(3) Şiddet, Hangi Din Veya Tâğûtî İdeolojide Yasak, Hangi Dinde Mutlak Farz…
10 Nisan 2022
Böyle Anarşizme “Bayram” Diyenlerin Akıl Ve Îmân Zehirlenmesi…
1 Mayıs 2022

İSLÂMİYYET’İN RAMAZAN VE BAYRAMLARINA KADAR HER ŞEYİ, ALLÂH’SIZ SİSTEMİN OYUNCAĞI OLDU!

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

 

Lâyik dembokratik cümhûrî sisteme göre “MÜBÂREK Kadir günü” i’lân edilen (1/Haziran/2019 cumartesi) iftardan evvel, Akit tv nâm kanalda, kendilerince “iftâr programı” denilen şeylerle meşgûl iki iftirâatar ve cehletaparı seyr ü temâşâ eyledik!. Birisi “sunucu” ve (dempokrasi misyoneri  kafalı) Yavuz Bahadıroğlu, ötekisi de bilmem nere rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan denilen kem-küm filozof!.

İftar programı denilen şeyden anladıkları ise, Ya’kûb Peygamber (Aleyhisselâm) ve en büyük üçüncü Sahâbî Osman Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretleri’nin “Gıybeti, tahtıe edilişi, küçümsenişi, çekiştirilmesi ve en korkuncu da İFTİRÂYA ma’rûz bırakılışı!”

Böylesine çirkinlik çukuruna dalarak, Peygamber ve üçüncü en büyük sahâbî düşmanlığına Tahran ve Vatikan atlıyacakken, TARHAN ve SAFKAN  havuz-yavuz adamlar düşüyor!

Câhilin cesur oluş hakîkatı!

Kendilerini, “Müslümanların” önde giden bilgiç müdâfii gören ve fakat dînî hassasiyet ve ilimleri üç para etmez lâyık, kayık, gayr-i ayık ve dembokratik sistem adamlarının, İslâm esasları ile oynamaları şaşırtmasa da, bu manzara, ziyâde Îmân-ı Şer’î ve İslâm bozucu bir perîşanlıkdır…

Lâyık-kayık sistemin “Psikiyatrist” hekiminden ibâret bir adamın, Haçlı Batı standartlarına göre kafasına doldurduğu çarpık “sevgi, eşitlik, adâlet, kıskançlık” mefhûmları ile, Ya’kûb Aleyhisselâm’ı diline dolaması, ne kadar acı bir haddi bilmezlikdir… Peygamber olarak vahye muhatab ve nübüvvet makâmına sâhib, mukaddes ve muazzez o Zât-ı NEBÎ’yi bir ateist ağzıyla sıradanlaştırarak medya seviyesizliğine âlet etmek, aslâ ma’zûr görülemez…. Bunun vebâlinin muhalled olacağında da, sahîh akâid sâhibi hiçbir müslüman şübhe etmez…

Ne demekdir:

“Hz. Yakub, evlâdı arasında sevgide ADÂLET yapamadı…..Yûsüf’un dışındakilerin, Yusuf’u kıskanmasına sebeb oldu, v.s.!”

Dempokrat Akit kalemşörü havuz veznindeki Yavuz da, bu utanç verici ve küfre bâdî sözleri takrarlarken, karşısındaki adamın bir nevî şakşakçılığını yapıyor ve İslâm’ı kemire kemire biribirlerini  “ağırlıyorlardı!”

Âdalet yapmamanın ma’nâsı “Zulm yapmakdır” ki, hiçbir peygamber böyle mezmûm, münker, haram, günâh ve binnetîce en berbat bir hâle muhâtab tutulamaz; ve bu, Peygamberler gibi “Başda İSMET olmak üzere emânet,  sıdk, tebliğ ve fetânet” gibi kendilerinden aslâ ayrılmaz sıfatlarla muttasıf bilinmeleri ZARÛRÂT-I DÎNİYYEDEN KAT’Î BİR FARZ OLAN HUSUSDA  bunları kâle almadan echelce lâf etmek, ruznâmeye “küfr-i cehlîyi” getirir; ve tecdîd-i îmân ve’n-nikâh devreye girer!.

Peygamberlere îmânın lâzım-ı gayr-ı mufârıkı olan hususlarda, Dâvûd Aleyhisselâm gibi nice Peygambere, zinâya varıncaya kadar pek çeşitli iftirâlar isnâd eden yehûd ve nasârânın, enbiyâya ve dolayısıyla Allâh Azze ve Celle’ye îmânlarından nasıl bahsedilemiyorsa, vaz’iyyet burada da aynıdır…

Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhum’dan okuyalım:

“…evvelemirde beşeriyyet-i âdiyyeden mümtaz olan mâhiyyet-i Risâleti ve ALEL’UMÛM ENBİYÂNIN CELÂLET-İ KADİRLERİNİ TEFHÎM ETMEK…… hem hakkı tahkîk ve ızhâr hem de bütün bunlar hakkındaki.. mücâdelelerin de BUTLÂNINI GÖSTEREREK NEZÂHETİNİ İSBÂT EYLEMEK VE NİHÂYET BÜTÜN PEYGAMBERLERİN YALNIZ BİR ALLAH’A İBÂDET VE TÂATDEN BAŞKA BİR ESAS TA’KÎB ETMEDİKLERİNİ; kendilerine veya melâikeye veya diğer enbiyâya ibâdete da’vet ihtimâli gibi bir ŞÂİBEDEN MÜBERRÂ BULUNDUKLARINI VE NİHÂYET RİSÂLET-İ MUHAMMEDİYYE’NİN EZHER CİHET SÜBÛTUNU VE İSLÂM’DAN BAŞKA BİR DÎN ARANAMIYACAĞINI BEYÂN VE TEBLİĞ EYLEDİKLERİNİ….”  (1936 tab’ı, c.2, s.1080)

Görüldüğü gibi âdî ve basit beşerî hallerin tamâmından müberrâ ve münezzeh bulunan peygamberlerle mücâdelenin her türlüsü mutlak bâtıl olub; enbiyânın tamâmı da, beşerî nakîsa ve kusurlardan münezzeh ve bunlardan NEZÂHETLERİ İSBÂT edilmişdir…

Onlardan velev birinin “Adâletsizlik isnâdıyla” iftirâ ve isnâda ma’rûz bırakılması, bütün nübüvvet müessisesini şâibe altına almakla kalmaz, irsâl olunan o peygamberlerin MÜRSİLİNİ (göndericisini) de şâibe altına alır… Bu ise, ebedî felâket ve nasibsizliğin tam bir vesîkası demek olacakdır…

Zirâ Mutlak Hakîkat, kimsenin babasının malı gibi istenilen şekle sokulan plastik çocuk oyuncağı bilinemez; ona böyle yaklaşanların Fâtiha’daki “mağdûbi aleyhim ve dâllîn” sınıfına sukût edecekleri bedâhât derecesinde ortadadır…

Merhûm Müfessirimiz Muhalled Tefsîrinde hassâten, şu bervechi âtî iktibâs edeceğimiz hakîkatı da dile getirirler ki, ona göre “Müslümanlık iddiasındaki” T.C. lâyık politikacılarının, akademisyen denen GDO’lu ilhâdiyyât ulemâsının (!) maaşa esir olduğu içün “bukmün” sınıfındaki DİB’İŞ gürûhunun; ve tarikatı barikat, tasavvufu bâtınîlik hâline getirerek, Osmanlının, ancak “HEDİYESİ” lâfzıyla diline aldığı Kur’an mevzuunu, Mübârek Ramazan günlerinde bile alçakça “KUR’AN SATIŞI” lâfzıyla ayağa düşüren ve “Fiyat” da biçerek alçaklaşan; ve (YA’KÛB PEYGAMBERE İFTİRÂ MÜNKİRLİĞİ KARŞISINDA BİLE ŞEYTÂN-I AHRAS GİBİ SUSAN)  ve hiçbir şey olmamışcasına kılları bile kıpırdamıyan süfehâ ve cühelânın beyin ve kalblerine çakılması şartdır:

“Velev bir Rasûlü olsun diğerlerinden ayırıb inkâr etmek, mâhiyyet-i Risâleti inkâr etmekdir. Mâhiyyet-i Risâleti inkâr etmek ise, bütün peygamberleriyle berâber Hakk Teâlâ’yı inkâr etmekdir.”  (Tab’ 1936, c.2, s.1144)

Artık zerre kadar akıl ve îmân-ı şer’î sâhibi bir insanın, hele “müslümanım” diyen bir kimsenin, bu hakîkatları hiçe sayarak kendi üç paralık akıl ve ilmiyle (!) ortaya çıkıb dünyânın da gözüne baka baka Ya’kub Aleyhisselâm içün:

“ Evlâdına adâletle sevgi göstermedi, onları kıskançlığa itdi!”

Demesi, peygamberlere îmân ve onlara asgârî hürmet ile aslâ kâbil-i te’lîf edilemez; ve  o koskoca Peygamber Aleyhisselâm’ı, bir nevi müterâdifi olan “Zulmle” suçlamak olur ve Gadab-ı ilâhîyi de celbeder, Kâinâtı da gaseyâna kâfî gelir!.

Ta’bîri câizse bu mevzu’lar, mücerred “Teşri’-i masûniyyeti” olan pek hassâs ve riâyeti mutlak hususlardır… Modern kafalı dembokrat bir psikiyatristin veya medya çalışanı ve gazete kültürlü basit bir adamın bu mevzu’lara züccâciyeci dükkânına dalan bir FİL gibi dalması, yalınız hadnâşinaslık ve echeliyyet çerçevesinde değil, ebedî hüsrâna bâdî bir cinnet olarak kabûl görür… Bu kabil tecâvüzler karşısında biz müslümanların da, bütün îmân salâbetimizle karşı durub onları püskürtmek ve çıkış mahreclerine tıkamak, “Dîn-i İslâm’ın Müdâfaa ve Muhâfazası FARZINI” edâ etmek noktasından en büyük vazifedir…

120 küsûr bin Peygamberin (aleyhimüsselâm) 6 adedi ülü’l- azîm (en büyük) olub, 25’inin ismi de Kelâm-ı Kadîm’de zikredilerek bu altı RASÛL’den sonra büyük bir dereceye sâhibdir. Geride daha 120 küsûr bin peygamber vardır ki, bunların da belki 5-10 tânesinin isimleri bilinmektedir. Bu binlerce peygamberin de Peygamberi, (Rasûl-i Rusûl Aleyhisselâm) yani Allâh Azze ve Celle Hazretleri’nin HABÎBİ ve HÂTEMÜ’L-ENBİYÂ Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleridir.  O 120 küsûr bin peygamberin bir eksiksiz tamâmından, SON PEYGAMBER ALEYHİSSELÂM’A îmân edecekleri ve zamanına yetişdiklerinde O’na kat’iyyen itaatde bulunacaklarına dâir Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’nin AHD Ü MÎSÂK ALDIĞI, Kelâm-ı Kadîm’in açık ve sarîh bayânı ile kat’iyyen sâbitdir…

İmdi, bu kadar binlerce peygamberden, ism-i şerîfi bilinmiyen bir tek peygambere bile olsa, bir müslüman kalbînden geçirerek bilfarz ona hakâret etse; veya “adâletsizdi, zâlimdi, çocuklarının biribirini kıskanmasına sebeb oldu, v.s.” diyerek onu ismet sıfatından ayırarak suçlasa ve tahtıe etse; o kimsenin 6 îmân şartından biri olan “Peygamberlere îman” etdiği söylenemez; ve o, yukarıdaki tefsîr satırlarında mündemic bulunan şer’î  hükümlere kat’iyyen meydan okumuş ve İslâm’dan da tard yemiş olur!

Mes’ele, Kelâm-ı Kadîm ta’bîriyle ve en ana hatlarıyla “Allâh Hizbi” veya “Şeytân Hizbi” olmak mes’elesidir. Mücâdele Sûresinin 22. âyet-i celîlesi müslümanları şöyle istikâmetlendiriyor:

“Allâh’a ve Âhıret Günü’ne îmân eden müslümanların, Allâh ve Rasûlü ile HADD yarışına=(tanrılık, heykelcilik veya  sistem yarışına) kalkışan düşmanlarla,“müslümanım” diyenler, o düşmanlar babaları, oğulları, kardeşleri ve aşiretleri de olsa onlarla (sevgi, sırdaşlık ve yakınlık üzere) bulunamıyacaklardır.” Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve hâkimiyyeti kat’iyyen böyle hükme bağlamaktadır.

Osmanlı ulemâsından müfessir ve fakih Ömer Nasûhî Efendi Merhum tefsîrinde şöyle buyurur:

“Çünki öyle bir MAHABBET, O MUHÂLEFETE (dinsizliğe) RÂZI olmayı mastelsim bulunur. Böyle bir rızâ ise, EBEDÎ hüsrâna bâis ve azâbı câlib bulunur. Velev ki o sevecekleri kimseler, kendilerinin babaları, veya oğulları veya karındaşları veya kabileleri olsunlar.. Zîrâ Cenâb-ı Hakk ve O’nun Peygamberine MUHÂLEFET eden, düşmanlıkda bulunan bir şahıs, BÜTÜN BEŞERİYYET HAKKINDA BİR CÂNÎ MESÂBESİNDEDİR. ÖYLE BİR CÂNÎYE MAHABBET İSE UMÛMA KARŞI BİR HAKÂRET , BİR VİCDANSIZLIK MÂHİYYETİNDE BULUNMAKDIR. MÂMAAFİH İNSAN İÇÜN EN BÜYÜK GÂYE, RIZÂ-İ İLÂHÎYİ KAZANIB SELÂMET VE SEÂDETİ TE’MÎN ETMEKDİR. ÖYLE DİNSİZLERE, HAKK’A MUHÂLEFET EDENLERE GÖSTERİLECEK BİR MAHABBET VE MERBÛTİYYET İSE,BU GÂYEYİ MAHVEDER, İNSANI EBEDÎ HÜSRÂNA BIRAKIR.”  (1966, Bilmen yayınevi 1966, c. 8, s.3663)

Artık veyl olsun!

Beşerî ve tâğûtî sistemleri “anayasa, paralamento, vatandaşlık, dembokrasi seçimi” üzerinden Allâh ve Rasûlüne “MUHÂLEFET”  olarak yürütenlere…

Ve veyl olsun!

“Bütün dinlere eşit mesâfedeyiz, lâyıklık bütün dinlerin güvencesidir, İslâm güncellenmelidir, 14-15 asır evvelki hükümleri kalkıb bugün uygulayamazsın, 4 hakk din vardır, eşcinsel vatandaşlarımızın hakklarını da güvence  altına almak şartdır, günümüzde fâizsiz ekonomi düşünülemez!” gibi inkâr ve hezeyanlarla “Allâh ve Rasûlü’ne MUHÂLEFET EDİB HADD YARIŞINA KALKIŞANLARA!”

Sadede gelirsek, Ya’kub Aaleyhisselâm ve Osmân Radıyallâhu Anh gibi Allâh ve Rasûlü’nün sevdiklerini iftirâlarla karalıyarak “Allâh ve Rasûlüne karşı “Muhâlefet ve HADD yarışına kalkışanlar” da, bâlâda iktibâs etdiğimiz müfessir satırlarındaki “cânî” mefhûmuna ne kadar muhâtab olmuşlardır, buna îmân ve iz’an sâhibleri cevâb versin!…

Üstelik, Yûsüf Aleyhisselâm’ın Peygamber olacağı, rü’ya tarîkıyla kendisine bildirilen pederi Ya’kûb Aleyhisselâm’ın, diğer fâsık, zâlim, kâzib ve babalarını yıllarca ıstırabla kavuran diğer 10 çocuğunu da Yûsüf Aleyhisselâm kadar ve aynı derecede sevmesi nasıl mümkin olabilir?. Bu, teklîf-i mâlâyutak olmıyacak mıdır?. Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’nin, böyle bir teklîf ile her hangi bir kulu veya peygamberini “MÜKELLEF” tutması muhâl değil midir?. Nuh Aleyhisselâm’ı dinlemiyen öz oğlu içün bile Kahhâr-ı Zülcelâl Azze ve Celle Hazretleri “O senin ehlinden değil” buyurmadı mı?.

Haçlı Batı’nın bâtıl ve şeytânî Pisikiyatri standartlarını   mutlak doğru gibi kabûl edib, boş bulduğu meydanda değneksiz gezen bu cum çocuklarının, Koskoca bir Peygamberi pozitivist Haçlı Avrupa terâzîleri ile izâfî ve i’tibârî kıymet hükmüne çakmaları, Kadîm Müslüman Milletin Anadolu toprağına gaseyandır!.

Hakk’dan anlamıyan adamların bâtılı tervîc edib müdâfaa etmeleri korkutucu olur. Merhûm Müfessirimiz gene buyururlar:

“Hakk u hayra mahabbetin derecesi, şerr ü bâtıla buğz u adâvetin derecesi ile mütenâsibdir.” (c.2, s.1023)

Bu ölçüye göre, Peygamberân-ı Izâm Hazerâtının kıymetini takdirden âciz olan heriflerin, şeytan ve tâğûtlara muhâlefet edib karşı çıkacakları aslâ beklenilemez… Ancak (iftirâ) atmama edeb ve mükellefiyyeti, hiç kimseden, hiçbir zaman ve mekânda sâkıt olamaz…

Gene Merhûm Müfessirimizin satırlarıyla:

“Hakkı bâtıl, bâtılı Hakk yapmıya çalışanlar ise, haysiyyet-i ilmiyyeden ârî birer tâğûtdurlar.” (c.4, s.2513)

Peygamberlere âid olan Hakk ve hakikatları bâtıl gösterenler de kim olurlarsa olsunlar, bunlar, muhalled finnâr bulunan tâğût veya (tâğutların çömezleri) olmakdan kurtulamazlar…

Şerr ü bâtıla buğz ve adâvet içre yetiştirilmemiş cum çocuğu kesandan, Hakk ve hakîkata mahabbet beklenilemiyeceği, elbetde bedâhaten ortadadır…

Mükerreren beyânı zarûrî görürüz ki, kim olsa olsun, Şer’î kıymetlerle karşılaştığı zaman zehirli dillerini tutmasını bilmeleri, en asgarî edeb ölçüsüdür; ve bundan kiç kimse müstağnî de kalamaz… Bir müslümanın bile, sâir dinlerin put ve heykellerine “küfretme hakkı olmadığı” îzahdan vârestedir… “Beşeriyyet-i âdiyyeden mümtaz olan peygamberleri” sıradanlaştırarak, şeytânî politikacı ve oryantalist çömezlerinin ağzıyla onları ateş hattına çekmek, en edeb yoksulu bir suçdur; ve bu sıradanlaştırma, onlara yapılacak hakâretin de en iğrenci olur…

Ya’kub Aleyhisselâm, 12 çocuğundan yalınız Yûsüf Aleyhisselam’ı değil, onun kadar olmasa da Yûsüf Aleyhisselâm’ın öz kardeşi Bünyamin’i de diğer 10 çocuğundan daha çok seviyordu… Çünki Yûsüf ve Bünyâmin’in anneleri, çocukları küçükken vefât etmiş; Ya’kûb Aleyhisselâm onlara hem baba hem ana olmuşdu… Bu iki küçük oğluna, anasızlık acısını unutdurmak içün, onlara husûsî bir sevgi, yakınlık, şefkat ve merhamet duyuyordu… Duymasa mıydı? O zaman bunun, Raûf, rahmân ve Rahîm olan Allâh Azze’nin Rızâsına uygunluğunu ve Yâ’kûb Aleyhisselâm gibi Allâh elçisi büyük bir Peygambere (yakışacağını) hangi gaddâr ve zâlim mahlûk iddia edebilir?!

Şimdi, iftâr vakti ve Kadir Günü müfsidi bu iki cumhuriyet çocuğuna sorsak ve desek:

“Siz hangi hakla Allâh Azze’nin Kelâm’ı Kadîm ile ismini zikretdiği büyük bir Peygemberi tahtıe eder ve “Adâletsizlik” iftirâsı atarak onu aşağılarsınız? Sizde zerre miskâl Allâh korkusu yok mudur?.

Siz kimsiniz, nesiniz, necisiniz, kimin adına konuşuyor veya konuşturuluyorsunuz? Siz, “Nâmâs-ı Ekber” Cibril Aleyhesselâm gibi mi, İblis-i lâin adına mı konuşmakla mükellefsiniz?.

Bir Peygamber, Peygamber olacağı kendisine bildirilen ve anasını kaybetmiş küçük çocuğunu, zalimliğe düşmüş, kâzib ve Peygamber olan babalarını apaçık hilekârlıklarla aldatma isti’dâdı ve mayası taşıyan ötekilerle aynı derecede severse, asıl o zaman “adâletsizlik” yapmış olmaz mı?

O ikisini, 10 çocuğundan daha çok severse, buna nasıl hakkı olmaz?. Burada müsavî sevgiden bahsetmek, o iki anasız, ahlâkı müstakim, babalarına mutî ve üstelik Peygamber olacağı haber verilen çocuğuna ziyâde (sevgi) ızhârı, nasıl olur da “adâletsizlik” yani “zulümkârlık-zâlimlik” olarak dile alınır; ve bu, bütün dünyâya da zerre kadar hayâ etmeden ve alenen nasıl i’lân edilir?..

Bu nasıl, hangi tür DENÎ VE ŞENÎ BİR ADÂLETSİZLİK VE ZULÜM bilinecekdir?

El Hayâ el edeb!

Asâlet ve kökünü kaybetmemiş sıradan bir Anadolu Köy kahvehânesinde bile,  bir Peygamber aleyhinde böyle pestenkerâne iftirâ, dedikodu ve gıybetin yapıldığına şâhid olunamaz!. Adamı en azından bakışlarıyla keşkeş eder yerin dibine geçirirler…

Veyl olsun,  cisminize ve cesedinize, isminize ve resminize, kastınıza ve kalıbınıza, rütbenize ve benzinize!”

Koskoca bir Peygamber 12 çocuğunu hangi ölçülerle nasıl seveceğini bilmiyecek, ama iki cumhuriyet çocuğu bunu o Peygamber Aleyhisselam’dan çok daha iyi bilecek; ve Allâh Azze ve Celle’nin ELÇİSİNİ, binlerce sene sonra tv kanalizasyonlarında terbiye edecekler, utanıb arlanmadan iftirâ atıb gıybetini yaparak hizâya getirecekler!

Yâ Kahhâru Yâ Cebbâru Yâ Müntakîmu Celle Celâluh!.

Fahr-i Kâinât Rasûl-i Rusül Aleyhissalâtü Ve’s-selâm Efendimiz Hazretleri’nin taht-ı nikâhında aynı zamanda 9 vâlide-i muhterememiz var iken, hangi akıl ve îmân mübtezeli kalkar da şöyle diyebilir:

“O da bu 9 ezvâc-ı tâhirât ve vâlide-i müslimîn hatunların her birini de aynı derecede seviyordu veya sevmeliydi, aksi hâlde sevgide adâlet yapamamış, zulmetmiş olurdu!”

Halbuki nice Hadîs-i Şerîflerle kat’iyyen sâbitdir ki, Âişe-i Sıddîka (Radıyallahu Anhâ vâlidemizin) daha çok sevildiği bir vâkıadır; ve bunu, aklı başında ve îmânı da kalbinde hiç kimse inkâr edemez!.

Hem bu cum çocukları, varsa kendi veledlerini ve müteaddid hanımlarının hepsini, aynı derecede sevdiklerini söyliyebilecekler midir?. Fıtratı inkâr etmedikçe, sevgide müsâvat üzerinden adâlet olamaz, bu muhaldir… İlim adamı ve medya ukâlâsı postu altında, cehâlet ve münkirlik kurdu olarak dört bacakla yürümek görülmez sanılıyorsa, bu da bir başka eblehlik olarak sırıtır!

Allâh Azze ve Celle bile Peygamberân-ı Izâm Hazerâtını aynı derece ve rütbede yaratmamış, hepsinin reisi ve Peygamberine “HABÎBİM=SEVGİLİM” buyurarak, ONU, 120 bin peygamberin tamâmından çok, hem de beşer havsalasının alamıyacağı kadar çok sevmişdir!

Cumhuriyet aydını, günaydın ve tümaydını olunca, onun akıl, mantık, zekâ, ilim, ahlâk, kıyâs, “psikolastik ve akademistik” hamûlesi, demek ki bu kadar ve bu cibilliyetde oluyor!

Bu aynı zamanda, “Bütün dîn ve inançlara eşit mesâfedeyiz, lâyıklığımız bütün dinlerin temînâtıdır” diyen 96 yıllık devr-i dilâra-yı cumhûriyyenin, bütün parti-pırtı ve politikacılarıyla iç yüzünü aksetdiren; ve bu yüzün nasıl dişlek bir sahtekâr olduğunu isbât eden bir vesîkası, hücceti ve i’tirâfıdır…

Tekrâr ederiz ki, dünyânın gözüne baka baka, bu iki kafadar (lâyık, dempokratik ve cumhûrî nevzuhûr) adamın, doğrudan doğruya insanları irşâd içün RABB TEÂLÂ Hazretlerinin gönderdiği ve  Hakk’ın (elçisi) de olan o Peygamber Zât-ı Şerîfi; ve onun üzerinden bütün Peygamberân-ı Izâm (Aleyhimüsselâm) Hazerâtını tahtie ederek aşağılaması, pek çirkin ve îmânı zîr ü  zeber etmeye kâfî ve vâfî bir nasibsizlikdir…

Velev bir Peygamber böyle iftirâlara ma’rûz bırakılarak dile alınıyor ve aşağılanabiliyorsa, bu demekdir ki, bütün Paygamberler içün de bu densiz ve dengesiz; ucûbelik, ufûnet ve huşûnet püskürücü ences hâl, bahis mevzuu edilebilecekdir…

Ayrıca Müfessir Merhûm’un buyurduğu gibi elçiye (Rasûle) yapılacak her türlü  edebsizlik, iftirâ, hadsizlik, tecâvüz, şeytanlık ve inkâr, o Rasûlün MÜRSİLİ’ne (gönderenine) de yapılmış sayılacak; ve işin ucu ALLÂH Celle Hazretlerine kadar uzayıb gidecekdir ki, mütecâvizlerin düşdüğü çukur, işte bu kadar nâmütenâhî çapda bir felâketdir…

Tekrârına lüzum görürüz ki,  Peygambere iftirâcı ve gıybetçi bu adamlar, dünyâya açılan bir pervâsızlıkla irtikâb etdikleri bu son derece esef verici hâli, bizzat kendi nefislerinde nereye oturtacaklardır?. Acebâ, gâvurcasıyla “üç paralık poligami” cesâretleri varsa, kendi avratlarına ve bizzat kendi öz veledlerine karşı da, (müsâvi bir sevgi) üzerinden “adâlet” gösterebileceklerini söylemeye  erkeklikleri yetebilecek midir?!.

Meselâ Freng Cumhurbaşkanı François Mitterrand 1996’da 79 yaşında esfel-i sâfilîn’e sevkedilib gömülürken, mezârı başında sâdece belediye vesîkalı karısı Danielle değil, iki karısı daha ortaya çıkmış, cem’an üç, evet üç karısı belirmiş, definde hazır olmuşdu… Ve François Mitterrand’ın arkasından hiçbir gavur bile:

“Mitterand bu üç karısına sevgide adâlet yapdı mı yapmadı mı, yapmadıysa adâletsizlik yapıb onların biribirini kıskanmasına sebeb oldu, zulmetdi!”

Gibi psikopatalojik bir havâle geçirmemişdi!

Psikiyatrist Prof. Mösyö Nevzat Tarhan nâm zâtın, Haçlı Batı standartlarına göre psişik bir adam olması hasebiyle, onun, dembokratik, lâyik, kayık, gayr-i ayık, şizofrenik, paranoik, psikolojik, poligamik hatta pornografik, v.s. gibi mevzular etrafındaki yevmî dürtüler üzerinden; ve Mitterrand gibi üç madamlı haçlı çocuklarının “kendi adâlet ve adâvet algı ve sürtüleriyle bilimsel ve milimsel etüdler yapması, daha rasyonel ve reel veri tabanlı uğraşlar” ortaya koyması tabiîdir… Mösyö Nevzat, “Konumu, durumu ve sunumu” i’tibâriyle “Teaddüd-i Zevcât” bahsine dalarsa, o kadar saçmalıyacak; ve fakat “Poligami, homogami ve pornografi” mevzularına alçak iniş yaparak dalarsa o kadar Batı standartlı ve Garb kafalı ve cumhûr zihniyetli bir bilim adamı olarak zombilere kendisini çok daha zevkle kabûl etdirebilecekdir!.

Hâkezâ, “Peygamberân-ı Izâm Aleyhimüsselâm’ın “adâletsizliği” gibi (hâşâ).. kapkaranlık mevzulara saplandığında “mağdûbi aleyhim ve dallîn” gürûhuna iltihâk ederken; “Dembokratik, lâyik, psikomanyatik, poligamik, homomatik ve pornografik, v.s. ADÂLETSİZLİKLERİNE” el ve kem-küm de olsa lâf atarsa, daha “ilimsel, milimsel ve bilimsel” bir BİLGE kişi ve kişilik iktisâb etmiş olacakdır!. Böylece Pırasasörlüğün hakkını da dibine kadar vermiş, ekmeğini yediği vatanına minnet borcunu kuruşuna kadar ödemiş; ve Atatürk Ata’ya lâyık lâyik bir vatan evlâdı olarak ve Ona yakışırcasına memleketi ortaçağ karanlığından Batı kandillerine kavuşturmuş bulunacakdır!.

Dolayısıyla bu lâyık-dembokrasi misyoneri ve düzenin  rütbeleyib şişirdiği cum çocukları, acebâ, “Âdil olub zulümden münezzeh olduklarını”  ve böylece de, Peygamberleri bile geçdiklerini mi i’lân safhasındadırlar?!.

Mübarek Ramazan’ın ve üstelik “Mübârek KADİR Günü” dedikleri bir zamânın, bir Peygamberi “Adâletsiz yani zâlim” göstermeye vesîle edilmesi, bir İslâmbilmez gazeteci (parç.sı) ile ve Haçlı Batı standartları üzerinden gayr-i Rahmânî ölçüler uyduran bir Psikiyatrist (çöm.zinin) işi olabilir mi?.

Ve Ya’kub Aleyhisselâm ile hızlarını alamıyan bu nasibsiz iki adam, adı zikredilen Peygamber gibi sâdece 15 asırlık müslümanların değil, Âdem Aleyhisselâm’dan beri milyarlarca müslümanın mukaddesâtında yeri olan Osmân-ı Zinnûreyn Radıyallâhu Anh Hazretlerini de gıybet ve hakâret hedefleri hâline getirerek öylece (çuk.rlaşdı)lar!

Vesîle-i Mükevvenât ve Habîbullâh olan Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin birinci ve ikinci halifesi gibi üçüncü Halifesi Hazret-i Osmân ve bütün ashâbı dahî, geçmiş Peygamberlerin Hâtemü’l-Enbiyâ Hazretlerine verdikleri ahd ü mîsâk üzerinden, onların dahî mukaddesâtından bir parçadır…

Nasıl ki biz, ehl-i sünnet müslümanları olarak geçmiş peygamberlerin âl ve ashâbını da “…ve alâ cemiı’l-enbiyâi ve’l- murselîn ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn” diyerek, her 24 saatde hayırla zikredib üzerlerine Allâh Azze’nin “Salât ü Selâmını” niyâz ediyorsak; onlar da, SON ve EN BÜYÜK PEYGAMBERİN ASHÂBI ÜZERİNE, çok daha dikkat ve hassâsiyyetle  salât ü selâm getirmiş ve bu ihtiramda da aslâ kusûr etmemişlerdir…

Hazret-i Osman Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretleri gibi “Aşere-i mübeşşereden, üçüncü Halife-i Rasûl, Zinnûreyn, Meleklerin bile kendisinden hayâ etdiği, Kelâm-ı Kadîm başında ŞEHİD, Muhâcirîn rütbesini ihrâz etmiş, 4 yaş 4 ay 4 günlük olan müslüman yavrularının “Bed-i Besmele merâsimleri” esnâsında “PÎRİMİZ HAZRET-İ OSMÂN-I ZİNNÛREYN” âvâzeleriyle meydanları çınlatırken ism-i şerîfleri alem olan o BÜYÜK sahâbîninKadir günü” gıybet ve tahtıe edilişi, küçümsenişi ve onun da türlü şii iftirâlarına ma’rûz bırakılışı ne demekdir, bir müslümanın böyle cürümler işlemesi nasıl bir çılgınlıkdır?…

Ne imiş, 15 asırlık şii iftirâsı olan şu çürük sakızların, tekrar Lânetli Pislamoğlu, Haltettin Karamanlis, Müreyyâ Sırma ve bulaşık Caferî (Ölmüş Şemseddin Yeşil) v.s.’nin ağzıyla ağza alınarak geviş getirilmesi; ve mikrop saçmaya devam edilişi:

“Akrabalarını devlet dâirelerinde istihdâm etdi, adam kayırdı, iltimas, v.s…”

14-15 asır evvel o zamanki San’alı yahudi hahamı ve bütün şîa dîni dünyâsının kurucu başkanı, ataputu ve fitne irâdesinin merkezî membaı Abdullah İbni Sebe mel’ununun ateşini yakıb felâket kazanını kaynatdığı bir hengâmede; ve daha birçok müşkillerin hücûmu devrinde, mes’elelerin iç yüzünü acebâ nasıldı?. Bunları bilmeden şii ağzıyla tv’lere yamanmak; ve mukaddesâta, Hazret-i Osman Radıyallâhu Anh Efendimiz üzerinden, yalan, dolan ve iftirâ alevlerine benzin sıkarak tasallut…

17 senelik AKP iktidârı bu gevşetmeleri hoşgörü-diyalog fitnesi çerçevesinde karşılarsa; ve dînî kıymetlere hergün artan saldırılarla çanak tutarsa; ve sistemi de İslâmiyyet’i mıncıklama rejimi hâline getirirse , encâmımızın bin kere berbât olacağında şübhe edilemez.

“Türkiyâ dâr-ı İslâm’dır, falankes ülülemirdir, ona itaat farzdır” gibi işkembeden atmalarla hergün yeni bir rezillik uyduran bazı cübbeli  bel’amlar, geçdiğimiz mübârek Ramazan’da da, Habertürk’deki Veyis’in önüne oturub “Devlet ve millete sâhib çıkan isterse dinsiz olsun” gibi cinnetlik lâflar bile eder olmuşlardır… Ramazanlarda tv ekranlarına üşüşen bu kabil düzinelerce bel’am, her konuşmaları ile zaman zaman tenâkuzlara da düşmüş ve şeytânî politikanın bezirgânlığına da bulanarak zihinleri çöp bidonuna çevirmişlerdir…

Ya’kûb Aleyhisselâm ile Osmân Radıyallâhu Anh Hazretlerine Mübârek Ramazan’da bile sataşmaları “iftâr programları” adı altında halka şırınga edenler, Yavuz Sultân Selim Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-Ğufrân Hazretlerinin:

“İslâm Âlemi’nin en büyük iki düşmanı Şîa ve Vatikandır!”

Buyurduğunu, hiç duymamış olacak kadar “Summün, bukmun, umyün fehum lâ ya’kılûn” zümresinden midir?..

İslâmiyyet, “Lâyık dembokratik şeytânî  sistemlerin” zerre miskâl takdîr edemiyeceği kadar mukaddes bir “Birlik, beraberlik, vahdet ve uhuvvet” bütünü meydana getirir ki, işte bu, “îmân-ı şer’î” denilen kurtuluş berâtını elde ederek ortaya çıkar… “Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, hep birlikde Türkiye olacağız” gibi bomboş ve usûlü sıfır sloganlarla “birlik ve berâberlik” hayâl etmek, güldürmekden veya acındırmakdan ötede hiçbir kıymet taşıyamaz!. Usûl ve îmân mahrûmu ve mücerred tamtakır ruhsuz sloganlar zerre kadar bir işe yarayamaz. “Bir ve beraber olacağız” demekle bu, zerre kadar birşey ortaya koyamaz. Bunu ne ile ortaya koyacaksan, bunun usûlü ve ana düsturları (prensipleri) nedir, evvelâ bunu zikret ki, “olalım” demekle hiçbir şey olunamıyacağı safsatası böylece ortadan kalkmış olsun!. Bunun da birinci ve en büyük usûl, umde, düstûr ve kânûnu, “Allâh’ın irâde ve hâkimiyyetine” sistem olarak iftirâ, yalan-dolan ve şirk ile sataşmamakdır… Allâh’ın Dînine inanılmasa da, onun hiçbir kıymet ve ölçüsüne sataşmamak, tasallut ve tecâvüzde bulunmamak yani “Harbî Kâfir” olmamak şartdır…

Müslümanım diyenlerin ağzındaki “Bütün dinlere eşit mesâfedeyiz, lâyıklık her dînin güvencesidir” gibi lâflar da, zerre kadar hakîkatı , üç paralık kıymeti bulunmıyan mugâlâta yüklü (demagojik) sıkıb atmalardır!. Cidden ve ihlâsla dînine îmân eden bir müslüman, “müslümanım” dediği an, “Ben mutlak tarafım, yalınızca Allâh’ın tarafındayım, Kur’an-ı Kerîm ta’bîriyle (selefî diliyle değil) hizbüşşeytân değil Hizbullâh’ım” demiş olur… “Şahsımla müslümanım, ama devletimle müslüman değilim” denildiği zaman, bunu diyen, bu işin sahteliği ve gözboyaması içinde demekdir!. Ben “müslümanım” deyişin içinde “devlet ve hükûmetimle ben Allâh tarafındayım” deyiş yoksa, orada, ferdî ve sahsî olarak da var olunduğu söylenmemiş olur!. En basit mantık bile bunu böyle kabûl eder.

Hangi ateist, ataist, kamalist, sosyalist, marksist, v.s.’ye rastlanmışdır ki, “Ben ateistim, ama devletim islâmî olmalıdır” demiş olsun!. Bunu diyen adam varsa, o, ya yüzde yüz gözkülleme peşinde bir sahtekârdır; veya akıl ve zihin sıhhatinde ciddî bir kaçıklık (kısa devre) vardır!..

DİB’çisi, İlhâdiyyâtçısı ve ham softa kaba yobazıyla bu “Vahdet ve uhuvvet sistemini” zerre kadar anlamayan ve bunun nasibsizi gürûhun münkirlikleri ne ise de, bazılarının, partizanlık, fırka yanaşmalığı, hizib holiganlığı, politika beslemeliği ve “Mütecâviz harbî” vaz’iyyeti iktisâb etmeleri, gerçek müslümanlar tarafından asla sîneye çekilemez…

İslâmiyyet’i Tahrîf fezâhati…

Tv kanalizasyonları ile “Kadir Günümüz” dedikleri “Mübârek” günlerinde bile, muayyen bir tek Peygamber üzerinden bütün peygamberlere  ve onların MÜRSİLİNE BÖYLE İFTİRÂ VE İNKÂR HÜCUMLARI YAPILACAK; VE FAKAT, LÂYIK DEMBOKRATİK HAÇLI SİSTEMİN NARKOZ MERKEZLERİ OLAN DİB’işçiler, İlhâdiyyatçılar, cübbeli-züppeli ham softa ve kaba yobazlardan, tarikat-barikat istismarcası odunlardan, bırakınız bir  ses, sadâ ve kükreyişi veya bir i’tirâz ve reddiyeyi, kısık bir inilti bile duyamıyacaksınızdır!. Bunu biz, gayr-ı tabiî buluyor da değilizdir. Çünki Anadolumuz’da 96 yıldır iki ana din vardır. Birisi Edille-i erbaaya müstenid Allâh’ın Dîni; ikincisi de bu dîni tasfiye ederek yerine geçirilen “Lâyik felsefeye münkâd ve tabi’ olan resmî ve beşerî DÎN!”

İşte nice rezillikler karşısında bir inilti bile çıkaramıyan sürüler, bu ikinci dinin müntesibleri ve inanıcılarıdır…

Hepsinin beyin ve kalbi raydan çıkmış; gâye ve hedefleri mücerred dünya menfaatı ve saltanat hesabları olmuş; 17 gün sonraki haçlı sistemin “SANDIK” dalavera ve kataküllisi de birtek “tapıngaçları” yapılmış; Mübârek Müslüman Bayramı gününde bile buna zerre kadar saygı hissesi bırakılmadan, “SEÇİM DEMOKRASİ BAYRAMIDIR” diyecek kadar YILDIRIM gürültüleri çatırdamıya başlamışdır!… Rakı kelimesiyle müteârif ve müterâdif hâle gelen Yıldırım, şimdi de böyle bir tâlihsizliğe mahkûm bilinecekdir ki, ne kadar esef edilse azdır… 15 asırdır milyarlarca müslümanın tes’îd etdiği mübârek “Ramazan bayramı” gününün karşısına şerik diker gibi “Dembokrasi Bayramı” diyerek kadîm Yunan uydurması bir putperest dînini “bayram” diyerek dikmek, Kâinâtı titreten bir suçdur… “Yerli ve millî” olmayı, içine “gayr-i millî ve ecnebî” ne varsa tıkarak halka yutduranlar, hakîkât ve ebedî hayat karşısında nasıl mahkûm olacaklarını, bu kadar düşünemez hâllere dûçâr olmuşlar ve ebediyyen iflâs etmişlerdir…

Sarıklı politikacı DİB’iş Başı da: “Şeker bayramı diye bir bayram yokdur, bayram ibâdetdir!” gibi lâflarla gûyâ derin ve kıvamlı “müslümanlık” şovları atabiliyor!. Diyebiliyor mu:

“Demokrasi bayramı, demokrasi şehidi gibi küfre müeddî şeyler de İslâmiyyet’de kat’iyyen olamaz!”

Diyemez, çünki dinleri şeker değil, dembokrasidir…

İkinci olarak, bayram ayrıdır, bayram namazı ayrı… İbâdet olan bayram mıdır bayram namazı mı? Bayram ibâdet mi, taat mı, kurbet mi? Sarıklı lâyık politikacılar sahih bir îmân ile Elmalılı Tefsîrini okumadan dembokratik menfaatlar üzerinden konuşurlarsa, sâdece sıkar ve cehâletlerini ifşâ ederler!

Son Şerîat’da ibâdât, niyyet şart olduğu halde 5 olarak: Cihâd, namaz, oruç, zekât ve hacc’dır… Taat’da niyyet şart değildir.

“Her ibâdet, Allâh’a bir KURBET, ve her kurbet bir TAATDIR. Fakat her taat kurbet olmaz ve her kurbet İBÂDET OLMAZ.”  (Elmalılı Tefsîri1936 tab’ı, c.1, s.95)

Diyalogculukdan gelme bir sarıklı politikacının bu incelikleri bilmesine elbetde imkân yokdur!

Haçlı Batı’nın nice gâvur değerlerinin başına bir “millî” lâfı getirilerek, o, bu 1000 yıldır müslüman Anadolu halkının “Millî Değeri” yapılır oldu ki, bu kadar ucuzculuk ve kolaylık, ciddiyyetin değil ammâ, İslâmiyyet’e zerre kadar kıymet vermemenin, onu kâle almamanın bir ifâdesidir!. Nice hâin ve çıfıtlara kadar topu da, “millî piyango kumarı” kadar millî sayıldılar; ve bunlar, halka sahtekârca zerk edildi… Millet bakıyesi halk da böylece, bir nevi (soykırım=tenkîl) geçirerek, millet olmakdan çıkarılıb “ulus”laştırıldı…

Çekoslovakya’dan idhâl “19 Mayıs gösterileri” bile haçlı değerleri olarak aynen Türkiya’ya taşındı; ve 19 Mayıslar böyle Batı’dan kopyalanarak peydahlandı… Halkın “Baldır-bacak Bayramı” dediği bu yabancılaştırma zehirleri, her darbeden sonra yeni kılıklara sokularak (millî) oluverdi; ve “19 Mayıs Anma ve Gençlik Bayramı” hâline getirildi.

Bu sene de, 19 gün evvel, bu husûsî gün bahâne edilerek tam 182 kızlı-erkekli, aklı nefsinin emrindeki genç ile 70 sporcu, MÜBÂREK RAMAZANIN ORTASINDA, ateist ve ataist sistem tarafından gemi ile İstanbul’dan Samsun’a gönderildi!. 3 gece ve 3 gündüz kamaralar içinde yolculuk eden bunca genç, heykel (put) tapıcılığı içün Ramazan günlerinde bile velîsiz ve mahremsiz nasıl yollara dökülmüşdür, cinnetlik bir manzara… Bunlar, Müslüman Türk târihinin neresinde “MİLLΔ olarak geçiyor; bunlara “millî” diyerek millete nisbet edilmesi, asıl kadîm millete en büyük iffetsizlik isnâdı değil midir?.

Peygamber ve sahâbî düşmanı adı geçen bu bir sürü cum çocuğu aydın-günaydından; ve psikobokrasi prof’u ve medyabokrasi parçalarından, en küçük kısık bir ses şöyle duyulabildi mi:

“Hey Ankara!

Millî Mîsâk, millî eğitim, millî savunma, millî mutâbakât, millî cebhe, millî güvenlik, millî piyango, millî kumar, millî heykel, millî dansöz, millî Manukyan, millî puthâne, millî tapınak, millî kubûr, millî şef, millî adam, millî madam, millî içki, millî zıkkım, millî bekâ ve millî bilmem ne diyerek, gûyâ milletin “DEĞERLERİ” içün onları muhâfaza kataküllileri çeviren siz, mahremi olmadan bu kızları 3 gece deniz üzerlerinde geceletmeyi, hangi milletin “DEĞERLERİ” cümlesinden gördünüz?. Millet bakiyesini Bizanslaştırarak onları  “uluslaştırmak”, ne zamandan beri “Millî Değerler” sayılır oldu?. Yarının anası olacak bugünün kızlarına hangi imbiklerden geçmiş iffet ve nâmûs, edeb ve hayâ telâkkîleri zerkedilecek; ve ortaya, hangi çürümüş milletin “Âile telâkkîsi” çıkarılacakdır?.

Bütün politikacılar ve bütün parti-pırtılar!

Âile üzerinden Millet bakiyesini ademe sürüklemekden ve en büyük zararı vermekden vazgeçmezseniz, encâmınız nice olacak; ve Bizans bile sizden utanmıyacak mıdır?!”

Müslüman aydınımsılardan Akit, Yavuz ve Tarhan takımları ise, bu mevzuları değil de; Peygamber ve Sahâbî gıybet ve aşağılanmasını ve onlara iftirâ atılmasını, vatana ve devletin bekâsına hızmet kadar mühim görmektedir!

Yazıklar olsun!

Ramazan, bayram, oruç, fıtır, zekât, hacc ve kurbanları, Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve hâkimiyyetinden çıkararak, bunların zamanları ile (vücub ve edâ) şartlarını hevâ ve heveslerine uyduranlara; ve yehûd ve nasâra gibi tahrif edenlere, bu ataist sistem çanak tutmakda  hatta teşvik primleri vermektedir!

Hilâlin rü’yetine göre bu ibâdetlerin edâ ve îfâsını şartlara bağlıyan Şeriat-ı Garrâ-yı Ahmediyye yerine, kendi nefis ve arzularını oturtanlara doğruyu söyletmek içün, Peygamber ve sahâbîleri gıybetden, onlara iftirâ edib aşağılamakdan sıra bile gelmemektedir!

Hani DİB’işçiler “Takvim Birliği” uydurmaları, bid’at ve hatta münkirlikleri ile bir yere varacaklardı?. Şerîatın vâzıı, “HİLÂLİN RÜ’YETİ” mi diyor; hâşâ “Takvim Birliği” mi?.

DİB’işçilere şöyle ihtâr edilebilir:

“Bu sene de hevesiniz ve şirkiniz kursağınızda kaldı! Şu andaki Bayramı siz Salı yapar ve Enver Ören takımının Prasasörü R. Ayvallı gibi “Takvimler de doğrudur efendim, bu sene de hilâl ve takvim aynı zamanı gösteriyor efendim, bu sene de falan filan memleketlerde takvime mutabık olarak hilâl görüldü efendim, hilâli görenler de takvimlerle aynı efendim!” diye yalanıb durmalarınıza ne oldu?!.

Batı uşağı Fellâh Sisi’nin Mısır’ı neden Çarşamba bayram yapdı?. Pakistan, Endonezya, Hind müslümanları ve 20 civarında memleket de öyle! Bunların ve öteki bilmem ne sürülerinin elinde takvim yok mu?.

DİB’işçiler! Susmayın, cevabınız varsa “Yanıt, kanıt ve anıtlayın veya anırtlayın!”

Hani takvim doğru gösteriyordu?

Sistemin Prof. Dr.’u ve kademi-siyen (âlim değil) Ramazan Efendi!. Hani Hilâl ve takvimler aynı gidiyor, aralarından su sızmıyordu?. Câmi duvarına SİYEN, akademi-siyen mollalar! Çanınıza ot tıkandı, canınıza da od sıçradı mı?. Bekleyin, hesâb Günü’ne az kaldı, hem dâll, hem mudill olmak ne imiş bütün ins ü cin görecek!

Kimin hesâbı, kimin takvimi, kimin rasathânesi on paralık hilâl yakalayabildi?

Kimin, hangi gâvur takvimi müslümanın “HİLÂLİ” yerine oturtulacak?.  HİLÂLE ittiba’ etmeyib, “Takvimlerinizin Allâh belâsını versin!” demeden, bu iş düzelemez!

DİBİŞ’çiler, takvimciler, hesabçılar, hilâlsiz ve sünnetsiz müslüman müsveddeleri!

Bu sene de şapa oturdunuz!.

Kurban’da da, Allâhu a’lem, millet bakıyesi Anadolu ulusuna kendi dîninize göre kurban deseniz de, Allâh Celle’nin DÎNİNE göre şiş kebab yedireceksiniz! 

Şerîat’ın Bayramı, Şerîat’ın usûlü ile tes’id edilir; tâğûtî merkezlerin biribine ters takvimleri, işte bu sene de yerin dibine böyle geçdi!”

Öyle değil mi Akit, Yavuz ve Tarhan tanrıçalar?.

Siz peygamber gönderecek olsaydınız, “Veledlerini Âdâletle Sevecek peygamberleri”  iyi seçerdiniz değil mi?. Hâşâ…

Allâh Azze ve Celle Hazretleri’nin beğenmediğiniz Peygamberleri ile ashâb-ı güzîn,  böyle sizleri gırtlağınıza kadar batıran “ırz-nâmûs kazıma, takvim, heykelhâne, puthâne, fâizhâne, meyhâne, ker…., parlamenhâne, sandıkhâne, kumarhâne” sistemlerinde yaşamadılar! Onun içün de sizlerin “beğenilerinizden” uzak, buna mazhâr olamadan geçib gidiverdiler!

Zerre miskâl “Müslümanlık samîmiyyetiniz” olsaydı, Peygamberlerle ve ashâb ile uğraşmayı bırakır; ve bunca batırıcı, boğucu, kahredici, ezici, bunaltıcı, gebertib  helâkedici; BİNBİR lâyik, dembokratik cumbokrasi rezâlet ve müşriklikleriyle yani Haçlı Batı’nın Truva Atı ve her halt ve cürmün cinnet ve cinâyet üretici merkezi, Allâhsız, şeytânî ve tâğûtî sistemlerle boğuşurdunuz!. Topunuzu da ehlîleştirib, boyunlarınıza dizginleri geçirdiler ve kafalarınızı da arpalıklara sokdular!

Ne kadar görmek istemeseniz, ketmetseniz, tersini söylemek içün bin kere şeytanlaşsanız da, Allâh Azze’nin HABİBİ, SEVGİLİSİ, bütün peygamberlerden çok daha sevdiği RASÛLÜ Aleyhisselâm dünya denen yuvarlağı:

(1-Dâr-ı İslâm,  2-Dâr-ı Harb.)

Olarak ikiye ayırdı. Bunu kendi öz adamınız Prof. Taplamacıoğlu İlhâdiyyatlarınızda okutduğunuz “Din Sosyolojisi” nâmındaki (kâfirle.tirme DERS kitabında) bile yazdı ve saklıyamadı!. Siz de ne kadar isteseniz hakikatları örtemiyecek (küfrederek yok sayma) haltını beceremiyeceksiniz!.

“İslâmiyyet ülkeyi üçe ayırır: Darül-Emân, Darül-Harb, Dârü’l-İslâm”  (Prof. Mehmed Taplamacıoğlu, 1963, Ank. Ü. Basımevi, s. 176)

Dârü’l-Harb varsa, Dârü’l-Harb HUKÛKU da zarûreten olacakdır ki, vardır. Bel’amlarınız, sarıklı  ve cübbeli şarlatan ve politikacılarınız, DİB’iş memurlarınız, uydurma DİB’iş İlmihâlleriniz, oryantalist çömezi İlhâdiyyatçılarınız ve sapıtmış tarîkat-barikat yuvalarınızla, mücerred süflî ve şeytânî saltanatlarınız içün Dâr-ı harbleri Dâr-ı İslâm olarak ulusa yutdursanız da, millet bakıyesi, işin iç yüzünü çok iyi biliyor ve siz, sahtekârlıklarınızın altında ezilib yok olacaksınız…

Alâkalılarının bilgilerine.. ve kendilerine benzetdikleri bayramlarının da yalınız içine değil, her yerine…

 

İntişârı: 06.06.2019 / 18:30:41 (tt)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir