.
Günümüzden tam 85 (*) sene evvel, efrencî (3/ Şubat/ 1926) Çarşamba gününü (4/ Şubat/ 1926) Perşembe gününe bağlayan gece, sabaha karşı Büyük Osmanlı ulemâsından İskilib’li merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, mücerred cihâd ve direniş rûhu mükemmel bulunan bir MÜSLÜMAN olduğu içün, Kâinâtı titreten en mülevves bir zulümle salben (asılarak) katl, şer’an ŞEHÎD edilmişdir. Merhûm Âtıf Hoca ile aynı saatlerde Babaeski Müftüsü Merhûm Ali Rızâ Efendi Hazretleri de, aynı şekilde salben katl ve şer’an ŞEHİD edilmiş; ve Anadolu Oğuz Müslümanlarının kökünü kurutmak üzere dönmeler (sabetaisler), 500.000 kişiyi salben (asarak) veya kurşuna dizerek tenkîl etmişler “soykırımına” tâbi’ tutmuşlardır. Bütün dünya ile beraber içdeki Allâh’sızların da gözünü kulağını kapadığı en iğrenç bir “soykırımı!”
İKİNCİ ŞEF KULAK İSMET’İN, LOZAN’DAN DÖNÜNCE ŞU İSLÂM DÜŞMANLIĞINA BAKINIZ: “EĞER HOCALARDAN KURTULMAZSAK, BİR ŞEY YAPAMAYIZ…”
27/ Ocak/ 2010 târihli haber sitelerinden, Prof Âişe Kadıoğlu Hanımın müthiş bir hâkîkatı dile getirişini okuyalım:
“İsmet İnönü’nün Lozan’dan döndükten sonra “Eğer hocalardan kurtulmazsak, bir şey yapamayız!” dediğini hatırlatan Prof. Aişe Kadıoğlu, bu tarihten sonra dinin yasaklandığını ve “gerici” bir konsept olarak görüldüğünü belirtti.”
Bu memleketde “hocaların” şahsında Allâh’ın dîni ipe çekilerek yok edilmiş; ve Prof. Âişe Kadıoğlu’nun tesbîti olarak da YASAKLANMIŞ, EVET YASAKLANMIŞDIR VE HÂLÂ DA YASAKDIR; ve GERİCİ bir KONSEPT OLARAK GÖRÜLMEKTEDİR…
Yukarıda “gericilik” diye geçen keyfiyetin tam bir asırdır ve bugün de kulaklarımızın aslâ yadırgamadığı en meşhûr lâfzı “irticâ’dır!”
Halbuki resmî ideoloji, milleti uyutmak için “Müslümanlığın, en iyi ve hür olarak yaşandığı memleketin Türkiye olduğu!” kuyruklu yalanını pek sahtekârca reklâm etmektedir… Bu noktada reklâm edilen, aslında Müslümanlık değil; ve fakat, bir takım beşerî, sun’î, zorlama ve ısmarlama “ilkelerle” uydurulmuş, “anayasalar çizgisinde” yaka-paça sürüklenerek götürülen ve adına da “Müslümanlık” denilen sulandırılmış, ılımlılandırılmış, protestan ve resmî bir dîn karikatürü!.
500.000 KİŞİNİN ASILMASINDAN BAHSETMEK, BUGÜN VESÎKALARIYLA ORTADA…
Şimdi de Şekerbank’ın (Ekim-Kasım, sayı 156 numaralı) “Şeker Çocuk” isimli mecmuasının 8. Sahifesindeki şu satırları okuyalım:
“Bir gün Mısır’da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti.
Kendisine:
“-Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?” diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama, insanları yoklamayı çok seven Mustafa Kemal:
“-Yarım milyonunuz (500.000 kişi) bu uğurda ölür mü?.” Diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı:
“-Fakat Paşa Hazretleri! Yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var?. Başımızda siz olacaksınız ya…”
Mustafa Kemal:
“-Benimle olmaz Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman beni ararsınız…”
500.000 kişi… Dile kolay!. Erzurumda şapkaya muhâlefet etdi diye ihtiyâr bir kadın olan “Şalcı Bacı” bile darağacında salben can vermedi mi?
Kemahlı Hoca, üç Ali denen kirâlık kâtillerin idâm kararından bir hafta evvel vefât edib defnedildiği halde, mezârından çıkarılıb “idâm kararını” infâz içün dünyâ târihinde eşine rastlanmayan bir vahşet ve kana susamışlıkla mezarından çıkarılan cesedi darağacına çekilip asılmadı mı?..
Bütün bu ve buna benzer hâdiseler de nazar-ı itibâre alınırsa, kaç (yarım milyon) Anadolu insanının kanına girilmişdir acaba?…
“-İhtimal ki çok kelleler alınacakdır!”
Diye bunun ilânı bile yapılmadı mı?…
“-KANLA irfanla kurduk biz bu cümhûriyyeti!”
Yollu mısraları dünyada marş olarak okuyan ve okutan başka bir “ulus ve zinde kuvvet” var mıdır?.
“-Bu yolda ölmek var, öldürmek var, öldürülmek var!”
Diye emekli üst subaylarca ortaya konulan gözü kan bürümüşlükleri, silâh üzerine yemin ederek (!) gizli ve saklı mekânlarda bunları ortaya koyan cinâyet şebekeleri, acaba bu memleketden başka dünyanın neresinde görülmüşdür?.
Yapdıkları darbe planları fâş olunca, onları “harb oyunları!” v.s diye dünyaya yutduracağını sananlar, acaba Afrika ormanlarında bile mevcut mudur?.
Milletin verdiği Ordu kumandanlığı makâmı ve Org. Rütbelerini, o milletin tepesine “ÇÖKECEĞİZ!” diyerek işletenler de, bu memleketin dışında bulunabilir mi?..
Emrinde oldukları âmirlerine (!) Emasya soyundan şeyler içün “paşa paşa imzalatdık!” diyecek kadar ısyankâr bu tip küstahlık ve gemi azıya almaları marifet sayan adamlar, dünyânın başka nerelerinde yetişir?
İçinden çıkdıkları milletin bir kısmını ezib yoketmek üzere, elleri altındaki taraftarlarına “irtica yaygaraları koparın” diye emir ve talimatlar yağdıran; ve en üst rütbelere kadar da içinden çıkdığı milletin ihsanlarına garkolan asker kişilere; ve câmiler gibi mukaddes mekânları patlatma plânları yapan ve üstelik de silâh üzerine yemin ederek (!) milletine ihânet etmeyeceklerine söz veren “dîn, îmân ve nâmus bekçilerine” târih Türkiya dışında da hiç rastlamış mıdır?.
Ve nice fâili mechuller… Toplu infazlar… Dışkı yedirmeler… Darbe hapishânelerinde revâ görülen en iğrenç işkenceler… Dil ile tarifi gayr-i kâbil manzaralar…
İKİNCİ VE KİNCİ ŞEFİN İSLÂMİYYET’E VE HOCALARA OLAN TÜKENMEZ BUĞZ VE ADÂVETİ…
İşte Merhûm İskilib’li gibi zerre kadar suçu olmayan millet evlâdı “hocaların!” ipe çekilip Anadolu insanlarının tenkîle (soykırıma) tâbii tutulmalarının ardında, Lozan’da verilen sözler yatmaktadır…
Ne demiş İkinci ve kinci şef:
“-Eğer hocalardan kurtulmazsak bir şey yapamayız!”
1950’de, Taksim’de atdığı nutukda:
“-Dîn, medenî bir cemiyet olarak ilerlememize mâni’ bir zehirdir!”
Küfr ü hezeyânı da gene aynı ikinci şefe âiddir…
Onun içün “hocaları” ve onların îmân ve kafasındaki milleti asıp keseceksin ki, haçlı ve yehûdî emrinde hangi sadâkatle çalışılıyor; ve “bizi artık kendinizden bir parça sayabilirsiniz” yalvar-yakarlığı ve etek öpücülüğü hangi samîmiyyetle isbât ediliyor, bütün cihân görüversin!
Büyük Allâme ve Şehîd İskilib’li Muhammed Âtıf Efendi Merhûm’un idâmı, aslında Anadolu’da, İslâmiyyet’in idâmıdır… Zaten Müteveffâ Mosonlardan üçüncü Şef Bay Bayar, bu sadâkatı en gür sesle ortaya koyan üç kişi ise, o, bunlardan birisidir… Ne demişdi bir zamanların “Gâlib Hoca” etiketiyle Anadolu halkının gözünü külleyen bu adam:
“-Lozan’da verdiğimiz söz gereği, Müslümanlığı Türkiya’dan tamâmen kaldıracağız!”
Usûlü de gâyet net ve sarîh vaz’etmişdi:
“-Biz bu işi mihrabdan halledeceğiz!”
PROF. ÂİŞE KADIOĞLU’NDAN, TÜRKİYE’DE İSLÂMİYYET’İN YASAKLANDIĞININ TESBİTİ…
Şimdi biz Prof. Âişe Kadıoğlu’nun adı geçen konuşmasından şunları da nakledelim:
“-…Kadıoğlu, 1920 yılından 1923 yılına kadar İslâm’ı dışlamayan bir modernleşme öngörülürken, Cumhuriyet elitlerinin 1923’ten sonra dine karşı tutum takındığını belirtti…..
…Aynı zamanda Oxford Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan Kadıoğlu, Londra’da London School of Economics’te (LSE), “Türkiye’de Laiklik” konulu seminerde konuştu. Laikliğin kendine uygun bir İslâm icat ettiğini kaydeden Kadıoğlu, bu din anlayışının devlete sadık bir aygıt olmasının amaçlandığını kaydetti….
…Cumhuriyet elitlerinin, gelişmenin önündeki en büyük engelin İslâm olduğunu düşündüğünü ve bu yüzden islâmî kurum ve kuruluşların kapatıldığını ifade eden Kadıoğlu, “Hatta bazı Cumhuriyet elitleri, Hıristiyanlığa geçmeyi bile düşündü. “Eğer İslâm’ı bırakıp Hıristiyanlığı seçersek, gelişebiliriz” düşüncesi vardı. Mesela Mahmut Esat Bozkurt “İslam, gelişmenin önünde bir engel. Biz bununla devâm edemeyiz demiştir” dedi…..
Görülüyor ki, aslâ suç işledikleri içün değil, mutlak olarak yok edilib ortadan kaldırılmalarına karar verildiği içün bir milletin hocaları ve müslümanları ve onların şahsında da Allâh Azze ve Celle’nin Dîni ipe çekilib yok edilmişdir…
Bu şenâat ve denâatların, üzerinde irtikâb edildiği remz şahsiyet ise, Büyük allâme İskilib’li Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleridir…
BÜYÜK ŞEHÎD, “ÖZÜR DİLESİN AFV EDİLECEK!” DİYEN ANKARA DİKTA VE KÜFRÜNE, “ÖZÜR DİLEMEK DE KÜFÜRDÜR!” DİYEREK ÖYLE BİR MEYDAN OKUR Kİ, DÜNYÂYA GÖDÜLMEDİK DERECEDE ŞANLI VE ŞEREFLİ BİR DİRENİŞ TİMSÂLİ OLMUŞDUR…
Büyük Osmanlı ulemâsından Dünyâ çapında haklı bir takdîre sâhib İskilib’li Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, efrencî 1924 târihinde yazdığı 32 sahîfelik “Frenk Mukallidliği ve Şapka” nâmındaki eseri içün, 1925 nihâyetinde çıkarılan “Şapka iktisâsı Kânûnuna” muhâlefet suçlamasıyla; ve o kânun, cihân hukuk vicdânını katledercesine mâkabline teşmîl edilerek; ve Kel Ali, Kılıç Ali gibi a’zâları hukukçu olmayan engizisyon mahkemesi veya “İstiklâl Mahkemesi” denen istikrâh mahallerinde ve hiçbir suçu olmadığı halde mazlûmen gûyâ ve GÖSTERMELİK olarak muhâkeme edilmiş; ve nice sürgün ve işkencelerden sonra Ankara’daki cellatlardan özür de dilemeyib “özür dilemek de küfürdür!” diye meydân okuduğu içün; 1926 şubat ayının 4’ünde, başında sarığı ve sırtında cübbesi ile darağacında ve cihânın yüzkarası olan bir ZULÜM VE KÜFÜR TİMSÂLİ ve âbidesi ma’rifetiyle asılarak ŞEHÎD edilmişdir… Mevlâ kendisine rahmet-i vâsia, bizlere de şefaatini ihsan buyursun, âmin…
Büyük Şehîdimizin cenâzesi âilesine bile verilmediği gibi, gasledilib kefenlenmesine de müsâade edilmemiş; ve mechul bir mahalde toprağa verilmişdir… Merhûm’un, 84 senedir bilinemeyen kabri, DNA testleri neticesinde tam tesbit edilmiş; ve cesed-i şerîflerinin bakıyesi, akrabalarına verilerek İskilib’e nakl ile mezâr-ı şerîfine tevdi’ edilmişdir.
İdâmından bir gün evvel Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm’ı âlem-i menâmda görüb kendilerine kavuşma “emrini” alınca da, müdâfaalarını yırtıb atan BÜYÜK ŞEHÎDİMİZ’in hâtırâsını, Üstâd Merhûm Necib Fâzıl Bey’in “Son Devrin Dîn Mazlumları” eserinden aktaracakları bilgilendirmeler ve mahallerinde yapacakları ictimâlarla yâd ederek; ve MERHÛM ŞEHÎDİMİZİN RÛH-I ŞERÎFLERİNE Hatm-i şerîf, 7 Yâsîn-i şerîf ve Fâtiha-yı şerîf ihdâ ederek tazîm ve ta’zîzde bulunacak ihvân-ı dinden HAKK Azze ve Celle râzı ola…
(Büyük Şehîd’in zevcesi sâlihât-ı nisvandan Zâhide Hanım Hazretlerinin de, idâm gecesi Merhûm Şehîd Hoca ile aynı zamanda gördüğü rü’yâda, merhûm zevcinin kendisine: “Ben artık gidiyorum, sakın arkamdan ağlamayın, bana 7 Yâsîn okuyun!” buyurduğunu, Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey adı geçen nâdîde eserinde kitâbet buyurmuşlardır…)
Büyük Âlim Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretlerinin biricik kerîmeleri Melâhat Hanımefendi ise, muhterem Pederlerinin salben idamından sonra çok büyük rûhî bir buhran içine düşmüş; ve İskilib’de hayatını binbir müşkilâtla boğuşarak idâmeye çalışmışdır. Allahsız rejim, HOCA’ya olan kin ve buğzunu, nice rûhî sıkıntılara dûçâr etdikleri zavallı Melâhat hanım üzerinden de sürdürmeye devam şenaatını asla aksatmamışdır. Melahat Hanımefendiyi ziyaretlerine gitdiğimizde, kendisini evde bulamadık. Yardımında bulunan bir hanımdan öğrendik ki, her üç ayda bir, HOCAMIZDAN kalan emekli maaşını almak üzere, o ihtiyar hâliyle ve binbir müşkilat içinde, İskilib’den Adana’ya otobüsle gitmek mecbûriyyetinde bulunduruluyormuş!
Allâh’sız Zâlimlerin “cumhûriyet fazîletdir” deyişleri de, demek ki böyle bir şey oluyormuş!
(*) (İlk intişârı: 03.02.2010) (tt)