1) Taklîd
1 Ağustos 2021
Îmân ve Küfür
19 Aralık 2021

[ DÎN-İ İSLÂM NAZARINDA MEDENİYET-İ GARBİYYENİN MEŞRÛ’ OLAN VE OLMIYAN CİHETLERİ ]

Bu bahse şurû’ etmezden evvel şunu arz edeyim ki: Medeniyet-i garbiyye, maddî ve ma’nevî iki ciheti hâiz olduğu gibi bunlardan her biri beşeriyete nâfi’ veyâ muzırr olmak üzere ikişer kısmı hâvîdir.

Hâlbûki dîn-i İslâm beşerin rûhânî ve cismânî gıdâ ve tekâmülünü kâfil olan bütün fezâil ve kemâlâtı emr eyleyüb bunu ihlâl eyliyen rezâil ve kabâyihi nehy ve men’ eder. Bu nokta-i nazardan fıtrat-ı beşere en muvâfık bir dîn olduğundan dîn-i İslâm’a dîn-i fıtrat tesmiye olunmuşdur. Bu asıl ve esâsdan dolayıdır ki:

Dîn-i Celîl-i İslâm

= “Bir kimse dîn-i İslâm’a muvâfık bir tarzda beyne’l-müslimîn bir tarîk-ı fazîlet icâd ve güzel bir şey’ ihtirâ’ ederse onun ecriyle kıyâmete kadar o şey’ ile âmil olanların ecir ve sevâbının birer misli o kimseye âid olur. Ândan sonra o şey ile amel idenlerin kendi hisselerine düşen ecir ve sevâbdan hiçbir şey’ noksân kılınmaz.” Ve

= “Hakkında beyân-ı şer’î vârid olmıyan dünyâ işlerini siz daha iyi bilirsiniz.”

Hadîs-i şerîfleri ile umûr-ı dünyâdan dikiş iğnesinden tutubda [8] demir yollarına, toplara, zırhlılara, tayyârelere, vesâit-i muhâbereye, berrî ve bahrî ticârete, sanâyi’-i muhtelifeye, istiğmâr-ı arza, fabrikalara, âlât-ı zirâat ve edevât-ı sanâate ve her asra göre erkân ve esbâb-ı cihâda varıncaya kadar medeniyetin maddiyât kısmından beşeriyete nâfi’ olan umûr-ı mübâha ve haseneyi ihdâs ve ihtirâa müsâade buyurmuşdur. Ve hatta

Hadîs-i şerîfiyle nâsa muhtâc olmıyacak derecede helâlinden mâl kazanmaklığı her müslim ve müslimeye farz kılarak emr-i maîşetde başkalarına yük olmayub herkesin mesâî-i zâtiyyesi ile geçinmeyi meslek edinmesini emr etmiş ve

(Sûre-i Enfâl, 60) Nazm-ı celîli ile asrına göre düşmanı terhîb edecek derece âlât ve esbâb-ı cihâdın i’dâd ve ihzâr olunmasını farz kılmış ve

Hadîs-i şerifi ile de ulûm-ı dîniyyeden tashîh-i i’tikâd, tehzîb-i ahlâk, ıslâh-ı a’mâl edecek kadar öğrenmeyi her müslim ve müslimeye farz-ı ayn kıldıkdan başka bekâ-ı ebdâna, idâme-i hayâta ve beyne’n-nâs muâmelâta dâir muhtâc olunan fünûn ve sanâyi’den başka kavm ve milletlere ihtiyâcdan müstağnî olunacak derecede öğrenmelerini müslümânlara farz-ı kifâye kılmışdır. Şu hâlde ânlardan bir tâife, ulûm ve sanâyi’den bu derecesini öğrenmezlerse kâffesi günâhkâr olub dünyâ ve âhıretde bu kusurlarının cezâ ve zararlarını çekerler. Dîn-i mübîn-i İslâm aksâm-ı medeniyyetden isti’mâr-ı arz, ulûm, fünûn ve sanâyi’ gibi umûr-ı nâfiayı emr edüb başka akvâma ihtiyâcdan iğnâ [9] edecek derecesini öğrenmeği müslümanlara farz kılmış olduğu içündür ki medeniyyet-i İslâmiyye edvâr-ı âlîlerinde mezâyâ-yı mümtâzeyi câmi’ sanâyi’-i bedîa ihtira’ eylemişdir. Avrupa meşâhîr-i ictimâiyyûnundan (Gustav Le Bon)nun ba’zı âsârıyla kütüb-i tevârihden müstefâd olduğu üzere medeniyyetin sâir anâsır-ı esâsiyyesi gibi sanâyi’de altı veya yedi bin sene evvel (dîn-i semâvînin mehd-i zuhûru olan) asya kıt’asında Ajur sekenesi tarafından ihtirâ’ olunub bilâhere Mısır’a nakl olunmuşdur. Kurûn-ı ûlâdaki Yunan sanâatı Dicle ve Nil sevâhilinde ihtirâ’ olunan sanâatdan doğmuşdur.

Dîn-i celîl-i İslâm’ın zuhûruyla şa’şaadâr bir medeniyyet-i fâsıla-i İslâmiyye teessüs edince müslümanlar o zaman mevcûd bulunan Mısır ve Yunan sanâatını iktibâs ederek az zamânda asıllarına fâik bir şekl-i nevîne ifrâğ ile mezâyâ-yı âliyeyi muhtevî sanâyi’-i bedîa vücûda getürüp Mısır ve Yunan medeniyyetine tefevvuk etmişlerdir. Âsâr-ı bâkiyye-i İslâmiyye bu müddeânın bir şâhid-i âdilidir.

Ba’zı memâlik-i İslâmiyye’yi istilâ eden salebiyyûnun sanâyi’-i nefîse-i İslâmiyye’yi iktibâs ile kısmen Avrupa’ya nakl etmiş olmaları bugünki garb sanââtının terakkî ve inkişâfı esbâbından berîdir. Ve hatta ilk önce medeniyyete karşı garblıların kalbinde bir şevk uyandıran câzibe, Endülüs âfâkında lemeân etmiş olan medeniyyet-i İslâmiyye zıyâsıdır. O târihden evvel garblıların cehl, zulmet, vahşet, herc ü merc içinde pûyân olduklarına târih şehâdet etmekdedir.

Demek oluyor ki esâs i’tibâriyle medeniyyet-i garbiyyenin mevlidi şarkdır.

[10] Dîn-i Mübîn-i İslâm medeniyyetin aksâm-ı nâfiasına irşâd eylediği ve medeniyyet-i İslâmiyye’ce vaktiyle pek mühim âsâr-ı hârika vücûda getirildiği hâlde zamânımızdaki müslümanların bu fezâil-i âliyeden mahrûmiyyetlerine sebeb nedir diye suâl olunursa cevâb olarak deriz ki:

Mahrûm kaldıkları sâir husûsâtda olduğu gibi buna da sebeb evâmir-i münîfe-i dîniyye muktezıyyatından bulunan  sa’y ve amele tevessül etmemeleridir. Dîn-i İslâm’ın irşâd eylediği fevâid-i âliyeden istifâde ancak evâmir ve ahkâm-ı hakîmânesine imtisâl ve muktezâsıyla amel etmeye mütevakkıfdır, şu halde iddiâ-yı İslâmiyyetde bulunanların kavâid-i dîniyyeyi yalnız kütüb ve evrâkda hıfz etmeleri hiç bir fâide te’mîn edemiyeceği gibi muktezâ-yı diyânet üzre a’sâb ve a’zâ-yı bedeniyyelerini tahrîk etmedikce de mücerred i’tikâd ile matlûb olan fevâid-i maddiyye ve ma’neviyye husûlpezîr olamaz.

Rasûl-i Muazzam sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurmuşlardır ki

(=Ba’zı ilim cehil ile müsâvîdir).

Filhakîka amele makrûn olmıyan ilim cehl ile müsâvîdir. Amelsiz ilim rû avâmdan uzaklaşmış olmaz menâfi’-i ilmiyyeden mahrûm kalmak i’tibârıyle böyle âlimin câhilden farkı yokdur. Meselâ müskirâtın hurmet ve mazarratını bildiği halde isti’mâl eden bilmiyerek isti’mâl eyleyen ile müsâvîdir. Belki evvelki ikinciden daha ziyâde müstahıkk-ı mezemmetdir. Binâenaleyh gerek erbâb-ı ilm ve gerek erbâb-ı dîn, ilm ve dînin muktezâ-yı münîfi üzre âmil olmadıkca bunların te’mîn eylediği füyûzât ve seâdâta mazhar olamazlar. Ma’rûzât-ı sâlifeden müstebân olunduğu üzere dîn-i mübîn-i İslâm, erkân ve anâsır-ı medeniyyetin maddiyyât kısmından umûr-ı nâfia ve hasenenin ihdâsına müsâade edüb [11] meşrû’ kıldıkdanbaşka bunları ihdâs ve ihtirâ’ eyleyen milletlere bu husûsâtda taklîde de ruhsat vermişdir.

Fakat dîn-i velîl-i İslâm

(= Habîbim de ki Rabbim gizli ve âşikâr olan kâffe-i fevâhişi, ya’ni insana dâir cinâyâtı, menba’-ı ism olan müskirâtı ya’ni ukûle âid cinâyâtı, biğayr-ı hakk bağyi ve zulmü ya’ni nüfûs ve emvâle dâir olan cinâyâtı ve Allâh’a şirk ile onun hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi ya’ni diyânete dâir irtikâb-ı cinâyet etmenizi haram kıldı)

nazm-ı celîli ile ilhâd, zulm, şekâvet, fuhş, içki, kumar, dans, bar, tiyatro ve sâir sefâhet ile meyhâne, kârhâne, kumarhâne, dans ve bar mahalleri keşâdı gibi medeniyyet-i garbiyyenin maddiyyât kısmından ahlâken ictimâen, iktisâden, nâmûsen ve dînen muzırr olan umûr-ı rezîle ve kabîhanın kâffe-i usûl ve fürû’unu harâm kılub men’ eylelişdir.

Binâenaleyh medeniyyet-i garbiyyenin bu gibi rezîlet cihetleri gayr-ı meşrû’dur. (1)

[12] Şu halde böyle umûr-ı rezîle ve kabîhada efrad-ı müslimînden hiç birisinin zamânın modasına uymasına, başkasına ve bilhassa milel-i gayr-ı müslimeye taklîd eylemesine, ta’bîr-i diğer ile garblılaşmasına, avrupalılaşmasına asla mesağ-ı şer’-î yokdur. Zîrâ meşrûiyyetine delîl ve bürhan-ı kâim olmıyan şeylerde taklîd ve ğayra ittibâın hurmet ve butlânına bu âyet-i celîle en kuvvetli bir delîl-i kâtıadır. Binâenaleyh dîn-i mübîn-i İslâm kâffe-i umûr ve ahvâl-i rezîlenin hem re’sen ihdâs ve icrâsını, hem de bu bâbda başkalarına taklîd ve teşebbühü sûret-i kat’iyyede men’ eyleyüb harâm kılmışdır.

Medeniyyetin cihet-i ma’neviyyesine gelince: Şerîat-ı mutahhara-i Ahmediyye öyle âlî kavâid-i medeniyye ve esâsât-ı ictimâiyye ve öyle ahlâk-ı fâdıla vaz’ ve te’sîs eylemişdir ki Avrupa o derece temeddüne vüsûl içün daha pek çok emekler sarf etmeğe ve hatta tamâmen kavâid-i mukaddese-i İslâmiyye’yi kabûl edivermeye muhtacdır. O derece medeniyyet-i fâdılaya irtikâ içün başka türlü yol yokdur.

Esâsen medeniyyet-i garbiyye, seâdet ve tekâmül-i beşeri kâfil bir medeniyyet-i hakîkiyye değildir. Zîrâ o ancak insanın behîmiyyet ve cismâniyyet cihetinin seâdet ve tekâmülüne hıdmet edüb melekiyyet ve ma’neviyyetinin seâdet ve tekâmülünü aslâ nazar-ı i’tibâra almıyor. Çünki medeniyyet-i garbiyye hayât-ı beşeriyyeyi ancak hayât-ı fâniye-i dünyâdan ibâret telakkî eylediği içün beşerin yalnız maddiyyet ve hayvâniyyet cihetinin tekâmülüne atf-ı ehemmiyet ediyor. Bu sûretle efrâd-ı beşerde âsâr-ı behîmiyyetin inkişâfına bâis olub melekiyyet ve hakîkî insâniyyetin kümûn veya büsbütün imhâsına hıdmet ederek seâdet-i sermediyyeye [13] îsâl eyleyen fezâil ve kemâlât-ı hakîkiyyeden beşeri ebediyyen mahrûm bırakıyor.

Vâkıan hayât-ı cismâniyye ve dünyâya dâir kemâlât-ı beşeriyyenin husûlüne bir dereceye kadar medâr olabiliyorsa da onun medâr olduğu ahvâl ve evsâf, hayât-ı dünyânın inkırâzıyla munkarız olub gidiyor. Ma’rûz-ı zevâl ve ınkırâz olan ahvâl ve evsâf ise seâdet-i hakîkiyyeden add olunamaz. Seâdet-i hakîkiyye: Hayât-ı dünyâdan sonra da devâm edüb bekâpezîr olan evsâf ve kemâlât-ı beşeriyyeden ibâretdir ki bunun mürşidleri ancak enbiyâ-yı ızâm hazerâtıdır. Medeniyyet-i garbiyyenin buna rehber olabilmesi gayr-ı kâbil-i imkândır.

Halbuki medeniyyet-i fâdıla-i İslâmiyye beşerin melekiyyet ve ma’neviyyet cihetinin seâdet ve tekâmülüne hıdmeti asıl ve esâs ittihâz edüb bütün usûl ve ahkâmını bu cihetin inkişâfı ve tekâmülüne hâdim olmak üzere vaz’ ve te’sîs etmişdir. Şu kadar ki behîmiyyetin seâdet-i fâniyyesi maksûd bi’z-zât değil, belki melekiyyetin seâdet-i bâkıyesini iktisâba vesîle olduğu içün tebeân maksûd olmağla bu maksad-ı asliyyeyi ihlâle bâis olmak üzere hadd-i i’tidâli tecâvüz etdirilmemesini esâsen ittihâz eyleyüb sûret-i mu’tedilânede ezvâk-ı cismâniyyeden istifâde yolunu küşâd etmiş ve bu sûretle beşeri hem seâdet-i fâniyeye, hem seâdet-i bâkıyeye irşâd eylemişdir. Şu halde seâdet-i bâkıye ve kemâlât-ı hakîkiyyeye ancak meslek-i enbiyâ îsâl eder. Binâenaleyh medeniyet-i fâdıla-i İslâmiyye bir medeniyet-i hakîkiyyedir ki desâtîr-i âliyesine tamâmen  temessük edilmek şartıyla her cihetden seâdet ve tekâmül-i beşeri kâfil ve hayât-ı fânîyye-i dünyâdan sonra da bekâpezîr olan evsâf ve kemâlât-ı hakîkiyyeyi zâmındır. Binâenaleyh seâdet-i hakîkiyye-i beşeriyye sünen-i enbiyâya ittibâ’ ve medeniyyet-i fâdıla-i İslâmiyyeye tamâmen temessük ile husûlpezîr olur.

[14] Şu halde medeniyyet-i garbiyye hadd-i zâtında nâkıs ve tekâmül-i hakîkîyi muhill olduğundan usûl ve kavâid-i mukaddese-i İslâmiyyeyi ve meslek-i enbiyâyı tamâmen kabûl etmedikce nefsü’l-emrde ve ukûl-i selîme erbâbı nazarında medeniyyet-i hakîkiyye add olunamaz.

Binâenaleyh seâdet-i ebediyye ve kemâlât-ı hakîkiyyeyi iktisâb etmek içün ehl-i İslâm medeniyyet-i garbiyyeye değil, garblılar medeniyyet-i İslâmiyyeye muhtâcdır.

Demek oluyor ki Dîn-i Celîl-i İslâm: Medeniyyetin cihet-i maddiyye ve cihet-i ma’neviyyesinin melekiyyet ve behîmiyyetce beşeriyete nâfi’ ve hâdim olan aksâmını on üç asır evvel re’sen vaz’ ve te’sîs eyleyüb ebnâ-yı beşeri o şehrâh-ı müstakîme sevk ve irşâd eylemişdir. (2)

(15) Medeniyyetin melekiyyet ve behîmiyyetce beşeriyyete muzırr olan aksâmını da efrâd-ı beşeri dereke-i behîmiyyete tereddî ve inhitâtdan tahlîs içün men’ eyleyüb bu husûsâtın irtikâbını ve bu bâbda başkalarına taklîd ve teşebbühü sûret-i kat’iyyede haram kılmışdır. Şu hâlde avrupanın şâibe-i sefâhet ve reng-i milliyetden ârî ve bütün insâniyyetin tekâmülât-ı maddiyyesine hâdim olan ulûm, fünûn ve sanâatının, âlât ü edevâtının cümlesini ahz u telakkî ve bu husûsâtda onları taklid meşru’ ve merğûbdur.

Fakat meyhâne, kârhâne, dans, bar, tiyatro ve sâir müessesât-ı süfliyye ve terakkıyât-ı sefîhâne gibi hüviyet-i dîniyye ve ahlâk-ı fâdıla-i İslâmiyye’nin mahv ve izâlesine bâis olan i’tikâdât-ı bâtıla, ahlâk-ı kabîha, i’tiyâdât-ı rezîle, ef’âl ve a’mâl-ı mezmûmesini ahz u telakkî ve bu husûslarda onları taklîd gayr-ı meşrû’ ve menfûrdur.

Dîn-i İslâm işte bu nevi’ medeniyyet-i sefîhânenin terakkîsine mâni’dir. Çünki Dîn-i Mübîn-i İslâm beyne’l-beşer cereyân eyleyen umûr-ı kabîha ve i’tiyâdât-ı rezîlenin kâffesini hedm ve men’ içün vaz’ ve te’sîs olunmuşdur. Onun içün İslâmiyyet medeniyyet-i garbiyyenin bu kısmı ile aslâ ictimâ’ edemez. Kalbleri garb levsiyâtıyla sîgalanmış olanlar bu nokta-i nazardan dîn-i İslâm’ı (16) mâni’-i terakkî görüyorlar. Evet bu da medeniyyetden ma’dûd ise Dîn-i İslâm bu gibi medeniyyetin terakkîsine yegâne mâni’-i uzmâdır. Esâsen sefâhet ve rezâleti men’ ve nehy eylemek Dîn-i İslâm’ın havass-ı mümeyyizesindendir. Akl-ı selîm de bunu âmirdir. Onun içün avrupalılardan akl-ı selim erbâbının memleketlerinde taammüm etmekde olan sefâhet ve rezâletin men’ine çalışdıkları mesmû’ olmakdadır. Ezcümle İngiltere’de hayâsızlıkla mücâdele etmek üzere (Mister Veb Alyob) isminde bir İngiliz (Nezâhet Cemiyeti) nâmıyla yeni bir cem’iyyet-i ahlâkıyye te’sîs etmişdir. Cem’iyyet ilk icrâat olmak üzere ahlâk-ı umûmiyyeyi ifsâda bâis olan kartpostalların fürûhatını men’ etdirmek içün hükûmete mürâcaata karâr verdiği gazetelerde görülmüşdür. Cem’ıyyet-i akvâmda ahlâk-ı umûmiyyeyi ifsâda bâis olan açık resimler ile açık yazıların men’i içün devletlere teblîgâtda bulunmuşdur.

(Tokyo)da me’mûrîn-i mahalliye tarafından ahlâk-ı umûmiyyeyi ifsâd ettiği sebeb gösterilerek bütün asrî danslar men’ olunmuşdur.

Esâsen avrupa’da sözlerine i’timâd olunan hekimler ile ictimâiyyât âlimleri dansın mazarratlarını delâil-i muknia ile meydâna koymuşlardır:

Ezcümle dansın mazarratlarını isbât içün diyorlar ki: Yakînen sübût bulmuşdur ki: Dans ferdlerin seciyesini, ahlâkını sıhhatini tahrîb edüb musallat olduğu cem’iyyetlerin ma’nevî bünyesini kemirdikden başka fuhşu artdırıb münâkehâtı azaltarak nüfûs buhrânı denilen felâketi ihdâs etmek sûretiyle milletin maddeten intıfâsını ta’cîl ediyor.

Garb müttefiklerinin, akl-ı selîm erbâbının, dans, içki gibi garbın [17] medeniyyet kisvesi altında beyne’l-beşer ta’mîm eylemekde olduğu rezâili takbîh etmekde bulunduklarına şâhid olmak üzere ma’rûf müskirât düşmanı Amerika’lı Mister (William Jonson)’un 11 Eylül 1340 târihinde İstanbul’da bulunduğu zamân müskirât aleyhinde gazetecilere vâki’ beyânâtını irâe ve bu makâma kaydetmek isterim: Mûmâileyh diyor ki: “Müskirât memnûiyyeti fikri, garb müfkiresinin mahsûlü değildir. Bu fikir, esâs i’tibâriyle tamâmıyla şarklıdır.

Müslümanlık 13 asır mukaddem sûret-i kat’iyyede müskirâtı men’ etmişdir. Binâenaleyh Amerika’nın keşfinden birçok asır mukaddem şarkda memnûiyyet fikri temelleşmiş idi. Bugün ise İslâm dîninin telkîn ve ta’lîm etdiği müskirât memnûiyyeti Amerika’nın kavânîn-i esâsiyyesine girmiş bulunuyor.

Hâlbuki: Tam biz müslümanlığın emriyle âmil olub müskirâtı men’a kalkışdığımız zaman ne garîbdir ki siz, bizim mezmûm gördüğümüz bir şey’i taklîde yelteniyorsunuz. Garb, şarkın bir fazîletini kabûle uğraşırken siz garbın bir rezîletini taklîd ediyorsunuz. Bu sizin lehinizde bir şey değildir.”

Amerikalının bu sözleri garbın rezâilini taklîde çalışan şarklılar içün belîğ bir ders-i ibret teşkîl eder. Bundan ibret almamak, müteessir olmamak içün insanın dereke-i behîmiyyete tereddî edüb şuurdan mahrûm olması iktizâ eder.

Buraya kadar arz olunan tafsîlâtdan şiâr ve alâmet-i küfürde milel-i gayr-ı müslimeye taklîd ve teşebbühün şer’an harâm olduğu anlaşılmışdır. [18] Mûcib-i küfür olub olmamasına gelince bu husûsda beyne’l-ulemâ’ ihtilâf olunmuşdur. Fakat bu mes’elenin halli îmân ile küfrün hakîkatini ma’rifete mütevakkıf olduğu içün maksada şürû’ etmezden evvel biraz da andan bahs etmek isterim.

______________________________

(1) Onun içün Rasûl-i Muazzam sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz

HADÎS-İ ŞERÎF

(= Bir kimse dîn-i İslâm’da fenâ bir yol ihdâs ve çirkin bir şey ihtirâ’ ederse o fenâlığın vizr u vebâli ile kıyâmete kadar onunla amel edenlerin vizr u vebâllerinden birer misli o kimseye âid olur. Ondan sonra o fenâlığı işleyenlerin kendi vizr ve günâhlarından hiçbir şey noksan kılınmaz.)

Hadîs-i Şerîfi ile beyne’l-müslimîn çirkin ve fenâ bir şey ihtirâ’ından ve bir tarîk-ı rezâlet ihdâsından men’ ve terhîb buyurmuşlardır.

(2) Esâsen beyne’l-müslimîn teâlî ve terakkî etdirilmesi matlûb olan medeniyetin işte bu nev’îdir. Bilhassa memleketimizin ihtiyâcı medeniyetin fazîlet kısmınadır. Hâlbuki memleketde terakkî etdirilen bu değil, garb medeniyetinin rezîlet ve muzırr kısmıdır. Çünkü epeyce bir zamândan beri memleketimizde, müfrit garb mukallidi bir şerr-i zemme-i kalîle-i medeniyet, hürriyet, milliyet nâmına gayr-ı meşrû’ ve muzırr cihetlerden meselâ hürriyet, fuhşun, içkinin, dansın, ahlaksızlığın, dinsizliğin ta’mîm ve tevsî’inden başlıyor. Avrupa’dan yüklenüb getirebildikleri levsiyât ile ahlâk-ı fâdıla-i İslâmiyyeyi tahrîbe, efkâr-ı milleti telvîse çalışıyorlar. Evlâd-ı vatanın kalbini yabancı rûh, yabancı terbiye, yabancı i’tiyâd ile aşılıyorlar aşılıyorlar da üzerlerinde temerküz etmiş olan rûh-ı İslâmiyet ve Türklüğü söküb atmağa uğraşıyorlar. Bu sûretle mevcûdiyet-i milliyemizin istinadgâhı olan temeller yıkılub duruyor.

Bu dalâlet-i azîmenin taammümü hem İslâmiyet, hem Türklük içün medeniyet-i garbiyyenin rezîlet kısmı memleketimizde günden güne mazhar-ı terakkî oluyor ve bu uğurda azîm mikdârda servet-i milliye sarf olunuyor. Fakat meşrû’ ve kemâl-i şiddetle muhtâc olunan cihetlere meselâ elbiselik i’mâli içün bir fabrikaya hiçbir şey sarf edildiği görülmüyor.

Demek oluyor ki âsâr-ı hâriciyyelerine nazaran medeniyet-i garbiyye ve mürevvicliğinde bulunanlar bu perde altında menâfi’-i şahsiyyelerini te’mîn ve arzu-yı şehvâniyyelerini tatmîn gâyesini istihdâf edüb menâfi’-i umûmiyye ve fevâid-i âliye-yi milliyeyi aslâ nazar-ı i’tibâre almıyorlar veyâ alamıyorlar, iddiâ eyledikleri kavillerini ef’âl-i meşhûdeleri tekzîb etmekden hâlî kalmıyor.

(Mâ’badi var…)

(Fâtih Dersiâmlarından İskilibli Âtıf Hocaefendi, Frenk Mukallidliği Ve Şapka, Baskı 1340, sh:7-18)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir