Dembokratik ve laik sisi-temin politikası içinde olub da, Kur’an âyetleri ile kendi görüşlerinizi desteklemeye çalışırsanız, bu, istismâr ve kullanma olur; çok günâh ve ayıbdır… Kur’an, hiçbir laik dembokratik sisi-temin “başörtüsü” mes’elesinde malzeme yapılamaz… Kim yaparsa, ya geri ve echeldir; veya, hinlik peşinde bir dembokratdır!
“Türkiye’de başörtüsü sorunu açısından Hakk gelmiş bâtıl zâil olmuşdur!” diyen Kavakçı, tefsîre ve bir müctehidin ictihâdına müracaat etmeden, mezheb ihtiyâcından müstağnî bir edâ ile; ve Hakk ile Bâtıl’ın ne olduğunu anlamadan, kendi dembokratik idrâklerini de âyetin içine sokarak, dünyâya ilân etme suçu işlemişdir…
Marmaray bilmem nesi açılınca, cumhûriyet ve dembokrasi nakâratı üfürürken, dembokratik kadın hakları, dembokratik seçme ve seçilme bilmem neleri içün, ne kadar “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” denemezse; denildiği takdirde de, bu, nasıl acındıran bir kafa yapısına ve cehâlete delâlet ederse, “başörtüsü” ile alâkalı bir parlamentonun renk değiştirmesi karşısında dahî, “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” denemez… Çünki “başörtüsü”, Allâh Azze’nin istediği değil; modernite bağımlısı asrî sosyetenin istediğidir. Bidâyetde ise, cumhûriyet diktatörlerinin, tesettürden, tesettürsüzlüğe geçişde dayatdıkları “manto ve eşarp” soyundan bir nesne… “Eşarp ve türban” kelimeleri, Anadolu insanının hançeresine Fransız dilinden taşınmış; ve son senelerde bu, dindarlık manzarası taşıyan modernistlerin ve ehâlinin ağzında “başörtüsü” olarak yuvalanmışdır… Daha gerilerde, cumhuriyetin ilk yarım asrı içinde ise, bu, en çok “eşarp” frengçesiyle zavallıların dilindeydi…
Hulâsa, menşei i’tibâriyle de ele alınınca, bugün “başörtüsü” denilen nesnenin atası, kamalist ataistlerin azdıkları zamanlarda dillerine pelesenk etdikleri türbandır; ve dindar modernistlerin ağzında ise bu, eşarp frengçesidir!. Haçlı Avrupa’da da, bu “başörtüsü” denen türban ve eşarp, başı örtmek içün kullanılır; tesettür içün veya bacakları ısıtmak içün değil!.. Avrupa’da, kadınların başını örtdüğü daha yüzlerce çeşit başlık vardır; ve kilise nisvânının kullandıkları şeyler de, başı örtdükleri içün bir “başörtüsü” demekdir ki; bunlara, “islâmî birer tesettür” vasıtası veya kıyâfeti deme imkânı olamaz…
Allâh Azze ve Celle’nin istediği, “tesettürdür” ki; bu da, tâife-i nisânın bugün başörtülü gezenlerinin uydurduğu ve moda eline de düşen örtünmeden son derece uzakdır; ve tesettür, tamâmen şer’î şartların sınırladığı bir keyfiyet taşır…
Tesettür, Allâh içün ve Allâh Azze’nin ta’yîn etdiği hududlar içindeki bir örtünmedir…
“Başörtüsü”, başı, insan irâdesinin, nefse tâbi’ olarak örtmekde uydurduğu bir nesne… Başını örten kişi, bugünkilerin örtdüğü gibi örtüyorsa; buna da, “Allâh Azze’nin istediği örtünme ve tesettür, işte bu şekildir” diyorsa, kendi nefs ü hevâsını, Allâh Azze’ye isnâd suçu gibi azîm ve iğrenç bir suç işlemiş demekdir… Kitâb, Sünnet ve icmâ’ , kendisi içün hüküm çıkarmakda delil olan müctehidlerin izah etdiği (Allâh irâdesi) ne ise, o müctehidin mukallidleri indinde de “tesettür” odur… Beşere âid bin çeşit keyfî, indî, nisbî ve nefsî örtünmelerin hiçbiri, “tesettür” olamaz; ve bunların hiçbiri de, “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” meâlindeki âyet-i kerîmenin bir tecellîsi bilinemez! Ve böyle laik dembokratik düzen modaları elindeki örtünmelerin topu da, o âyetin içine (hakk) olarak aslâ sığdırılamaz; ve “sığdıracağım” diyenin elinde o, vakt-i merhûnu hulûl etdikde dinamit gibi patlar!. Alelâde ve insiyâkî bir örtünme, dişilerin fıtratında da, bir müdâfaa ve muhâfaza davranışı olarak, bir dereceye kadar meknûz olan hâl-i tabiidir. Bunu, İslâm Milleti dışındaki nice milletlerde, hatta, kuyruk ve benzeri örtülere sâhib bütün hayvanlarda bile görmek pekâlâ mümkindir!
Sadede şürû’ eyledikde:
Laik dembokratik ataist ve ateist bir düzen, alkollü içkiler hakkında da, bir renk, saat, kıvam, nizam, cin ve cins “düzenleme” ve değişikliği yapınca da, “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” gibi bir ibâreyi kullanmak, kat’iyyen (hakk), doğru, güzel, iyi ve akıllıca olamaz…
Fâtih Cennetmekân Hazretleri, Kostantaniyye’yi fethedince, “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” gibi abuk bir manzara çizmedi!. Çünki Hakk, asırlarca evvel İslâmiyyet olarak gelmişdi, “Hakk geldi” derse, kendi fethini, İslâmiyyet’in gelişi olarak ilân etmiş olurdu ki, bu, gülünç ve abes kaçardı!.
Yavuz Selîm Cennetmekân, şii Acemistanı ve acem Şâhı denen süflîyi bir güzel benzetince, o dahî “Hakk geldi, bâtıl zâil oldu!” gibilerde, aslâ bir hafiflik icrâ etmedi!
İslâm Milleti, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Hazretleri zamanında “Hakkın gelib” Kâbe’deki 360 putun yere serildiğini; ve böylece, bâtıl olan putların şahsında da, şirk, küfür ve zulmün zâil olduğunu; ve bunun Kıyâmet’e kadar imtidâd edeceğini kabûl etmiş ve böyle bir îmân getirmişdir… Allâh Azze’nin dîni, sık sık ortadan kalkıb, sonra yeniden ve değişerek, HAKK olarak gelmiş değildir; ve bâtıl ise, zırt pırt peydâ olmuş, sonra zâil olarak yok edilmişdir… 15 asır evvel, Allâh’ın Dîni, Son Peygamber Aleyhisselâm ile “tecdîd edilerek” yepyeni, bir Son Şerîat’la gelmişdir… Her noktasıyla tamamlanmış olarak gelmişdir; ve O’nun hakk olarak gelişi, bütün herşeyiyle “tecezzî kabûl etmiyen mutlak bir nizâm” olarak gelişi demekdir…
“Hakk geldi” demek, O’nun bir tek unsurunun gelişine şâmil değil, bütününün gelişini ihâta eden bir gelişdir… “Bâtılın zâil olması” da, İslâmiyyet karşısında, hiçbir bâtılın tutunub yaşıyamıyacağı hakîkatını ortaya koyar… 15 asır evvelki şirk sistemi nasıl yok olmuşsa, yerine ikâme edilen düzinelerce şirk ve küfür rejimleri de biribiri ardınca, (Kıyâmet’e kadar gelecek olanları da dâhil), muvakkaten peydahlanıb, sonra yok olmuş ve olacaklardır… Hiçbir şirk ve küfür, rejim, sistem ve ideoloji, mütemâdî olamıyacak, yıkılacak, yerine getirilecek olan da yıkılacak, hiçbiri pâydâr olamıyacak demekdir… Mütemâdî olacak olan, sâdece HAKK, yani kül hâlinde İslâmiyyet olacak, mücerred bundan ibâret bulunacakdır… Bütün peygamberler, HAKK’ı, biribirlerine, lâ teşbih bayrak yarışında olduğu gibi devir ve teslim etmişler, hiçbirisi diğeriyle teârüz etmemiş ve hepsi de Son Peygamberi (baş) tanımışlardır… Halbuki, İslâmiyyet dışındaki her şey, bozulmuş, tahrif görmüş veya tamâmen yok ve muzmahil olmuşdur…Hakk olan Dîn, İslâmiyyet, Son Peygamber Aleyhisselâm ve Son Şerîat’la gelmiş; ve dünya şirki, Mekkeli müşriklerin, Mısır ve Bizans kâfirlerinin, Acemistan Zerdüştlerinin, bilmem daha hangi gâvurların şahsında zâil olub yok edilmişlerdir…
Hakk, yani İslâmiyyet, Son Peygamber ve Son Şerîat’la tebliğ edildikden sonra, “nefisde, yurtda ve cihanda CİHAD” diyen bir ibâdet ile, dâimâ müdafaa edilmiş; bâtıl olan küfr ü şirk ve zulüm ise, mağlûb ve muzmahil kılınmışdır… Ve Kıyâmet’e kadar da, bu CİHAD ibâdeti, en büyük 5 ibâdetin de başı olarak, ümmete, Hakkı yaşatmak ve hâkim kılmak; ve “bâtılı” da yok etmek ve hâkimiyyetini ortadan kaldırmak üzere emredilmişdir… Yoksa, “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” demek, “her seferinde İslâm yok olmuşdu, 15 asır içinde kaç kere yok oldu, yeniden doğdu!” der gibi bir ma’nâ ile zırt pırt ortaya çıkmak değildir; bu târîhan da ortada bir hakîkatdır…
Elmalılı Merhum’dan okuyalım:
“De ki, Hakk geldi bâtıl muzmahil oldu. Filhakîka bâtıl, muzmahil olagelmişdir. Risâlet-i Mu……ye ile Dîn-i Hakk’ın vürûdü anından i’tibâren, hakîkatde küfr ü şirkin izmihlâli başlamışdır.” (c: 5, s:3195, ilk tab’ı)
Hakk geldi demek, görüldüğü gibi, dembokratik ve laik bâtıl batı din ve rejimlerine âid bir noktadaki serbestinin işâret edilmesi aslâ değil; “tecezzî kabûl etmiyen” Mutlak Dîn İslâmiyyet’in, “Risâlet-i Mu…ye ile; ve yine küfr ü şirkin izmihlâlinin de, bu risâlet ile BAŞLAMASI” demekdir…
Adı geçen âyet içün Ömer Nasûhi Merhûm da şöyle buyurur:
“Hakk geldi, vahy-i ilâhî tecellî etdi, dîn-i İslâm’ın ahkâmı tebliğ edildi ve bâtıl muzmahil oldu, küfür ve şirk gibi, şeytânî tesvîlât gibi Hakk’a muhâlif olan şeylerin mâhiyyetleri taayyün ederek, hepsi de çıkıb gitdi……Şübhe yok ki, bâtıl bir şey muvakkaten ne kadar yükselse de, parlasa da, hadd-i zâtında, mâhiyyeti i’tibâriyle, dîn-i İslâm’ın ulviyyeti karşısında (muzmahil olmuşdur), o, devâm edemiyecekdir.” (C. 4, s.1904, tab’.1964)
Merhûm Muhammed Vehbi Efendi’nin “Hulâsatü’l-Beyân” nâm tefsîrinden bakalım:
“Beydâvî’nin beyânı vachile, “zehûq” bir şeyin mahallinden çıkub muzmahil olmasıdır. Binâenaleyh Dîn-i İslâm gelince, dîn-i şirk mihverinden çıkdı. Muhâfaza eden erbâb-ı şirkin perîşân olmasıyla, âyîn-i şirk de muzmahil odu gitdi………Fahr-i Râzînin beyânı vechile, bu âyetde Hakk’la murâd, Dîn-i İslâm ve Şerîat-ı Ahmediyye’dir. Bâtıl ile murâd, Dîn-i İslâm’ın gayri herşeydir.” (c.9, s.103, tab’.1340-43)
Görüldüğü gibi “hakk” ile İslâm, “bâtıl” ile de İslâm’ın gayrindeki herşey kasdedilmektedir; müfessirlere ve ehline göre murâd-ı ilâhî budur… Bâtıl herhangi bir rejim, düzen veya sistem içinde, o sistemin herhangi bir noktada serbesti getirmesi, “Hakk’ın gelib bâtılın da muzmahil olduğunu” ifâde eden âyetle karşılanmıya kalkışılırsa, bu dahî, iri yarı bir başka (BÂTILDIR) denir!
(Altı .oklu) şefokrasi gidib Menderes’li dembokrasi gelince de “Hakk geldi bâtıl zâil oldu!” denilemez; diyenler olmuşsa, işte meydân ve işte 50-60 senelik T.C. târihi!. Bâtıl düzmece düzenlerin zaman zaman, bazı küçük ve fer’î mes’elelerde pek nisbî ve cüz’î serbestiler getirmesi, “bâtılın muzmahil olduğu ma’nasına” gelemez; bu kabil serbestilerin tamâmı da, bâtıl düzenlerin popolitikası icâbı, partilerin seçim dümenleri gereği, milleti aldatma ve oyalama taktikleridir. Yoksa, ortada zincire vurulmuş, hukuku yasaklanmış, bütün müessesâtı yıkılıb esir alınmış bir İslâm varken, “Hakk geldi!” demek, acem palavrasının da ötesinde, bir “başörtülü” abartması olur ki, bunu, aklı başında hiçbir tesettürlü yemez…
Erbakan da, parti ve pırtısı Ecevit ve Çiller koalisyonlarının takma bacak ortağı olduğu zamanlarda, zırt pırt “Hakk geldi bâtıl zâil oldu” nakarât ve zevzekliğiyle dört köşe olurdu… Çünki kendi partileri “Hakk”dan ibâret olur, ötekilerin topu da “bâtıl”dan başka bir şey olamazdı!. Muhâlefete düşdüğü zamanlarda ise, “Hakk” ortadan kaybolur, takrîben 60 partinin hepsi de, hatta ortaklığı zamanında yere göğe sığdıramadığı partiler de dâhil, “bâtıl, siyon hizmetkârı” ve bilmem ne olurdu!. T.C. devleti dâima laik ve dembokrat, ilkeli, ateist ve kamalist ideoloji çizgisinde olmaya devam ederken, Erbakan iktidara gelince, “Hakk gelir!” iktidâr koltuğu alt tarafdan çekilince, ortalık, hemen “Hakk’dan bâtıla” geçmiş olurdu!.
Hatta, o meşhur hoca zemanında, T.C., hemen “dâr-ı harbden, dâr-ı İslâm’a” geçer, DİB denen yerin başına geçirdiği Salamon Alteşo gibi herifler, bilfarz Alamanya’ya mı gitdi, oradaki M.G. Teşkilâtları, gençleri, “Şeyhülislâmınız geldi!” diyerek toplar; ve “görkemli” ve “kör-kem-li” şov ve istikbâl etmeler gırla giderdi!.
Halbuki Laik Dembokratik, kamalist ve ataist Sisi-tem, bütün müesseseleri ile heykel gibi dimdik ayakda dururken, “Ne Hakk gelmiş, ne de bâtıl zâil olmuş!” olurdu!..
Çünki bu âyet meâli, işkembeden atmalı mealcilik felsefesinin eline ve diline düşürülünce, keyfin çekdiği her şey “hakk”, çekmedikleri de gâyet rahat ve kolay “bâtıl” oluyor, öyle gösteriliyor ve şakır şakır da gözkülleniyordu…
Müslümanlık yasak olunca, O’nun karikatürlerini uydurub milletin oylarını almak hiç de zor olamazdı!. Çünki yasaklanan, karikatürler değil, Allâh ve Rasûlünün 15 asırlık dîniydi…
Şimdi bu huy ve popolitik pazarlama usûlü, Erbakan tedrîsinden geçmiş bayâniyyelerinin diliyle, Laik dembokratik piyasaya sürülüyor:
“Başörtülü milletvekillerinin Meclis’e girmesi ülkemizin insan hakları sureci açısından çok önemli bir adımdır. Türkiye’de başörtüsü sorunu açısından Hak gelmiş, batıl zail olmuştur. Başını örtme kararı almış olan bu vekillerimizi tebrik ediyorum.”
Lâfların neresini düzelteceksin?
Başörtülü bayâniyyelerin parlamentoya girib, oralarda bağırıb çağırmasını ve “erkekler bize karışmasın!” diye kıyâm etmelerini mi?
Bilmem nerde öpüşemiyen gençleri, hürriyetlerine kavuşturması içün tek bacakla o kürsülerden Haçlı batı ağzıyla nutuk atan bayaniyyenin sakat cümlelerini mi?
Ol meclis-i etrâk ve ekrâtın idâresini sırtlanıb, “bayılmak üzereyim!” deyu inleyen reîse-i meclis bayaniyyenin hâl-i pür melâlini mi?
Başörtülü vekîle bayâniyyenin, Yalova şeyi Hacı Muharrem İncecik Efendi’nin “bacımızsınız” yemlemesi karşısında, hacerü’l-esved’e değmiş ve hamurları henüz kurumuş ellerini, biribirine, çok böyyük bir takdir ve hazz alarak vurması; ve alkış “coşkusu” içinde mest olub, oyunu aldığı milletin CHP hassâsiyyetinin şeyine etmesi ma’nâsına geldiğini mi? Neresini düzelsek aceb?
Aşşağıdaki cümleleri de siz düzeltin, düzenin (sisi-temin) düzgünlemesini kâle almadan:
“Ancak Türkiye’nin insan hakları sorunu bununla bitmemiştir. Diğer alanlarda da hızlı adımlar atılmalı ve herkesin inandığı gibi yaşamasını güvence altına alacak bir anayasa ve mevzuat değişikliği hızla sağlanmalıdır. Başörtülüler bundan sonra bu ihlallerin daha yakın takipçisi olmalı ve toplumun vicdanı olmak görevini de üstlenmelidir.”
Sâbık Milletvekîlesine göre, kânun yapacak yani “imtiyâz-ı rubûbiyyeti eline geçiren” ulus saylavları, işte böyle olmalı…
Her hususda da, bu başörtüsü işi gibi adımlar atılmalı; ve “hakk gelib, bâtıl kaçmalı!”
550 beşerî kafa, kafa kafaya verib bir anayasa ve mevzuat değişikliği yapmalıymış; ve “hakk daha çok gelmeli, bâtıl da daha çok kaçmalıymış!”
Başörtüsü kahramanımıza göre “Hakk ve bâtıl” ne imiş, şimdi öğrendik mi?
Böşörtülü modernistlerimizden, evet öğrendik, Erbakan iyi yetiştirmiş!. Rûhu ne kadar şâd oluyordur şimdi…
Hadi makâlemizi, “mürteciliğimize” toz kondurmamak; ve cumhuriyet ile dembokrasinin “kazanımlarına” ve “tasarımlarına” bir parmak sallamış olmak içün, T.C. DİB’inin başına Cemal Ağa tarafından getirilen Merhûm Ömer Nasûhû Efendi’nin Cumhûriyet devrinde basılan hadis kitâbındaki şu hadis-i şerîf meâliyle noktalıyalım:
“İşlerini (idâresini) kadınlara bırakan bir millet, len yüfliha!”
!!!
Şimdiki, AKP DİB’çi ve sarıklı popolitikacıları, bu hadisi de, ayık kafayla ayıklar inanın!
(İntişârı: 02.11.2013)