(9) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik “Asıl Cumhuriyetçi Benim!” Diyor…
4 Nisan 2015
(11) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik “Asıl Cumhuriyetçi Benim!” Diyor…
17 Nisan 2015

Eygi, “Yemin-i şer’îye” de daha evvel “ritüel” adını takmışdı! İnternetde bile, bu kelime ile islâmî bir ıstılah olan tabirlerin ifâde edilemiyeceği apaçık ortaya

ŞEVKET EYGİ BEY’İN İCÂZETİ YOKSA DA, (İZNİ) VARMIŞ!
ÜSTELİK “ASIL CUMHURİYETÇİ BENİM!” DİYOR…

(10) 

Mehemmed SAFFET

Eygi, “Yemin-i şer’îye” de daha evvel “ritüel” adını takmışdı! İnternetde bile, bu kelime ile islâmî bir ıstılah olan tabirlerin ifâde edilemiyeceği apaçık ortaya konulmuşken… Meselâ:

“-Tiyatronun kaynağında ritüeller vardır. Bolluk törenleri, ölüp dirilme törenleri, üreme törenleri, söylenen ezgiler, danslar ve oynanan oyunlar, homo ludens‘i (oynayan insanı) ortaya çıkarmıştır. Antik tiyatronun başlangıcı da ritüellerden varolmuştur….. Tiyatronun kaynağında ritüeller vardır….. Antik tiyatronun başlangıcı da ritüellerden varolmuştur. Bag ve şarap tanrısı diyonizos adına yapılan bahar kutlamaları giderek tiyatro gösterilerine dönüşmüştür….

Ritüel ve kült hemen hemen aynı anlamlara geldiğini söyleyebiliriz.” 

“Yemin-i şer’îye” de “ritüel” deme “iznini” Merhum Muhammed Zâid Efendi’en aldığını herhalde iddia edemez!. Çünki Merhûm’un ağzından böyle Frengçe bir kelimenin de &¸ıkdığına biz asla şâhid olmadık!. Bu gâvur lâfzını hangi Şeriat kitabından alıp kullandıysa, Eygi’nin bunu da ortaya koyması yüksek ahlâkı ve “cumhuriyet fazîleti” icâbı cümlesindendir! Bu şer’î ıstılahlarımızdan olan “yemin-i şer’î” içün “ritüel” demek ne demekdir, bunu 3-5 sene evvel ele almışdık. Geçmiş makalelerimize bakılabilir!

Eygi Bey, geçmişde şöyle pek uç ve ucûbe ve  bir cümleye de imzasını atmışdı:

“İslâm zâten LAİK bir SİSTEMDİR!” 

(Hâşâ ve kellâ…)

Nasrâniyyet ve Yehûdiyyet bile “ben laik değilim” derken, Âdem Aleyhisselâm’dan beri hiçbir beşerî ve tâğûtî mahlûka TÂBÎ’ olmadan yaşamış; ve hele son 15 asırlık devrinde kıt’alara irâde ve hâkimiyyetini tatdırmış bir ALLAH AZZE DÎNİ, “zaten laik” olacak, yani “hükûmetsiz ve nâfizü’l-hüküm bir imam-ı kebîri olmadan” yaşıyacak!

Buna, papadan patriğe, hahamdan haşhaşîye bütün dünya güler!. Hatta en kamalist betonik ateistler bile…

Mes’elenin en yahudi saçı olan tarafı da burası zâten! Bir yandan “İslâm zâten LÂİK bir sistem!” diyeceksin; diğer yandan da hergün, “imâm-ı kebîr yok halîfe” diye yırtınacaksın!. Bunun hangisi doğru, samîmiyyet hangisinde; veya varsa, hangisi (takiyye) necâsetinden uzak???. Hangisi münkirlik?. Hangisi hinlik ve cinlik?. Bu nasıl bir numara?. Bu İslâmiyyet’e ve Müslümanlara karşı nasıl, hangi tür ve cins ve cibiliyyetde “mücâhidlik veya müteahhidlik?” Bu kıvırtma, çalım ve top koşturmaları (tribünlerdeki) hangi îmân ve süt sâhibleri alkışlıyor? 

 (Galatasaray) Frengcesi adamcağızı öylesine istilâ etmiş ki, “İslam demokrasisi, İslam Cumhuriyeti, İslam Burjuvazisi, ritüel, mistik, laik, karizma, v.s” gibi gavur zihihninin ma’nâ ve mefhûmlarını dışa vuran elfâz ile yazmazsa, zinhar içi rahat etmemekde; ve bir “İslâm aydını, münevveri, zıyâlısı” daha doğrusu “enteli” olamıyacakmış zehâbına kapılmaktadır!

“İslam zaten laik bir sistemdir!” gibi İslâmiyyet’e savurduğu iftirayı da, Merhûm Muhammed Zâhid Efendi Hazretlerinin vefâtından tam 23 sene sonra; ve kendisini İskenderpaşa cemaatinin has mürîdânından tanıtan Erbakan’ın Ceride-i Milliyyesinde kaleme almışdır!. Merhûm Hocaefendinin karşısına geçib, “İslâm zaten LAİK bir SİSTEMDİR!” gibi bir küfrü dalâlet cümlesini irtikâb cür’etinde bulunsaydı, aceba nasıl bir cevab alır ve o “izinnâmenin!” hâli nice olur, neresinden ateşe atılırdı??!

Laiklik denen püsküllü ve sunturlu belâdan (zemzemle yıkanmışı ve en bâkiri bile olsa), bu memleketde zarar görmiyen veya görmiyecek bir tek müslüman tasavvur etmek dahî muhalken; ve Üstad Necib Fazıl Merhum başda olarak bu laiklik denen (Allâhsızlık) aleyhinde nice muharrir ve müelliflerin hesabsız satırları varken, bir insanın, hele de “ileri ve yüksek, izinli (!) bir müslümanım” diyen adamların, böyle zırvalarla ortaya çıkışı, müslümanların (îmân-ı şer’î ve İslâm’ını) işkenceye tabi tutmak olmuyor mu?

Biz, geçen makâlemizde bırakdığımız noktaya dönelim ve oradaki suallerimizden sonra, maddeliyerek aşağıdaki hususların da beyânına mübâşeret edelim ki:

1)Eygi Bey, hem “Asıl Cumhûriyetçi Benim”, hem de “hılâfetçiyim-imâm-ı kebîrciyim v.s.” diyor!. Tatbikata da nazariyyata da bakıldığı zaman, bu iki rejimin biribirinin amansız düşmanı olduğuna târih şâhidlik etmektedir!. Cumhûriyet rejimi İslâm târihinde aslâ görülmez. Kadîm Yunanda ve Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin Tefsirinde gördüğümüz üzere, “Mekke müşrikleri elindeki dârü’n-nedve” denen “parlöman” binâsında (!) ve bir takım putperest devlet siteleri v.s. gibi yerlerde görülür…

2)1789 Freng yahudisi ve ateistlerinin “KİLİSEYE” başkaldırma  ihtilâli ile, “Cumhûriyet rejiminin” başda ABD olmak üzere bütün dünyâya Paris denen küfür ve şirk merkezinden ihrâc edildiği târihî bir vâkıadır. Bu târihe kadar Avrupa’da “Rubûbiyyet (tanrılık) imtiyâzı” Müfessir Merhûm’un ifâdesiyle “papalıkda”dır. Fransız yahudi ve ateistlerinin yapdığı ve adına “Büyük Fransız İhtilâli” denen hareketin ortaya çıkardığı yeni rejim, krallığa (mutlakıyyete) tam bir aksül’amel olarak doğmuş; ve krallık yerine “republique” denilerek yola devam edilmişdir. Osmanlı’daki (haçlı Avrupa’nın gâvur âşıkları), bunu uydurdukları “cumhûriyet” kelimesi ile tercüme ederek, hılâfeti kaldırıb yerine bu rejimi getirmek üzere Tanzimat yıllarından i’tibâren, tedrîcen ve kademe kademe ilerlemiş; ve evvelâ Fransız, sonra İngiliz kontrolünde ve evvelâ “meşrûtiyet” üzerinden harekete geçirilmişlerdir.

4) Büyük Allâme Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin neşretdiği YARIN Gazetesinden şu satırları da okumalıyız:

“- Bugün Avrupa telâkkî-yi hukûkîsinin, kânunlarının menşeini teşkil eden kadîm ROMA hukûkunda “mancipation” namı verilen bir temlik ve temellük muâmelesi vardır ki, sırf şekil ve merâsimden ibâretdir. (Pretoire) denilen hâkimin huzûruna bayi’ ile müşteri iki şahid ile beraber gelirler. Alış-veriş isterse hatt-ı zâtında bir muvâzaadan (danışıklı döğüşden) ibâret olsun, ehemmiyeti yokdur! Pretoire, önünde duran terâzinin bir kefesindeki bakır parçasını alır ve kefeye vurub seslendirerek:

“Şu bakır parçası gibi hâlis akçe mukâbilinde beyninizde (aranızda) bey’ın in’ikâdını (satış akdini) tesbit ediyorum.”

Der; ve akid tamam olur! İllâ, bu bakır sesiyle bağlanmıyan akid ne kadar meşrû’ olsa da, mu’teber olamaz.

Bu sûriyyet (görünürde var hakîkatde yok oluş) ve ca’liyyete (sahteliğe) bir de kizb ve riyâ hâsiyyeti (te’sîri) ilâve ediniz, işte size siyâsî MANCİPATİON!..

Bu o zamanki şekilperestî, asrımızda müessesât-ı ictimâiyyenin en mühimlerinden olan devlet sistemlerinde, hükûmet  işgâlinde daha mu’teber ve daha kıymetdâr bir hâlde göz boyamakdadır. En büyük hukuk müelliflerini meselâ Monteskiyö’yü okuyunuz: Üç kısma tefrik eylediği hükûmet şekillerinden (cumhuriyetde mekanizmayı FAZİLET), (meşrûtiyetde ŞEREF), (mutlakiyyetde KORKU) olarak mütalaa eder.

Şu hâlde, cumhuriyet denildi mi,siz, fezâile müstenid te’sîsât.., mutlakıyyet denince de KORKU altında kıvranan bir harâb âbâd tasavvur edeceksiniz.. Ammâ isterse mutlakıyyetde fazîlet, cumhuriyetde dehşet hükümfermâ olsun! Siz, tıbkı PRETOİR’ın, terâzînin kefesine vurduğu bakır parçasından çıkan mâdenî sadâyı dinliyenler gibi, gördüğünüz şekil ve merâsim üzerine hükmedeceksiniz… Binâenaleyh, mademki “Türkiye’de cumhuriyet idaresi ilan olunmuşdur, o halde orada fazilet hakimdir” kanaati, dimâğınızdan vicdânınıza, basit bir kıyâs neticesi hâlinde intikâl edecekdir…” (Yarın Gazetesi, 16 Kanun-ı evvel 1927 Cum’a-12 Cemaziyelâhır 1346)

4) Merhûm Muhammed Zâhid Efendi’ye nisbet edilen o meşhûr “izin” ile aceba, Mosteskiyö gavuru mu dinlenmeli; yoksa Büyük ve Dâhî Şeyhülislâm Merhum Mustafa Sabri Efendi mi dinlenmelidir?. Sık sık “cumhuriyet fazilet demekdir” şablonu ile ümmet-i merhûmenin karşısına geçerek “izin-mizin” numaraları çekenler, milleti kimlerin peşine takdıklarını idrâk etmeli ve bunun mes’uliyyeti karşısında tiril tiril titremelidirler!

3) Fransa “republique” denen ateist rejime geçince, bunun cumhuriyetlerini yaşatacak ve dînin hâkimiyyetini bir daha geri dönmemek üzere iptâl edecek bir (politik prensibinin) de olması zârûrî görülmüş; ve buna da, “laicite, laique-lik prensibi” denilmişdir. Bu da, “republique”i cumhuriyet lâfzı ile terceme ederek alanlar tarafından daha sonra (laikliğin) tercemesi milletce hazmedilemiyeceğinden, doğrudan doğruya “laiklik” olarak içdeki ateist politikaya aksetdirilmişdir. Cumhuriyet gibi bir terceme yapılacak olsaydı, buna da “lâdînîlik” veya “dinsizlik” denilebilirdi!. Yahut da, Osmanlıca’ya da Arabça’dan geçen ve şer’î bir ıstılah da olan “cumhur” kelimesinden nasıl “cumhuriyet” uydurulmuş ise, buna da, gene Arabî olarak “ılmâniyye” denilmek v.s. icâbederdi!. Lâkin “dinsiz ihtilâclar” o kadar ilerlemiş ve meydan o kadar ateistlerin olmuşdur ki, hiçbir şeye lüzum hissedilmemiş, doğrudan doğruya Lâtince köklü bir kelime olan “laiklik” alınarak, 1937 anayasasına aynen geçirilmişdir.

4) Böylece bir taşla iki kuş da vurulmuş olmaktadır.

 Birincisi: Artık şer’î esaslar üzerine oturmuş bir devlet bütün dünya önünde resmen “gayr-i şer’î bir devlete inkilâp etdirilmiş ve bu tescillenmiş” olmakdadır.

 İkincisi de: “Laiklik” lâfzı Lâtinceden idhâl edilmiş olmak hasebiyle, milletin anlamıyacağı ve ona hangi ma’nâ yüklenirse, bu ma’nâ ile milletin son derece kolay aldatılıb gözünün külleneceği ve dinsizliğin çok daha engelsiz kalacağı vâkıasıdır. En umûmî ve mutlak ma’nâsıyla ise, bunun, teşrî’ (yasama) denen “kânun yapma hakk ve salâhiyyetinin, Allâh’dan alınarak, kullara” yani Allâh tanımıyan insana geçmesi olmuşdur…

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 11.04.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir