(2) Diyalog Aşk Ve Tutkusunun Bâtıl Ve Haçlı Temeli!
8 Aralık 2013
(4) Diyalog Aşk Ve Tutkusunun Bâtıl Ve Haçlı Temeli!
16 Aralık 2013

Bu “dinlerarası diyalog denen fitne”, bütün cihâna ma’lûmdur ki, Vatikan tarafından dünyâ ruznâmesine girmişdir. Bunu, F.Gülen'in Papaya yazdığı

“DİYALOG” AŞK VE TUTKUSUNUN BÂTIL VE HAÇLI TEMELİ!

(3)

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Bu “dinlerarası diyalog denen fitne”, bütün cihâna ma’lûmdur ki, Vatikan tarafından dünyâ ruznâmesine girmişdir. Bunu, F.Gülen’in Papaya yazdığı mektubla ileride tam isbât edeceksek de, şimdilik, geçen makâlemize aldığımız şu aşağıdaki iktibasla bir kere daha hatırlayıb geçelim:

Papa 2. John Paul’e göre “dinlerarası diyalog, kilisenin hıristiyanlaştırıcı vazifesinin bir parçasıdır. Diyalog, böyle bir vazife ile tenâkuz teşkil etmez. Çünki kurtuluş Mesih’den gelir; ve bu diyalog, hıristiyanlaştırma işinden ayrı düşünülemez.” (Diyalog İhâneti, Yümnü Sezen, s. 44) 

1) Gelin görün ki, sanki bu “dinlerarası diyalog denen fitne” 60’lı senelerde  yeni bir misyoner faaliyeti (usûl ve taktiği) olarak Vatikan tarafından değil de, (hâşâ) İslâmiyyet tarafından 15 asır evvel ortaya atılmışdır!. Bu kadar hayâlî ve çocuk kandırmak kabilinden bir uydurma ve yakıştırmayı, ağzınız bir karış açık kalmadan okuyabilecekseniz, F. Gülen’in satırları olarak buyrun:

“Diyalog anlayışımız, İslam’ın özünden, Kitab’dan, Sünnet’den ve dinin yoruma açık yanlarının upuzun bir tarih boyu yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. İsterseniz şöyle de diyebilirsiniz, bu anlayışın kaynağı Kur’an, Sünnet, İcma’ ve kıyas gibi aslî delillerle, yine bu delillerden çıkarılan, istihsan, istislah, istishab, beraat-ı asliye, örf ve âdetlerin meşru’ olanları gibi fer’î (ikinci derecede olan) delillerdir. Evet, bir kere daha ifade edeyim; dünyanın her yanında dinimize ve kendi medeniyetimize tercümanlık eden insanların yaptıkları, onların hususi mahiyetde ve kendi tabiatlarına bağlı olarak icat edip ortaya koydukları şeyler değildir. Yani hoşgörü demek, başkalarına sevgi eli uzatmak, el sıkışmak, konumlara saygılı davranmak, kimsenin dinine ve diyanetine ilişmemek, onların şahsi hissiyatlarından, özel düşüncelerinden ve mülayemetlerinden kaynaklanmamakta; aksine çok sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil,bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üslupdur; çünki dayandığı kaynaklar kalıcı ve değişmiyen esaslardır.” 

Eğer bu “dinlerarası diyalog denen fitne”, doğrudan doğruya, münezzeh olan ALLÂH Azze ve Celle Hazretlerinin Dîni İslâmiyyet’e atfedilmez, onda fevkal’âde bir rükün, bir esas, “zarûrât-ı diniyye” derecesinde mutlaka îmân edilmesi şart bir mevzû’ olarak beyân edilmezse, bu fitnenin peşine saf ve ma’lûmât-ı evveliyye dereceleri ma’lûm müslümanları takmak ve onları Vatikan kıblesine doğru sürüklemek mümkin olamıyacakdır!. Binâenaleyh, Papanın tamim ve tebliğ etdiği bu yeni misyoner propagande usûlünün, İslam’da da yukarıda görüldüğü gibi son derece muhkem delillerinin olduğu “kurgu ve bulgusu”, yine son derece ilmî lâflara (!) bulanarak kitablara geçirilecek; ve başda müfrit ve at gözlüklü taraftarlar olmak üzere, işin iç yüzünü bilmiyenlere yutturulacakdır!

Bu fitne, o kadar İslâm’ın malı ve zarûrât-ı diniyye derecesinde (olmazsa olmazı) gösterilmelidir ki, buna karşı çıkan, İslamiyet’den de çıkmış, hatta mürtedd olmuş ve tecdîd-i îmân mecbûriyyetinde kalmış olsun!. Çünki edille-i şer’iyyenin 4 ana delili yanında daha fer’î delillerinin de tamâmıyla şeksiz ve şübhesiz ortada olan böyle bir “dinlerarası diyalog fitnesinin” lüzûmu ve kat’iyyen vücûbu, aslâ inkâr edilemesin!. Bu i’tibarla, bu o kadar mühimdir ve ihmâl edilemez bir kânûndur ki, “çok sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil, bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üslupdur; çünki dayandığı kaynaklar kalıcı ve değişmiyen esaslardır.”

Sıkıysa, bu “fitneye” eyvallah demeyin!

2) Bu “dinlerarası diyalog fitnesi” öylesine İslâmiyyet’in olmazsa olmazıdır ki, (Hâşâ ve kellâ) Peygamberimizin Hayatında bile şehrahmış, “büyük yol” imiş! Kitab satırları olarak okuyalım:

“Soru: Peygamber Efendimizin hayatında böyle bir diyaloğun misâlleri var mıdır?”

(DİKKAT: “Dinlerarası diyalog”, burada sadece “diyalog” oluverdi!) Cevabda da “dinlerarası” terkîbini, arayın ki bulasız!!!

“Tabii ki vardır; zira, bu şehrâhın (büyük yolun) ilk fatihi Allah Rasûlü’dür. (Hâşâ ve kellâ.) O, Mekkeli müşriklere karşı bu üslubla davranmış, Hudeybiye sulhünde mes’eleyi pratik olarak ortaya koymuş, Medine Vesikası ile de bu hususu te’yid buyurmuşdu. Hangi din, hangi ırk, hangi milletden olursa olsun, din, hayat, seyyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulamıyacağını ilk kez insanlığın iftihar tablosu âleme duyurmuş ve bir yönüyle, birlikde yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuşdu. O, aynı hakikatleri farklı bir üslup ve eda ile Veda hutbesinde de tekrar etmişdi.” (Diyaloğun Dini ve Tarihi Temelleri, 2006, s, 22)

3) Şu satırları da okursanız, ifrâtın, saptırmanın, aşırılığın, kraldan çok kralcı veya Papadan çok papacı olmanın en uçuk ve ayarı kaçık noktalarını yakalıyabilirsiniz. Tabii burada da “dinlerarası” terkîbi yokdur ve lûgâvî ma’na üzerinden Vatikan ıstılâhı (!) temize, müdâfaaya ve korumaya, hatta “Peygamberliğin esası” olarak, her şeyin başının tâcına alınacakdır!. “Diyalog” denen necâset, sıkışıldığında, Peygamberlere imanın 5 ana şartından “tebliğ” demek olacak; bu halde de, “dinlerarası Vatikan oyunu” olarak rahat rahat reklâmı yapılabilecekdir!. İşte, oyun içindeki oyunun, oynanan oyunu:

“Evet, Allâh Rasûlü hep diyalog ve anlaşma arayışında olmuşdu; bunu aynı zamanda peygamberliğinin bir esası olarak ortaya koymuştu.” (a.g.e..s. 23)

4) Bir insanın, 15 asırlık İslâmiyyet’le zerre kadar alâkası olmıyan bu kabil satırları yazabilmesi ve onlara inanması içün, bu 15 asırlık dini tamamen redd ü nefy ederek, yerine, “dinlerarası diyalog felsefesinin” şart gördüğü bambaşka bir din anlayışını oturtması kat’iyyen lâzımdır; ve mumâileyh de bunu yapmaktadır…

İnsanların din anlayışlarının değişmesi imkânsız değildir. Bütün ömrü boyunca aynı din (îmân ve i’tikâdında) olan insanlar olabildiği gibi, bunu, belli hâdiseler ve şartlarla karşılaşdıkdan sonra değiştiren insanlar da olabilmektedir. Mi’râc mu’cizesinin sabahında, Allâh Rasûlü’nden bunu dinleyib de kendi akıl vüs’atiyle, mu’cizeyi nefsine izah edemeyib, “bu kadarı da olmaz!” diyerek; ve o mu’cizeyi reddeden ve Mu…….Emîn Aleyhisselâm Hazretlerini, olmıyacak şeyleri söyliyen bir insan kabul ederek ve (hâşâ) yalancı mevkiine düşürüb reddeden; ve “din anlayışını tamâmen değiştiren” SAHÂBÎLER bile olabilmişse; ve böylece, peygamberlerden sonra insanların en üst derecesini teşkil eden sahâbîlik derecesinden veya 10 km irtifâdan yere çakılanlar ve tuzla buz olanlar olabilmişse; bugün, nice hocfendilerin, “püftülerin”, allâmelerin, müctehid ve müceddidlerin (!), şeyh, mürid ve tiritlerin, sırmalı ve cübbeli nice ekran (.eytanlarının) da, 20-50-80 yıllık, din, îmân, anlayış ve telâkkîlerini değiştirmeleri, elbetdeki ve pekâlâ mümkindir, müstahil olamaz!.

Hele Dembokratik ve laik bir “düzen” ve “düzdürenler” saltanat-ı cümhûriyyesinde…

5) Bunu, yani “din telâkkîsinin değişmesi hâlini” mumâileyhin satırlarında (i’tiraf çapında da) görmemiz şöylece mümkin olmaktadır:

“15 Ağustos tarihli ABD dergisindeki röportajdan: “Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki, ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki, Kur’an’da veya sünnette yer alan eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor.” 

Mes’ele bu kadar açık ve göz önündedir!. Eskisi ve yenisiyle manzara bu!

6) İnsanların din anlayışının tam tersine döndüğünü, yalınız “dinlerarası dilalog” mes’elesini “Peygambeliğin bir esâsı” olarak (hâşâ ve kellâ) görenlere hasretmek de doğru değildir… Meselâ “ne sünnî ve ne de şiiyim, müslümanım” diyen; ve “sünnînin câferiye, câferinin sünniye üstünlüğü yokdur!” gibi son derece çarpık ve rencîde edici lâflar savuran ve resmen T.C. Başvekîli bulunan Receb Tayyib Paşa’dan da bu kabil fuzûliyâta şâhid olabilmekteyiz!. Kendisini en iyi ve candan (!) alkışlamayı çok güzel beceren bendelerinden (M. Metiner) nâmındaki meb’usu, aynen şöyle yazıb, böylece de “şecaat arzedebiliyor!!!” Yeri gelmişken, F. Gülen ile horoz güreşi sürdüren tarafın hâlini de, aynı satırlarda çok iyi görmek, bakınız nasıl mümkin olacakdır:

“Akparti milletvekili Mehmet Metiner 6 Temmuz 2003’te şunları yazmıştı:

“ Dünün Erdoğan’ı yok artık. O ‘İslami devlet’ diyen Erdoğan gitmiş, yerine ‘Din devletine karşıyım, dinsel milliyetçiliğe hayır!’ diyen bir Erdoğan gelmiş. Dün Avrupa Birliği’ne ‘Hıristiyan kulübüdür’ diyerek karşı çıkan Erdoğan, bugün başbakan sıfatıyla AB ile bütünleşmek için elinden geleni ardına koymamakta kararlı.” (Bkz. Mehmet Metiner, “Dünden bugüne Tayyip Erdoğan”, Radikal, 6 Temmuz 2003,) 

Demek ki İslâm telâkkî ve îmânı, insanlarda zamana, mevkiye, şartlara, hubb-ı câha, şakşaklara, makamlara, koltuklanmalara, şımartılmalara v.s.’lere göre tam zıddına inkilâb edebilmektedir!

Medine vesikası, Vedâ hutbesi, Mekke’li müşriklere tebliğ ve Hudeybiye sulhü, acaba “dinlerarası diyalog fitnesiyle” mi yürüdü? (HÂŞÂ ve KELLÂ)… Acebâ bu “dinlerarası diyalog fitne-fücûru” aşıkları, bu fitneyi, İslâmda da var gösterirlerken, neden “Dinlerarası diyalog” demiyorlar da, o piç ve lâ’netli kelimeyi sadece “diyalog” olarak ve “lûgâvî ma’nâsıyla” alıb göz küllemeye gidiyorlar?

Zerre kadar Allâh korkuları bile olduğu veya olmadığı için mi?

Birisi, Papa ile “dinlerarası diyalog” alış-verişinde; ötekisi de, ZAPETERO dostu ile “Medeniyetler ittifâkı” ticâretinde… Hem de aynı senelerde bu işlere başladılar!.

Bir ipde iki cambaz…

İkisi de, geçmişlerinden farklı…

Bakalım nasıl oynıyacaklar?!

Ey, ehâli-i etrâk ve ekrât!. Aysbergin yüzde 99’u altda, üstdeki de, yüzdebirlik “dersâne-ters-hâne-memiş-hâne” pisliği!

Ey millet-i Beyzâ! “Cambaza bak cambaza!” diyenlere de mukayyed olun!. Ona göre seyredin, boş bulunursanız, “donunuza” da hoş edebilirsiniz!

“Hafizenallâh!”

Bizden söylemek…

 

(Mâba’di var)

(İntişârı: 10.12.2013)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir