(2) “Atatürk’e Kâfir Denemez” Derken, Allâh Azze’ye: “Âyetin (Kitâbın) Yasak” Demek…
10 Haziran 2021
(4) “Atatürk’e Kâfir Denemez” Derken, Allâh Azze’ye: “Âyetin (kitâbın) Yasak” Demek…
30 Temmuz 2021

“ATATÜRK’E KÂFİR DENEMEZ” DERKEN, ALLÂH AZZE’YE: “ÂYETİN (kitâbın) YASAK” DEMEK…

(3)

Ahmed SEYYİDOĞLU

HAKKA HAKÂRETE SUSMAK, HAKKA KÖSTEK BÂTILA DESTEK OLMAKDIR…

Hulasa Püsküllü Kadir gibi, hem cumhuriyetçi, hem hılâfetçi, hem partici hem tevhidçi, hem diyânetçi hem şeyhülislâmcı olmak gibi birçok ve karışık hüviyetler taşıyan ve asliyeti 97 yıldır kaybolmuş nesillerin bu utanç verici ve akla ziyân TENÂKUZLAR içindeki çırpınışları, kâr hânesine kat’iyyen bir şey getirmeyecek; tam tersine, bunlar, sâdece yerinde sayan insanların, sonra da geri giden manga kumandanlarının elinde perişanlık olarak netîce kazanacakdır…

Hakkı her ne pahasına olursa olsun TUTUB söylemeyi göze alamıyan, Üstâd Merhûm’un ta’biriyle “infirâd çukurundaki” ihlâssız kalabalıklarla müsbet hiçbir iş yapılamaz…

MUTLAK HAKKI hiçbir bâtılla TELBÎS etmiyen politikacılar, maarif câmiası, medya ve ruhban sınıfları, islâmî îmân ve ahlâk ölçüleri içinde mutlaka ıslâh olmuş şekilleri ile ortaya çıkıb müessir olmadan, böyle maslahatçı, ödlek, pısırık, (palyatif) ve parti dedikoduları içinde boğucu oyalanmalarla bu memleket sâhil-i selâmete aslâ çıkamaz… Birinci derecede mes’ûl olanlar “Hakkı bilib de SUSAN ve bu susması ile bâtıla kuvvet vermiş olanlardır!”

Bir de Hakk’a köstek, bâtıla şöyle destek veren seytanın vekilleri vardır:

“Daha vakti var, sabır, şimdi sırası değil! Raizlerimizin pek derin bildikleri ve kerâmetleri vardır! Bekliyelim, iyi olacak, “her şey çok iyi olacak”, şu yolu şu viyadüğü şu düdüğü de geçib bir öttürelim! Şu madamı da bir bakaniyye ve adâmiyye yapalım, hele şu “cinsiyet eşitliği mücâdelemizi ölüm kalım mücâdelemiz olarak” vecd içinde bir edâ edelim, ondan sonra önümüz ardımız bak nasıl açılıb dar boğazdan çıkacağız! Avratlar saltanatımızın alt yapıları ve üst çatılarını da hele bir ikmâl edelim, zillet ittifâkını zil taktırıb bakın nasıl oynatacağız! Oralarına da bir nişadır çekelim, sonra çok iyi olacak, madam gelinanımın ağzıyla neler olacak neleeer, cak cak ve vak vak!.”

Böylece, 24 saatlerin kâtili veya zamanın ırzına geçen politikacılarla, bu nutukları çekenlerin elinde, bu memleket sâdece ve dâimâ, dünü arıyarak ve sürünerek ilerler, o kadar ilerler ve öne geçer  ki, hatta şampiyon bile olur!.

SÜLEYMAN ÇELEBİ MERHÛM’UN MEVLÎDİNDEN İHTİHÂLLE SÂRIKÎ ŞİİR ÎCÂDI, PEYGAMBER ALEYHİSSELÂM’A HAKÂRETDİR!

Akit’in genç yazarı Alpay, kamalist dinazorların, Osmanlı âlim ve müellifi Süleyman Çelebi Merhûm’un 6 asırdır Müslüman Oğuz-Osmanlı milletinin mukaddes bir KIYMETİ olmuş “Mevlidini” bile aşağılaşarak (intihâl edib, çalıb=sirkatî şiir) eyleyib, başka şahıslara hasretmesini (kurbağacasıyla uyarlamasını); ve orada geçen “Peygamber Sevgisini”, mevkıi,  menzili ve mecrâ’ından sökerek hiç âid olmadığı yerlere sürüklemesini; ve bunun ne kadar büyük bir Allâh, Peygamber ve dîn düşmanlığı olduğunu beyanla, bunu son derece şiddet ve nefretle “kınaması, tel’în etmesi” lâzım gelirken, bunlara hiç temâs etmeyişini  de, bizim, esefle karşılamamız îcâb eder…

Bu tahrîf, doğrudan doğruya: “Böyle bir mevlid sizin Peygamberinize değil, bizim istediğimiz bir kişiye yazılabilir” demekdir… Bu ise, başlı başına RASÛL-İ RUSÜL PEYGAMBER-İ ZÎŞÂN Aleyhisselâm’a, Allâh Azze ve Celle’ye, Kitâba ve  İslâmiyyet’e pek korkunç bir hakâret ve bühtandır…

Bu kabil  şefokrasi dinazorlarının bir asra yakın zaman içinde nice adam ve madamları AĞZI ile daha binbir hezeyanları da vardır ki, bunlarla hesablaşamıyan (idâreci) geçinenler, eğer zerre kadar utanmaları varsa hayâ’ edebilmelidirler!. Hayâ’, bilindiği gibi Allâh korkusu ile haram ve günahlardan kaçınmakdır ki biz de bunu kastediyoruz! 

Politikacıların niceleri: Şefokrasinin Dünyâ târîhinde görülmiyen vahşet ve zulüm çarklarını yok farzeden ve “Devr-i sâbık yaratmayacağız” nânesi de yiyerek, kendilerini, kendi elleri ile sehpaya götürenler ve bir nev’i gene onların çizgisinde olanlardır!.

Asıl korkunç olan ise, bugünkilerin beyanlarıdır. Bakara 114. Âyeti “okudu” diye adı geçen DİB me’mûrunu hedefe oturtub bir bardak suda fırtınalar koparan küçük ortak Bağçeli’nin (1. Haziran. 2021) târihli şiddetli beyânı, yani yeldeğirmenlerine bir nev’i at mahmuzlayışı, diyânetsiz kamalizmaya taparlığından da öte, aslında âyete  giydirişdir; son derece tâlihsiz, târîhe de son derece menfî geçecek, her türlü müsbet tavsîfin altındadır…

Genç matbuat ve medya çalışanları da, sistemin DİB’i, ilâhiyât-ilhâdiyât ve imam liselileri gibi gerçek İslâm’ı bilmediklerinden veya PEK ÇOK HAKÎKATLARI ketmetdiklerinden; ve mevcûd kamalist sistemin dayatdığı insan irâde ve otoritesi altındaki sun’î dini “İslamiyyet’miş gibi” kabûl etdiklerinden; üstelik belli bir zorbalık altında yetişdiklerinden, ayrıca Efgânî-Abduh-Reşid Rızâ-Karamanlis çizgisine çekilerek bunların uydurduğu “geleneksel İslâm” ta’bîri ile 15 asırlık SELEF-İ SÂLİHÎN  anlayışını reddetdikleri ve onların  emânetine düşman edildiklerinden; “partili dembokrasi” hesâbına, o “Güncellenmiş, revizyon ve reformlardan imbiklenmiş ve adı da hâlâ ve kasden Müslümanlık” olarak bırakılmış  sun’î dîne bağlanmışlardır… Böyle olunca da, ona vâsıl edecek bir kör taassub ve saplantı içinde yaşamaktadırlar!.

Oryantalist veya oryantalist çömezi ve geçmişe zerre kadar hürmet ve bağlılığı kalmamış kılavuzlarının, “Geleneksel İslâm” diyerek her fırsatda aşağıladıkları (gerçek İslâm’a) da, bu nesiller binlerce esef ki, Lozan projeleri istikâmetinde düşman edilmişlerdir. Bunlar, Kelâm-ı Kadîm’in emretdiği “Müslümanlardanım deyiniz” emrine bile muhâlefetle, bunu ağızlarına almakdan utanıb “sıvacı-badanacı” vezninde kendilerine “İslâmcı” demekden de hâyâ etmiyen adam ve madamlardır!. Gene bunlar, “Dâimâ değişebilen, güncellenebilen,” beşerî bir dîn peşindedirler. Her zaman ve zeminde (şartları) kendisine tâbi’ kılmak içün vaz’olunan dîni, tam tersine çevirerek, şartlara göre değişen, yehûdiyyet ve nasrâniyyet gibi insan eli ve irâdesi karışarak muharref bir din hâline getirib, o dîni “hiç etme iblisliğine kurban eden münkirler” de bunlardır… 24 saat tv kanallarında “tartışma” adı verilen bu iğrenç tecâvüzlere, “demokrasi, fikir özgürlüğü, bilmem ne lâyıklığı îcâbı” diyerek, nice şeytanlaşmaları irtikâb, bugünün en tabii programları hâline getirilmişdir. Aslında ise bütün bunlar, kasden ve amden ve planlanmış olarak İSLÂMİYYET’E TAM BİR TECÂVÜZ, TASALLUT VE AZILI DÜŞMANLIK programlamalarıdır… 

Güncelleme veya ictihâd adı altında sürdürülen bu hezeyanları,  (politikacı-partici) hüviyetleri ile sürdüren bu oryantalist kafalı bilgiç münâfıklar, dünyânın her bölgesindeki güncellemeleri veya (ictihadları) kendi kendilerine müstakillen yaparlarsa, ortaya biribirine ters işliyen düzinelerce ve “Adı İslâm”, kendisi ise bunun tamâmen dışında bir halt olan nice dinler çıkacağı, bedâhât derecesinde bir hakîkatdır. Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâm Hazerâtının şerîatları aynen bu usûller ise asliyetini tamâmen kaybederek, ortaya yehûdiyyet ve nasrâniyyet gibi insan imâlâtına inkılâb eden dinler çıkmışdır. Böyle her memleket veya bölgede  güncellemelerle ortaya çıkacak ve  adı binlerce esef ki gene “İslâm” denilen dinlerin uydurulması altında, şiilikde olduğu gibi Yemen’li yahudi hahamı İbni Sebe ve Vehhâbîlikde de olduğu gibi İngiliz planları, son asırda gene İngilizin Lozan fitne-fücûru, bunların parmağında oynayan satın alınmış oryantalist yamağı pekçok  aşağılıklar yatmaktadır…

Güncelleme, revizyon, reform, yenileme, asrın idrâkine söyletme ve ictihadlar diyerek, mutlak dinle çocuk oyuncağı gibi oynanması, bütün İslâm muârızı dünyânın “İslamofobi” adıyla yürütdüğü dünyâ çapında korkunç bir projedir. Feto’nun da, “Dinlerarası Diyalog ve hoşgörü ve Cemaat hızmeti” gibi narkozlayıcı ta’birlerle ve bu projenin bir başka çeşnisi (fraksiyonu) hâlinde bütün dünyâda tatbîka koyduğu CİA-Papa-Yehûd-Haçlı projesi, bugün bütün cihâna ma’lûmdur; ve bunların İslâmiyyet’e fevkal’âde zararlar verdiği aslâ inkâr da edilemez… “Mutlak Dînin Allâh Rasûlü bulunan Peygamber-i Zîşân Aleyhisselâm’ı Vatikan, yehûdiyyet, ateizma, deizma, kamalizma, budizma ve masonizma hesâbına Kelime-i Tevhîd’den (İslâmiyyet’den) çıkaracak” kadar gözü kararan adam ve madamların, hangi merkezlerin kuklaları olduğu bedâhaten ortadadır…

NATO TOPLANTISINDA, DİJİTAL DİKİLİTAŞ (MONOLİT) ETRAFINDA VE AYAKDA YAPILAN YENİ DÜNYA DÜZENİ ÂYÎN-İ ŞEYTÂNÎSİ!

Demokrasi dedikleri ve dünyâ milletlerinin kan ve iliğini sömürmek içün kullanılan Batı emperiyalizma sisteminin “vazgeçilmez unsurları” diyerek beyinlere çakılan bütün partileri de, bu istikâmetde, ancak her biri bir başka beşerî-nefsî usûllerle bu işi yürütmenin mecbûru ve vazîfelileridir. (14/6/2021) tarihinde Brüxelle’de toplanan Nato liderleri toplantısında bütün iştirâk eden başkan ve liderler RTE’a kadar bir eksiksiz tamâmı, oradaki son derece derin dünyâ aklının bir plânı olarak, bir bilgisayar programının emirlerine tam ve hep beraber itaat etmişlerdir!. KUMANDA İSE, AYNEN ŞÖYLE İDİ:

“Maskenizi çıkarın!

15 sâniye kameralara bakın!

Siyâsî danışmayı derinleştirmek!

Maskesiz kalmaya devam edebilirsiniz!

şimdi lütfen DÖNÜN!

Ve 2030 senesine bakın!

Ortakların eğitimini kuvvetlendirmek!

İklim değişikliği ile mücâdele!

Maskelerinizi takın…”

Evet, tek gözlü piramitden gelen emirlere, dijital DİKİLİTAŞ-hâşâ-KÂBE ittihâz edilerek, ona karşı KIYAMDA tam bir ta’zîm ibâdeti (ritüeli-âyîn-i rûhânî veya şeytânîsi), CİHÂNIN GÖZLERİ ÖNÜNDE ve SON DERECE BÜYÜK BİR CÜR’ET VE MEYDAN OKUYUŞLA İCRÂ’ EDİLMİŞDİR!.

“15 sâniye kameralara bakın!” kumandasını vermek, içinde hangi istikâmetlendirmeyi gizlemektedir?. Medya satılmışları bunu neden “tartışma, atışma ve kapışma” mes’elesi yapmaz?. Sovyetler zamanında Moskova’daki tepe kadrosundaki Baba Aliyev’in çocuğu oğul Aliyev, boynundaki haçlı ta.ması olan gravatı orasından çıkarmış olarak Ankaralı misâfirinin yanına gelince veya 2019’da T.C.’ye gelen Çipras’ın boynuna yularını (gavatını) geçirmeyince, bunu, “15 saniye kameraya bakma emri” ile mukâyese edenler, adı geçen (ağlâli=kelepçeği), çok daha ehemmiyetli mi bulmaktadırlar?. Sonra neden 20 veya 55 saniye değil de 15 sâniye yani çeyrek dakika?.
Nato taptırışında maskeleri çıkartılarak bu emre uyan liderler, oranın eyâlet vâlileri mi olmuş oluyor?. O lider deniler adamlara, ayakda oldukları hâlde “Siyâsî danışmayı derinleştirmek” vazîfesi mi veriliyor veya bu mu emrediliyor?. “Siyâsî danışmayı derinleştirmek” emri verilirken, bize her şeyi mutlaka “derinlerimize” kadar inerek inceden inceye sorun, sakın sormadan bir halt yemeyin; bizim kontrolumuz dışında aman bir iş yapmayın mı deniliyor?..

Dünyâyı avcuna alan o muhayyel ve otopsisi bile yasak CAVİD-19 heyûlâsı, bütün mes’ûliyyeti aşıya teslim olan kobaya yükleyici AŞI BOMBARDUMANI ile, maske-mesâfe-eve kapanma-iş bırakma ritüelleri ve bütün bunlar üzerinden (DÜNYÂYI İTAAT ETDİRME DENEMELERİ) yoluyla da, zikredilen “derinleşmeye” paralel bir proje mi hayata geçiriliyor?. Bütün bunlara bakılıb sâlim bir akılla fikredilecek olursa, dünyâ pek büyük bir KÂBÛSUN ve ESÂRETİN KENÂRINA yaklaştırılmak istenmektedir… Bütün devlet ve hükûmetleri üzerinden insanoğlu, târîhinde hiç rastlanmadık derecede sanki (narkozlanmış ve hipnotize edilmiş) bir hâle düşürülmüşdür!..

2020 sonuna doğru bir çok ülkede âniden esrarlı monolitler (ecâib dikilitaşlar) karşımıza çıkmışdı… Şimdi de nato zirvesinde, KIYAMDAKİ (ayakdaki) liderler, ortadaki monolitin (teknolojik yekpâre bir kitle-dijital tapınak taşı) denilebilir ki, bunun etrafında, verilen emir ve kumandalara aynen uydular ve itaat etdiler; ve devletler üstü (tek gözlü piramit)  denilen yapı, liderlerin birer piyon olduğunu ve 2030 da yeni bir dünyâ kurulacağınının mesajını verdi!.

Verilen târih neyi ifâde ediyorsa, bunun oraya giden raizler ve başkanlarca halklarına îzâhı şartdır. Şimdiye kadar hiç görülmiyen bu dijital dikilitaşa DÖNME VE ONA BAKMA TAPINIŞININ ne olduğu, bu kabil emr-i vâkı’lerin ardında neyin yatdığı ve hangi ma’nâya geldiği, para-lamentolarda-Dârü’n-Nedvelerde-Meclislerde, bektâşi-mason sır ve gizliliğinden çıkarılarak îzâh edilmesi şartdır… Dembokratik iktidâr ve muhâlefet (!) adıyla ma’rûf kalabalık ve gruplardan buna dikkat çeken hiç kimse neden yokdur?. Yoksa bunun analiz ve babalizini de, mafya BABALARINDAN mı istemek lâzım gelecekdir?!. Derin dünya aklı veya (Yeni Dünyâ Düzeni) denilen bu dembokrasi kademesinden sonra dünyânın karşısına böyle (DİJİTAL DİKİLİTAŞ DİKİB, DEVLETLERİN ÖNÜNE DE BUNU KÂBE MİSÂLİ KOYARAK, ONA TAPTIRMA DEVRİNE) mi girilmektedir?. Graham Fuller yetiştirmesi Feto Hociafendi’nin “Türkçe Olimpiyatlarında” 15-16 yaşlarındaki kız-oğlan çocuklara, sık sık ve üzerine basa basa söyletdikleri “Yeni bir dünyâ kuracağız” nakâratı da, bu işlerin mukaddemâtından mıydı?.

Nato Liderleri denilen adam ve madamların kulak ve gözlerine bunlar sokulurken, 9 YIL  SONRA 2030’da da, yani gelecek üçüncü KADEME’de neler ve ne haltlar emr-i vâki’ olarak eyâlet vâlilerine dayatılacakdır ???

Nato toplantısı diye Brüxelles’e koşan liderciklere “Ortakların eğitimini kuvvetlendirmek” diyerek kulaklarına sokulan cümlenin, ma’nâ ve delâletleri de ne ola?. Bu liderler “eyâlet vâlileri midir” ki, kendilerine hangi derslerini iyi çalışmaları emredilmektedir?. “Eğitimden” kasıt nedir?. Bu nasıl “kuvvetlendirilecekdir?.”

“İklim Değişikliği ile Mücâdele!” de neyin nesidir?. Litosfer, hidrosfer ve atmosfere el atmadan “iklim değiştirilemiyeceğine” göre, karanın, suların ve havanın nesi ve neresine ve nasıl, hangi “corana benzeri uydurmalarla ve hangi norkozlamalarla” el atılacakdır?… Tek gözlü piramidin şifrelerini çözmemeye itaat da, gene o sırra tapmakdır!. Medya denilen, politika denilen yerler, bu kadar mı satın alınmışdır?.

Sekizinci ve son emir “MASKELERİNİZİ TAKIN!”

Yani bütün bunları aslâ konuşmayın, maskeler, maskeli olmanın yani aslâ sır vermemenin ve gevşek çeneli olmamanın remzidir; ağzınızı kapatın deyişin bir sembolüdür, ona göre!

ECNEBÎ VE YERLİ-MİLLΠ “İSLÂMOFOBİ” VE “İBRÂHİMÎ DİNLER”  HÂİNLİĞİ…

Sadede şürû’ eyledikde:

İslâmiyyet’i güncellemelerin altında da, onu dünyâ çapında eritme plânları yatıyor. “İslamofobya”, gûyâ Türkiya dışındakilerin sıkıntısıdır! Türkiya iç TRİBÜNLER ÖNÜNDE dünyâya kafa tutar “görünürken,” kendisi de, ilhâdiyatçı ve DİB’çi tipi dinde reformlarla, Bardakoğlu tipi revizyonlarla,  Karamanlis  tipi “uydurma ve yeni ictihadlarla” ve politikacı-AKAP rüesâsı tipi güncellemeleriyle, daha ustalıkla ve uzun va’dede, dışdaki MAKRON tipi ateistlerin paralelinde gitmekde; ve gûyâ çakdırmadan yol almakda ve en sonunda da aynı yerde buluşmaktadırlar!. Başkanın kızını, bşk. yardımcısı olarak taşıyan KADEM nâm şu meşhûr feminist-modaist cem’iyyet, bir prof madamla ve bir prof adam ve bir bilmem ne kişiye yepyeni ve mostralık bir kitab yazdırmış!. “İbrâhimî Dinlerde Kadın” adını taşıyan bu nesne, dâhilî ne tür ve hangi “İslamofobik” bir tahrîfât ve ihânetin mahsûlüdür?.

1963’den beri, Graham Fuller ile CİA emrinde OLARAK kürsülere çıkarılan bir vaiz emeklisi Fetö’nün uydurduğu veya VATİKAN’ın emretdiği “İbrâhimî Dinler” şirki, ne cinnetlik bir hâldir ki, bugün Fetö denen teşkîlâtın hâkile yeksân etmek istediği AKAP iktidârının tepe noktalarında sivriltilmekde ve Fetö’den veya Vatikan’dan el alınmışcasına, bugün Türkiya’da misyonerliğine devam edilmektedir… Yehûdiyyet ve Nasrâniyyet (Hıristiyanlık) gibi vahye dayanan bütün temelleri tamâmen bulandırılıb, HAKK tarafı bâtıllarla telbîs (bulama edilmiş); ve İslâm gibi mutlak olması muhâl, mecâzî ma’nâdaki dinlerin,  “Allâh Azze ve Celle ındinde” HAKK ve DOĞRU ve KABÛL GÖREN DİNLERMİŞ gibi gösterilmeye ve propagandası yapılmıya çalışılması, dolaylı ve gûyâ azgınlığı perdelenmiş bir “İSLAMOFOBYA’nın” en korkuncudur… İslâm’a, EBÛ HAKEM (Ebû Cehil) gibi cebheden vuranların değil de, reis-i münâfikîn Abdullah İbni Sebe ve Abdullah İbni Selül gibi hâinlerin tahrîbâtı, çok daha beter bir felâket, tehlike, tehdîdât ve helâketdir… Kelâm-ı Kadîm’de, 15 asırdır “İslâm dışında bir dînin Allâh Azze ve Celle ındinde kabûl görmiyeceği ve bu dinlerin sâliklerinin âlem-i UKBÂ’da ebediyyen HÂSİRÎNDEN (cehennemliklerden) olacakları” bedâhaten beyân buyrulurken, bütün bu nass ve zarûrât-ı dîniyyeyi ibtâl etmiye ma’tûf faaliyetleri irtikâb etmek, Anadolu’da, İslâmiyyet’i diğer dinlerin bâtıl seviyelerine indirmeyi istihdâf eder… Aynı zamanda bu, Mutlak ve HAKK DÎN olan İslâmiyyet’in, hakîkatıyla bilinib ona îmân edilmesine mâni’ olmayı; ve binnetîce, onun Anadolu’dan silinib atılmasını yani bir çeşit yerli-millî “İslâmofobiyi” ruznâmeye getirir!..

Böylece, hakîkî birlik ve berâberliğin ve hürriyet ile istiklâliyyetin tepesine tuzruhu dökülmüş olacağını bile bile, bunlara, bu hâinliklere cür’et edenler, dünyâyı istîlâ peşindekilerin değirmenine değil de, acebâ kimin çarkına su taşımaktadırlar?. Parti pırtılarıyla bütün dembokrasi mü’minleri, “Gerçek demokrasi” diye papağan gibi bağırtılıyor!. Bunların beyinleri cendere ve narkozda olduğu içün de, ABD, AB ve bütün Haçlı dünyâsının İslâm coğrafyasında nasıl insan kanı akıtdığını, nasıl zulümler yaşatdığını, nasıl acı ve ıstırabdan, açlık ve hastalıkdan, kadın, insan ve çocuk mafyaları üretmekden, bütün varlık, eser ve zenginlikleri yağmalamakdan başka birşey bırakmadıklarını aslâ göremezler, duyamazlar ve hissedemezler… Çünki yüz yıla yakındır öyle bir şartlandırmadan geçirilmişlerdir ki, “Kıbleleri Batı Yapılmış” o istikâmete eğilmekde, 60 yıldır da AB kapısı önünde yalvar-yakar olub el oğuşturarak beklemektedirler!…

Bu yolla da, Müslüman Oğuz-Osmanlı bakiyesi millet, AÇIKDAN AÇIĞA kendi kendisini inkâr etmiye zorlanıyor… İşte bunun adı en tehlikeli “İç İslâmofobyadır!”

ANITKABİR Mİ, ANIT KUBÛR MU, ÂBİDE-TAPINAK  MI?. TÜRKÇE’Yİ KATLETDİLER!

Halbuki politikacılar, sâdece ağızları ile “İslâm, dîn, îmân, Peygamber, Kur’ân, v.s.” diyerek, bunları sırığın ucuna havuç yerine bağlamış; ve sırtına bindikleri binitleri üzerine de iyice yerleşerek, o saf ve saftirikleri bir asırdır biribirlerini yercesine koşturub durmaktadırlar…

Adı geçen Akit yazarı, “Atatürk’e Mevlid” adını taşıyan intihâlin (çalıntının=sirkatî şiirin), “anıtkabir-anıtkubûr-anıt tapınak” gibi yerler içün bile “nasıl okunub okunmıyacağını” da, ne garibdir ki ele almış ve isâbetsizce sallamış ve rastgele atmışdır!…

HÂMİŞ: (Kabir) denirse, bir tek kabir olan mezâr anlaşılır! Halbuki “Anıtkabir’de”, Kamal Paşa’nın yatakda olduğu son demlerinde, “Öldürülmesi emrini verdiği” söylenen İnönü de gömülüdür… 27 Mayıs 1960 kanlı ve intikamlı ihtilâl ve ihtilâcından sonra, darbebaşı Org. Cemal Gürsel, Turan Emeksiz ve  ölen 4 kişi de dâhil, orada cem’an 8 kişi gömülüydü. Şu onda 2 kişi görünüyor ve ikinin dışındaki 6’sı, başka yerlere nakledilmiş…

Orada sâdece bir tek kişi yatsaydı, Arabça’dan Türkçe’ye geçen kabir kelimesi müfred şekli ile “Anıtkabir” terkîbinde ma’nâsı hâric doğru olabilirdi! Halbuki şimdiki şekli ile bu yanlışdır ve güldürür! Zîrâ bir mahalde 2 kişi gömülü (medfûn) olunca, müfred sîgasıyla oraya “kabir” denilemez… Ya Türkçe cemi’ yapılarak “kabir-ler” denir; veya gene Arabça’sıyla bırakılacaksa “kubûr=kaf-bâ-vav-râ” kelimesi kullanılarak kabir kelimesinin cemi’ sîgası kullanıır… Böylece lisân ciddiyet ve nâmûsu muhâfaza edilerek “kurbağaca=uydurukça=kurumca” denilen şeylerin çukuruna düşülmezdi… Gene Cemi’ olmak üzere “mekâbir” kelimesi de isti’mâl edilebilir. Bunun müfredi “makber”dir. Kelâm-ı Kadîm’de “kabr, mekâbir” ve 5 yerde de “KUBÛR” kelimeleri geçer. Türkçe’de de tesniye sîgası olmadığından, mecbûren cemi’ sîgasıyla “Kabirler yani KUBÛR” demek, lisân ciddiyet ve nâmûsuna da en uygun olan bir ifâde şeklidir…

İslâmiyyet’deki “kabr azâbı” yehûdiyyet ve nasrâniyyetde olmadığı içün, Anadolu kamalizma-cumputrasi dînindekiler ve bazı ilhâdiyatçı ve bazı DİB’çiler bu muharref dinlerin ve bir de oryantalistlerin dümen suyunda olduklarından, onların te’sîrinde kalarak “zarûrât-ı dîniyyeden yani inkârı küfür olan” olan kabr azabını inkâr eder ve ölülerinin “ışıklar içinde uyuyacağına” inanırlar!. Ayrıca nasrânîler milâddan sonra 6-7. Asırlardan i’tibâren kadîm yunan-Roma tapınakları gibi anıt=âbide şeklinde pek mücessem ve gösterişli “mezar=kabr=makber” inşâına başlamışlardır. Onlardan özenti ve taklidçilikler de, gene ateist veya deist bir takım kamalistlerle cumputratlara geçmiş, İslam’da kabr üzerine haram olan binâ ve tapınak yapmalar böylece ortaya çıkarak devâsa tapınaklar inşâ’ edilmişdir. Bazıları bunu, müthiş bir (isrâf) ve halkın alın terini savurma devrinin başlaması olarak, hatta mason hâkimiyyetinin remzi gibi de telâkkî etmektedir…

MEVLİD-İ ŞERİFİ TAHRÎF EDİB ÖYLE DE OKUMA TASARRUFU HİÇ KİMSEDE OLAMAZ!

Akit yazarı “Kenan Bey Oğlumuz,” Behçet Kamal’ın intihâl etdiği (çaldığı) ve Paşa’ya “uyarlayıb-yuvarladığı” o çalıntı, çakıntı ve aşırtıyı, anıtmezarlarda, “Resmî ve sivil mekânlarda okumak ve dinlemek serbestdir” diyor! Akit muharririnin: “Behçet Kemâl’in Mevlidi” şeklindeki ifâdesi de son derece yanlışdır. “Mevlîd Osmanlı Dîvân edebiyâtındaki nazım şekillerinden biridir.”  Kasîde, Mesnevî, müsemmat, terkîb-i bend, rubâî, v.s. gibi…

EVVELÂ: Mevlid-i Şerîfin tasavvuru, temeli, binâsı, ma’nâsı, şiir tekniği, inşâı ve inşâdı, Behçet Kamâl denilen o adama âid değildir. Mevlîd, “Münâcaat-Velâdet-Risâlet-Mi’râc-Rıhlet ve Duâ” olarak 6 kısımdan ibâretdir. Dîvân Edebiyâtında bunun benzeri pek çok mevlîd yazılmışsa da, Süleymân Çelebi Merhûm’un Mevlîd’i kıymetinde ikinci bir manzûmeye rastlanılamamışdır. Avamdan havassa kadar bütün müslümanlar 6-7 asırdır bu mevlîdin rûhâniyyet, nûrâniyet ve himmetinden fârîğ olamamış, kendilerini onun cezbesinden uzak tutamamışlardır. O maden mühendisi olan B.K., Süleymân Çelebi Merhûm’dan kopya çekmiş ve bu kopya üzerinde tahrîfât da yaparak, bu tahrîfât sonu ortaya çıkan nesneye de: “Bu mevlîdi ben yazdım” gözboyamasıyla sâhib çıkmışdır… Böylece de cihânı aldatmışdır…

Bu kopyalanan ve sonra da tahrîf edilen manzûme ucûbesinin, istikâmeti saptırılarak “Serbestçe orda burda okunabilmesi” içün, eserin müellifi Merhûm Süleyman Çelebi Hazretleri kime ne zaman izn ü ruhsat vermişdir?.  “Kenan Bey oğlumuz” kendi irâdesi ile, başkasının (Bütün müslümanlara emâneten intikâl eden) malı üzerindeki tasarruf hakkını, istediğine verme hakkına nasıl sâhib olabilmektedir?!… B.K. denen adamın, Yıldırım Bâyezîd zamanı Osmanlı ulemâsından ve Bursa Ulu Câmi İmam-Hatibi bulunan; ve o zülcenâheyn (zâhir ve bâtında kâmil bir zât-ı şerîf olan) Müşârünileyh Hazretlerinin eser-i hassı olan Mevlîd-i Şerîfini, kendi istediği istikâmetde ve kendi istediği insanlar üzerine uydurmak üzere kesib biçmesi, Merhûm’un şahsında, Rasûl-u Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri başda olarak, İslâmiyyet’in bütün kıymetlerine ve Osmanlı ma’neviyât ve varlığına apaçık bir HAKARET-İ GALÎZADIR… Tahrîfâtın yapıldığı şefokrasi târihi de nazar-ı i’tibâre alınırsa, bu hakâretin hangi cür’et ve hudud tanımazlıkda yapıldığı çok daha iyi anlaşılacakdır.

Binaenaleyh, bu mevlid-i şerîf üzerinde, müellifinin izni veya vasiyeti olmadan imlâ ve tahrîrât, tahrîfât, tağyîrât ve tebdîlât tasarrufunda bulunmaya hiç kimsenin aslâ hakkı olamaz. Çünki Merhûm Süleyman Çelebi Hazretleri Müslüman Oğuz Milletinin Dîn, îmân, lisan, edebiyât, târîh ve nâmûsundan bir cüz’dür. Ona âid olan bir manzûmeyi hiç kimse istediği şekle sokarak ve intihâl ile tahrîf ederek tasarrufuna alamaz. Bu, bu 15 asırlık müslüman milletin “KIRMIZI ÇİZGİLERİNDEN” birisidir. Bu milletin ecdâdına âid Dîn, dil, âile telâkkîsi, devlet idâresi şekli, târîhi, câmi’ ve mescidleri, vakıfları, san’at ve edebiyât eserleri, vakıf ve mezarlıkları, kitâbe ve yazıları, mekteb ve medresesi, kitâb ve satırları, giyim-kuşamı, dergâh ve zâviyeleri, rasad ve takvimi, soy-sop-isim-künye-lakab şeceresi, maddî ve ma’nevî topyekûn kıymet ve emânetleri, hiçbir şekilde onun bunun eline ve tasarrufuna terkedilemez…

Akit yazarları veya câmiası, “Süleyman Çelebi Merhûm’un Mevlîd” emânetinin o muazzam ma’nâ ve ehemmiyetini idrâk edememiş olabilirler… Ancak bu, onlara, yukarıya aldığımız ifâdelerle Mevlid üzerindeki tasarrufun, bir takım ne idüğü belirsizlerin eline bırakılma vehâmetini meşrû’ gösteremez. Bunun içün şu aşağıdaki satırlar, adı geçen yazarın çizmeyi aştığını gösterir. Akit yazarı genç adam, sanki “Mevlid” gibi 6-7 asırlık son derece köklü ve muazzam dînî, şer’î, îmânî, edebî ve tarîhî eşsiz bir âbidemiz kendi tasarrufunda imiş de, istediğine peşkeş çekilebilirmiş havasına girmişdir:

“Tabasbus/yaltaklanma tarihine adını utançla yazdıran Behçet Kemal Çağlar’ın bir parçasını aşağıya alıntıladığımız “Atatürk’e Mevlid”ini Anıtkabir veya Kemalist ideolojiyi temsil eden resmi-sivil mekânlarda okumak-dinlemek elbette ki serbesttir.”

Hayır, hayır, hayır…

Böyle bir serbesti aslâ ve kat’â olamaz, bu nereden nasıl çıkarılıyor; ve bunun istinâd etdiği vesîka nedir ve nerededir?. Behçet Kamal Çağlar denen maden mühendisi ve Paşa tapınıcısı ruh ve akıl hamûleleri muhtell adamlar, Müslüman büyüklerine âid, öylesine büyük ki, ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN SEVGİLİSİNE, YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE KÂİNÂTIN YARATILDIĞINA ÎMÂN ETDİĞİMİZ O ŞEFÎ’U’L-MÜZNİBÎN VE RASÛLÜSSEKALEYN ve RASÛL-İ RUSÜL ALEYHİSSELÂM EFENDİMİZ HAZRETLERİNE, EVET, MÜCERRED ONA ÂİD OLMAK ÜZERE YAZILAN satırları, intihâl (hırsızlama=sârıkî şiir) yoluyla veya tahrifleme ve aşırma ve araklama, artık ne denirse, o yollardan biriyle kendilerine nasıl mâledebilirler?.

Bu, îmânen, ahlâken ve hatta dünyâdaki yetmişiki buçuk milletin tâğûtî kânunlarına göre de bir dibe geçişdir! Buna hiçbir Müslüman rızâ gösteremez. Gafletinden bu çukura düşenleri hâric tutsak bile, buna kasden, amden ve azmen  Rızâ gösterenlere başda Allâh ve Rasûlü olmak üzere Merhûm Süleymân Çelebi Hazretlerinden (LÂ’NET) yağacağı, Âdem Aleyhisselâm’dan Kıyâmet’e kadar gelecek bütün Müslümanların da buna iştirâk edecekleri îzahdan vârestedir…

Müslümanların Dîni, hukuku, dili, âile telâkkîleri, târîhi, vatanı, milleti, devleti, vakıfları, mezarlıkları, eserleri, kütübhâneleri, şiir ve edebiyâtı, ezân-ı şerîfi, mescid ve câmileri, istikbâlleri ve bütün herşeyleri üzerinde, ateist, kamalist veya küresel şeytanlarla kuyruklarının hiçbir tasarruf hakkı olamaz… Bu kabil gayr-i meşrû’ tasarruflar, doğrudan doğruya tecâvüz, gasb, hırsızlık, sahtekârlık, ahlâksızlık, vahşet ve bir nev’î kıtâl ve cinâyetdir…

“Bir söz ki bir gönlü bir ömür bahtiyâr eder,

Bir söz ki bir gönlü bir günde ihtiyâr eder.”

İşte Akit yazarı gencin, bir kısmını iktibâs etdiği o tüyleri diken diken eden kopyalama, sârıkî şiir, intihâl ve tahrîfden:

“Merhaba ey baş halaskâr, merhaba! 

Merhaba ey ulu serdar, merhaba,

Hak Teala çün yarattı Türk’ü ilk,

Dedi ‘üç kıta da olsun, ona mülk…

Mustafa nurunu alnına koydu,

Bil, Kemal’in nurudur ol nur!’ dedi.

Ger dilersiz bulasız oddan necat,

Mustafa-yı ba Kemal’e essalat!”

BU VEYA ŞU KİŞİ OLMASAYDI ŞU OLURDU DEMEK GERZEK HARCIDIR!

“Kamal Paşa olmasaydı” gibi akıl ve mantık dışlayan bir sloğan, ne yazık ki artık, “Nefs emrindeki akla tapan deizma ve ateizmanın” pek basit ve ucuz ve artık bayatlamış, müşterisi olmıyan bir lâkırtısı olarak sırıtmaktadır!. İslâm îmânında “falankes olmasaydı” gibi muhayyel bir takım kabûllenişler üzerine hükümler ve gelecekler inşâı, sâlim değil, muhtell bir akıl olarak ele alınır ve yok hükmündedir… Bu, akla ve fikre ve mantığa uygun bir zihin işleyişi olsaydı, bu takdirde, her insan veya her varlık içün “o olmasaydı” diye bir akıl yürütme (muhâkeme veya istidlâl ile hükme varma) içine girilirse; bunun netîcesi tımarhânede kayda geçmek olmıyacak mıdır?. İş bidâyete bağlandığı zaman, zaten ortaya bir şey çıkmaz “Âdem Aleyhisselâm olmasaydı” diye başlıyan bir akıl yürütme ile (!) kimin ortada kalabileceği daha iyi görülürdü!. Herkes “Anam-babam olmasıydı” diye aklını yemiye başlarsa, ortada nasıl bir kafatası kalacağı düşülmelidir! Dolayısıyla kamalistlerin “Kamal Paşa olmasaydı” diye akıl yürütmeleri aklın değil, bir vehmin veya (muhâlin) varlığını, istidlâl ve isbât vesîkası görmekden ibâret tam bir abesle iştigâldir!. 

Maatteessüf bu memleket insanını kamalizma adına esîr alan İngiliz sekülarizma ve demogogyası, bunlara benzer nice muhayyel öcüler, vehimler, abesler ve korku ile tehdidler uydurmuşdur ki, yüzyıla yakın devam eden zorbalıklar ve jakobenizma, bu kabil kızaklar üzerinden kaydırılarak yüzdürülmüşdür!…

Genç yazar bunu da şöyle kaydediyor:

“Bazı siyasi partiler, barolar ve dernekler Ayasofya’da okunan dua için suç duyurusunda bulunmuşlar. Bazıları hesap sormak, korku salıp sindirmek, Kemalist hegemonyada çatlak oluşmasına mani olmak için şöyle haykırmışlar: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Bugün Ayasofya’da, Sultanahmet’te, Süleymaniye’de ecdadın mukaddes emanetleri üzerinde, Hak iddia edebilir miydiniz?”

Buradaki mantığın doğruluğu (farz-ı muhâl) kabûl edilirse, “Üzerinde hakk iddia edilebilecekler”, neden, sayılan üç beş kalem emânetden ibâret kalacakdır?. O zaman bunun şümûlü o kadar genişler ki, Anadolu kıt’ası içindeki her canlı veya cansız varlığı, atom veya hücrelerine kadar bir eksiksiz içine alır!!!. Ve karşımıza, lâ yemût bir tanrı silüeti çıkar ki, bunun da bir totem veya bir tanrı olacağı îzâhdan vârestedir…

Akit yazarının “Kamalist Hegemonyada” çatlak olmasın diye bir asırdır ağızlara zorla ve cebren pelesenk edilen “Falan olmasaydı” tekerlemesinin, akıl sıhhati içün pek de illetli bir tezâhür olduğu apaçık ortadadır. Bâlâda da zikretdiğimiz gibi, herkes, herkes içün “falan olmasaydı” diye söze başlar; ve bunun netîcesini görmek içün de buna ciddiyetle tutunursa, beyân etdiğimiz üzere soluğun akıl hastahânesinde alınacağı muhakkakdır!. Kamalistler de bunu çok iyi bilirler ki, böyle bir sual sormak abesdir!. Ancak onlar, gerzekleri böyle bir cerbeze (demagoji) ile tıkamak ve karşılarında bulunanları, “falan olmasaydı ne olurdu” suâlinin abes cevabını arama duraksamasına çakmak ve bu mantık karışıklığına itmek içün böyle yaparlar!. Bu düpedüz, muhâtablarını, mantık çelmesiyle “muhâle veya ihtimâle” düşürüb, onlara mantık za’fı da yaşatarak; bunu, kendilerinin “Haklılığına” delil gibi göstermek ve kullanmak sahtekârlığıdır…  Burada, evvelâ bir asırlık zorlamalarla şuuraltına şu gönderilmişir:

 “Kamal Paşa her şeyi ve vatanı tek başına tanrı olarak kurtardı, (Kimilerine göre haçlılardan, kimilerine göre Osmanlılardan, kimilerine göre İslâmiyet ve Hılâfetden veya mürteci’ irticâ’ından halâs etdi-kurtardı); o her şeye tek başına kâdirdi, sanki birtek ferd-i vâhîd olarak tek başına harbetdi; noksanlardan münezzehdi, o, tenkîdi bile yapılamıyacak ve kânunla korunması şart olacak kadar insanüstü ve tanrısal ve TABU olmuş bir varlıkdı.”

 Bu kabûl ve propagandalardan sonra da, o muhayyel kamalist (kaziyesinden=önermesinden) hareket edilmektedir… Bu i’tibarla karşımızda, yüzyıldır devam eden, (Tabâbet-i İlm-i Rûhu=Psikolojik ahvâli) alâkadâr eder ciddî bir mes’ele bulunmaktadır!

Evet, bir şeyleri kurtarırken, birşeyleri de Haçlılar kurtardılar!. Lozan’da kim, kimden neyi kurtardı, evvelâ bu bilinmelidir. Sonra da kim, on kurtarılacakdan dokuzunu, kim de on kurtarılacakdan birini ve kimin adına ve nasıl “kurtardı”, haçlıların yazdığı “Târih dışı târih” bunları çok tahrîf etmişdir. Bunlar iyi görülmeden, bugünki  o pek feci’ akıl tutulmasından çıkılamaz.  Böyle niceleri açıkça vuzûha kavuşturulmadan, “Paşa olmasaydı” demek;  ve bunu, bir asrın zorla kabûl etdirilmiş doğmalarına binâ ederek sürdürmek, hakîkatı katletmek demekdir… Bir asırdır zorlama usûllerle ortaya konulan kamalist (fâsid kıyas) asıllarının, kaziyelerin (önermelerin) üzerine hüküm ve sloğanlar, vecîzeler, kânunlar binâ ederek, netîceye bunlar üzerinden gitmek,  Türkçesiyle akıl ve mantıkla alay etmekdir…
Ne yazık ki Türkiya’  bir asırdır bu kabil binlerce yalan ve dolanın “Kaziye-i zarûriye veya muhkeme” hâline sokulmasıyla ortaya çıkan bir akıl, mantık, muhâkeme ve kıyâs tutulmasına çakılmışdır. Bütün dînî ve örfî değerler bu cebrî fâsid kaziyelerle yerlerinden, mevki’ ve mevzîlerinden oynatılarak, yok hükmündeki tahrîfât ve fuzûliyyât, hakîkât telâkkî etdirilmişdir. Böylece, dünyada en büyük soykırım, tenkîl harekâtı yani bir milletden diğer millete istihâle (metamorfoz), Anadolu’da yaşanmışdır…

TÂRİH BOYUNCA İNSANLARIN, HUKÛKÎ, MİLLÎ, İCTİMÂÎ, İKTİSÂDÎ, ÂİLEVÎ, KAVMÎ V.S. OLARAK DİKDİĞİ PUTLARIN HADDİ HESÂBI YOKDUR…

Adı geçen muharrir şöyle devam ediyor:

“Tarihi Atatürk’le eşitleme, egemenlik ve özgürlüğü Atatürk’ün lütfuna bağlama, İslam’ı ve Müslümanları Kemalizme bağımlı kılma çabaları şaşkınlıktan sapkınlığa, fanatizmden barbarlığa uzanan bir modern dönem cahiliyesidir. Oysa İslam ve Tevhid inancı sadece Arapların Lat, Menat, Uzza ve Hübel gibi putlarını değil, geçmişten bugüne, Türklerin, Kürtlerin, Farsların, Almanların, Çinlilerin, Rusların, İngilizlerin de bütün putlarını reddeder.”

Öyle anlaşılıyor ki, “İslam ve Tevhid inancı sadece Arapların Lat, Menat, Uzza ve Hübel gibi putlarını değil, geçmişten bugüne, Türklerin, Kürtlerin, Farsların, Almanların, Çinlilerin, Rusların, İngilizlerin de bütün putlarını reddeder.”  diyen Kenan Alpay, Beşerî sistemlerin de birer “Hayat TARZI” yani beşerî din olarak nice putlar dikdiğine ve her geçen yıl çıtayı biraz daha yükselterek İSLÂMİYYET’in nasıl kökünü kazıdığına temâs etmiyor!. Kim bilir, belki de, borazanını öttürdüğü medya grubunun “Demokratik Partili” dünyâ dînine ters düşmemeyi maslahatına daha uygun bulmaktadır!.

Genç arkadaşımız “İslâm ve tevhîd inancına” mâni’ olan putları, Lat, Menat, Uzza ve Hübele, bir de 8 kavmin putlarına tahsîs etmiş… Halbuki 1789 Fransız ihtilâlinden sonraki beşerî sistemlerin putları ne olacak, bunlar “İslâm ve tevhîd inancına” mâni’ değil de, yoksa muvâfık mıdırlar?. 15 asırlık İslâmiyyet’i “Gelenekçi İslâm” diyerek reddeden ve yerine: “Modern İslâm, Ilımlı İslâm, İslâm Sosyalizmi, demokratik İslâm, liberal İslâm, diyalogçu İslâm, Türkçü-Arabçı-Acemci İslâm, hoşgörücü İslâm, Fetö-cia’sal İslâm, Kur’âniyyûn İslâm’ı, DİB’çi ve ilhadiyyatçıların oryantalizma pusulalı İslâm’ı, “İslâm tam demokratik ve libaral bir devlet kurar” diye kitâb yazan Hilmici-Holdingci-Eyyamcı İslâm, “İslâm’da taarruzî değil tedâfüî harb vardır” diyen püsküllü ve çakma Üstadlı, Kadircikli ve ikircikli İslâm, müşrikbaşlarını sevici ve sevdirici cübbeli-sarıklı soytarısal-maskarasal İslâm, Kedicikli sexsapel ite vakt-i evvelde iltifatlar yağdıran Kıbrusîmsi, Menzilimsi, Nurcumsî, Eygimsî, Püskülî İslâm, “Bize oy vermiyen patates dinindendir” ictihâdında (!) bulunan Şerbokanik İslâm..” böyle düzinelerce “İslâm dışı, adı İslâm” ammâ, kendisi, “HEVÂLARI İLÂHLARIDIR” Kur’ânî hakîkatındaki tanrıları çakanların, her gün bir şekilde resm-i küşâdını yapdıkları PUTLAR, evet, bunlar PUT değilse, vahye müstenid din esas VE TEMELLERİ olan (edille-i erbaa) gibi hâşâ “vaz’-ı ilâhîyi mi bildirirler?..”

 Kitab-Sünnet-İcmâ’ müsbit, kıyâs muzhirdir, dördü de vaz’-ı ilâhîyi bildirir. (Bkz. Elmalılı Tefsîri, 1936, c. 1, s.88)

1909/23 Temmuz ihtilâl-i seytânîsinden ve İngilizin Lozan dayatmasından sonra peydahlanan, 1945 San Francisco konferansı akabinde de Türkiya’ya ABD’nin dembokrasi kakalamasından sonra çıkan putlar; 1917 Bolşevik ihtilâlinden, Hitler, Mao, Tito, Nâsır, Saddam, Kaddafî v.s. gibilerin vasıtasıyla İslâm coğrafyasında demokrasiden sosyalizmaya, faşizmden cumhuriyete, laiklikden sekülarizmaya, kamalizmadan humeynizmaya ve selefizmadan saudizmaya kadar, nice insan eliyle uydurulan dinlerin yüzlerce PUTLARI, “İslâm’a ve Tevhîd inancına uygun vahyî esaslar mıdır?”

BEŞERÎ SİSTEMLERİN EN BAŞDA GELEN İŞİ VE VÜCÛD HİKMETİ PUT DİKMEKDİR…

 Bunlar neden ruznâmeye gelmiyor?. Sandıklı particilik, partili ülülemircilik ve bunlar gibi nice PUTLAR, ilhadiyatçıların dikdiği putlar; reformcuların, Bardakoğlu Revizyonculuğunun dikdiği putlar; partilerin çakdığı putlar, para-lamentoların oturtduğu putlar, aceba “İslâm ve Tevhîd inancı” tarafından reddedilmemekte midir!?…

“14-15 asır evvelki hükümleri kalkıb bugün uygulayamazsın, dîne dayalı devlet sistemine KESİNLİKLE karşıyız” diyenlerin temellerini atdığı sanemler, “Eşcinsel vatandaşlarımızın HAKKLARINI da güvence altına almak şartdır” diyenlerin, İstanbul sözleşmesini 10 yıl bu memleketin nâmusunda ve âile hayâtında sülük gibi yaşatanların, şimdilerde, Fetö-HOCİA şebekeleri gibi yeniden  “İbrâhîmi DİNLER” misyonerliğine başlıyarak, yehûdiyyet ve nasrâniyyet’deki teslis v.s. gibi şeylerdeki “İbnullâh” putlarını İslâmiyyet’in de içine sokarak müslümanlara da onları aşılama ve sevdirmeler, daha böyle yüzlerce ve binlercesi.. bütün bunlar, Akid muharriri Kenan Alpay mütefekkirimizin “İslâm ve tevhîd inancına” hiç zararı dokunmıyan putlar cümlesinden mi addedilecekdir?.

Ve “Müslüman Medya”nın mütefekkirine âid son cümle aşağıda:

“İslami, ahlaki, siyasi, kültürel veya diğer açılardan geliştirilen hemen bütün eleştirileri “Atatürk’e dil uzatmayın” söylemiyle bloke etmeye kalkışmak Tek Adam ve Tek Parti despotizmini, Ulu Önder kültü ve Ebedi Şef efsanesini tahkim edip bütün bir halkın iradesini ezmekten başka hiçbir anlam ifade etmez.”

Bu satırlardan apaçık görülüyor ki, Türkiya’da CEHAP zihniyeti, kendisini şöyle müdâfaa edib hayatını sürdürmeye bakıyormuş: 1) Paşa’ya dil uzatıyorsunuz, uzatamazsınız. 2) Tek adam ve Tek Parti despotizmi tahkîm edilmelidir. 3) Ulu önder kültü ve Ebedî Şef efsânesi kuvvetlendirilmeli canlı tutulmalıdır… Aslında bu üç madde bir, bu bir de üç, yani bir nev’i kamalist teslisidir de denilebilir… Baba, oğul, Ruhu’l-Kuds gibi bir şey!

Evet, bunlar, İttihad-Terakkî denen illetin CEHAP ile devâm etdirilen en bâriz husûsiyetlerinden en az üçüdür. Ancak bu husûsiyetler, üçden ibâret değildir, pek çokdur. Bu pek çok olanlar da, sâir bütün partiler tarafından az-çok pay edilmiş; ve her bir parti, bu illet bütününün çeşitli husûsiyyetlerini yaşatmaktadır… Fakat hepsinde de ana omurga aynıdır: 1.BATI aklı-2.haçlı taklidi-3.Şerîat korkusu…

Akit mütefekkiri genç adam şunu bilmelidir ki, “İslâm ve Tevhîd İnancına Mâni’ olan PUTLAR” sadece yukarıya aldıklarımızdan ve CEHAP tarafından yaşatılanlar değildir. Evvelâ İslâm’dan, Tevhîd’den, inançdan ve putdan ne anlıyoruz?. Bu mefhûmlarda anlayış beraberliği olmadığı içün 112 yıldır havanda su dövülüyor. Lisanın lâfızları TÜRKÇE-UYDURUKÇA-KURBAĞACA karması olsa da, dilin asıl özü yani nakletdiği ma’nâ esperanto! Müşterek dil yok, herkes kendisi içün konuşuyor!. Biliyorum, ben de senin içün değil, kendim içün konuşub yazıyorum! Bir de, varsa beni anlıyacak, üç-beş kaç kişiyse onlar içün… Seni de belki anladığımı zannederek yazıyorum! Belki sen de beni anlamıyacaksın… Muharrirlik vazifemiz, tebliğe, “hakkı ve sabrı TAVSİYEYE” inandık ya… 

Burda bile PUTLAR var, dil kurumu putları, nesiller arasına sokulan PUTLAR!. Hangi TEVHÎD evlâd?. Lisanda tevhîd olmazsa, ilim-îmân-amel ve ahlâkda tevhîd olur mu?. 1942’de Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Büyük Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, Enver Baytan Hoca Merhûm’un ta’bîriyle “Türkçe Tefsirlerin pâdişâhını” yazmış… O tefsîrin bugün yani müellifinin irtihâlinden 81 yıl sonra anlıyanı kalmamış, nice kitâb bezirgânları kaç cins “Sadeleştirmesini”  yani “para getiren şeklini”  piyasaya sürmüş!. Sâdeleştirme adı verilen keyfiyet, kitaba, sadeleştirdim diyen cür’etkârın nefsine tâbi’ olarak o kitabı müellifinden sökerek ve uzaklaşarak, onu bir nevi tard ederek, kovarak, sürerek, zındana kapatarak, îcâbında küreğe mahkûm ederek.. daha?. Hatta katlederek… okumak…

Aşı diyerek ruhsatsız ve ne idüğü belirsiz mâyii, emânetullâh olan vücûda (uzviyete=organizmaya), mes’ûliyyetini üzerine almakdan kaçan ve kendisini “doktor” zanneden-tabîb-i hâzık-ı müslim-i âdil değil-o adamların bu mes’ûliysizliğine aldırmadan, salakça, robotça, zombice, nasıl damarları içine alanlar varsa; aynen öyle de, müfessir Merhûm’un tefsîrini, onun ruhsatı olmadan, müfessir olmıyan yani “müfessirlik mes’ûliyyetini üzerime almıyorum” bile demeden beyinlere zerkedenlerin hâli de, işte bu… “Sâdeleştirme” denilen uydurmayı okuyanlar, “müellifin te’lîfini” değil, sâdeleştirme denilen tahrîfâtı uydurucunun uydurmalarını okumuş olur!. Nasıl ki, tıbbî ruhsat ve disiplinlerden geçmemiş ve ilmî i’timâd taşımıyan ve “aşı” denilen şey, standart dışı olub “aşı değilse”, bunu vurulan da, aşı değil, o uydurma sıvıyı vurulmuş olursa!.

Sadede şürû’ edersek:

Bâlâda Kenan Alpay Bey’in sıraladığı üç CEHAP PUTU, 1945’de cumputratik sisteme geçişden sonra, ikiye ayrılan iç politika panayırında CEHAP karşısındaki cebhenin, kendi menfaatı içün CEHAP’a tevcîh etdiği doğru dürüst politik HÜCUM hedefleri bile olamadı!. Cumputrasi mantığı içinden hâdiselere bakmakla, islâmî i’tikad zâviyesinden bakmak biribirine karıştırıldığından, söylenenlerin hiçbiri hakîkatı ifâde etmiş olmuyor. 1945’den i’tibâren halkı ana cebhe olarak ve cumputrasi îcabı diyerek ikiye böldükleri, inkârı gayr-i kâbil bir vâkıadır. CEHAP ve.. karşısında olanlar… Millet adına değil de, iki cinsin, kendi kendilerine, biribirlerine düşmanlığı… Dembokrasi denen şeytanlığın, kendi içinde, kendi unsurları arasında bir iç boğuşma…

DÜNYÂ BİLE, NİCE BEŞERİ SİSTEMLERİ, CUMHURİYETE KADAR LAİK BİR DİN VE ANITLARI DA ONUN PUTLARI KABÛL ETDİĞİNİ APAÇIK YAZIYOR!

” Anıtkabir, aslında bir tapınak formu ve tören yolu özellikleri taşıyan dini bir yerdir. Ulusu laik bir din olarak yeniden biçimlendiren Cumhuriyet’in kudret anıtıdır.” (Cambridge Türkiye Tarihi 4, Modern Dünyada Türkiye (1839-2010), Kitap Yayınevi, sayfa 472, 473.) .

Müslüman mantığı ile bakıldığında,  Alpay’ın kalemindeki “İslâm ve Tevhîd İnancına mâni’ olan PUTLAR”, sâdece CEHAP cebhesinde vardır da, onun karşı cebhesinde yokdur demek nasıl mümkin olabilir?. Bu karşı cebheye X cebhesi dersek, burası, CEHAP cebhesinin putlarını sistemin resmî ideolojisi ve kânûnî mecbûriyetleri iktizâsı kabûl etmiş, hatta benimsemiş ve müdâfaa eder hâle bile gelmişdir… 5816 sayılı koruma kânununu Menderes çıkarırken, Kamal Paşa içün Bayar: “Atam seni sevmek millî bir ibâdetdir” demişdir… Yılda 25-30 kere, bayramlarla yıldönümlerinde, mühim resmî günlerde, devletlerarası ziyâretlerde ve hükûmet çapında, Anıt Kabristana çıkarak mozalede ibâdet veya “tapınma DURUŞUNA geçmek ve Paşa’nın rûhu ile konuşmak;” O’na, oradaki deftere, sadâkat ve ubûdiyet, itaat, ta’zimât ve ihtirâmât hislerini arz ederek tekmil vermek; böylece, devlete ve ona îmân edenlere mahsûs resmî bir religion ihdâs etmek; ve bu dînin ritüellerini tam ve ciddî bir şekilde ve askerî bir disiplin ve huşû’ içinde edâ ve tatbîk etmek; hem de son derece edâsı mecbûrî, resmî-cumhûrî-demokratik-layık  dînî ritüeller bütünü hâlinde mutlaka yerine getirmek, gerek CEHAP cebhesinin ve gerekse karşısındaki cebhenin, üzerinde ittifâk etdikleri biricik birlik ve beraberlik noktası yapılmışdır… Dolayısı ile bu resmî ideoloji ve ritüeller, iki taraf içün de, tav’an ve tam olarak inanılan “kutsallar, cumhûriyet ve demokrasi kazanımları” veya en büyük âbide veya tapınak çapında bir kabristan veya animizmin remzi takdîs edilmiş bir mahal; veya o religionun temel şiârı veya maddî planda ortaya çıkan tapınma mahâl ve malzemeleri hâline getirilmişdir…

Ancak X cebhesinin, “Küresel Yeni Dünyâ Düzeninden”,  Haçlı Batı’dan ve sâir ittifaklardan taşıdığı pek çok yeni PUTLARI vardır. Bu i’tibarla adı geçen cebhenin, CEHAP cebhesi ile mukâyesesi yapıldığında, kemmiyet i’tibâriyle daha çok putları bulunduğu da bir vâkıadır. Bunlar, hem CEHAP ve geçmiş partilerden müdevver (devredilmiş) ve hem de bizzat kendisinin yontub dikdiği veya ordan burdan bulub getirdiği ve memlekete taşıdıkları put ve putçuklardır…

Cumputrasi denilen şeytânî sistemin lâzım-ı gayr-ı mufârığı (olmazsa olmazı) bir keyfiyet de, birinin ak dediğine ötekinin kara demesi üzerine kotlanmış olması ve bunun partilerle yürür olmasıdır. Ancak cumputrasi denen ve Batı’dan idhâl bu beşerî sistem, Türkiya’daki  keyfiyeti (kalitesi) fevkal’ade düşük olduğundan, muhâlefet cebhesi bunu, her şeye bir kulp takmak, belli şahısları i’tibarsızlaştırmak, bunun içün de pek pespâye seviyede ve utanmadan, YALANIN her şeklini mubah sayarak; hatta yalan-dolan-iftirâ-hakâret içinde yüzmek derekesine (çukuruna) inerek, pek iğrençce yürütmektedir. Bunlar, 27 yıl tam despotik, şefokratik ve jakoben bir idâre tatbîk etdiklerinden ve Kenan Alpay’ın sıraladığı o üç put ile de kendilerini mutlak vesâyet ve mülkiyet sâhibi gördüklerinden; ve bu hâlet-i rûhiyeden de aslâ kurtulamadıklarından, son derece azgın ve cür’etkâr bir manzara iktisâb etmekde; ve en başta da, o üç noktadaki PUTLARI ile berâber sâir bütün putlarının vesâyetini yaşatmayı, bizzat kendilerinin yaşatılması olarak görmektedirler…

İSLÂM DÜNYÂYA DÂR-I İSLÂM VE DÂR-I HARB VE DÂR-I SULH OLARAK BAKAR!

Hâdisenin teşhîsini, islâmî esaslar, mantık ve pencereden bakmakla, cumputrasi mantığı ve penceresinden bakmak arasındaki farkı aslâ kaybetmeden yapabilmeliyiz. Bu bakış “müslümanım” diyenlerde fevkal’âde körelmiş ve dumûra uğratılmışdır. Bunun içündür ki, beşerî sistemler içinde yaşamak, politikacılar ve onların bel’amları tarafından islâmî bir DÂRDA yani “Dâr-ı İslâm’da yaşamak” olarak telâkkî etdirilmekde; ve nice İslâm dışılıklar, İslâm içilikmiş olarak kabûl gördüğünden, (îmân-ı şer’î, ciddiyet ve disiplin) zîr ü zeber olmaktadır… Bu nokta dâima gözden kaçırılmakda, DİB, ilhâdiyatlar ve medyâ da bu hususda, tutduğu partilerin iktidarları devrinde Türkiya’yı, zerre kadar îmân sancısı çekmeden ve büyük bir din istismâr ve yalamalığı içine girerek “Dâr-ı İslâm”mış gibi göstermektedir… Üstelik de her fırsadda, edille-i erbaa ile kat’iyyen tebliği ve keyfiyeti beyân olunan “Dâr-ı Harbin” ağıza alınması, tabu gibi veya İslâm’da olmıyan birşeymiş de sonradan “bid’at” olarak dîne sokuşturulmuş bir hâlmiş gibi veya belli bir gürûhuh meslek veya meşrebi iktizâsı ortaya atılan bir aşırılıkmış gibi  aksetdirilmiye çalışılmaktadır. Bu bile, İslâm’ın tahrîfinden veya DÎNE ters bir keyfiyeti putlaştırmak dinsizliğinden başka birşey değildir… 

Bazıları da, “Dâr-ı Harbi”, cehâlet veya muhârrifliğinden “Askerî planda HARB yapılan mekândır, burada böyle bir harb olmadığına göre buraya dâr-ı harb denilemez” gibi pek süflî bir mugâlâtanın ve saptırmanın içine girmektedir. Halbuki bu, 15 asırdır Şerîat’da fıkhî bir ıstılâh olub, Hanefiyye’de imâmeynin müftâbih olan kavli mu’cebince “Ahkâm-ı Şer’iyye’nin hâkim olmayıb, beşerî-tâğûtî kânunlarla idâre edilen memleketlerin” ifâdesinde kullanılan bir ibâre ve terkîbdir ki, bütün dünyâ bugün bu hükümdedir.

İçinde yaşadığımız dâr-ı ridde, Elmalılı Merhûmun buyurduğu gibi “Allâh’a az çok inansalar bile aynı zamanda tâğûtlara da inanırlar.” (1936, c.2,s.875) ve; “Allâh’a îmândan evvel küfre TEVBE ŞARTDIR, bu tevbenin şartı da tâğutları aslâ tanımamaya azmeylemekdir.” (1936, c.2, s.871) gibi islâmî en temel xxesasları yok etmektedir. Böylece, en büyük PUTU ve ŞİRKİ meydana böylece dikdikleri içün, mes’eleye, islâmî esaslar, mantık ve pencereden bakmayı ortadan kaldırmışlar, ehâlînin kafaları bu istikâmetde kotlanmışdır. Böyle olunca da, CEHAP PUTLARI karşısındaki X cebhesi, sadece politikacıların gösterdiği, o da ödlekçe ve korka korka ve bazı husûsî toplantılarda gösterdiği bu  PUTLARA sanki kendileri tapmıyormuş havasını da verdiklerinden, islâmî mantık ve esaslarla bu pencereden bakma melekesi kaybolmuş, politikacılara inanarak onlara bir nev’i teslîm olma manzarası ortaya çıkmış bulunmaktadır… Politikacılar bu kabil iki ve îcâbında oniki yüzlü manevralarıyla, “Mütefekkir-yazar-ve medya patronlarını-ruhban sınıfı ileri gelenlerini-kanaat önderlerini-bazı para babalarını-aydın-günaydın ve bürokrat kalabalıklarını,” bazı menfaatlar da göstererek kolaylıkla kendi yanlarına çekebilmekde; ve X cebhesinin PUTLARI hiç yokmuş gibi veya hafife alınmaları lâzım gelirmiş gibi onları şartlandırabiliyor veya istedikleri istikâmetlere kolaylıkla sevkedebiliyorlar…

Halbuki CEHAP ve X cebhelerinin PUTLARI, Müslümanlık esasları,  mantığı ve bakışı önünde apaçık duruyorken, sâdece CEHAP PUTLARINI görmek, diğer cebheninkileri görmemek, islâmî bir akıl-muhâkeme-mantık ve bakış zâviyesi önünde tam bir butlan, ihânet, sahtekârlık, gözkülleme ve hakîkatde korkunç bir hezîmetdir…

Asr-ı Seâdete ve 15 asırlık hakîkî İslâm  tatbîkine, hatta Âdem Aleyhisselâm’a kadar  topyekûn İslâm târîhine bakılırsa, şirk ve PUTLARIN hiçbirisine, değil zerre kadar tasvîb, tasdîk ve tahsîn makâmındaki bir gözle bakmak, gene zerre kadar bir müsâmaha veya yumuşaklıkla bile bakılmamışdır. Bu, bu dînin en başda gelen ve “LÂ İLÂHE VE LÂ ŞERÎKELEH VE SÜBHÂNALLÂH” diyerek, her şeyin başına aldığı “ZARÛRÂT-I DÎNİYYESİNİN” daha ehemmi olmıyan en mühim temel ESÂSIDIR… 

Her ne şekilde olursa olsun, müşahhas veya mücerred plânda bir PUTA, Alpay’ın kalemindeki “İslâm ve Tevhîd İnancının” aslâ izin ve ruhsatı bugüne kadar ZERRE KADAR görülmemiş ve bundan sonra da aslâ görülmiyecekdir… Hoca kılıklı bir takım şeytanların bu noktayı yalama etmeleri, 15 asırlık İslâmiyyet’i aslâ bağlamaz, bu doğrudan doğruya onların saptırması ve iblisliği olub; câhiliyye ile âheng kurmuş (küfr-i cehlî) içindeki echel-i cühelâyı bağlar; ve ancak onlara, İslâm dışı bir “İslâm (!) olarak” tatmîn te’mîn eder… Aksi takdirde adı konulmamış bile olsa böyle nice PUTLAR, “Mutlak Hakîkatim” diyen bir nizâm içün, mutlak bir tenâkuz, dolayısıyla kendi kendisini ifnâ etmek de olacakdır!.. Dolayısı ile bu takdirde, böyle “İnsan uydurması isim ve resimden ibâret bir İslâm”, münezzeh olan Hâlık Teâlâ’nın gene münezzeh bir dîni olmuş olamaz… 

Ancak (Nahl 106) HÜKMÜ mu’cebince, “İkrâh-ı mülcînin=Fıkıhda zikredilen belli ikrâhın (cebir ve zorlamalar)ın” karşısında, kalb hâric mücerred dil ile bir şirk, nifâk ve küfürün tasdîki=takiye bahis mevzuudur ki-aksi takdirde Şerîat’ın buna cevâz kapısı açması aslâ mümkin değildir-bugün bunu îcâbetdirici hâller terör ve bazı resmî cebir mahalleri hâric ortada görülmüyor. Şiîlikde îmanın 6’ncı şartı olan TAKİYYENİN, Şerbokan cebhesinin şii aşkı ve kankalığı da düşünülürse, Anadolu’ya hangi politik şebekeler tarafından sokulduğu ve İslâm îmân ve anlayışının “Âdil DÜZEN” düzmeceleriyle nasıl şîrâzesinden kaydırıldığı daha iyi anlaşılacakdır…

Binâenaleyh gerek CEHAP gerek X cebhesinin PUTLARI, islâmî esaslar, mantık ve bakış zâviyesinden görülmedikçe, cumputratik mantık ve bakışla onları kıymetlendirmek müslümanlarda aslâ “İslâm ve Tevhîd İnancı” bırakmıyacak, bu, onlarda, mutlaka dembokratik partilerin binbir çeşit PUTLARINA çıkan bir yol, mecbûrî bir istikâmet ortaya koyacakdır…

CEHAP’ın geçmişdeki PUTLARINA bakarak onları X cephesinin PUTLARINDAN çok daha korkunç ve tehlikeli göstermek, 76 yıllık X cebhesi politikasının en ana temelini teşkîl etmişdir. Ölümü gösterib sıtmaya razı etmek… Ancak X cebhesi, hem CEHAP putlarını kabûl etmiş, hem de bunları, halkın kabûl etdiğini varsadıklarından, bu putların üzerine daha küçük pek çok PUT ilâve etmişdir. Halkın, üstelik de CEHAP putlarını “kabûl etdiğinin farzedilişi”, CEHAP’ın da ümid membaı olmuşur. Onların hâlâ “cumputratik veya darbe usûllü iktidâr” hayâllerinin altında bu (hülyâlar) yatmaktadır!. X cebhesi ise, kendi dikdiği PUTLARININ, 27 yıllık  CEHAP zorbalığındaki pek aşırı ve korkunç tahrîbât putları yanında, pek hafif kalacağı (!) düşüncesinden hareketle, durmadan kendi putlarını dikmişdir. X cebhesi bu putlar içün, DİB ve ilhâdiyat ve bir takım yobaz ve maskara, hoca kılıklı şeytanlara “meşrûiyyet” fetvâları düzdürmüş durmuşdur; ve böylece kitâbına da uydurma cihetlerine gitmişdir. X cebhesinin dikdiği en iri HÜBEL de, işte bu PUT yani bu TELÂKKÎ SAPTIRMASI olmuşdur…

DİNDE REFORM, REVİZYON, GÜNCELLEME, HOŞGÖRÜ-DİYALOG, İBRÂHÎMÎ DİNLER VE CİNSİYET EŞİTLİĞİ V.S. DEMELER, İSTİSNÂSIZ PUT DİKMEK İÇÜN SÖYLENİR!

Bir asra yakın, “Dinde reform, dinde revizyon, dîni güncellemeler, Dinlerarası diyalog, Türkçe Olimpiyatları, İbrâhimî Dinler” v.s. gibi yüzlerce PUT ve şirk tezgâhları; Karamanlis gibilerin bazı âyet-i Kerîmelere “Diyalog âyeti” adını verecek kadar Vatikan ağzı ve uşaklığında erimeleri; ilâhiyatların, birer oryantalist mihrâk ve çiftliklere çevrilmesi, “Sosyal cinsiyet eşitliği” fâciasını bazı Leydimsilerin “ölüm kalım mücâdelesi” ifâdeleriyle tezgâhlamaları, kadın istihdâmını fevkal’âde çığırından çıkararak kadınları sokağa ve iş yerlerine çekmeler ve böylece âile bağlarını çözmeler, Şefokraside bile YASAK olan zinânın AKAP zamanında serbest bırakılışı, İst sözleşmesi ile fıtrat dışı iğrençliklerin önünün açılışı, evlenme yaşının fıtrat dışına çekilerek bozulması ve ömür boyu nafaka sapıklıkları ve kadın beyânının hiçbir delile tasdîk etdirilmeden mutlak doğru gibi kabûl edilerek zâten olmıyan (!) hukûkun ırzına geçilmesi,  nice âile reislerini sudan bahânelerle evlerden tart rezâletleri, her şeyin başında da “Allâh’a ve İslâmiyyet’e” bağlılığı kalblerden söken ABD kazığı ecnebî maarif sisteminin 1947’de imzalanması, Truman Doktrini  adıyla da bilinen bu anlaşma ile maarif sisteminin ABD’ye teslîminden beri nesillerin ateistleştirilmesi, CİA casusu Graham Fuller emrindeki FETÖ denen bir şebekeyi 1963’den beri şımartıb azdırmalar, 1975’de Fetö elebaşını mason yapıb on yıllarca onu halka ve dünyâya “Ma’sûm ve pek möhderem Hocfendi, Din adamı-vâiz, yeri gelince mehdî, Faruk Beşer’in kalemiyle müctehid” olarak yutdurmalar; ve AKAP zamanında onu, “Ne istediniz de vermedik” sözleriyle muhatab almalar ve böylelikle onların önünü alabildiğine açmalar, maarifin ateist ve deist yetiştirme mihrâkları hâline getirilmesi; hatta CEHAP belediyelerinin HEYKELCİLİĞİNE, devlet ve hükûmet olunmasına rağmen mâni olamayıb, bu kabil rezâletlerin CEHAP’a gûyâ oy kaybetdireceğini düşünerek içden içe sevinirken, dışdan da bunları CEHAP PUTÇULUĞU olarak gene, gûyâ tenkîd üçkâğıtçılıkları; en son corona bahânesiyle ve hele ruhsat almamış ve testleri yapılmamış ve nice ölümlere sebeb olmuş, dolayısıyla terkîbi ve netîcesi mechûl aşı denen sıvılarla halka ma’nevî zulmetmeler; aşı olmıyanlara akla ve havsalaya sığmaz hakâretleri, “Köpek gibi aşılanacaksınız, evlerinize jandarma ile girilib zorla aşı vurulacaksınız” gibi iğrenç zorbalık ve kuduruşları prof kılıklı bazı orangotanların ağzıyla yapmalara kadar, insanlık târihinde görülmemiş azmanlıklar; 65 yaş üstüne nice aylar, tam öğle tâtilini de içine alacak şekilde günde 4 saatçik dışarı çıkma serbestisi verirken bir saatlik öğle paydosunda da resmî dâirelerin çalışmadığını hesablamadan esasda 3 saat gibi deli saçması müsaadelerle babaları ve dedeleri yaşdaki velînimetlerine böylesine NANKÖRLÜKLER ve HÂİNLİKLER içine girmeler ve o babaları ve dedeleri yaşındaki büyüklerine, bu cins fıtrat dışı âdîlik, alay edicilik ve aşağılayıcılık, zorbalık ve zulümler içine girilmesi; LGBT  pislik sürülerinin, KADEM (fitn.bazlarının), her fırsatda önlerini açarak azdırılmaları, eş-dost kayırmalar, ihâle yolsuzlukları, hukuksuzlukların binbir türlüsü, kendi beşerî kânunlarını teşrî’ edenleri Allâh’ın fevkinde görmeler, PKK terörünün meclislerindeki temsilcilerini parti yardımları ve dolgun milletvekili aylıkları ve her türlü imkânlarla besiye ve azmaya çekmeler, bütün bunlara rağmen bu çürük ve nice şeytânî kânunlarla adâletin aslâ ortaya konulamıyacağını i’tirâfa kat’iyyen yanaşmayıb münezzeh olan ecdâd yolu ve adâleti içün zerre kadar ASLA bağlılık alâmetleri göstermemeler ve bunda küfr-i inâdî ile ayak diremeler; seyyahatlerdeki molaların namaz vaktini içine alacak şekilde olmasını teklif etmek gibi son derece basit bir hâlin ortaya konmasını “Büyük bir cesâret saymalar…” ve böylece AKAP iktidârının “cesâretine” akla zıyân güzellemeler düzmeler…

(29/6/2021 günki programında, X cebhesi avukatlarından AKAP liderine toz kondurmamanın da pek gönüllü önde gidenlerinden Akit yazı müdürü Ali İhsan Karahasanoğlu, seferdeki otobüslerde namaz molası verilmesi içün DİB başının teklifini “Büyük bir cesâret” olarak ağzına alabilmişdir!!!)

Bunlar gibi, en başda Din, sonra dil, âile ve târih olarak en HAYÂTÎ dört ana temelde, binbir rahne açan sayılamıyacak kadar çok rezâletler, irili ufaklı nice PUTLARIN sür’atle üremesine vesîle ve âmil olmuşlardır…

EHVEN-İ ŞERREYN, ŞERR-İ KALÎL, HAYR-İ KESİR GİBİ ŞER’İ ÖLÇÜLER BEŞERÎ SİSTEMLERİN İÇİNDE ASLÂ İŞLETİLEMEZ!

Artık tutub da hâlâ, 27 yıllık şefokrasi devrinin CEHAP PUTLARINI gösterib, 1974’ün Yeni Asya’cıları gibi mason Sülü’ye adam devşirmek üzere Mecelle’nin “Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur” maddesini dile dolamak, şeytânî tam bir dîn istismârı ve dört başı ma’mûr Şer’-i Şerîf istiskâl ve istihzâsıdır… Mecelle’nin bu 29’uncu maddesi tamâmen islâmî muhâkeme elinde işletilecekken, hepsi de dembokrasi dîninin partilerinden birisinin felsefesini kendisine mutlaka yol edinmiş bir adamın dembokratik-beşerî muhâkemesi elinde işletilmesi, şeytanın “Ben ateşden yaratıldım, Âdem toprakdan, öyle ise ben ondan üstün ve kıymetliyim” deyişine temel olan “fâsid kıyâsın” aynısıdır…

Beydâvî Merhûm’un Envâr’ında geçen “Şerr-i kalîl gelmesin diye hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur” düstûru da aynı kapıya çıkar… “Küfür bir tek milletdir” hadîs-i şerîfinden hareket etmek ve iki küfür veya iki şirkin birini beğenmek veya ona destek olmak veya onun kuvvetlenmesi ve yaşamasına çalışmak istikâmetinde bir parti tercîhinin, İslâm ve onun TEVHİD temelinde aslâ yeri olamaz… Kuş beyinli nice hoca kılıklı cübbeli ve hatta şerocaklı ocak tüttüren nice hebennakalar, parti aklı ve mantığının eline islâmî düsturları vererek, bunlarla hakîkatı varmanın butlanını, halka, hakîkata gidiş olarak üfürmektedirler ki, bu kabil şeyâtînü’l-insden Kahhâr-ı Zülcelâl’e sığınmak şartdır… “Ben şer değil hayrın ta kendisiyim” diyen kişi, dembokrasi mantığı içinde bizâtihî kendisi bâtılda ve şerrdir. Bu şerrin, müslümana, “Hayrı göstermesi, hayır ve şerr ölçüleri vermesi”, hakîkatda “şerr-i kesîrin” en belâlı formülüdür. “Hayrı ben gösteririm” diyen beşerî bir sistemin peşine takılan bir müslüman, “Mutlak hakkı ben gösteririm” diyen Allâh İRÂDESİ İslâm’dan ayrılmakla, “Mutlak Şerrin” içine girerek, oranın usûlü ile mutlak bâtıl içinde yürümeye başlamış olacakdır… 

Beşerî herhangi bir sistem veya cumputrasi içindeki bir ferd, İslâmiyyet’in mücerred Allâh Azze ve Celle dışındaki bütün tanrıları “Lâ İlâhe, lâ şerîkeleh” nefyi ile topyekûn reddetmek yerine, Allâh Azze ve Celle yerine HÜBEL veya bir HEYKEL’İ şu veya bu şekilde koyarak, bunun dışındaki bütün tanrıları nefyetse, o ferdin “Lâ İlâhe” deyişi nasıl muhâl ve abesse; Mecelle’nin 29’uncu maddesini de cumputrasinin “Hayr ü şerr telâkkîsinde” mîzân yapmak ve cumputrasinin gösterdiği iki şerrden birinin gene cumputrasi felsefesi içinde hafif görülmesi, İslâm nazarında hiç bir kıymet ortaya koyamaz, böyle bir kıymetden bahsetmek muhâl ve mutlak abesdir… Partilerin ve bunlara beyinlerini teslîm eden bazı cübbeli-şerocaklı-ruhban sınıflarının, soytarı ve yobazların, cumputratik sistemin tesbît etdiği ve o sistem içinde vücûd hikmetine sâhib ve ona hass (hayır-şerr…..) ölçülerini, islâmî “hayır-şerr, hakk u bâtıl, hüsün-kubuh, îmân-inkâr, helâl-haram, mazlum-zâlim ölçüleri” imiş gibi göstermeleri, bir illizyon ve gözboyama ve tam bir münâfık kataküllisidir… Bütün bunlar, İslâmiyyet’in yerine beşerî bir sistemi, müesses nizâmı veya kamalizmayı ikâme etme bel’amlıklarıdır!. Sarık-cübbe altında İslâmiyyet’i verilen ZARARI, dünyânın bütün Allâh düşmanları bir araya gelse veremezler…

Her din ve ideoloji, mücerred kendi cüz’leri üzerinde varlık ortaya koyan, o cüz’lerin hey’et-i mecmuasından mürekkeb bir bütündür. Teslis akîdesi (Baba-oğul-Ruhu’-Kuds) üçlemesi, Nasrâniyet’in dışında hiçbir bütünün parçası olarak varlık ortaya koyamaz. Lâyık demokratik cumhuriyetin mozolesindeki ritüellere, onun ibâdet cüz’ü denilebilir ammâ; o sistem veya rejimin câmilerdeki NAMAZI veya İslâm’ın herhangi bir cüz’ü olan ibâdet veya muâmelâtı zerre kadar TEMSÎL EDİŞİNDEN; veya bunları islâmî MEŞRÛ’İYYET çerçevesinde icrâ eden bir makam veya otorite oluşundan kat’iyyen bahsedilemez… Mozale’deki ritüeller kamalist sistemin cüz’ü olub, ne kadar onun mütemmim cüz’leri ise, kamalizma bütününün (ne ise o) ne kadar tamamlayıcıları ise, nasıl onun içinde varlık ortaya koyarsa; namaz, v.s. de, cüz’ü bulunduğu İslâm bütününü TEMSÎL eden bir NİZÂM-ÜMMET-HILÂFET sisteminin bir cüz’ü olmak hasebiyle, ancak ve ancak islâmî bir dârda kemâliyle varlık ortaya koyabilir, onun dışındaki bir rejim eliyle varlık ortaya koyması MUHÂLDİR… Bu, Papa’nın, Müslümanlığın ÂMİRİ, HÜKÜMDÂRI ve İCRÂ ORGANI olması gibi muhâl bir keyfiyetdir…

Hiçbir beşerî sistem, kendisini islâmî bir sistem yerine koyarak, islâm’ın bir cüz’ünü, veya çok veya bir kısım cüz’ünü, İslâm’ı TEMSÎL ediyormuş gibi icrâ ve tatbîk sahtekârlığı yapamaz… Yapmıya kalkarsa, bu, mutlak bir ZULÜMDÜR…

Vatikan’ın bir me’mûru nasıl oranın bir cüz’ü olan âyine vücûd verib, ayrıca câmideki mihrâba da geçerek imamlık kılığına giremezse ve namaz ibâdetine vücûd (varlık) vermeye kalkamazsa, o me’mûr Vatikan dîninin bir cüz’ü olmak hasebiyle islâmî dâr bütününün bir cüz’ü olan namaza (varlık-vücûd) veremez ve bu muhalse, İslâm dışındaki herhangi bir sistemin de böyle bir hâle teşebbüsü aslâ düşünülemez… Arının petek gözleri insana monte edilirse, o insan nasıl onlarla “görüyorum” demeyi muhâle bağlarsa, bir arı da insan gözünü takarak “görme” elde etmekde ancak muhâli hükme bağlıyacakdır, muhâli görecekdir!!!  Petek göz, arı denen uzviyetin (organizmanın) yani ancak o bütünün üzerinde bir cüz’dür, insan gözü de, ancak insan bütünü (varlığı) içinde iş görecek bir cüz’…

Hatta bir insan, Allâh’ın emri olarak (FARZ olan zekâtı, zekât şartları içinde) değil de, mücerred kendi (şahsî) hamiyyet ve muâvenet hislerinin bir sevki ile 1000 fakire yardım edib onların dünyâ hayâtını en üst seviyede ihyâ etse, ayağa kaldırsa, bunun, ona Âhıretde hiç bir fâidesi olmıyacakdır… Çünki zekât, mücerred İslâm bütününde bir cüz’dür ve orada vücûd kazanır. Bu bütünün dışında aslâ varlık ortaya koyamaz, bu muhaldir… Çünki o, verdiklerini, İslâm bütünü içinde değil, kendisine âid fikir-his bütünü içinde vermektedir…

ŞERÎAT ıstılâhıyla başka bir misâl beyân edersek, kendisine farz veya sünnet veya müstehâb olduğu içün değil de, mücerred kendi beşerî sevki ve zevki içün veya âdet olarak, ŞARTLARINI İslâm’ın  ta’yîn ve tesbît etmediği bir keyfiyet içinde evlenen bir insanın, evliliğinde her hayırlı işine 80 kat daha çok sevab alması ve nice fiil ve meşakkatlerini ibâdet ve sevâba çevirmesi muhâldir. Çünki evlenmek, islâmî nizâm bütününün bir cüz’ü olarak vücûd bulmadığı takdirde “ALLÂH Azze ve Celle’nin murâd ve rızâsındaki izdivâcın varlığından” bahsedilemez, adem-i vücûdu asıldır. Her fiil, o fiili istiyen, şartlarını ta’yîn eden, o kendi bütününün bir cüz’ü olarak, gene o bütün içinde bir KIYMETİ ve VARLIĞI ortaya koyacakdır…


Dolayısıyla Mecelle’nin bütün maddeleri de, İslâm fıkhına âid bir bütünün bazı küllî kavâidine âid düsturlar olarak varlık (vücûd) ortaya koyar. Bu ilâhî nizâmın (sistemin) dışındaki her hangi beşerî bir sistem içinde, o sistemin cüz’ü olmadıklarından, yaşatılmaları aslâ mümkin olamaz. Yaşar gibi görünse de, bu zâhirde ve aldatıcı ve zoraki bir montajdır, orada yaşatılamaz, muayyen bir müddet sonra o bütünden dökülür ve ayrılarak bir çöp hâline gelir… Zâten i’tibârî (izâfî) bütün sistem, dîn ve ideolojiler, (MUTLAK HAKÎKATA) nisbet edildiklerinde topyekûn hepsi de böyle bir cüruf ve züpe ve türedilerin ağzındaki montaj ta’birle “müsilajdan” ibâretdir!.. Ecnebî (yabancı) her  ilke, ülkü, tilki ve türkü veya kânûn, anayasa, tüzük, irâde de, İslâm bütününün bir cüz’ü olamadığı içün, İslâm içinde yaşaması muhaldir. Bu i’tibarla, “Lâ şerîkeleh, lâ İlâhe ve Sübhânallâh” diyerek bütün beşerî irâdelerin nefy ü inkâr ve reddi; ve Allâh Azze’yi 24 saatde bir, musallî her müslümanın 540 def’a “Sübhane Rabbiyel azîm ve a’lâ, Sübhânallâh” diyerek HÂLIK TEÂLÂ’yı noksan sıfatlardan tenzîhi ve tesbîhi, İslâm’ın en ehem temelini teşkîl eder… Bir müslümanın, “Noksan sıfatlardan tenzîh edib, kemâl sıfatlarla muttasıf olduğu mutlak olan ALLÂH Azze ve Celle” dışında herhangi bir varlığı RABB ittihaz etmesi; yani ONUN İRÂDESİNİ TANIMASI VE O İRÂDEYE BOYUN EĞMESİ VEYA İTAAT ETMESİ muhaldir. Bunu da, “LÂ İLÂHE, LÂ ŞERÎKELEH” diyerek nefyetmesi, mutlak ma’nâda ortadan kaldırması, İslâmiyyet’in ilk ve en büyük EMRİDİR. Elmalılı Merhûm’un bâlâda zikretdiğimiz üzre: “Allâh’a îmândan evvel KÜFRE tevbe ŞARTDIR” buyurması, bu hakîkatın bir ifâdesidir…

 “Lâikim, Kur’an’a ve edille-i erbaaya göre yani vaz’-ı ilâhîye göre yani ALLÂH AZZE ve CELLE’nin İRÂDESİNE göre yani hayâtı yaradanın ilâhî-fıtrî kânunlarına göre HAYÂTI nizamlıyamam; ateist ve deiste, hümanist ve kamaliste, Batı’ya, yehûd ve nasârâya, tek gözlü piramide ve bunların felsefelerine ve kafalarına göre insanları bir hayâta mahkûm edeceğim” diyenler, Mecelle’nin maddelerini kendi beşerî rejimlerinin tahkîminde kullanmıya kalkarlarsa, bunun, adâlet, hukuk, şeref, ahlâk ve bütün insânî  kıymetlerle zerre kadar alâkası olamaz; bu, Şer’-i Şerîfin, düşmanının ayakları altında çiğnenmesi ma’nâsını tazammun eder… Şerîat düşmanı bir sistemde Mecelle’nin kullanılması, onu, bataklıkda atlama taşı olarak kullanılmanın benzeridir…

1974 Şerbokan-Cücevit koalisyonu sırasında gûyâ “NURCU” bilinen ve fakat “Eûzübillâhi mineşşeytani vessiyâseti” yerine pek muharrifce tam tersini söyliyen “Y. Asyacıların”, o zaman Mecelle’nin istismâr etdikleri “Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur” maddesi, ondan sonra da, beşeri pislik politikaların hayâsızca gözkülleme vâsıtası ve müslümanları kendi partilerine köle etme tuzağı yapılmışdır… Mukaddes ve muazzez Şerîat ahkâmının, beşerî-şeytânî sistemlere hızmet niyet ve gâyesi ile kullanılmıya kalkılması, bunların bazı parti-pırtaların muârızlarını susturmak içün demokrasi içinde kullanılması, ahkâm-ı şer’iyyeyi mevzii ve mevkii dışında kullanmakdır; bu ise, onlarla  alay etmek gibi bir münkirliğe kadar gider, tatbîkat da bunu isbatlamışdır…

İslâmiyyet’in gerek dâr-ı harb veya (dâr-ı ridde) veya dâr-ı İslâm’daki hukûk, fıkıh usûlü ve bütün kavâid ve düsturları son derece muhkem ve mübeyyendir, bellidir. Müslümanların dâr-ı harbde tâbi’ olacakları hukukun önünü kesmek ve onları beşerî kânunlara köle yapmak içün, dâr-ı harbi onlara “Dâr-ı İslâm” olarak dayatmak, bu da son derece büyük bir PUT dikmekdir ki, dâr-ı harbin bütün putları bu HÜBEL’in yanında parmak kadar kalır!.

Dâr-ı Harb ve dâr-ı İslâm’ı ayıran en bâriz temel keyfiyet, müftâbih olan imâmeynin kavli iktizâsı ve biricik şart hâlinde “AHKÂM-I ŞER’İYYENİN TATBÎKİ VEYA ADEM-İ TATBÎKİDİR.” Dâr-ı harbi, dâr-ı İslâm olarak dünyâ insanına yutduranlar, o dârdaki bütün islâmsızlıkların, islâmî imiş gibi telâkkîsine geçiş hazırlamakda, yapılan bütün İslâm dışı seytânî icraatın, istintâkına böylece mâni’ olmayı hedeflemektedirler… Kamalizmaya gûyâ karşı olan Akit grubu gibi medya ve parti mihrakları, DİB ve İlâhiyatlar.. ve ayrıca, sığıntı ve yalaka ve yalama cüsseli-cüceli-cübbeli-kubbeli ve zübbeli bir takım tarîkat sömürücüleri, turûk-ı aliyye üzerinden dünyâlık devşiren eşirrâ ve çeteler; ve mukaddes ve muazzez tarîkat hakîkatını politika malzemesi yapacak kadar alçalan îmân ve hayâ müflisleri… Turuk-ı aliyye hakîkât, ciddiyet ve disiplinini sokağa taşıyan, politikacı oyuncağı yapan ve mevkii ve mevzii dışına taşıyarak  İslâm’dan nefrete sebeb olan ve onu alâlâde ticâret vâsıtası gösterenler, yani ekran şarlatan ve maskaraları…

DİB, PAŞANIN “DEVRİM  KURUMU” İMİŞ!

Bütün bu mihrâklar, işlerine geldiği zaman da, DİB denilen yeri “Kamal Paşa’nın 1924’de KURDUĞU bir DEVRİM KURUMU, ona dokunmanın, Paşa’ya DOKUNMANIN ta kendisi olduğunu” söyler; ve gûya bu kabil yâvelerle, DİB müdâfaasında Paşa’ya sığınmayı ve onun ayaklarını öpmeyi de ihmâl etmezler!. İşte “Diyânetçi Kamalizma” derken, makâlâtımızın başlarında bunu kastediyorduk…

1924’de kurulan DİB, işte bu kabil dînî esas ve temellerin yerlerini oynatmak üzere kurulmuşdur. Prof Dr. Müteveffâ ve Sosyalist Mümtaz Soysal, Televizyonla cihâna şu mesajı vermişdir ki, adam doğru söylemişdir: “Diyanet İşleri Başkanlığı, DÎNİN, cumhûriyet iykelerine UYGUN olmasını sağlıyan bir kurumdur.”    Bazı sakallı-cübbeli-mürîd-tirid cinsi soytarılar ise, sosyalist ve layık Soysal’ın binde biri kadar fikir ve haysiyet nâmûsuna sahib olamıyor; ve falan mes’elede mücerred DİB tarafında olduğu içün Atatürkçü “Doğu Merincek kardeşlerini tebrîk bile edebiliyorlar!” ve yalakalık ve yalamalığın tepesine de böylece tüy dikebiliyorlar!. Geçmiş asırlarda Fransız sarayındaki merdivenlere barsağını boşaltan; ve prenses ve kraliçelere âidiyyetinin kıymeti belli olsun içün üzerlerine “TÜY DİKİLEN” hamûleler misâli!..

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatın 15 asırlık hakîkatını anlamamış o bir takım “yanmaz kefen tâcirleri,” mezheb vâkıası tanımadan bir din anlayışı uyduran DİB içün, ona yaranmak ve onu sevdirmek üzere “Diyanet matüridi i’tikadındadır” diyerek DİB reklâmı yapıcı, bir takım cumputratik ve politik politikacıları “ülülemr” i’lân edecek kadar hakkı bâtıllarla telbîs edici ve o politikacılara itaatin “farz” olduğunu âmir fâsid “ictihadları=teşehhîleri” tedâvüle sokucu, abuk sabuk gevezelikleri sarayları bile rahatsız etdiği içün “Susun, konuşmayın, can sıkmayın, oturun oturduğunuz yerde” yollu ihtarnâmelerle oturakları üzerine çakılan maskaralar.. 

 “Falan politikacıyı desteklemek îmânın 7. şartıdır” diyecek kadar rotası sapıb azmanlaşan püsküllü belâlar ve fesli hokkabazlar, kedicikli ve uçkuru düşük insanlık ayıbı “mehdiler”, bu düşüklerle Kıbrusî denilen İngiliz beslemesinin etrafında poz veren Eygimsi ve o Püsküllü hokkabazlar bile, bu son 20 yıl içinde boy atmış kurtçuklar ve PUTÇUKLARDIR… 

  • (Mâba’di var)tt

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir