Şevket Eygi Bey, İstanbul terbiyesi almış çok kibar mı kibar bir Beyefendi bilinir!. Ancak, aşağıda o kadar kibarlaşmış ki, Cennetmekân Fidevs-i Âşiyân Halife-i Müslimîn Essultan İbn’ü-ssultan Gâzî Abdülhamîd-i Sânî Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufran Efendimiz Hazretlerini diline ve kalemine, “Bakkal Sultan Amca veya Bakkal Sultan Kadın” der gibi almış!. Bir de arkasından, bazı taşnak (p.çleri) ve İT’ci (İttihad ve Terakkî hâinleri) gibi “müstebitliğini” ve “otoriterliğini” eklemiş!.
Böylece, İstanbul Beyefendisi olduğunu dört dörtlük isbât eylemiş!
Tabii çok çirkin ve yakışıksız… Çok şükretmeliyiz ki, bir takım ermeni gâvurları gibi de “Kızıl Sultan” dememiş!. Gene bin kere teşekkür ve ihtirâmâtımızı da arzetmeliyiz ki, Âkif denen adam gibi, “ödlek, baykuş, zalim, kan dökücü, pinti” ve sâire gibi zifos sıçratan pis ve kirli küfürbazlıklarla sövüb saymamış!
Şükranlar Sayın Eygi!
Ancak, “müstebitdi” lâf-ı güzâfı bile, doğrudan doğruya Halîfe Hazretlerinin İslâm düşmanı mülevves ve müfterî muârızlarının bir “iftirâsı” olmak hasebiyle, bunun hâlâ gazete köşelerinden dünyaya duyuruluşunu ve yazılara sıvaştırılır oluşunu görmek, bir müslüman olarak adamın kanına dokunuyor…
Tevbe Yâ Rabbi!.
Cennetmekân Büyük Halife İrtihâl-i Dâr-ı Bekâ eyliyeli 95 , hal’ edilişinden 105 sene geçmiş, hâlâ daha, taa geçmiş yıllardaki âdî ve mülevves müfterîlerin iftirâları piyasada tedâvülde!. Hem de, O’nu “gûyâ sevdiğini saydığını” ileri sürenlerin kalemleriyle!. Mevlâ-yı Müteal, insana aptal dost yerine, akıllı düşman nasib buyursun!
Yâhu arkadaşım, çala kalem yazma, yazdıktan sonra (edebe ve terbiyeye muhâlif) bir halt etdim mi diye bir gözden geçir, tara; tarakla tarar gibi tara… Bu kaç yüzüncü çam deviriş!?
El Hayâ el edeb!.
33 Sene Millet-i Beyzâ’yı idâre etmiş, gâvurların nefesini kesmiş, îmânı ve İslâm’ı bütün, ümmetin veliyy-i ni’meti, makâm-ı hilafet ve velâyetde bulunmuş bir zât-ı şerîf içün, bu ne biçim kalem sapıtması ve raydan çıkmasıdır, gel de tepen atmasın!
Okuyalım:
1) “Sultan Abdülhamid düştükten sonra ülke, halk ve devlet rahat görmedi, huzur bulmadı.”
“Düşdükden” sonra da denmez, hâinlerin “hal’ edişinden” sonra denir. Düşdü dersen, karda ayağı kaymış da düşmüş, veya merdivenden düşüb yuvarlanmış ma’nâlarını da tedâî etdirirsin!. “Takke (düşdü) kel göründü!” atasözümüzü de tahattur ederiz!. Meselâ Menderes için bile “düşdü ve düşük” kelimesini kullanmak edeben çok büyük bir hatâdır…. Yassıada denen rezâlethânede, o hakim ve savcı denen cunta kilâb-ı nâşerîfi herifler, aylarca, “düşükler getirildi, yok düşükler götürüldü, düşük de düşük!” nâneleri ve hakâretleri ile dünyâ önünde kaç paralık ve satılık nesneler olduklarını nasıl gösterdiler!
2) “Padişah, müstebitti, otoriterdi ama hiç olmazsa bugünkü kadar fitne ve fesat yoktu.”
Ne acib ve edebe mugâyir bir kelâm! Ne yaptı da “müstebit” oldu?. “Otoriterdi” lâf-ı güzâfı da “müstebitdi”den sonra ve ona destek ve tasdik ve tahkim makâmında geldiğine göre, bu da müsbet değil, tahtıe edici bir lâfız… Adamın, F.Gülen’in meşhur “yahudi otoritesi” tekerlemesindeki gibi mi bir şey, diyesi geliyor?! “Otorite”, emretme ve itaat etdirme iktidârı demekdir. Âdil bir devlet reisinin bu frenk kelimesi ile ve müsbet bir ma’nâ yükliyerek tavsîf edilmesi, bir nakîsa değil, tam tersine, Şerîat’ın emretdiği çok büyük bir meziyetdir. İçinde bulunduğumuz 105 yıllık devre, laçkalığın, pelteliğin, çözülmenin, dağılmanın, pörsümenin, kargaşanın, ipsizliğin, îmansızlığın, İslâmsızlığın, hılâfetsizliğin, kerhâneciliğin, meyhâneciliğin, fâizhâneciliğin, soyunukluğun, şehvet ve şöhretperestliğin, putperestliğin, hulâsa otoritesizliğin ortaya çıkardığı bir bataklıkdır; ve bundan, bu bataklığın bekçi ve köleleri bile aslâ memnûn değillerdir… Nerde kaldı ki, aklı bilmem neresine kaçmamış bir müslüman memnûn olsun!
Eygi, “Padişah, müstebitti, otoriterdi ama hiç olmazsa bugünkü kadar fitne ve fesat yoktu” derken, “müstebit ve otoriter oluşun” iyi değil, kötü bir vasıf olduğunu kastederek bunları kaleme alıyor… Demek ki, İT tâifesinin (İttihad-Terakkî tâifesinin), masonların, ateist kamalistlerin ve cümle İslâm düşmanlarının Allâh Rasûlü’nün Halîfesi hakkında yıllardır söyledikleri “müstebit” lâfı “iftirâ” değil de bir vâkıa imiş! Bu menfî ahlâk ve davranış, ümmetin “veliyy-i ni’met” bildiği zâtda varmış… Ama, bütün bu menfîliğine mukâbil, şu müsbet tarafları da varmış, neymiş o, O’nun zamanında, “bugünkü kadar fitne ve fesad yokmuş!”
Sevsinler bu kalemin şeyden terâzi ve kefelerini!
O zaman da fitne ve fesad varmış ama bugünki kadar çok değilmiş!. Hılâfeti Osmâniyye ile cumhûriyyet-i ılmâniyyeyi muvâzene edib aralarındaki o nâmütenâhî fitne ve fesad şekil, cins ve miktarını, sanki biribirinden çok farklı değilmiş, biribirine yakınmış gibi gösteren böyle bir mukâyese, aklı başında bir adam ve madama hiç de mülâyim ve yutulur cinsden gelemez… Allâh Rasûlü’nün Halifesi ümmetin başında iken, mevcûd “fitne ve fesâd”, belli bir mikyasda taayyün etse bile; öteki tarafın fitne ve fesâdı, bizzat kendisinin, yani zâtının fitne ve fesaddan ibâret oluşu i’tibâriyle, mukâyese imkânı bile ortaya koyamaz…
Hergün “imâm-ı kebîr” nârası atan bir adamın, bu mes’eleleri böylesine çarpık kıymetlendirmesi ve anlaması vâkıası karşısında, yandı gülüm keten helva!
Cennetmekân Gâzî Sultân Abdülhamîd-i Sânî Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufran Hazretlerini bile beğenmeyib, mahalle bakkalı yerinde görerek böylesine bir rahatlık ve yayılmışlık içinde ve hiçbir mes’ûliyyet hissetmeden çalakalem ve sıkılmadan tahtıe eden bir adam, aceba nereden “imam-ı kebîr” idhâl edecek; ve onu beğenib bey’at etmiye lâyık ve elyak ve ehil ve makâm-ı muallâ-yı hılâfeti bihakkın temsile muvafık görecekdir?..
Baksanıza, Müşarünileyh Hazretleri bile, haçlı, mason, İT takımı, ateist kamalist, reformist, râfızî ve cümle yehudisever ve dönmetaparların dediği gibi, Eygi’nin de şehâdetiyle “müstebit ve otoritermiş!”
Eygi’nin safı da yavaş yavaş mübeyyen olmaktadır!
Müşârünileyh Hazretleri gibi bütün İslâm âleminin, İslâm ulemâ ve meşâyihinin bey’atına mazhar ve hakkıyla nâfizü’l-hüküm ve veliyyü’l-emr bir zat-ı şerîf bile burun kıvrılarak kaleme alınırsa, Eygi’nin, o “bey’at edilecek imâm-ı kebîri” acebâ hangi gökden, kaçıncı katdan, hangi zıyâlı, hangi entel ve daltel müslümanların gülistânına inzâl olunacakdır ki, Efendi Hazretlerinin bey’at-ı seniyyelerine de mazhar ola!?
“Müstebit ve otoriter” ha?
Oha!
En az 105 senedir dillerde dolaşan bu südü bozuk iftirâyı kimlerin uydurduğu artık apaçık meydanda iken, bu “iftirâyı” utanmadan ağzına ve kalemine sıvaştıranlara Allâh hidâyet nasîb eylesin! En az 105 senedir, durub dinlenmeden bu iftirayı (gev.ş) getiren şebeke ve çeteler kim, bunu artık bilmiyen mi kaldı?
Müstebit ne demek, evvelâ buna bakalım: “Emri altında olan kimselere söz hakkı ile meşru’ hürriyet haklarını kısıtlıyan veya vermiyen, ZÂLİM, DESPOT, kendi görüşünde olmıyanlara baskı yapan âmir…” (Osmanlıca Türkçe Lugat,s: 603, tab’ tarihi 2010)
Büyük Türkçe Sözlük, s: 583’den: “1. Nizamı temin etmek içün otoritesini kullanan, 2. Müstakil olan, istediği gibi hareket eden, 3. Zulüm ve baskıda bulunan, keyfine göre idâre eden.”
Kimse inkâr edemez ki, 105 senedir, istibdâd ve ism-i fâil olan müstebid kelimeleri, Halîfe-i Müslimîn Cennetmekân Abdülhamîd Han Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufrân Hazretleri içün son derece menfî ma’nâlar yüklenerek bu kasd-ı mahsûs ile kullanılmışdır. Bunlar içinde en meşhur bilinenleri, “konuşturmıyan, yazdırmıyan, hürriyet düşmanı, zâlim, despot ve baskıcı” sıfatlarıdır… Bu menfîlikleri dillerine pelesenk edenler de, beyân etdiğimiz gibi, Müşârünileyh Hazretlerinin muârızı masonlar, İT çeteleri, bazı ermeni eşkıyâları, ahmak şâir taslakları, ateist haçlı dölleri, ataist kamalistler, siyonist yer altı mikrop yuvaları, sabataist (dönme) vatan hâinleri, muhteris politika pislikleri, hulâsa İslâm Dîn-i Mübîni’nin azılı düşmanları ve sâir bataklık haşerâtıdır…
Halîfe-i Müslimîn Hazretlerine “müstebid ve otoriter” iftirâsını yamayan ve durmadan bunu tekrar eden mel’unlar ittifâkı, işte bunlardır; ve bunların dışında, müslümanlar ve onların ulemâ ve meşâyihi içinde, bu “iftirâ ve yalanlara” tenezzül eden aklı başında bir tek kişi bile gösterilemez. Pekçokları, muvakkat bir zaman içün yalan, dolan, gözküllemeler, aldatmalar veya yemlemelerle kandırılmışlarsa da, sonradan, bunların ne tür iğrenç “iftiralar olduğunu” anlamış ve pişman olarak tevbe etmiş zevât-ı kirâmdır. Üç beş kişi kadar meşhur herif tevbe etmemiş ve inadlarında direnmişlerse de, bunlar, zaten i’rabda yeri olan mahlûkât da değillerdir…
Hangi müslüman ve onların meşâyih ve ulemâsı Müşarünileyh Hazretlerine, o bildiğimiz “iftirâları” revâ görmüş ve o tür sütsüz uydurmalarla itâle-i lisanda bulunmuşdur?. Eser-i gafletden, İT’çi ve masonların tuzaklarına düşenler olmuşsa da, bilâhere hepsi de işin iç yüzünü anlayınca “tevbe” etmiş afv niyâz etmişlerdir… Rızâ Tevfik gibi aşırı bir İttihadçı bile, hakîkatı anladıkdan sonra, Silistreli Merhûm Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin tavsiyesiyle, günahlarına keffâret olmak üzere, bir manzûme ile avf niyâz etmek fazîletini göstermişdir… Ve meşhûr “Sultân Abdülhamîd’in Ruhâniyyetinden İstimdâd” manzûmesini kaleme almışdır. Şâir, İT’çi bir fedâî olmasına rağmen, bil’ahâre korkunç hakîkatları anlamış ve erkekçe kendini ortaya koyarak, “istibdad” iftirasını şiddetle reddetmişdir. Aşağıda iktibas edeceğimiz satırlar ve manzûme, bunun en güzel delîlidir:
“SULTAN ABDULHAMİD’İN RUHANİYETİNDEN İSTİMDÂD
Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan; hatta, kendi ifadesiyle, 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Seneler sonra Sultan Abdülhamid’den “özür dileyen” bir şiir yazmış. Bu şiirin çeşitli kaynaklardan birleştirilerek elde edilmiş bir şekli aşağıda…
Necip Fazıl Kısakürek (Merhûm) bu şiiri 1947’de Büyük Doğu’da yayınladığı için bir süre hapis yatmış. Rıza Tevfik’in hastane yatağında şunları söylediği naklediliyor:
“Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han’a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hâinine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın.”
Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı (1992); s.140.
Nerdesin, Şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına!
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsi pâdişâhına…
“Pâdişâh hem zâlim, hem deli” dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz “beli” dedik,
Çalıştık fitnenin intibâhına!.
Divâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz ,
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına…
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir sürü türedi, girdi meydana!
Nerden çıktı bunca veled-i zina?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik dittiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler ,
Saçak öpmeyenler secde ettiler,
Bir âsî zâbitin pis külâhına!
Milliyet davası fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamber’ine hem Allâh’ına…
O itler nedense bana salmadı,
Belâlı idi başım kimse almadı,
Seyirden başka iş de kalmadı,
Gurbet ellerin bu seyyâhına!
Çok kimseye vatan şimdi mezardır!
Herkesin belâdan nasîbi vardır!
Selâmete eren pek bahtiyârdır !
Bu şeb-i yeldânın şen sabâhına…
Haddi yok açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin!
Lâ’netle anılan cebâbirenin,
Bu rahmet okuttu en küstâhına!
Bugün varsa yoksa Mu….. …al!
Şöhretine herkes fuzûlî dellâl…
Âlem-i ma’nâdan bak da ibret al!
Uğursuz tâlihin şu kemrâhına…
Tahkîre yeltenip tâc-ü tahtını,
Sınadı bu millet kara bahtını !
Denedi sillenin nerm ü sahtını!
Rahmet Sultânım, sûz-ı âhına…
Hoş oldu cilvesi bu hürriyetin!
Tadı yok amma şu meşrûtiyyetin!
Deccale zil çalan böyle milletin,
Bundan başka çâre yok ıslâhına!..
Lâkin sen sultanım , Gavs-ı Ekbersin !
Âhiret’den bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murâda ersin,
Şefâat kıl şahım, mededhâhına…
Şair: Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI
Vaktiyle 31 Mart tezgâhının da içinde bulunacak kadar ileri bir İT çemberi içinde bulunan Rızâ Tevfik, bu son derece samîmî i’tirafları ile apaçık ortaya koyuyor ki, Halîfe-i Müslimîn Hazretleri, hakkındaki bütün ta’n u teşni’, tahtie ve levm gibi düşman taarruzlarından berîdir; ve bunların topu da, bir iftirâdan ibâretdir. Rızâ Tevfik, bunu şu bir tek kıt’asıyla bile son derece sarîh ve yiğitçe ilân ve i’tirâf etmektedir:
“Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsi pâdişâhına…”
Ne yazık ki, Âkif gibi birkaç adam ve madam, atdıkları iftirâlardan rücû’ etmemiş, hakkı i’tirâf fazîleti gösterememişdir. Âkif, “baykuş, ödlek, korkak, müstebit, zalim, kan dökücü!” gibi İT ağzını (İttihat T ağzını) ve topâneli dilini kullanmaya ve küfürbazlığa devam ederek ve Safahât’ını sefahâta çevirmekden hazer etmiyerek, Ümmetin BAŞI olan O müstesnâ şahsiyete karşı “edeb ve terbiye derecesini” dünyanın gözü önünde isbât etmişdir!. Şevket Eygi’nin de, “müstebit” kelâm-ı kerîhiyle o iftirâlardan birine durub dururken ve ortada fol ve yumurta da yokken, İT’çi (İttihad ve Terakkî’ci) kafasıyla sarılması, cidden, iki cihanda da altından kalkılamıyacak kadar korkunç ve büyük bir bühtan ve cürümdür!
Ümmetin dînini, nâmusunu, aklını, neslini, mal ve canını muhâfaza etmek içün 33 yıl, çekmediği çile kalmıyan Cennetmekân Abdülhamîd Hân Hazretlerinin, bu hedefe yürürken, muârız ve muhâliflerinin işlerine gelmiyen bazı icraatlarının da bulunacağı, elbetde olacak ve olmuşdur. Böyledir diye, Abdülhamîd Cennetmekân gibi bir “Emirü’l-Mü’minin” ve (Halîfe-i Müslimin Hazretlerine) aklı başında bir müslümanın “müstebit” diyerek hakâret etmesi, fevkal’âde şâyân-ı teessüfdür… Edeb ve terbiye ile kâbil-i te’lîf edilmesine imkân da olamaz…
Siz Mehmed Şevket Beyefendi Hazretleri!
Şu aşağıya aldığımız çıtkırıldımlığınızı, “kibarlık bu.alası” olmadan, Halîfe-i Müslimin Hazretlerinden neden diriğ idersiniz efendim?
Aynı yazı içindeki, kibarlığın ve Osmanlı terbiyesinin evc-i bâlâsındaki elfâz ve elkâb-ı nefîseniz de, pek lâtif ve sünbülî olarak şöylecedür:
“-MÜŞERREF oldum efendim… -Estağfirullah, o şeref bendenize aittir… -Şöyle buyurmaz mısınız efendim?.. –Zat-ı aliniz için Çin Yunnan çayı hazırladım, yanında da Bebek kurabiyesi… -Zahmet buyurdunuz efendim, çok teşekkür ederim… -Muhterem pederinizin nâmizac olduğunu duydum, inşallah kesb-i âfiyet eylemiştir efendim… -Elhamdülillah hayli iyileşti, teşekkür ederim efendim.”
Zât-ı Möhderem, bu kadarla da iktifâ buyurmazlar ve “ah u enîn” içre devam iderler:
“Ah teşekkür ederim’ler… Ah efendim’ler… Ah bendeniz’ler… Ah zat-ı âliniz’ler… Ah devlethaneniniz’ler… Ah fakirhane’ler… Ah, filan cami değil, filan cami-i şerifler… Estağfirullah’lar… Teeddüp ederim’ler… Cana can katan hal hatır sormalar… Ah dedikodusuz, yalansız, iftirasız lisanlar… Ah o sohbetler, o demler…”
Lâkin, o da ne, pusula der’akab değişir ve “hazıroooooolllll” kumandası yemiş gibi, cümle, bağteten hizâya geçer!. Eskiden, edeb ve terbiye sâhibi olarak, Sultân Hazretleri ağza alınırmış!.
Kıraat buyurmaz mısınız efendim:
“Sultan Abdülhamid’ten bahs ederken, merhum Sultan Abdülhamid-i Sânî hazretleri denirdi…”
Eskiden, Osmanlı devr-i seâdetinde, yani edeb ve terbiye devrinde “denirdi” imiş!… Evet, yanlış okumadınız, “denirdi” imiş!. O zaman Şevket Eygi Bey, siz de, öyle deyiniz birâderim, kaleminizi kıran, tutan, köstekliyen, tekerine çomak sokan mı var?. Kânûn bile olsa kim takar?. Madem kibarlık, edeb, terbiye, vefâ, sadâkât, îmân, iz’ân, hürmet ve mahabbet alâmeti olarak öyle “denirmiş”, zâtınız neden demiyorsunuz?. O zaman denilenler, sizin içün de kâfî ve vâfî mi gelmiş oluyor?. Yukarıda dediğiniz ise aynen şu:
1) “Sultan Abdülhamid düştükten sonra ülke, halk ve devlet rahat görmedi, huzur bulmadı.”
2) “Padişah müstebitti, otoriterdi ama hiç olmazsa bugünkü kadar fitne ve fesat yoktu.”
Ne olacak şimdi?
“Denirdi!” demek, sizin de dediğiniz ma’nâsına mı geliyor?. De arkadaşım de o zaman, Kıyâmet kopmaz yahu? Sizin demediğiniz, işte meydanda. Ne dediğiniz de ortada!
Cennetmekan Abdülhamid-i Sânî Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufran Efendimiz Hazretleri, “ne düşdü ve ne de düşürüldü!” Hal’edildi!. Südü bozuk necâsetler ve gâvur işbirlikçileri ve kabuklular koalisyonu tarafından… “Hal’ edildi” dendiğinde, “Halife-i Müslimîn Hazretlerinin,” Makâm-ı Muallâ-yı Hılâfetden zulmen uzaklaştırılışı anlaşılır… Sizin gibi çok yavanca “Sultân Abdülhamîd düşdükden sonra” gibi bir ta’bir düşürülünce ise, O zât-ı şerîf’in, kendinde meydana gelen bir a’razdan dolayı yere kapaklandığı veya düşdüğü anlaşılır!. Halbuki böyle olmadı, hâricden, hâinler sürüsünden zuhûr eden bir bağîlik eseri olarak O zât-ı şerîf Ümmetin başı olmakdan koparılmışdır… Allâh Rasûlü Aleyhisselâm Hazretlerinin Halîfesi ve 33 sene de, ümmet-i merhûmenin veliyy-i ni’meti olan böyle uluvv-i kadîr bir zât içün, itâle-i lisân olacak basit ve edebe mugâyir beyanlarda bulunmak, ümmeti de, selefimizi de yaralar ve ah edilmesine sebeb olur!
1908’den itibaren de, O Zât-ı Şerîf’in ah u zâr ve bedduaları sebebiyle, bu yaşadığını zanneden sürü, sürüm sürüm sürünüyor!. Nice inkilâblar, sürgünler, tenkiller, infazlar, darbeler, hortumlamalar, asıp kesme ve yakıp yıkmalar, muhtıralar, herc ü mercler, gezi ısyanları, dersane kudurmaları, cumhuriyet mitingleri, terör ihtilâcları, loca ve hoca fitneleri, Vatikan diyalogları…. Aman Allâh’ım aman, neler neler, memleket tam bir tımarhâne koğuşu!
Anlaşıldı mı acebâ!
Allâh Rasûlünün Halifesi, kadr ü kıymeti bilinmez de, selânikli yahudinin Alâtini Köşküne sürgün edilir, kerîmeleri Şâdiye Sultan Hanımefedi Hazretleri de, bir tek kat elbiseyle kalır; ve onları yıkadığı zaman perdelere sarınarak çamaşırlarının kurumasını bekler; ve daha bunun gibi südü bozukluk ve alçaklıkların bini bir paradan revâ görülürse, netîce budur!
Beğenilmiyen Hılâfet ve Saltanatın yerine, haçlı kakalaması laik dembokratik bilmem neler oturtulursa, işte bikri izâle edilmiş kız gibi “istibdadsız (!) hürriyetçi!!!” düzen ve düzülenlerden ibâret, böyle biribirini yiyen, biribirini kemiren, darbeci, darbukacı ve heybeci republica manzaraları fırlar!
Siz Şevket Beyefendi!
Allâh Rasûlü’nün Makâmında ve O’na niyâbeten Halife-i Müslimîn olarak 33 sene bulunmuş O Hazrete, muârızı mel’un sürülerinin atdığı “müstebid ve otoriterdi” gibi menfî ve buram buram GIYBET tüten bu iftirâyı tekrarlarken, Müşârünileyh Hazretleri hakkında kullanırken, hiç içinizde birşeylerin çatırdadığını duymadınız ve vicdânınız da sızlamadı mı?. Bu GIYBETİNİZİN bedelini Âhıret’de nasıl ödiyeceğinizi hiç düşünmediniz mi?.
Siz, mahalle bakkalı Antebli Sultan Kadının mı gıybetini yapıyorsunuz; yoksa, Kâinâtın Fahri Aleyhisselam Efendimiz Hazretlerinin HALÎFESİ, Fas’dan Çin’e kadar Ümmetin veliyy-i ni’meti, dünyâ gâvurluğunun korkulu rü’yâsı, Cennetmekân Firdevs-i Âşiyân Gâzî Sultân Abdülhamîd Hân Aleyhirrahmeti Vel-Ğufrân Hazretlerinin mi (gıybetini) yapıyorsunuz; ve siz, kimi, hangi boyunuz ve posunuzla, “müstebitdi” diyerek aşağılamak cür’etinde bulunuyorsunuz?
Siz Kimsiniz?
Nesiniz?
Necisiniz?
Allah’dan korkmaz mısınız?
Müstebit kim arkadaş, zalim ve despot kim?
Sizde hiç utanma ve Allâh’dan korkma kalmadı mı?
Bütün Dünya Müslümanlarının Veliyy-i Ni’meti, Allâh Rasulünün Halifesi bir zât-ı Şerîf, sizin (ki.li) kaleminizin oyuncağı mı?
Kırın o kalemi! Atın, yakın, (t.kürün) o kalemin suratına!
Ve (tevbe) edin!. Alenen işlenen günahların tevbesi de alenen ve aynı yollarla olursa, o tevbeye tevbe denir. Çıkın meydana ve dünyanın gözü önünde “Ben, Allah Rasulünün Halifesi ve Ümmetin Veliyy-i Ni’meti o Çilekeş ve binbir acının kıramadığı bileği öpüyor afv niyâz ediyorum! Tevbe ediyorum, bütün Kâinat şahid olsun!” deyiniz!
Bunları köşenizde yazınız, evinizde kendi kendinize mırıldanarak değil, onun adı tevbe olmaz, alenen, binbir kere ve yüreğiniz yanarak pişmanlığınızı âvâz âvâz haykırarak tevbe ediniz! Kaleminizle bunu, feryâd ü figân ile, “müstebit”, zâlim, despot manalarına da gelen o iftirayı, cihana duyurduğunuz gibi aynı yoldan bu tevbenizi de duyurunuz!!! Aksi halde encâmınız korkutur!
Size hakkımızı da helâl etmiyecek; ve Âhıret’de bunun içün de da’vâcı olacağız… Bu yazılarınızı neşreden gazetenin ve o gazetenin 40 yıllık topyekûn patron ve irilerinden de hesab soracağız!. Zerre kadar hayır ve şerrin, mîzâna konacağı o gün, bunlar da karşınıza çıkacak…
Şunlar da Eygi’nin satırları:
“Ah eski nezaketler, kibarlıklar, eski âdab-ı muaşeret, o tatlı diller, o gönül yapan konuşmalar, o sohbetler… O zamanlar Eyüpe gidilmez, Eyyüb Sultana gidilirdi… Bildiğimiz cami Beyazıt camii değil, Beyazıd cami-i şerefi idi.”
Bir tarafınız perhiz diye bağırıyor; öteki taraf, bilmem ne turşusu peşinde!
Yazının son iki paragrafı, hâlâ “denirdi”li!!!
De o zaman!. “Demem” diye yemin mi etdin?
Bakın hâlâ demiyor:
“Geçen gün zamane kibarlarından biri Abdülhamid Abdülhamid deyip duruyordu.”
Zâtınız gibi, Zât-ı Şevketmeabları gibi!
Şu da, Eygi’nin sondan bir evvelki satırı:
“Eskiden Cennetmekan, Han, Hazretleri denilirdi.”
Eskiden “deniyordu” tamam, şimdi de dersek, ipe çekecek halleri mi var iblis döllerinin?. Eskiden dendiği gibi deyin efendim!
Son satır:
“Eski günler, eski edepler ve terbiyeler, efendim’ler…”
Aynen öyle… Şimdi de Eygi’nin kaleminde şöyle:
“Düşdü, müstebit, otoriter, Sultan Abdülhamid!”
Ah, eski günler, edebler ve terbiyeler ah!
Çalakalem yazma arkadaşım, 40-50 sene evvel yazdığın gibi, ince eliyerek sık dokuyarak ve sırma saçları fildişi tarakla tarar gibi tarayarak yaz lütfen…
Koskoca Allâh Rasûlü’nün Halîfesi hakkında “Düşdü, müstebitdi, otoriterdi!” bilmem neydi diye başlarsan, alacağın cevab da, aha böyle, tepesi atanın satırları cinsinden ve Türkçesi ile olur!
Kan, rûh ve bedenimizde, dedemizin; dedemizin iliklerinde de O Zâtın ni’met ve velâyeti var!
“Veliyy-i ni’metim” diyen adamın, 1908’de, “Hılâfetçi-Abdülhamîdçi” suçlamasıyla idâmlıklar listesine alınan o Müftünün torunuyuz!
Acımızı, başına gelmiyen bilemez arkadaşım!
O Sultân Hazretlerine, “Kızıl Sultan, müstebit, baykuş, kanlı katil, ödlek” bilmem ne diye alçakça iftirâ edenlerin topu da, bu dünyâda süründüler… Ukbâ’da, daha da beter olacaklar…
105 yıllık devletsizliğin, hükûmetsizliğin, esâretin, sürünmenin, küfrün, şirkin, nifâkın, fıskın, fücûrun, zulmün, nâmussuzluğun, zinânın, fâizciliğin ve binbir çeşit alçaklığın altında, kimlerin esbâb zinciri ve onun halkaları var, düşündün mü?. Muhadderât-ı İslâmiyye’ye kadar yerde sürünmiyen ne kaldı ha?
“Müstebit” olmakla zerre kadar alâkası olmıyan ve fakat, idâre ve velâyet yükü altında kemiklerinin çatırtısından uyuyamıyan O Rasûl Halîfesi, şimdi dirilse; ve bu sefer, “müstebit” olarak başına geçecek olsa, demek ki kabûl etmiyecek; ve ümmete her gün, “imâm-ı kebîr” bulmaları içün yazıp duracaksın öyle mi?
Yazdıklarına sen, samîmiyyetle inanan birisi olsaydın, farz-ı muhal o “müstebit” Sultânın ayağının tozu olmayı, bugünki lâğım ve bataklıkda yaşamaya sonsuz kere tercîh ederdin!
Onun içün yazılarının zerre kadar te’siri olmuyor ve olmaz da…
Bilgilerine…
(İntişârı: 13.12.2013)