(4) İslâm’ı Tahrîf Yahûdî Haçlı Projesidir!
1 Mart 2008
Diyasporada Bir İlâhiyyâtçının Hezeyânı…
10 Mart 2008

“KUTLU DOĞUM HAFTASI” MÜNÂSEBETİYLE ÎMÂN TÂZELEMELİ…

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

BORSA ŞEYTANLARI, PUTLU-KURTLU VEZNİNDEKİ“KUTLU DOĞUM HAFTASI” GİBİ TAHVİLLERLE ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN DÎNİNİ İSTİSMÂR EDEREK PİYASA TUTARKEN; MÜSLÜMANLAR, VELÂDET KANDİLİ MÜNÂSEBETİYLE ÎMÂN TÂZELEMELİ VE ALLÂH RASÛLÜ’NÜN EMÂNETİNE MUHÂFIZ BULUNMA AZM-İ KAVÎSİNE SÂHİB OLMALIDIRLAR…

12 Rabî’ulevvel, Rasûl-i Ekrem, Hâce-i Kâinât ve Fahr-i Âlem Aleyhi Ekmeli’t-tehâyâ sallâllâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin, cihânı teşrîf buyurdukları nâmütenâhî şerefli gündür.

O’nun en büyük emâneti ise, Kitâb, Sünnet, İcmâ’-ı ümmet ve Kıyâs-ı müctehidîn ile sâbit olan İslâmiyyet ve onun son Şerîatı’dır… Bu emânetin muhâfaza ve müdâfaası da, “müslümanım” deyişde samîmi olan her ferd-i vâhidin, en baş ve en mühim biricik vazifesi… O ferd de, ister zühd ü takvâ ve sâlih amelde en üst derecede, veya en alt derekede bulunsun, bu vazîfe mutlakdır, değişmez ve bunda aslâ muhayyerlik de düşünülemez… Îmân ve i’tikâdı cihetinden İslâm hudûdu hâricine çıkmayan bir ferd, kim olursa olsun, bu “emâneti”, canı, kanı, malı, soy ve sopu ve topyekûn varlığı pahasına muhâfaza ile mükellef, buna me’mûr ve mecbûr…

Bu temelin temeli en ana noktada “şübhe ve tereddüd” dahî, îmânı zîr ü zeber eden en netâmeli ve korkunç girdâb…

Artık, “12 Rabî’ulevvel’in tes’îdi” denildi mi, O’nu, bu gerçek sevginin dışında tutarak, “hormonlu ve kanserli mahabbet” yalamalık ve yalakalıkları ile saptırmak isteyen kim olursa olsun, hangi “kurtlu ve putlu” vezninde “kutlu doğum haftası” uydurucu ve denâetçileri bulunursa bulunsun, bir tek eksiksiz bunların tâmâmı da, bu gerçek tes’îdin yolu üzerindeki kör tapalardır; ve bunların tepeden tırnağa tasfiye ve tesviyesi de, gerçek müslümana, O’nun en büyük emâneti içinde cüz’ teşkîl eden, bir başka sınıf belirtici emânetidir…

Bir başka ta’bîrle, hakîki tes’îdin icrâsına mâni’ olmak üzere, münâfık şebekelerin uydurduğu ve “tes’îd” keyfiyetini müslümanın elinden alarak, sulandırma hâinliği mutlaka bertarâf edilmelidir… Aynen, “ılımlı bilmem ne” diyerek ortaya çıkarılan tuzaklar ve “hoşgörü-diyalog” iblisliği gibi… Sarık-cübbe altındaki leş kargası manzaralı nice şarlatan ve din tâcirinin, fikir fâhişeliğinin evc-i bâlâsı olan îmân fuhşuna soyunub, riyâkârlığın en denî ve şeni’ soyuyla icrâ-yı ahbesiyyet eylemelerine kat’ıyyen son verilmelidir…

Bütün bu saydığımız ve sayamadığımız rezâlet üssü rezâletlerin, en hayâsız mertebesiyle irtikâbına yol verib meydân açan ana sâik de, “cehâlet denizinden” ibâret olduğu içün, sahtekârlık ve hokkabazlığın en bayağısını irtikâb eden ve bunca  gürûhu tanıyamayıb, tam tersine, yapılanları, O’nun velâdetinin tes’îdi sayacak kadar keyfiyet düşüğü, halk denilen kalabalıklardır…

Emânete”, 15 asırlık (dîn sâbitelerini) yani (zarûrât-ı diniyye) olarak bugüne kadar gelen dînin lâzım-ı gayr-ı mufârıkı olarak bilinen ana temellerini ve taşıyıcı kolonlarını, kendi nefs putlarının dikdiği ideolojiler hesâbına kemirmeyi baş “ilke ve inkilâblar” olarak evleviyyetle ele alan adamların, bu putlu veznindeki “kutlu doğum h.” gibi gözküllemeleri, “Mutlak dînin=hakîkatın” en iğrenç istismârıdır… Bunu da, “laikim” diyen, yani “indimde, dînin hiç bir kıymeti olamaz ve asla da olmayacakdır!” diyen faşist bir otorite eliyle irtikâb etmektedirler…

En basit bir mantık hükmü olarak ortadadır ki, bir kıymetler manzûmesini, âidiyyeti olmadığı halde, âidiyyet iddiası ile eline alan, o kıymetler mecmuasına, verilebilecek en büyük zararı verecek yegâne âmildir…

Bu kıymetler mecmuasının ise, O’nun emâneti olduğunda aslâ şübhe de edilemez; ve bu da, ilâhi bir nizâmı en ana kânûnundan, en fer’î umdesine kadar ören bir nizâm (sistem) teşkîli demekdir… Merhûm Şeyhülislâm Hazretlerinin beyânıyla:

-Bir kânûnun çiğnenmesini, bir memleketin pâyimâl edilmesinden daha büyük tehlike addetmeyen idrâklerden, biz neye mahrûmuz Yâ Rabb!?…

O’nun emâneti, işte beyân etdik; ve baş mükellefiyetimiz de bu… Îmân ve i’tikâd, bu emânetin ne kadar kuvvetle muhâfazasını netîce verecekse; aynı zamanda bu muhâfaza, her mekânda “îmân tâzeleme vâzîfesinde” de tek çâre…

Ta’bîr-i diğerle, îmân tazelemeye her zaman ve mekânda mecbur ve mahkûm olan bir müslüman, bunu, O’nun emânetini yine O’nun istediği usûl ile ve O’nun rızâsına muvâfık, O’nun, emâneti teslim etdikleri üzerinden, onların da üzerinden.. ve böylece, mecrâsını bulan su yatağı misâli; ve böyle teşekkül eden kumanda silsilesi zincirine bağlanarak yürütmenin, naklî, naklî olduğu kadar da aklî ve mantıkî tatbik mükellefi, mecbûr ve mahkûmu…

Hulâsa edilince, işte O’nu tes’îd, işte emânet, ve işte o tes’îdin usûl ve kânûnu; ve îmân tâzelemenin de, iç içe geçerek karşımızda duran manzara ve zübdesi…

Hiçbirini biribirinden ayrı mütâlaa imkânı yok. Biri varsa ötekiler de var, biri yoksa hiçbiri… Birini zikreden, hepsini zikretmiş olmada…

Buyrun, îmân tazelemeye veya 12 Rabî’ulevvel’i tes’îde veya emâneti muhâfazaya… Ve O’nun, “veresetü’l-enbiyâ” buyurduğu ulemâ-yı İslâmiyye de dâhil, Kitâb, Sünnet, icmâ’ ve topyekûn hüccetlerle, arz etmek istediklerimizin beyânı:

1)    Ahzab 6. âyetde :

-Peygamber mü’minlere öz nefislerinden evlâdır.

Kâd-ı ‘Iyâz Rahimehullâh: (1)

Yani müslümanlara verdiği hüküm aynen muteberdir; ve muhayyerlik de yokdur…. “Hanımları onların vâlideleridir” kavline gelince, onlar, vâlideleri gibi kendilerine haramdır. Vâlideleri ile evlenmeleri nasıl yasaksa, bu ezvâc-ı tâhirât ile de evlenmek kat’iyyen yasakdır. Çünki bu vâlidelerimiz, âhıretde de Peygamber Aleyhisselâm’ın zevceleri olacaklardır.” (s. 62)

O, hem “öz nefislerimizden evlâ” olacak, hem de yahûdî-haçlı dünyası, hahamı, bilmem kaçıncı Benediktus’u, danimarka iblisleri ve yerli küffâr u füccâr tarafından, hâşâ ve kellâ, “emânetine” hakâretin sunturlusu yapılıb “kahrolsun Ş…..” hezeyânları savrulacak; ve susan dilsiz şeytanlar da, 15 Nisan gelince, putlu ve kurtlu vezninde “kutlu doğum h.” sahtekârlıkları ile sarık-cübbe altından ve televizyon kanalizasyonlarından piyasa yapacak… Akıl ve mantığını mühürleyib, cehâlet denizinde gırtlağına kadar batarsa, böyle bir halk, ancak böyle halt yemelerle tatmîn olur; ve önüne konulan şeytanlık uydurmalarına da “Dîn” der; modernist, reformist, tarihselci, telfikçi, milenyumcu, hoşgörü ve dialogçu hurâfeleriyle de, “mutlu doğum” tâcirlerine Pazar olur…

2)    Kâd-ı ‘Iyâz Rahimehullâh’ın Aynı eserinden:

Âl-i İmrân 81. âyet ile alâkalı olarak şöyle kitâbet eylenmiş:

İmâm-ı Ali (Kerremallâhu vechehû) buyurdu:

-Allâh Azze ve Celle Âdem Aleyhisselâm zamanından beri göndermiş olduğu bütün peygamberlerden M…… Aleyhisselâm’a yetişdikleri takdirde mutlaka O’na bey’at edeceklerine dâir mîsâk almışdır. Hem onlardan hem de kavimlerinden, Fahr-i Kâinât Aleyhisselâm’a hayâtında yetişdikleri takdirde kendisine mutlaka îmân edib yardım edeceklerine dâir kat’î söz almışdır.” (s. 52)

Zikri geçen ayet-i Kerîmenin tefsirine de bakılacak olursa, O’nun, peygamberler peygamberi olduğunda zerre kadar şübhe edilemez… Hâl böyle iken, o nasıl velâdet kandili tes’îd etmekdir; ve O’nun emânetine nasıl muhâfızlık yapmak ve nasıl îmân tazelemekdir ki, “Abant sempozyumları” ve “hoşgörü-diyalog” tezgahlarında peygamberler peygamberinin mukaddes ve mutlak risâletlerini aslâ kabûl etmeyen ve O’nu hâşâ ve kellâ “kezzab=yalancı peygamber” kabûl eden lâbis-i libâs-ı katrânî haham ve papazların kucağına oturulur; ve Vatikan kapılarında çömezlik ederek: “Biz burada papalık misyonunun bir parçası olarak bulunuyoruz!” herzeleri yenir…

Bunlar, iman tazelemek midir; iman herzelemek midir?…

Târihselci hoşfendi diyasporaları” içün “o âyetler o günündü, bu günü bağlamaz!” demek zor olmadığı gibi; hem dâll hem mudil bulunan tarihselci hoca kılıklı şeyâtînü’l-insin mükellef olduğu vazife de, “ılımlı bilmem ne” uydurmalarıdır…

3)    O’nun vârisi, O’nun emânetinin nâkıli, O’nun Şerîatının müceddidi, îman tazelemenin mürşidi, O’nun velâdetini en güzel tes’îd etmenin ikinci bindeki muallimi İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Fârûk-i Serhendî Kaddesallâhu sırrahul-âlî Efendimiz Hazretleri ise, muhalled aserleri Mektûbât-ı Rabbânî’de buyuruyorlar: (2)

“-Beli, hubb-i câh ve riyâset ve mal ve rif’at-i dünyâya bîrağbet olan ulemâ’, ulemâ-yı âhıretdir ve verese-i enbiyâdır.” (33. mektûb, c:1, sh:50)

-İcrâ-yı Şerîat’da, nefse tamâm-ı muhâlefet vardır ki, Şerîat nefsin hılâfına vürûd eylemişdir. İnfâk-ı emvalde gâh olur ki nefs muvâfakat eder. Beli te’yîd-i Şerîat ve tervîc-i millet içün olan infâk-ı emvâl, derece-i ulyâ ve rütbe-i bâlâdır.” (48. mektûb, c:1, sh:60)

-Düşmenân-ı Hüdâ ile ülfet ve dostluk, Hüdâ-yı Azze ve Celle düşmanlığına ve onun Peygamberi Aleyhissalatü vesselâm’ın adâvetine müncer olur. Bir şahıs zanneder ki kendisi ehl-i İslâm’dandır, Allâh ve Rasûlüne tasdîk ve îmân sâhibidir, ammâ bilmez ki, bu kısm-ı a’mâl-i şenîa, onun devlet-i İslâm’ını tamâmen götürür. Neûzü billâh…” (163. mektûb, c:1, s:110)

O’nu, O’nun vârisi olan gerçek ulemâdan tanımadan, anlamak ve tanımak aslâ mümkin değildir; ve hele Allâh düşmanı ideoloji, doktrin, ilke, inkilâb ve Habibullah Aleyhissalatü vesselam’ın azılı düşmanı haham ve kardinallerin maaşlı kapı kulları ve kirâlık bel’amları olan sarık cübbe ve rütbeli şarlatanlarından tanımak, tam tersden bir tanıyışdır ki, netîcesi mutlak bir hasâretdir, muhalled finnâr olmakdır…

İşte O’nu, velâdet kandilinde hatırlamak…

O’nun emânetine sâhib ve muhâfız olmadan, O’nu nefislerin, insî ve cinnî şeytanların yazılı ve şekilli medya borazanlarına bağlanarak ve sarık cübbeli bazı leş kargalarının riyâ püşkürüşlerine muhâtab olarak idrâk etmeye (!) çalışmak, O’nu, dostu görünen düşmanlarından ahzetmek olur ki, buna da, her an imansızlığa namzet olmayı intâc eden beyinsizliğin evc-i bâlâsında bulunmakdan başka bir rezâlet denemez…

………………………………………………………………………….

Me’hazlar:

1)    Eşşifâ bi ta’rîfi hukûki’l-Mustafa, 1975 Matsan tab’ı.

2)    Müstakımzâde tercemesi, 1277 tab’ı.

(İntişârı: 10.03.2008)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir