Sahtekâr Dîn Âlimleri
9 Nisan 2012
Müslümân “Olmak” Mı, “Oldum Sayılmak” Mı?
13 Nisan 2019

BEDİR – UHUD – HENDEK

Dâvud EMÎROĞLU

 

Cenâb-ı Allâh’ın vaz’ ettiği dîn, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâm ile başlayıp M… Aleyhisselâm’a kadar hakkı bâtıldan ayırmak ve Allâh’a şirk koşmamak gibi akâid kanunlarında hiçbir değişikliğe uğramadan gelen Dîn-i İslâm’dır. Bütün peygamberler aynı akâid kanunlarını bildirmişler ve ümmetlerine de muttehiden Vahdet-i İlâhiyye akîdesini öğretmişlerdir. Bütün peygamberler silsilesinin yolu hep aynı hakk yol olup, sayıları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilenler dışında binlercedir. 

Allâha şirk koşmamak, tağutları reddetmek ve âhirete, meleklere, enbiyâya, kitablara ve kadere âid bütün meselelerde peygamberlerin tamamı aynı hakîkatleri zikretmişlerdir.

Peygamberler de insan olmak hasebiyle irtihal edip Hakk’a yürüdükden sonra, kendilerine tâbi’ olan ümmetleri zamanla hak yol olan vahdet-i ilâhiyye akîdesinden ayrılmış ve Hakk yolu tağyîr, tebdîl, tahrîf ederek bâtıl yollara sapmışlardır.

Allâhu Teâlâ asırlar içinde yeni peygamberler vazîfelendirmiş, muhtelif zamanlarda ve mekânlarda onlar vâsıtasıyla hak dîn İslâmiyet yeniden ihyâ edilmiş, insanlar sırât-ı müstakîme da’vet edilmiştir.

Peygamberler Vahdet-i İlâhiyye akîdesinde müttehid olmakla berâber -Allâh’ın irâdesiyle- bazı ibâdet ve muâmelât farklı olmuştur. Ba’zı peygamberler yeni bir kitab yeni bir şeriat ile gönderilmiş olup, bazıları da kendilerinden evvelki peygamberin kitabını ve şeriatını kendi ümmetine bildirmekle vazîfelendirilmişlerdir. (Peygamberlerin sonuncusu) Hâtemu’l-Enbiyâ olan M……d aleyhisselâm, yeni bir kitab ve yeni bir şeriatla vazîfelendirilmiştir. M…..d aleyhisselam, asrındaki ve kendinden sonraki bütün insanları, tebliğ etmiş olduğu bu yeni şeriata tâbi’ olup Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmını (hükümlerini) tasdîk etmeyi ve mu’cibince de amel etmelerini topyekûn insanlara tebliğ buyurmuştur.

Allâhu Teâlâ bizim idrak edemiyeceğimiz nâmütenâhî bir nizâm içinde kâinâtı dilediği kanunlarıyla birlikde yaratmıştır. Kürrelerden zerrelere kadar, bizim kâşiflerinin isimleriyle zikrederek ve bize ma’lûm veya henüz mechûl bulunan bütün kavânîn-i tâbiiyye (tabiat kânunları) dediğimiz madde ve hesap ile alâkalı kânunlar, Mâlike’l-mülk olan Allâh tarafından vaz’ edilmişdir. Arşimet kânûnu, Nevton kânûnu, Ohm kânûnu ve daha nice elektrik, gaz, mâyî, hareket, kuvvet, enerji, iş, güç, basınç, hız, ivme, ısı, ışık, geometri, cebir, trigonometri, logaritma, elementler, atom, periodik sistem, röntgen… gibi daha nice sayısız kanunlar birer vaz’-ı ilâhîdir.

Vâcib Teâlâ yine kendi yaratığı olan akıl ile keşf edilen bu fen kanunları sayesinde insan oğlunu maddeye hükm ettirmiştir.

Ancak Allâhu Teâlâ bu fen kanunlarını, tebdil, tahrîf, tağyîr ederek yerine -dilesek de- yenilerini koyacak iktidarı biz insanlara vermemişdir.

İnsan maddeye ne kadar hâkim olsa, onu kullansa, yönlendirse, kuvvet-güç-enerji oyuncaklarıyla oynayıp kursa, yıksa, tahrîp etse, yine de Allâh’ın vaz’ ettiği fen kanunlarına harfiyen -istisnasız- riâyet etmeye zarûrî olarak mecbûr kalır ve aslâ bunların dışına çıkamaz. Çıkacak olsa, oyuncakları elinde kalır. Çünki Allâh, insanlara bu kanunları tağyîr-tahrîf-tebdîl etme gücünü vermemiştir.

İnsanların dünya ve ahiret saadetini, huzurunu, hakkını ve hukukunu te‘min için, fen kanunları gibi vaz’-ı ilâhî olan sâir kanunlar, peygamberleri vasıtasıyla Allâh tarafından tebliğ edilmiştir. Bu kânûnlara ahkâm-ı şer’iyye -ahkâm-ı Kur’âniyye- denildiği gibi şeriatda tesmiye edilir. Cenâb-ı Hak bu kânûnları tağyîr, tahrîf, tebdil edebilecek olan nefsi yaratıp -imtihanın gereği olarak- insan rûhunun yanına dikmiştir.

Allâhu Azîmuşşân insanlarla beraber bütün canlı ve cansızları, vaz’ ettiği fen (tabiat) kanunlarına zarureten tâbi’ olmaya mahkûm edip imtihana tâbi’ tutmadı. Sadece insanlar ve cinler için vaz’ ettiği ahkâm-ı şer’iyyeye (şer’î kânunlara) tâbi’ olmayı emretti, fakat mahkûm etmedi.

Şer’î kânûnlara tâbi’ olmak insan irâdesine bırakıldı. Tâbi’ olursa imtihanda muvaffak olup, ahiret saadetine kavuşur. Aksi halde dünyası perişan olup ahiretde de cezâsını görür.

Buradaki asıl mesele ahkâm-ı şer’iyyeye, nefs-i emmârenin bir neticesi olarak tâbi’ olup olmamakdan ziyâde, onu kayıtsız şartsız  tanıyıp, doğrulayıp, beğenmesi, tasdik ve tahsin etmesidir.

Hasılı Allâh’ın kanunlarını (vaz’-ı ilâhîyi) tanımamak, doğrulamamak, tasdîk etmemek veyahut beğenmemek, Allâh’ın uluhiyyetini, zâtını ve sıfâtlarını, peygamberlerini ve getirdiklerini (zarûrât-ı dîniyyeyi) inkâra ve reddetmeye müsâvîdir. “Ben daha iyisini, daha çağdaş ve özgürünü yaparım yıkıl karşımdan” ma’nâsına gelen ahkâm-ı şer’iyeye muhâlif yeni kanunlar vaz’ etmek, Allâh’a ve Rasûlü’ne harp ilan etmek demekdir. Bu harb ya ferdî monarşik yolla yapılarak Allâh’a cephe açılır, Firavunlar asrı gibi; veyahut topyekûn cemiyet-cemiyetler, millet-milletler, kavim-kavimler halinde veya dünyâ çapında Allâh’a cephe açılarak yapılır.

Nûh tûfânı, Mûsâ ve Îsâ aleyhisselamın başına gelenler gibi Bedir, Uhud ve Hendek harpleri de Allâh düşmanlarının açtığı silahlı cephelerdir. Bunların hiçbiri de kan davası olmadığı gibi, kabile kavgası, miras davası, iktidar kavgası da değildir. Alacak-verecek kavgası, namus davası, sınır davası da değildir… Vatan davası hiç değil, kavmiyet davası değil, işci-patron davası değil, hatta “düşünce özgürlüğü” kavgası da değil idi.

“Benim ilâhım-putum/senin Allâh’ın” şeklindeki tevhid kavgası olup, Mekke devrinde bu, silahsız müslümanlara çeşitli zulümler olarak yürütüldü.

Medîne dönemindeki silâhlı harpler, Allâh’ın vaz’ etdiği kanunların hayata geçirilmesine mani olmanın silahlı müdâhaleleridir. Allâh’ın Rasûlünü tasdik etmeyen, tebliğ ettiği kanunları tanımayan ve bu kanunların hayâta geçirilmesine mâni’ olmak isteyen Mekke’nin ileri gelenleri (seçilmişleri), Dâru’n-nedve meclisinde aldıkları kararların icrası için Bedir-Uhud-Hendek harplerine sebeb olmuşlardır. Mekke’deki Dâru’n-nedve meclisinin seçkin âzâları da kendi dünya işlerinde Rasulullâh’ın tebliğ ettiği Allâh kanunlarını beğenmedikleri veya menfaatlerine uygun olmadığı için, “laiklik!” adına kendilerine uygun ve daima değişen kararlar alıyorlardı. Bedir-Uhud-Hendek harpleri bu kararların bir icrâsı idi. Bunun da gayesi Allâh Rasûlünün tebliğ ve tatbîk etdiği vaz’-ı ilâhî olan kanunları Medine müslümanlarının icrâsına mani olmak idi.

İşin aslı şudur: Mekke’lilerin gâyesi Medîne müslümanlarının neye ve nasıl iman etdiklerine (tevhid itikadına) mani olmak değil, onların kendilerinden farklı bir hayat tarzı ortaya koymalarına, kendileri gibi yaşamıyor olmalarına mani olmaktı. Medine müslümanları Mekke’liler gibi yaşasa ve onlara  benzese, Dâru’n-nedve meclisinden çıkacak kararlara uysa aynı zamanda da tevhid akidesine iman ediyor olsalardı (!) Bedir-Uhud-Hendek harpleri asla vuku bulmazdı!

Bugün tevhid itikadına sahip hangi “laik demokratik  müslümanım!” diyen kimse Bedir-Uhud-Hendek harplerinde bulunmak istemez… Peki hangi tarafta yerini alıp da dopdolu ok çeker?

Asr-ı Saadetden beri Bedir-Uhud-Hendek harplerinde bulunan sancağın temsil edildiği bütün harpler aynı gaye için vuku bulmuştur. Allâh’ın vaz’ ettiği kanunları hâkim kılmak ve onunla icrâ-yı hüküm etmek için Allâh ve O’nun Rasûlünün düşmanlarıyla harp edilmiştir.

Mekke’li laikler hiçbir zaman inâdî düşmanlıklarından vazgeçmemişlerdir.

Medine’li müslümanlar asırlar içinde Allâh’ın vaz’ ettiği yüce kanunlarla insanlığa medeniyet, adalet ve saadet taşırken, Mekke’li Dâru’n-nedve meclisi âzâları Bedir-Uhud-Hendek inatlarını aynı adavetle sürdürüp Moğol ve Haçlı Seferleri, Rönesans ve Reform devrelerini de aşarak büyük Fransız ihtilâlini müteâkip, kanun vaz’ etme makâmı olan Allâh’ın rubûbiyet makâmını ruhban sınıfından da alarak parlemanlara (parlamantoya) bırakmıştır.

Zihniyet aynı zihniyetdir!

Daru’n-nedve meclisi âzâları müsâvîdir Parlemanlar… Zaten Alâk Suresinin tefsîrine bakılacak olursa, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi “Mekke Cumhuriyeti Müşriklerinden!” bahseder…

İkisinin de vazîfesi Allâh irâdesine muhâlif kanunlar vaz’ etmek.

Bedir-Uhud-Hendek çizgisi, kesintiye uğramadan devam ediyor.

Elmalılı Tefsirinden:

  1.     “…herhangi birini rab ittihâz etmiş olmak için ona behemehal “rab” nâmını vermiş olmak şart değildir. Allâh’ın emrine muvâfık veya muhâlif olduğunu hiç hesâba almıyarak onun emrine itâat etmek ve ale’lhusus ahkâmına müteallik olan hususatta onu vâzı’-ı ahkâm ve hukûk gibi tanıyıb da o ne söyler ne emrederse hakk oluverir gibi farzetmek, ona itâatle Allâh’ın emr u hükmüne muhâlefet eylemek onu Allâh’dan başka rabb ittihâz eylemek ona tapmak demektir.”[cild 4, sh.2512]
  2.          “…Allâh’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram yapabilecek, hükm-i hakkı tağyîr ve tahrîf edebilecek bir hakk u salâhiyyet bulunabilirmiş gibi kasdî dalâletler şöyle dursun Allâh’ın emrine muhâlif olduğu zâhir olan hatalarına bile itâati tecvîz eylemek, velhasıl Allâh ne diyor diye düşünmeden, Allâh’ın emrine ittibâı hesaba almadan ittibâ’ eylemek dahi öyle bir şirk ve küfür demektir. Ve Allâh’ı bırakıb başkalarına tapmaktır…”[cild 4, sh.2514]
  3.      “Vaz’-ı beşerî olan kânunlar ne ilim, ne dîn hiç biri olamazlar, bunlar ilim nokta-i nazarından batıl, dîn nokta-i nazarından şer teşkîl ederler ve gayr-ı müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde ve gerek dînde kanun vaz’ etmek değil, Hakk’ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşf u ızhâr etmektir.”[cild 1, sh.126]

(İntişârı: 09.11.2011)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir