Akp Dib’inin Takvim Hesabları Gene Dib’e Vurdu!
5 Temmuz 2016
Ankara Haleb’e, Ab İse Ankara’ya, Kurbağacasıyla “İkircikli Kazık” Peşinde!
28 Kasım 2016

11-14 Ekim 2016 tarihleri arasında yapılan 9. Avrasya “İslâm (!) Şûrâsı’nda”  konuşan CB RTE, aynı meşhur nakârâtını tekrarladı; ve (sünnîlik)

SÜNNÎLİĞİ ŞAMAROĞLANI YAPAN, BİNDİĞİ DALI KESER VE DÜŞER!

Zıyâiyye BEKÇİSİ 

 

11-14 Ekim 2016 tarihleri arasında yapılan 9. Avrasya “İslâm (!) Şûrâsı’nda”  konuşan CB RTE, aynı meşhur nakârâtını tekrarladı; ve (sünnîlik) üzerinden 15 asrın sünnî mülümanlarına gene kılıcını salladı…

Dayışman veznindeki “danışman” ve “akıl hocaları” H. Karaman veya İbrahim Kalın gibi zevât-ı bîmezheb olunca, bu hâller elbetdeki yadırganmaz; ancak, zülf-i yâre dokunduğundan netîcesi sâdece mürtekiblerine değil, bütün ümmeti sıkıntıya sokar… Öyle de oluyor ve ümmetin çilesi bir türlü bitmiyor; tam tersine her gün bir yenisi zammolarak tezâyüd ediyor!. Nihâyet Anadolu 4 cihetden ve 1 de iç cihetden, yani 5 tarafdan ablukaya (çembere) alınmış bulunuyor!

Allâh Azze ve Celle ümmetin encâmını HAYREYLESİN demekden başka da elimizden bir şey gelmiyor!..

Hani meşhurdur: “Düşmanlarına dostluk peşine düşenler, onları kendisine dost edemediği gibi; böylece dostlarını küstürürler de onların dostluğunu yeniden kazanamazlar!”

Kul hesabları görülüb biliniyor da, Levh-i Mahfuz’daki yazının ve mutlak İRÂDE-KUDRET VE HÂKİMİYYETİN SÂHİBİ hangi HESABI sarayın önüne diker, orası bilinmiyor!. Bir curcuna, bir iğtişâş, bir parti-pırtı tefrikası ve bir “ben deyiş” almış başını gidiyor… İT (ittihad-terakkî) takımları da bir zamanlar ümmete “Biz ne dersek o olur, biz sizin putunuzuz!” demeye kadar her şeyi dayatmış; ve mukaddes dîni de, kendi kafa hamûlelerine secde etdirmek içün oyuncak hâline getirmişlerdi. Cumhuriyetçi Laik (dinsiz) tâifeler ise, İT hızıyla öyle bir ivme kazandılar ki, İslâmiyyet’in köküne kadar “Lozan ZEHRİNİ” boca etdiler… 18 sene, ezanlarına kadar muazzez DÎN yasaklandı; 500.000 müslüman, ulemâsı, evliyâsı, garîbânı, kadın, çocuk, ihtiyarına kadar bir vahşet içre tenkîl edildi; asıldı, kesildi, kurşunlandı; ve “ALLÂH” demeye kadar herşey suç oldu…

Fakat Allâh Azze, bütün bu zâlimleri imhâl etse de ihmâl etmedi ve bildiğimiz cezalarını bugüne kadar dünyadaki şekli ile başlarına geçirdi. Bilmediklerimiz ile gerek dünyada ve gerekse UKBÂ’da gelecek cezâ ve azabları ise, bildiklerimizin sonsuz katı…

Aklı ve îmânı olanlar tefekkür ede…

Biz, CB RTE’nin “sünnîlik buğz ve adâvetini” de ümmet ve kendisi hesâbına çok büyük bir zarar ve kayıb olarak görüyor; ve bundan daha büyük bir YANLIŞ tahayyül edemiyoruz… O, 11-14 Ekim’deki şûrâda (!) şöyle dediği ile haber yapılmış:

“İslâm Şurası’nın 15 Temmuz sonrası İstanbul’da yapılmasının önemine vurgu yapan Erdoğan, “Kendi milletine silah doğrultan hainleri iyi tahlil etmeliyiz” dedi…..” 

Bir kere İslâm adının geçdiği yerde son derece dikkatli olmak mecbûriyyeti vardır. Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Merhûm, İskilibli Muhammed Âtıf Efendi Hazerâtı gibi Osmanlı allâmelerinin eserleri tedkîk edilince görülür ki, Medîne Merkezli Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Hazretlerinin te’sîs buyurduğu Allâh HÜKÛMETİNİN şu’besi olmıyan hiçbir devlet veya hükûmete ne “İslâm devleti” denir; ve ne de onların “İslâm adına bir temsîl hakları bulunduğu” kabûl edilir… Herşeyden evvel bu temel nokta İslâmiyyet’in mutlak ma’nâda olmazsa olmazlarından biridir… Bu esas üzerine binâ edilmiyen bütün ictimâî amel ve işler, tepeden tırnağa ne kadar “islâmîlik” ambalajına sokulursa sokulsun, bunların İSLÂM ile zerre kadar alâkasından bahsedilemez… Bu i’tibarladır ki, Laik dembokratik, cumhûrî veya sultânî, pâdişâhî, şehinşâhî krallıklar; meliklik, saltanat-ı beşer cinsi idâreler, “İslâm” nizam ve keyfiyetini aslâ temsîl edemez; ve aldıkları “kararlara” islâmîlik hükmü verilemez… Bu, sûret-i kat’iyyede muhaldir; ve aksi hâlde mutlak bir (TENÂKUZDAN) ve Hakk’ı bâtıl ile TELBÎS şirkinden kurtulmak aslâ düşünülemez… Bu, VAHYE müstenid bir DÎNİN, yani “alternatifi” muhâl olan mutlak nizâmın, yani yegâne dünyâ ve ukbâ sisteminin en baş ve ehem esâsı, mutlak bir hakîkatı ve olmazsa olmazıdır…

Binâenaleyh, bugün, dünyanın neresinde olunursa olunsun beşer merkezli  ve menşe’li hükûmet veya devletlerin İSLÂM adına “konuşmaları; şûrâ, kongre, karar, fetvâ v.s. düzmeleri” gibi rollerle ortaya çıkmaları mutlak olarak keenlemyekün (yok hükmünde)dir; i’tibara alınmayı aslâ hâiz olamaz… Buna rağmen, dünyadaki devlet veya hükûmetlerin bu hakîkatın zıddına “İslâm’ı temsîl” iddialarıyla toplanmaları ve buralarda (karar) almaları, dini politikaya âlet etmek yani (istismâr)dır… Bu öyle nâmütenâhî bir büyük suçdur ki, “Allâh Azze ve Celle irâdesi” yerine “Politik beşerî irâdeleri koymak” ve bunu da “Allâh irâdesi gibi göstermek” cinnetidir…

FETO denen satılık azman da “koltuk kapma cinnetine” koşularak “kendi irâde ve hevesâtını” bütün dünyadaki gerzek ve echel tarafgirlerine “Allâh irâdesi” olarak yutdurmuşdur… 15 Temmuz cinneti, bu hâlet-i rûhiyyenin, diğer “hâlet-i rûhiyye” elinden iktidârı (saltanatı) kapma kavgasıdır!. İngiliz-Yahudi ve ABD ile bunların kuyruğundaki cebhenin, diğer cebhe elinden saltanatı koparıb alma patlaması ki, o diğer cebhe de bunu CB ağzından söyle ifâde edib saf tutma peşindedir:

“FETÖ’nün bir cemaat olmadığı hakkında görüş birliğine varılmıştır. Avrasya coğrafyası, FETÖ’nün ülkemiz dışındaki ilk açılım alanı ve en yoğun faaliyet gösterdiği bölgedir. Doğu Avrupa ve Orta Asya’da uzun bir fetret döneminin ardından elde edilen özgürlük ortamı, bu örgüt tarafından alabildiğince istismar edilmiştir. Bu şura vesilesiyle FETÖ’nün gerçek yüzünün Avrasya coğrafyasının her köşesinde çok daha hızlı bir şekilde ifşa edileceğine inanıyorum. Sizlerden, bu gayreti, bu desteği özellikle bekliyoruz, bekliyorum…..” 

FETO karşısında kendisini zaîf hisseden CEBHE, öyle bir acele ile muhâkeme za’fından sarsılmış ki, “birlik ve beraberliği” herkesi ve bilhassa “ehl-i sünnet müslümanlarını” kendi îmân esaslarında serbest bırakmak yerine, onları, sun’î politik nefsâniyetlerinde (inanç) sahibi olma zorlayışına geçmiş; ve tam tersden bir (ördek dalışı) resmetmeye şöyle başlamışdır:

“Benim sünnilik diye bir dinim yoktur, benim şiilik diye bir dinim yoktur, benim dinim, din-i mübin olan İslam’dır. Elbette benim tabi olduğum bir yorum var, ama asla bu yorumu dinimin, İslam’ın üstüne çıkarmadım, çıkaramam.” 

Bu kabil tekrarlar 3-5 sene içinde o kadar çoğalmışdır ki, tâ Viyana’larda bile aks-i sadâ bulmuş “Ne demek sünnîlik, …siz müslüman değilmisiniz yahû?” diyerek, ibre, (sünnîliği) yok sayma ve saydırma noktasına kadar fırlamışdır…

Bu kabil beyanların tamâmına atf-ı nazar edilir de tefekkür ve teemmülün eline verilirse, netîce, 15 asrın inkârına kadar gider ve korkunç bir iflâsa saplanılır… Böylece, “Mezhebleriniz fitnedir” demeye çıkan, “sünnîlik fitnedir” demeye varan, “Mezheblerinizi terkedin, bu bölücülükdür, yoksa yanacak biteceksiniz” demeye bâdî olan son derece tehlikeli sözlerle “birlik ve beraberlik” te’mîn edileceğini telkîn yoluna ısrarla ve inadla girilmiş; ve çıkılamaz, geri dönülemez hâle gelinmişdir… Halbuki, şöyle düşünülmeli ve denilmeliydi:

“Ey, İslâm coğrafyası!

Bir vâkıadır ki, onlarca mezheb sâhibi olarak “Müslümanız” diyorsunuz!. Bir tek mezhebde birleşmeniz de aslâ mümkin değil… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm bunu 1500 sene evvel i’cazkârâne beyanlarıyla “73 fırka” olarak ifâde buyurmuşlardır. Bu nass-ı nebevî, ulemânın üzerinde ittifâk etdiği cihetle inkârı mümkin de değildir. Evvelâ bu nokta kabûl edilmeli; ve mutlaka bir “realite” olarak öne çıkarılmalıdır. Her fırkanın kendisini “Hakk görmesi veya öyle göstermesi” de beşeriyyet iktizâsı olarak elbetdeki mümkindir…Bunun önüne de geçilemez… Aksi takdirde ise, bir vâkıayı veya VAR olanı yok kabul etmek şıkkı karşımıza çıkar ki, bu da devekuşunun avcıyı görünce başını kuma sokarak onu görmemesi ile avcıyı yok sayması kabilinden gülünç bir manzara olur!. Var olanı yok saymak, sâlim bir AKLI değil, muhtell bir aklın mevcûdiyyetini isbatlar…

 Ancak ortada bir vâkıa var: “Ayrı fırkalardan İBÂRET OLACAKSINIZ!..” Bunun önüne, çatlasanız da patlasanız da; şûrâlar, devletler, politikalar, hükûmetler ve bilmem neler üretib peydahlasanız da geçemiyecek, bu vâkıayı yok edemiyeceksiniz… Öyle ise: Gerzekliği bırakalım; ve  Allâh Azze’nin HABÎBİ (sevgilisi) Peygamber-i Zîşân Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerine “i’timadsızlık” zındıklığı ve Allâhsızlığını terkedelim; ve O’nun haber verdiği vâkıayı kabûl edelim…

Böylece 1. Basamağa basalım. Sonra da 2. Basamak şu olsun: Hiç kimse kimsenin mezhebine, îmânına, “inancına”, putuna, heykeline, dînine yan bakıb kaşınmasın, hır çıkarmasın, ceberutlaşmasın, zorbalaşmasın; İNGİLİZ, YAHUDİ ve ABD triumvirası ile bunların peşindeki (o. Çocuklarının) ekmeğine yağ sürmesin! Kim kimin mezhebi ve dini ile silaha ve zora sarılarak uğraşırsa Allâh onun belâsını versin!. Biz de onun karşısına dikilib haddini bildireceğiz. Herkes mezhebinde kalsın, ona istediği ve dilediği gibi, ancak huzur ve sükûnu bozmamak, fitne çıkarmamak ŞARTI ile sâhib çıksın; ne halt ederse etsin, ammâ ve lâkin kimse kimseye “mezhebini terket” sünnîyim deme, şunu deme, bunu de, demesin; nemrutlaşarak ortalığı yahudi saçına çevirmesin… İslâm hukûkunun cârî olduğu devirlerde kimse kimsenin dinine ve mezhebine karışıb kaynana zırıltısı gibi beyin ve ruh törpülemiyordu ise, gene aynısını yapalım… İsteyen istediği yolda, çizgide veya mezhebde kalsın, ancak öteki mezhebdeki ile uğraşıb ona zulmederek onun bedduasını almasın ve kâtilliğe kalkışmasın!. Hiç kimse diğerine inanç işkencesi yaparak bunu dayatmasın; ikrâh, insanlık dışı bir rezâlet olarak kafa ve gönüllere mutlaka KAZINSIN!

 İŞTE MES’ELE, ŞU VEYA BU MEZHEBLERİ YOK SAYMA VEYA ZORLA YOK ETME ZORLANIŞINA GİRMEK DEĞİL; ELE SİLAH ALARAK KARŞISINDAKİNE ÇEVİRMESİNE MÂNİ’ OLMA İŞİDİR. MA’RİFET VE TEK ÇÂRE BUNU DEDİRTMEKDİR; AKSİ HÂLDE “ÜTOPİK” AKILLARLA BİR YERE ASLÂ VARILAMAZ!” 

İşte mes’elenin hâl tarzı ancak budur. Bunun isbatı da Rasul-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri’nin buyruğu ve İslâm Târihidir. Hiç kimse bu iki isbât vesîkasını kâle almadan kendi zu’mu ve nefsâniyeti veya (dayışman ve sıvışman) veznindeki adam veya madam sürülerinin ağzına bakarak başda sünnîlik olmak üzere hiçbir (mezhebden) in’tikâm alma sakatlığına düşmesin… Çünki SÜNNÎLİK, İslâmiyyet’in (şu iğrenç kelime ile de olsa ifâde edelim) ki, en büyük, en çok kabul görmüş, ucu Rasûl-i Rusûl Aleyhisselâm’a çıkan en kadîm “YORUMUDUR”; ve bu vâkıanın önüne kim çıkarsa, Donkişot gibi ne hâle geleceğini de hesâb etmelidir!.

15 asırlık tatbîkatı ile de sâbitdir ki, hiçbir SÜNNÎ, “Benim dînim İslâm’dır” demek varken ve hele üstelik Kelâm-ı Kadîm bunu emrederken; “Benim dînim sünnîlikdir” demez, diyemez, dememişdir… “Sünnîler, benim dînim sünnîlikdir diyor” dercesine bir takım sakîl ve sakîm, hakka mugâyir kelâm veya beyanlar, 15 asrın müslümanlarına hem HAKÂRET ve hem de İFTİRÂ olur…

Ancak, sünnîlik bir USÛLDÜR. Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’ı anlama ve ondan HÜKÜM çıkarma usûlü… Buna, İslâm’ı beğenmiyen ilahiyat şebeke ve zibidileri “metodoloji” diyor!. Biz de 1970’li yıllarda (A.Ü. ilâhiyât bilmem nesinde) Mısır’lı Ebû Zehrâ denen adamın “İslâm Hukuk Metodolojisi” nâmında ve Abdülkadir Şener tercümesi ve Şia Ayetullalarından Hasan Es-Sadr’ın “Te’sîsü’s-ŞÎA li-Umûmi’l-İslâm” “yapıtına” kadar bibliyografyası olan “betiğini” okuduk; ve gûyâ “usûl-i fıkıhdan” da imtihan olduk!!!. Tabii Merhûm Ali Haydar Efendi Hazretlerinin Usûl Kitabı veya diğer Osmanlı ulemâsının eserleri dururken böyle hormonlu ve daha kitabının başlarında HANEFİYYEYİ açıkca küçük düşürücü edebsizliklere kıyâm eden kitablardan fıkıh usûlü de aslâ öğrenilemez… Tepesinde “A.Ü. Bilmem ne fak.”, bunun altında da “Cumhuriyetin 50. Yıldönümüne Armağan” yazan kütük gibi kitablar tamâmen belli İslâm dışı ideolojilere hizmet maksadı ile kaleme alınmış; ve o istikâmetlerde terceme edilmiş, me’mûr sadâkatli adam ve madamların hakkı bâtıllarla da telbîs ederek süslediği nânelerdir…

BİRİLERİ, “Metodoloji” gibi gâvur zihnini aktaran, 15 asırlık müslüman irfân ve dilini dışlayan kelimelerle, “aşşağılık duygularından” kurtulacaklarını ve dilleri gavurcaya dönüb atalarını inkâr edince, (bir b.k) olduklarını zannediyorlar…

Bunlar, Usûl-i fıkıh, usûl-i tefsîr, usûl-i hadîs v.s. usûllerini çenelerine alıb bunların da edille-i erbaaya aslâ zıd olmayıb mücerred onlardan MÜCTEHİD İMAMLAR TARAFINDAN çıkarılma (istinbat ve istihrâc ile sâbit) olduğunu söylerlerse, gâvurluklarına halel geleceği korkusunu taşıyorlar!. Böyle olunca da, beş paralık da olsa hangi AKIL, “Sünnîlik, İSLÂM DİNİNİN dışında, ondan farklı bir şeydir” diyebilir; veya zerre kadar sahih îmân ve vicdân taşıyan bir adam veya madam, “İslâm dışında sünnîlik diye de İslâm’dan apayrı bir din vardır” der; böyle bir din (!) olduğunu gösterebilir? Gerçi tv’de bütün dünyaya duyura duyura Haltettin Karamanlis kendisine sorulan bir suâle şöyle cevab verebiliyor: “BU SUÂLİNİZE İSLÂM’A GÖRE Mİ, HANEFÎ MEZHEBİNE GÖRE Mİ CEVAB VEREYİM?”

Herif, böylece, Hanefîlik İslâmiyyet’in dışındadır mesajını veriyor…

Cevab bekliyen biz olsaydık:

“Hayır efendim, ikisine göre de değil, telfikçi ve Efganî-Abduh-R.Rızâ hatt-ı münhanisindeki Haltettiniyye mezhebine göre YANIT KANIRTSANIZ!”

Derdik!!!

Akıl hocalarının kim olduğunu bilmem isbât edebildik mi?

Türkiye gâvur çemberinde iken, Ankara hangi NEFS, İNS ve İBLİS ablukasında?

1453 Fetih kuşatmasında da gâvur papazları Ayasofya kubbesini, “Melekler erkek mi dişi mi; yiğit mi kancık (!) mı” diye (hâşâ) şirk nâralarıyla gümbürdetiyorlarmış!

Şimdi de bizim içimizde, “Sünnîlik mi, müslümanlık mı” nâralarıyla kuşatmayı yaracakları ütopisi ve ham hayâlleri ile gürliyenler ve gümbürdeyenler var!

Ey Böyyükbaşlar!

Sünnîlik din değil; din, İslamdır. Tekrar edelim kulağınıza küpe olsun:

Sünnîlik, İslamiyyet-i öğrenmek, anlamak, îmân etmek, yaşamak, yaşatmak içün O DÎNİN 4 ana kaynağına aslâ ters olmamak üzere çıkarılan USÛL KANUNLARI ile, gene o DÎNİN esaslarına mutlaka tâbî olan ve o DÎN içinde, o DÎNİN mütemmim cüz’üdür… Sünnîlik, o DÎN ile ancak VARDIR; ve o DÎN de, o usûl olmadan ne bilinir, ne anlaşılır, ne yaşanır ve ne de yaşatılır yani  YOK demekdir; ademe mahkûm, işlemez, muattal kalır, hikmet-i vücûdu ortadan kalkar demekdir… Sünnîliğin yeri DİNİN altı veya üstü veya sağı-solu, yanı, kenarı, bucağı değildir ki bir müslüman, “Ben, benim tanıdığım yorumumu dinimin üstüne çıkarmam, çıkaramam” desin ve abes lâf etsin!. Çünki sünnînin sünnîliği, dini olan MUAZZEZ VE MUKADDES DÎNİ İSLÂMİYYET’İN altından, üstünden, YANINDAN, KENARINDAN, UCUNDAN değil; İÇİNDEN, tâ yüreğinden, özünden, EDİLLE-İ ERBAASINDAN çıkmışdır; Sünnînin sünnîliği onun Mukaddes ve Muazzez Dîninin emri olarak onun mütemmim bir cüz’ü olarak vardır; Peygamber-i Zişân ALEYHİSSELÂM Hazretlerinin ve ashâbının başında bulunduğu yol, hatt ve çizgi olarak VARDIR… Başka hangi mezhebin başında “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yol” denerek bugüne kadar gelmiş başka yol varsa (!) o yol, Peygamber Aleyhisselam’a müntehî olur…

Gemisinin başaltı veya kıçaltında, İbni Sebeyi, Vasıl İbni Ata’yı, İ.Abdülvehhab’ı, İ.Teymiye’yi taşıyan yollar da, ne ise ve kimi tepesinde taşıyorsa, ona müntehi olur, iş biter…

Kimse kimseye dayatmasın!

Gerçi (dembokrasi) “dayatmıyanların dini” dense de, bugün “dayatanların religionu” oldu; hem de ne gizli ve ne de sinsi, açıkdan, apaçık…

SÜNNÎ USÛLÜ ile İslâmiyyet’i idrâk, telâkkî, îmân ve amel peşindeki müslümanlara, düşmanları hastalansa, hatta kudursa ve ateş püskürse de, 15 asırlık “DİN-İ MÜBÎN-İ İSLÂM” ve sünnîlik, işte yukarıda beyân etdiğimiz gibidir, BUDUR…

Nasibi olana bu kadarı vâfî ve kâfîdir!

Vesselâmü Alâ menittebeâl Hüdâ…

 

(16.10.2016)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir