münâfıkların kriptoları ve bu mason ağalarını müdafaa sadedinde o lâ’netli ve bilmem ne manzaralı ağızlarından mason Efgânî’nin “tuvalet bezi”ni çıkaracak kadar mülevves ve mübtezel ve erzel-i rüzelâ ve kendisine Kur’an ta’lîmi içün teslim edilen zavallı ve ma’sum çocukcağıza vâkî’ tasallutu tâğût mahkemelerinin tescîline kadar vesîkaya rabtedilen ve “vahyin penceresi” diyerek mukaddes vahyi kendi nefsâniyyet, hevasâniyyet ve şehevâniyyetine göre telbîs edib yamultma cambazı ve şarlatanı ve hokkabazı ve artisti, mezhebsiz ve o köpükler saçan mülevves ağzını her açışında 15 asırlık gerçek ulemâyı techîl etmekle vazifeli topyekûn nevzuhûr ve megaloman tipleri de, bir bir maşayla yakalayıb fare kapanına sokan, çok daha husûsî bir teşhis, yine Merhûm Şeyhülislâm Hazretlerinden:
“-Dinden çıkmakdan korkmamanın ma’nâsı, kolay kolay çıkılmadığından değil; (çıkılsa da sanki ne lâzım gelir, ne kâib edilmiş olur) tarzında BİR KORKUSUZLUK VE BİR NEV’İ ASRÎLİK ŞECAATİ İKTİSÂB ETMEKDİR. Onun içün dîni tepe tepe kullanırsın, (dîn beni terk etse bile, ben onun yakasını bırakmam) dersin!.”
Müslümanım diyen bir ferdin en baş vasfı ve lâzım-ı gayr-ı mufârıkı denilecek husûsiyyeti şudur ki, karşılaşacağı îmânî-ibâdî-siyâsî-iktisâdî-ictimâî ve hukûkî topyekûn 24 saatlik mes’elelerde, ölçen biricik terâzi olarak elinde,15 asırlık ulemâ-yı İslâmiyye’nin elmas gibi işleyerek bize kadar getirib teslim buyurduğu ve Din-i Celîl-i İslâm’ın olmazsa olmazı demek olan zarûrât-ı dîniyyeyi, temelin temeli ve aslâ da hiç değişmez bir mikyâsı olarak bulundursun…
Hâdiselere, bu keyfiyeti iktisâb ederek bakmayan kim olursa olsun, hangi Efgânî ve Abduh meczubu şâir, hangi ehl-i sünnet tâciri muharrir, hangi molla, hangi bilmem ne olursa olsun, onun herhangi bir mes’eledeki hüküm ve kanaatlerinin, İslâm nazarında müsbet hiçbir ma’nâsı da olamaz…
Bâlâda zikri muharrer bu nevzuhûr ve topyekûn maşalık sürüler hakkında, “Ömer Rıza MEL’UNU” dediği ve meşhur bir şâirin de damadı olan herife verdiği cevabları, bugünki sürüler içün de aynen ve noktasına kadar mu’teber olduğu halde, Merhûm Şeyhülislam Hazretlerinden kıraate devâm edelim:
“-Bunlara ulemâ-yı sû’ demek, yahud ilimleri nâkıs cehele hükmünü vermek kifâyet etmez. İlimleri yoksa zerre kadar akılları, izzet-i nefisleri de mi yok?.. Müslümanlıkları da mı yok?. Yani bunların sukût-ı ilmîlerinden ziyâde, sukût-ı rûhîleri şâyân-ı hayretdir… HAYIR HAYIR, EN DOĞRUSU BUNLAR MÜSLÜMAN DEĞİLLERDİR. BELKİ MÜSLÜMANLIĞIN ULEMÂSI KIYÂFETİNE GİREN GİZLİ DÜŞMANLARIDIR. Nasıl ki bir çokları, bugün mâhiyyet-i asliyyelerini meydana çıkardılar…”
Şâirinden, Haltetdin Haramânî gibi müctehid geçinenine, müridinden hoşgörü-diyalog hoşfendisi ve müstakbel halîfe-i müslimîn dolaştırılacağına, başpolitikosundan başkardinalosuna, ayak öptüreninden bilmem neresini satanına kadar nice aşşağılık südübozukların peşine takılan sürü sürü çok ihlaslı(!) kellelerin ise, bazı (ne şiş ne kebab) deyen “tezye adam”larca ve gûyâ i’tidâl esnafı ve tekke tozu yalamış bazı kuş beyinlilerce mazur görülebileceği hakkındaki teşehhîlerine de, Merhûm Şeyhülislâm Hazretlerinin şu satırlarını, boyunlarına hakîkat kemendi veya urganı olarak geçiriverelim ve ehl-i insâfa da manzaralarını seyrettiriverelim deriz:
“-….sahtekâr din âlimlerinin mel’anetkârâne hareketleri Müslümanlara dalâletde kalmak içün hüccet-i berâet ve tesliyet olamaz. Çünki Dîn-i İslâm kendilerinin de dinidir; ve mes’ûliyyeti, ulemâya mahsus ve münhasır değildir. Şeytanın vücûdu ehl-i dalâlet ve ma’siyete nasıl medâr-ı ma’zeret olmazsa, böyle MÜNÂFIK VE MÜDÂHİN HOCALARIN ŞAŞIRTICI sözleri de, müslümanlara huzûr-ı Hakk ve hakîkatde mes’ûliyyetden necât te’min etmez… Çünki ÂKİL VE BÂLİĞ olan her insan BİZÂTİHÎ MÜKELLEFDİR. Dünyâ kânunlarına muhâlif hareket edenlerin cehâleti kendilerini cezâdan ve mahkûmiyyetden kurtarmadığı gibi; âhiret kânunları hakkında da cehâlet özrü para etmez… Câhiller yevm-i kıyâmetde böyle âlimleri göstererek (âyet mu’cibince meâlen)…..: (Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi şaşırtdı. Binaenaleyh bizim cürmümüzü de onlara yükleterek azablarını muzaaf ve müşeddet buyurmakla iktifâ buyur.) dedikleri zaman, cevâbında (âyet meâliyle)….: (Hepinizin azâbı muzaaf olacakdır. Sizin kabâhatinizin de ne kadar büyük olduğunu gerçi siz anlayamıyorsunuz.) buyurulacakdır… Dalâlet tâbi’lerinin de, metbu’ları gibi muzaaf azâba istihkakları, şapka hakkında yazdığımız eserde îzâh edilmişdir.”
Bâlâda zikri muharrer irili ufaklı topyekûn sürülerin ve sürübaşlarının hakîkatı işte budur; yeter ki bu manzarayı görebilecek erbâb-ı îmân ve ferâsetden olunsun!..
Şu yukarıdan beri beyân etdiğimiz misâllerde de olduğu gibi, elfâz-ı küfrü velev ki mısra diye ortaya atan şâir olmak da; veya edib, müellif, sanatçı, politikacı, esnaf ve bilmem ne olmak da, sarıklı başpolitikos veya salya sümük başkardinalos olmak da, âhırzaman ilâhiyyatçısı (ilâh-yap-yat’çısı) veya cum müctehidi ve âyetullâhı ve vahiy kâtibi havaları ve şımartılarıyla “vahiy pencere!” ve camekânları arkasına geçib tuluat sahneleri çevirir olmak da, bu işte zerre kadar kimseye imtiyâz bahşedemez…
Mes’ele şâirlerse, yok mecaz yapmış, yok istiâre san’atı sallamış, yok aruzla, yok parmakla savurmuş, bunların hiçbiri i’tikâdî sapıklığa kılıf veya ma’zeret teşkîl edemez… Ve bu hususda söz, cum zibidisi (dernek-dergâh ve vakıf) kıdemlisi ve kaynanası echel-i cühelânın değil, Şerîat mütehassısı Zevât-ı Kirâmındır. Meselâ Büyük Şerîat Allâmelerinden mürşid-i hakîki Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhanevî Kaddesallâhu sırrahu’l-âlî Efendimiz Hazretleri gibi zevâtın… Lâkin herşeyden evvel ve en başda, Kelâm-ı Kadîm şâirler içün ne buyurur, bundan başlamak üzere müteâkıb makâlemizde nasibse devâm edelim…
(Mâba’di var)
(İntişârı: 25.05.2008)