(4) Merhûm Büyük Üstâdı Yâdederken…
25 Mayıs 2018
(7) Merhûm Büyük Üstâdı Yâdederken…
1 Haziran 2018

MERHÛM BÜYÜK ÜSTÂDI YÂDEDERKEN…

ASRIN EĞİLMEZ VE BÜKÜLMEZ ÇELİK ÎMÂNLI KALEMİ KOCA ÜSTÂDI İHTİRÂMÂT-I FÂİKAMIZLA YÂDEDERKEN, RÛH-I ŞERÎFLERİNE ALLÂH AZZE VE CELLE’DEN RAHMET-İ VÂSİA NİYÂZ EDİYORUZ… 

(6) 

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

-SAHÂBÎ SEVGİSİ-

Hazret-i Osmân Radıyallâhu Anh Efendimiz, Cennetle mübeşşer ve Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm’ın iki kerîmesine zevc olma şerefine sâhib… Lakâbı da bunun içün (Zinnûreyn= iki nûr sâhibi…) Hayâsı karşısında meleklerin bile hayâ etdiği, Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm’ın hadîsi ile 15 asırdır Kâinâta malûm…

O, Ömer İbni Hattab Radıyallâhu anh Hazretlerinden sonra, Fahr-i Kâinât Aleyhisselâm’ın makâmında halef… Kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, Peygamberler Peygamberi makâmında Halîfesi… Halîfe-i Müslimîn…

İblis cebhesinin başında ise, San’alı dönme Abdullah İbni Sebe vardır; ve Allâh Rasûlü’nün Başşehri Medîne’de, bu dönmenin riyâsetinde o lâ’netli ihtilâl…

Yemen’den İran’a, Mısır’dan Şam ve Bağdat’a kadar uçsuz bucaksız birDÂRÜ’LİSLÂM’ın başında taşıdığı İslâm Halîfesi HAZRET-İ OSMÂN, iblis cebhesi tarafından, Allâh’ın Kitâb-ı Kadîm’ini okurken, hem de mahremiyet ve masûniyeti zerre kadar düşünülmeden alçakça ihlâl edilen bizzat kendi evinde, üzerine çullanılır ve şehid edilir… Şehâdeti esnâsında okuduğu son âyet, Bakara sûresinin 137. âyeti celîlesi… Meâl-i Şerifleri, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi’nin tefsîrinde şöyle:

“-Eğer böyle sizin îmân etdiğiniz gibi îmân ederlerse, muhakkak doğru yolu buldular. Yok yüz çevirirlerse, onlar sırf bir şikâk içindedirler. Allâh da sana, onların haklarından geliverecekdir. Ve O işitendir, O bilendir…”

Âyetin tefsîri içün müfessirlerimize mürâcaat, daha sonra…

İslâm Milletinin üçüncü halîfesi Hazret-i Osmân sevgisi, Lâ’netli İbni Sebe çizgisindeki dalâlet fırkalarına, şiilere, hâricîlere, mezhebsizlere, târihselcilere, şarlatan ilâhiyatçılara (ilâh-yap-yatçılara), modernist denaetçilere ve meşhûr şiir kitabında üç halîfeyi -o da sıralarını yamultarak- zikretdiği halde Hz. Osmân’ın (ayın) harfine bile yer vermeyen “Kur’ân Şâiri!” bayımıza rağmen, Kıyâmet’e kadar değil, muhalleden yaşayacakdır…

İşte Merhûm Üstad Necib Fâzıl Bey, “ne değildi?” suâlimize muhâtab tutulurken, biz bu noktada da O’nu, “asla edebsiz ve hürmetsiz değildi!” hükmüyle; ve O’nu bu kabil rezâletlerden kat’iyyen tenzîh ederek ve ihtirâmât-ı fâikamızın bütün zerreleriyle ve hasretiyle kavrulan en derin kalbî hâtırâtımızla yâdedeceğiz…

Bu dünyâya (ezberci papağanların diliyle) öyle “Kur’ân Şâirleri!!!” de gelebiliyor ki, bunlar, “Ebû Bekir, sonra Ali, sonra da Ömer” şeklinde yapdıkları illetli bir sıralamanın en sonunda, bir “Osmân” demeyi bırakınız, O Osmân’ın ilk harfi olan (ayın) harfine bile yer vermek tenezzülünde bulunamıyorlar!…

Zehî gaflet ve dalâlet…

Belki bunlara, dernekçi-dergâhçı-telbisçi mürîdân-ı tirîdan ve âşikân u sâdikân, vecd ve istiğrak hâlinde ve büyük bir hikmet ve kerâmet gözüyle bile bakabiliyorlardır!.

Halbuki sahâbîler ve hele dört büyük halîfe (hulefâ-yı râşidîn), ehl-i sünnet ve’l-cemaat akâidinde, aslâ küçümsenemeyecek kadar büyük bir mevkie sâhibdir… Bu mevkii idrâk hasletine sâhib olamayan mürîdân-ı tirîdân, bu noktalarda çok rahat bir “hoşgörülü ve leşgörülü!” Afgânî-Abduh-Reşid Rızâ-Haltettin Haramânî ve bilmem neler bulaması bir din anlayışıyla yaşayıb, mukaddes cihadlarını(!) (dergâhçılık, dernekçilik, nutukçuluk, telfikçilik ve telbisçilikle) “asrın idrâkine söyletebilirler!” de!..

Fakat 15 asırdır yaşanan İslâm mu’cebince, bütün kâinât çok iyi bilmektedir ki, cihanda en mübtezel ve berbat iflâs, akâid ve (îmân öfkesindeki) iflâsdan başka hiçbir nesne de olamaz…

Hazret-i Zinnûreyn’i yok sayan “Kur’ân Şâiri!” mübâreğin döktürdüğü; ve Hz. Fârûk’a da “zıpır!” diyen kelimelerle düzdüğü mısrâlar, aynen şöyle:

“-Nasıl olmuş da zuhur eyleyebilmiş Sıddık/ Nereden gelmiş o Haydar’daki irfan-ı amik/ Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da Ömer/ Sonra bir adle sarılmış ki, değil kar-ı akıl!”

Bu “zıpırlı!” mısrâlar arasında, “Kur’ân Şehîdi” Hz. Osmân Radıyallâhu anh Efendimiz acaba neden yer almak ve yâdedilmek bahtiyarlığına(!) erdirilememektedir!?.

Renan’ın bile “büyük îmânsız!” dediği mason Afgânî ve yine mason Abduh gibi İslâmiyyet’in başbelâsı herifleri göklere çıkarmak içün nesir ve nazım sayfalarca yazı yazmakdan âr u hayâ etmeyen şâirler, acaba (âr ve hayânın İslâm târîhindeki müşahhas âbidelerinden birisi olan Hz. Osmân) Efendimizin, nesinden rahatsız olmuş olabilirler!?.

Acaba Hulefâ-yı Râşidîn Efendilerimizin adedini mi unutmuşlardır?!

Dernekçi-dergâhçı-telfikçi ve telbisçi mürîdân-ı tirîdân ve sâdıkân u âşikân mücâhid ve cum müctehidi soytarılarımız(!) bu kadar azîm bir unutkanlığı(!) acaba nasıl ve hangi (îmân, İslâm, âr ve hayâ) ile telâfî etmeyi düşünmektedirler?!!!…

Bu “Kur’ân şâiri!” mübârekler, acaba ömürleri boyunca girip çıkdıkları onca câmilerde, meselâ pek meşhûr Balıkesir Zağnospaşa câmilerinde, Kastamonu’nun Nasrullâh câmilerinde, İstanbul’un Fâtih ve Süleymâniye ve daha onlarca salâtîn câmilerinde, dergâh, hankâh ve namazgâh gibi yerlerde ve hatta sıradan gerçek bir müslümanın bile hânesinde (Hulefâ Râşidîn) (Rıdvânullâhi Teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının ism-i şeriflerine hiç mi rastlayamamışlardır?!. Ve eğer rastlamışlarsa, buralardaki bu levhaları,(Ebûbekir-Ömer-Osman ve Ali) sırasıyla değil de; (Ebûbekir-Ali ve Ömer)sırasıyla ve dört de değil, üç kişi olarak mı görmüşlerdir?.!!!.

Demek, ahır-samanda veya âhirzemanda, “Kur’ân Şâiri!” denilince, böyle tiplerin ve soytarı mürîdânın akla gelmesi icâbediyormuş!!!

Netîceten denilir ki, bu noktada, mürîdân-ı tirîdân ve sâdıkân u âşikân bulunan üdebâ-yı cümhûriyye ve müctehidînin, aşağıda gelecek suallerin cevablarını taharrî eylemeleri, hamamın nâmûsunu kurtarmak adına da olsa, üzerlerine bir vecâib ü vezâif olmak lâzım gelir!.

Ancâk, “zırva te’vîl götürmez!” cinsini ve cibilliyetini derhâtır eden zırva ve hurda cevablarla da kimsenin gözünü küllemeye kalkılmamalı, İslâm akâid kânunlarının dilinden net cevablar bulunmalı ve verilmelidir:

1) Hulefâ-yı erbaa neden dört iken, üç olarak o (mukaddes bîbıl)da tenkîse tabi tutuluyor?!

2) Hz. Osman’ın, yüzbinlerce sahâbînin 3. sü olduğu, 15 asırlık İslâm ulemâsının icmâ’ı ile de sâbit değil midir?. Bunun böyle olduğu, cumhuriyyetin laik ve ateist tezgâhlarından geçen benî beşer veledlerine kadar apaçık bilinen bir hakîkat olmasına rağmen; bu hakîkat, Abdülhamid-i Sânî Cennetmekân Hazretlerinin mekteb ve ni’metleri ile perverde ve adam olan zevât tarafından neden bilinemiyor ve neden hiç dile ve kaleme bile alınamıyor?!. Yoksa dile ve kaleme alınıverirse, bir cüzzamlı gibi bulaşıverir diye mi korkuluyor?!!! (Hâşâ ve kellâ)

3) Dile ve kaleme alınırsa, bu, hangi İbni Sebe familyalarının ve hangi Teymiye-İbni Abdülvehhab-Carullah-Efgânî-Abduh-Reşid Rızâ ve Haltettiniyye-Hoşfendiyye mezhebleri ile baş belâsı gürûhunun canlarını ve gırtlaklarını sıkacakdır?!

4) Hz. Osman, bu kadar dile ve kaleme “bulaştırılmayacak!” kadar (hâşâ ve kellâ) kötü ve menfi bir zât mıdır?!

5) Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, neden cennetle mübeşşerdir?!

6) Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, neden Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm iki kızını da Hz. Osmân’a tezvic eylemişlerdir?!

7) Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, Hâce-i Kâinât Aleyhisselâm neden iki kızı vâlidelerimiz (radıyallâhu anhümâ hazerâtının) vefâtından sonra, “On tâne kızım olsaydı, biri öldükçe onların hepsini birer birer Osmân’a nikâhlardım!” meâlinde ve bütün müslümanların bildiği bir fermân-ı nebevî buyurmuşlardır?! Allâh Rasûlü’nün bu kadar sevdiği Hz. Osmân’a mahabbet taşıyamayanların, acaba O’nu seven Allâh Rasûlü’nü sevdiklerine, aklı başında en sondaki bir müslümanı bile inandırmak mümkin olabilir mi?!.

8) Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, Hz. Ömer’in ta’yîn buyurduğu ve yüzbinlerce sahâbînin, (aşere-i mübeşşereden) cennetle müjdelenmiş hayatda kalan en büyük 6’sı, neden Hz. Osmân üzerinde (halîfe-i müslimîn) olarak karar kılmışlardır?!. Bedâheten ortada olan bu sahâbî hakîkatlarına, bir müslüman şiî üfürük, isrâiyyât ve esâtiriyle tütsülenmedikçe kılıç çeksin, bu muhal değil midir?!.

9) Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, 15 asırdır topyekûn müslüman câmi ve mescidlerinde, dergâh, hankâh ve namazgâhlarında hatta evlerinde, dört halîfe-i müslimînin ism-i şerifleri (Ebûbekir-Ömer-OSMÂN-Ali) olarak en şerefli baş köşelerde neden yer almaktadır?!

10) Neden Hz. OSMÂN gibi yüzbinlerce sahâbînin 3.sü olan bir zât-ı şerîfe, 15 asırdır müslümanlar Allâh ve Rasûlüne tebaan mahabbet ve ihtirâm duyarken, İbni Sebe çizgisindeki şiiler, dalâlet fırkalarının tamâmı, mezhebsizler, “vahiy penceresi” maskeleri takarak milleti idlâl eden uçkuru düşük lûtîler, Merdûdî bulaşıkları, Teymiye-Abdülvehhab-Carullah Bigiyef-Efgânî-Abduh artıkları, (DİB) bel’amları, İlâhiyatlara (ilâh-yap-yat’lara) çöreklenmiş cenâbet cum müctehidleri(!) Hz. OSMÂN düşmanlığını emevîlerle ve Hz. Muâviye gibi Kütüb-i Sittede hadîs râvîsi olarak geçen (ehl-i sika) bir zât üzerinden yürütmek eşkiyâlığındaki sebe sürüleri, neden Hz.OSMÂN düşmanlığı peşindedirler?!

11) Bütün bu sürüler, hangi mihrâkların hesâbına bu 15 asırlık icmâ’, ittifâk ve ittihâdı bozarak, hangi şeytanlardan ne tür “aferinler!” hırsızlamayı plânlamaktadırlar?!

12) Neden Hz. Ebûbekir’den sonra, 15 asırlık müslüman ulemâsının icmâ’ ve ittifâkına muhâlif olarak, Hz. Ömer dile ve kaleme alınmıyor da, 4. sıradaki Hz. Ali, 2. sırada zikrediliyor?! 15 asra böylesine meydan okumaya kalkanlara, acaba ehl-i sünnet ve’l-cemaat müslümanları da aynı mukâbele-i bilmisli revâ görür ve binlerce kere daha haklı olmaları hasebiyle de haketdikleri tokadı aşkederlerse, kimin cıyak vıyak edib ortalığı ayağa kaldırmaya hakkı olabilir!?.

13) Neden 15 asırlık icmâ’ ve ittifâka, (meydan okuma lüzûmu) hissediliyor?! Zemzem kuyusuna bevlederek meşhûr olma modası hâlâ (kâr hânesini) kabartacak mı zannediliyor!?. Lût Aleyhisselâm’dan sonra Allâh yolunda âilesi ile İLK HİCRET EDEN, hem de Peygamberler Peygamberi Aleyhisselâm’ın (zâtü’l-hicreteyn) lâkaplı kerîmeleri Rukayye vâlidemizle ve hem de tâ Habeşistan denilen bir ecnebî diyârına (yâd ellere) İLK HİCRET EDEN O Peygamber sevgilisine, kalbinde en küçük şeytanlık taşıyanlar kim olursa olsun dünyâdan gebererek çıkarlarken, Âhıret’e de kim bilir nasıl sürünerek gireceklerdir!?.

14) Bu meydan okumanın sâhibi olacak adam, “Kur’ân Şâiri!” gibi hormonlu bir şöhrete sâhib kılınmış biri olsa bile, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın binlerce akâid kitabından bir tânesine göre dahî, (ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdında bir müslüman) kabûl edilebilir mi?!

15) Yoksa akâid ulemâsının (mütekellimînin) kitabları, bu i’tikâdda olanları “mübtedia” sınıfına dâhil ehl-i sünnet dışı zavallılar olarak beyân etmiyor mu?!

16) Yoksa, “bugüne kadar böyle ezberlemişiz, bu ezberlerimizi bozamayız!” demek:

“-Biz îmândı, akâiddi, tevhiddi gibi şeyler tanımayız, biz 15 asrın ulemâsına meydân okuruz; ve inâdımızla da keçi gibi temerrüd eder gideriz!”

Yollu lisân-ı hâl beyânlarla varılacak bir (sefâhât) ve kitâbiyyât anlayışı, müslümanlar arasında tirîdân-ı mürîdân ve sâdıkân u âşikânı gülünç düşürüb, beş para etmezler sınıfına hapsetmez mi?!

Cihanda en müptezel ve aşşağılık iflâsın, “îmân ve akâid” bâbındaki iflâs olduğu, artık cümle mahlûkâtın bildiği ve ezberlediği bir hakîkât değil midir?!

Tevhid ilmi’nin, dünyâdaki bütün ilimlerin topundan da ve hele şunun bunun ıvır zıvır ve akâid bozan şiirleriyle iştigâl abesinden de nâmütenâhî ehemm olduğu, şer’î bir hakîkât olarak inkâr edilebilir mi?!

17)    Bu mes’eleyi ve topyekûn îmânî, ibâdî, siyâsî, iktisâdî, ictimâî, hukûkî, ticârî, sınâî, âilevî, tıbbî, cinsî, cibillî, harsî ve cümle beşerî mesâili tartan ve karara bağlayan terâzi, ehl-i sünnet ve’l-cemaat terâzisi olmayacak da, hangi yahudi-haçlı-diyalogçu-telfikçi-Efgânîci-Abduhçu (tezekden terâzisinin bilmem neden düzülmüş kefeleri!) olacakdır?!.. Butlânı mutlak nice herze (ezberlerin)bozulma zamanı, Kıyâmet sonrasına mı kalmalıdır?!! Bir takım şâirleri ve bilmem neleri putlaştıran adamların, tophâneli kibir ve tepeden bakmaları ve kendilerini imtiyazlı herifler görerek kasılmaları, ne zaman hakk ve hakîkatın yumruğunu yiyecek ve defolup yerin dibine geçecekdir?!..

18) “Kur’ân şâiri!” denilenlerin, evvelâ Hazret-i Ömer’in “zıpırlığını” eşelemesinin, sonra da “adlini” ele almasının sebebi nedir?!.

19) Peygamberler Peygamberi Aleyhisselâm, hangi hadîsiyle (hâşâ ve kellâ) “Benim sahâbîlerimin, câhiliyyedeki bazı menfî sıfatlarını evvelâ ön plana çıkarıp gıybetlerini ve câhilî hâlleriyle dedikodularını yapın, sonra da meziyetlerini zikredin!”buyuruyor!!!?

20) Bir müslüman teşeyyu’ etmedikçe (şiileşmedikçe), hangi sahâbîyi hele 1., 2., ve 3. büyük sahâbîyi veya bunlardan birini, Humeyni Dininin şiileri tarafından düzülüp uydurulan ve Hz. Ali Kerramallâhu Veche Efendimize isnâd edilen düzmece hutbeler ve sahâbîlere iftirâlarla dolu “Nehcü’l-Belağa” denen acem palavrası ve isrâiliyyât kumkuması kitabdaki gibi, zerre kadar hayâ etmeden ve Allâh’dan da korkmadan diline, kalemine ve karşısına alabilir?!..

21) Şii olduğunu saklayarak sünnîlerin ve hatta haçlıların ve dünyanın gözünü külleyen arz çapında bir numaralı üçkâğıtçı; ve Abdülhamîd Cennetmekân Efendimiz Hazretlerinin “maskara” dediği; ve Müşârünileyh Hazretlerinin İstanbul’dan ayırmayarak yularından kazığa bağlayıb gözünün önünde tutduğu; ve ateist Renan’ın bile “Büyük imansız!” dediği mason Afgânî ve onun yine mason mürid ve tiridi îmânsız Abduh hokkabazının kuyruğuna takılanlar içün, manzaranın, kılavuzu karga olanlardan bile çok daha berbat ve perîşân olmaması beklenebilir mi?!

22) Bırakınız en küçük sahâbî içün, 3. en büyük sahîbî içün o şii (Nehcü’l-Belâğa) isrâiliyyât kitabında yazılanları, bir müslüman mücerred şii ahlâksızlığına misâl olsun diye iktibâs etmeye kalksa, bu bile, onun acaba hangi âr, hayâ, nâmus, ahlâk ve sahâbî îmân, hassâsiyet ve hakîkatıyla kâbil-i te’lif edilebilir?!. O kitabda Hz.Osmân-ı zinnûreyn Hazretlerine yapılan hakâretleri, dünyânın en lâ’netli bir “hoşgörü-diyalog” iblisi veya kardinali ve lâbis-i libâs-ı katrânî papaz, papa, haham ve (sarıklı baş politikos)ları bile henüz irtikâb etmiş değillerken!…

23) “Kur’ân şâiri!” gibi yafta, pafta ve maskelerin altına kellesini sokarak menfaat çarklarını yürüteceğini ve bu kabil (ezberlerin) hâlâ sürdürüleceği zu’mu içinde bulunan bir takım megaloman matbuat değnekçi ve dergâhçıları ve bezirgânları, artık (ezberlerin) bozulup suratlardaki makyajların aşşağılara doğru akarak kendilerini (cumhuriyet balosu palyaçolarına) çevirdiğini, ne zamana kadar görmezlik numaralarıyla sürdürecekler; ve insanların yüzüne bakmaya, daha ne kadar yüzsüzce, pişkince ve haysiyetsizce devâm edeceklerdir!?

Bu sualleri daha da çoğaltmak mümkin olsa da, biz şimdilik bu kadarla iktifâ edelim…

Sadede gelelim dersek, işte Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey, yukarıya aldığımız suallere meydan açacak (i‘tikâdî) lâübâlîlik, câhillik ve nasibsizliklerden tamâmen uzak yaşamış; ve bu kabil kofluk, loşluk ve boşluklar taşıyan adamları da, hiçbir zaman ciddîye alınacak adamlar olarak görmemişlerdir… Hatta bazı parti-pırtı liderlerine varıncaya kadar i’tikâdî lâübâlîlikler ve mübâlatsızlıklar taşıyan adamlara hadlerini bildirmekte de, dirâyet, liyâkât, i’tikâdî salâbet ve celâdetini, (îmân öfkesinin) bir tecellîsi olarak mükemmelce göstermekden hiçbir zaman geri durmamışlardır…

Zaman ve zemîne göre şekillenen tabasbus-ı kelbiye ehlinin dil ve kalemini, ömrü boyunca aslâ kullanmayan Merhûm Üstâd, “Gelenin keyfi içün geçmişe kalkıp sövemem!” demeyi de, lâf ve palavralara değil; fiil ve yaşayışına, hapishâne duvarlarına ve zından pencerelerinden de cihâna söyletmenin dehâ ve dünyâ çapında yiğit ve çilekeş bir hatîbi ve edîb, şâir ve mücâhîd bir kalemiydi…

Rahmetullâhi Aleyh…

Allâh Rasûlü’nün dört büyük halîfesine bile, i’tikâd ve ciddiyet disiplini göstermekden âciz olanlara karşılık, Üstâd Merhûm’un dört büyük halîfemiz ve topyekûn sahâbîler karşısındaki îmân hassasiyet ve ciddiyeti, O’nun şu muhalled mısrâlarıyla cihânın gözleri önündedir; ve müslümanlara da ebedî kurtuluşa vesîle olacak ehl-i sünnet ve’l-cemaat îmân hakîkatlarının bir zübdesi hâlinde de şöyle:

SAHÂBÎ

Müslümanda O’na bir anlık bakış;

Yahut O’nun bir an olsun, gördüğü…

İşte sahabîlik!.. Ruhda bir nakış;

Hep O Nûr’un ince ince ördüğü…

 

Dört köşeli ulvî şekil; sırayla,

Ebûbekir, Ömer, Osman, ve Ali…

Yanmış da her biri aynı çırayla,

Her birinin yine bambaşka hâli.

 

Dört camlı bir fener; merkezde o Nûr;

Merhamet, adâlet, edeb ve hikmet…

En yüce insanda nasıl bulunur,

Bu dört fazîletden gayri bir kıymet?..

 

Dörtler yüceliği tamamlayanlar;

Camlarına göre verenler ışık…

O Nurla sonsuzu selâmlayanlar;

O Nur sütununda renk renk sarmaşık.

 

Saf saf, kol kol, bölük bölük sahâbî;

İlkler, müjdeliler, daha ne ve ne?.

Ateşle mühürlü hepsinin kalbi;

Hakda, aşkda, şevkde hepsi dîvâne.

 

Ümmet caddesinde, o gün bugündür,

Sahâbîye nisbet taşlar hep moloz. 

“En üstün velîden daha üstündür,

Sahâbî atının burnundaki toz.”

 

İşte Üstâd Merhûm…

Ve Üstâd’ın kaleminin ucundaki, toz bile olamıyacaklar… 

Ve 15 asırlık (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) icmâ’ ve ittifâkına, Îmân ve İslâm’ına meydan okuyarak, Osmân’sız ve ucûbe bir Hulefâ-yı Râşidîn sıralamasını (Ebûbekir-Ali-Ömer) şeklinde yapan ve bunun içün de Merhûm Üstad’ın kaleminin ucunda (toz bile olamıyacaklara) mukâbil; işte Büyük Üstâd’ın îmân ve İslâm nizâmının en mühim bir rüknünü dört halîfemiz üzerinden dünyâya aşkeden, asâlet, adâlet ve şahsiyet âbidesi kalemindeki ifâde mertliği, yiğitliği ve kahramanlığı, muhalled mısrâlarıyla, buyrun:

Dört köşeli ulvî şekil; sırayla,

Ebûbekir, Ömer, Osman, ve Ali…

Nûr içinde yat, mekânın cennet olsun Büyük Üstâd!..

Biz, Merhûm’un ne olmadığı üzerindeyiz… Ne olduğunu ehli yazsın!

Sahâbî noktasındaki hassâsiyet ve i’tikâd, doğrudan doğruya (Allâh ve Rasûlüne) olan i’tikâd ve mahabbetin bir mihenk taşıdır…

Allâh’ı seven ve O’na tâbî’ olanın, Allâh Rasûlü’nü sevmesi ve O’na tâbî’ olması; Allâh Rasûlü’nü seven ve O’na tâbî’ olanın da, sırasıyla başda dört halîfesi ve diğerlerini sevmesi ve ONLARA tâbî’ olması hakîkati, sırrı ve hikmeti…

Temelin temelindeki îmân, ciddiyet, mahabbet, merbûtiyyet, hassâsiyet ve dikkat…

Kâinatdaki en alçak ve mübtezel iflâs ise, akâiddeki=îmândaki ve (îmân öfkesindeki) iflâsdır…

“ASHÂB” noktasında bize âid mısrâları da, “hâzâ min fadlı rabbî!” demenin hamd ve yakarışdaki ma’nâsı üzerinden; ve Üstâd merhûmun ruhâniyyet ve himmetini de niyâz hasretiyle zikr mevkiindeyiz:

ASHÂB…

Sahâbîdir Rasûlde,

Fedâ eden cânını…

Arz görmedi denklikde,

Ebûbekr’in sıdkını…

 

Sıddîk-ı Ekber o ki;

Habîbullâh refîki…

Ümmetinse şefîki;

Verdi bütün mâlını…

 

Hakk’dandır hilâfeti,

Hem, ekmel velâyeti,

Tamdır, Hakk kurbiyyeti;

Yazamam etvârını…

 

Selâm son Peygamber’e!

Selâm tüm nebîlere!

Selâm Ebûbekir’e!

Hepsi buldu câhını…

 

Ve Fârûk-ı A’zam da,

Kırkıncıydı cihânda…

Şecâatı bu yolda,

Parlatdı silâhını…

 

O Ömer ki âdildi,

Devletleri titretdi…

Hem îmâna getirdi,

Acem kumandânını…

 

Selâm halîfelere!

Selâm âdil Ömer’e!

Selâm tüm şehidlere!

Hepsi buldu yârını…

 

Zinnûreyn’e gelince:

İffetiyle melekce…

Yürür arzdan şehîdce,

Kur’ân saklar kânını…

 

Şeci’ Ali dördüncü,

İlm ü seyfdedir gücü,

Muhâribdir ve sözcü…

Kırar dîn düşmânını…

 

Ehl-i beyt, baş tâcımız…

Ezvâc, orda ânamız…

Nesl-i kutsî, cânımız…

Döktüler kanlârını…

 

Selâm şehid Osman’a!

Selâm Hakk aslanına!

Selâm Hakk ordusuna!

Verdiler canlârını…

 

İlk üç’e çıkıp diller;

“Hâlleri gasb!” deseler!

Bu iğrenç hakâretler,

Söker ferd îmânını…

 

Ashâb dostu dostumuz;

Budur Hakk’ça yolumuz!

Dâlle vâcib buğzumuz;

Kır, takiyye tâsını!..

 

Selâm şeyhaynımıza!

Selâm hulefâmıza!

Selâm Hakk yolcumuza!

Sev, Rasûl yârânını…

 

Cemel-Sıffin erinin,

İctihâddır temelin…

Bütün sahâbîlerin,

Öperiz ayâğını…

 

Âişe vâlidemdir,

Dil uzatan kâfirdir…

O, mutlak afîfedir,

Âyet sildi yâşını…

 

Muâviye ashâbdan,

Vahye kâtib bil Hakk’dan,

Hissesi var Furkân’dan,

Aldı Hakk rızâsını…

 

Selâm vâlidelere!

Selâm seyyîdelere!

Selâm sahâbîlere!

Çiğnetmem haklârını…

 

Sevmeyen sahâbîyi,

Sevemez son Nebî’yi…

Sahâbînin herşeyi,

Taşır Hakk bey’atını…

 

Sahâbî bırakılmaz,

İstisnâ da yapılmaz,

Dâll gürûhla sapılmaz,

Yâr bildim tamâmını…

 

Mahrûm kılma ey, Rahmân!

Ashâbla haşrımızdan…

Ve şefâatlarından,

Yaparız bayrâmını…

 

Selâm Rasûl yârına!

Selâm ashâb dostuna!

Selâm sünnî ıhvâna!

Ki, yazdım kârlârını…

 

(Mâba’di var)

(İntişârı: 30.12.2008)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir