Abdülhamîd Din Kitaplarını Yaktırıyor!
9 Şubat 2020
Çanakkale Ve Virüs Cezâsı!
19 Mart 2020

HALÎFE-İ MÜSLİMÎN CENNETMEKÂN ABDÜLHAMÎD HÂN’I YÂDEDERKEN!

Ahmed SELÂMÎ

 

Halîfe-i Müslimîn Büyük Sultan Abdülhamîd Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-ğufrân Efendimiz Hazretlerinin Âhıret-i Dâr-ı Bekâ’ya irtihâlleri, efrencî takvimle (10 Şubat 1918) târîhindedir…

İslâm Dîni’nin en mühim rükünlerinden birisi de, hiç şübhe edilemez ki, müslümanların, kendilerinden bir baş etrâfında hükûmet teşkîl etmeleridir. Akâid kitablarımız da dâhil, bunu, tefsîr, hadîs ve sâir fıkıh müdevvenâtımızda son derece açık görebiliriz… F. Beşer gibi ilâhyapyatçıların “Kur’an Şerîat devleti istemiyor!” yollu uydurma ve gülünç lâf u güzâf ile televizyon ve internetlerde arz-ı endâm edişi, son derece, okumuş câhilliğinden başka bir şey ifâde edemez…

Şeyhülislâm, Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri şöyle buyururlar:

“- Hılâfetin lüzûmunda şübhe ve tereddüd eden bir adamın, hem mü’min, hem âkıl olmasına ihtimâl verilemez!”

Binâenaleyh, Peygamberler Peygamberi ve Kâinâtın Efendisi Aleyhisselâm’ın irtihâlinden sonra, daha defin muâmelelerine bile başlanmadan, ashâb-ı güzîn Hazerâtının Benî Sakîfe’de başlarını (halîfeyi) tesbit işine mübâşeretleri bile apaçık gösteriyor ve isbât ediyor ki, bu iş, Allâh Dîninde terki aslâ câiz olamıyan bir zarûretdir…

Şeyhülislâm Hazretlerinin ibâresine göre de, bu işde “şübhe ve tereddüd!” bile, aslâ câiz olamaz, zîra bu, bütün zarûrât-ı dîniyye içün de aynı hükmü taşır… Merhûm Elmalılı’nın ibâresiyle:

 “- Îmân mu’cibe-i külliyedir, bunun zıddı olan küfür ise, sâlibe-i cüz’iyye ile meydana gelir…”

Aksi hâlde o “şübhe ve tereddüdün” sâhibi, merhûm Şeyhülislâm Hazretlerinin ifâdesiyle müslüman değil, dolayısıyla başka bir nesnedir; veya âkıl değildir, yani şer’an mükellef kabûl edilemiyecek kadar (akıl za’fiyeti) içindedir…

“Şübhe ve tereddüd!” içindeki bazı ilâhiyatçı müsteşrikler ve hatta bazı müşriklikler üstündeki herifler de, bu iki şıkdan biri içinde mütâlâa edilebilirler!. Zâten onların hangi bâtıl i’tikâd içre oldukları; ve nasıl HAKK Dîni, bâtıl dinler hesâbına reformize, revizyonize ve tahrîf etmek içün hangi dünyâ şeytanlarının emrinde “hoşgörü-diyalog ve Aband konsülleri!” ile global fitneler peşinde yahudileşdikleri, “müslüman olan millete” bir asra yakındır ma’lûm bulunuyor…

Büyük Müfessir Merhûm Elmalılı Tefsîrinde şöyle buyurur:

“- Hayra da’vet ve Emri ma’rûf ve nehyi ani’l-münker yapacak bir ümmet ve İMÂMET teşkîli, ba’de’l-imân (îmândan sonra) müslümanların ilk farîza-yı dîniyyeleridir!”  (c: 2, s. 1154-55)

Cumhûriyet, dembokrasi ve laiklik gibi vahiydışı ve İslâm’dışı ve bu dinle kâbil-i te’lîf edilmeleri muhâl olan felsefî ve beşerî bâtılların içinde yuvarlanarak rütbe ve dünyalık sâhibi olmuş hormonlu bilim ve çelim adamlarına, 15 asırdır gelen hâkîkatları kâbûl etdirmek mümkin değildir… Bunlar, rejimlerin kurşun askerleri hâline getirildiklerinden, tam birer “bel’am!” hüviyeti iktisâb etmiş; ve nimetleri ile perverde bulundukları efendilerinin, sesi, soluğu, höykürüşü ve köpürtücüsü olmuşlardır!

Tabiî “imâmet!” hakîkatını ortaya koyan âyet-i celîle ve bilhassa ehâdis-i şerîfe pek çokdur… Maksadımız, bu hususdaki delilleri zikretmek değildir. Aklı ve îmânı yerinde olanlar, nasslara ve hüccetlere vâsıl olmak isterlerse, ulemâ-yı ehl-i sünnetin ilmî ve ciddî eserlerine mürâcaatla hakîkatı apaçık görebilirler. Kısa ve özlü bir eser olarak sâdece Beyrut sâbık Kâdîsi Merhûm Yûsüf Nebhânî Hazretlerinin “Hadîs-i Erbaîn……” nâm eserine bakılsa, akıl,  insâf ve îmânı olan, mücerred 40 hadîs-i şerîf çapında da olsa HAKK’ı adam gibi teslîm etmeden aslâ duramaz…

Bizim maksadımız, “İmâmet veya Hılâfet!” denilen müessesenin, Allâh Azze’nin Dîninde sûret-i kat’iyyede ehem ve sâbit bir kıymeti bulunduğunu zikredib geçmek; ve Cennetmekân Hazretlerinin hangi derece-i ulyâda bulunduklarını bilmünâsebe hatırlatmakdır… Dolayısıyla gene gâyemiz, başda İngiliz ve yahudi olmak üzere bütün şirk dünyâsı, İslâmiyet ve Müslümanların, kalb, rûh, hayat ve can merkezi olan bu “Makâm-ı Muallâ-yı Hılâfete!” karşı mücâdeleyi, son iki asırdır en baş gâileleri olarak neden ele almışlar; ve son derece büyük bir hırs ve temerrüd ile de onu nasıl yıkmak istemişler, bunları beyân etmekdir…

Ayrıca, bu hılâfete karşı çıkan ve hatta onun yıkılmasına (bâtıl batının müşriklerinden) daha azılı gayret eden içdeki “işbirlikçi!” mahlûkâtın da, hangi derekelerde bir gayr-i islâmîlik ve insânîlik irtikâb etdikleri hakîkatını ortaya koymak…

Binâenaleyh, gene zârûreten bilinmesi şartdır ki, “ülül emre itaat ve’l-mu’cibi şerîat!” formül ve esâsı, hem îmâna ve hem de amele taallûk eden vechesiyle, bu dinde en temel esaslardan biridir…

Artık bu kısa mukaddimemizden sonra son derece açık anlaşılacakdır ki, dünya müslümanlarının başı demek olan Cennetmekân Firdevs-i Âşîyân Abdülhamîd Hân Hazretlerinin temsîl etdiği (makâm-ı hılâfete) karşı çıkmak, o müessesenin 15 asır evvelki müessis ve metbû’una yani Allâh Rasûlü’ne karşı çıkmakdır… O’nunla boğuşan adam, madam ve sürülerin, bu dinle alâkaları, Kıyâmet’e kadar da yukarıda beyân edildiği gibidir…

Yahudi-Haçlı sürüleriyle, onların işbirlikçisi mason ve hâinlerin, müslümanları başsız bırakmak içün Sultan-ı Merhûm’u hal’ cinâyetini  irtikâb etdikleri (23 temmuz 1908) hıyânet ihtilâli, içinde, işte böylesine îmânsızlık ve haramzâdelik taşıyan cihan çapında bir kara ve kızıl lekedir…

Maalesef bazı şâir geçinen adamlar da, “ittihâd-terakkî” eşkıyâlarının (Talat, Enver ve Cemal Triumvirasının) kuyruğuna takılarak, bütün Müslümanların, DÎNEN itaat, ta’zim ve muhâfaza ile mükellef bulundukları (başlarına) karşı, “Tophâneli ağzıyla!” en mülevves küfürler ve ta’n u teşni’lerde bulunmuşlardır. Hele ma’lûm bir adam, madamların bile tenezzül etmiyeceği seviyelere inmiş; ve Topâneli ağzıyla zerre kadar utanmadan sıralamışdır:

1)  “Otuzüç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet (felâket)

“Bu bir ibretdir amma, almıyaydık böyle bir ibret!”

2)  “Semâ-peymâ iken râyâtımız (göklerde yüzerken bayrağımız) tutdun ZELÎL etdin.”

3)  “Mefâhir bekliyen âbâdan (atalardan) evlâdı HACÎL  (utancından yüzü kızaranlardan) etdin!”

4)  “Ne âlî kavm idik, hayfâ ki sen geldin SEFÎL etdin!”

5)  “Rezîl olduk… Sen ey KÂBÛS-I HÛNÎ (kanlı kâbus) sen rezîl etdin!”

6)  “Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se,”

“Ne MEL’UNSUN ki rahmetler okutdun rûh-ı iblise…”

7)  “Kafes ardında KADINLAR GİBİ saklıydı Hamîd!”

8)  “Âl-i Osmandan edilmezdi bu KORKAKLIK ümîd!”

9)  “Neye mâl olmada seyret, HERİFİN bir namazı!”

10) “Adam mı CİN mi nesin, yok ne bir gören ne eden!”

11) “Ah o Yıldız’daki BAYKUŞ ölüvermezse eğer, âkıbet çok kötü…”

12) “GÖLGESİNDEN BİLE KORKUP BAĞIRAN bir ÖDLEK!”

13) Otuzüç yıl bizi KORKUTDU “şeriat” diyerek!”

14) “Bir alay zâbiti KESTİRDİ, sebeb: “şer’-i şerîf!”

Ve daha nice küfürbazlıklar…

Bunca yalan, iftirâ, hakâret, bühtân, karalama, TOPÂNELİ AĞZIYLA edebsizce sövme ve tel’în etmelerin sonunda, nihâyet bugünlere gelindi; ve bütün bunların hiç birinin aslı astarı olmadığı apaçık ortaya çıkdı… Hatta bugün de değil, taa 1912-13 Trablus ve Balkan harblerinde, bu (Hılâfet ve Halife) düşmanı “heriflerin”, nasıl ve asıl, kendilerinin “mel’un ve ödlek!” oldukları anlaşıldı… Triumvira’nın üçü de ermeni ve moskof kâtillerin kurşunları ile el memleketlerinde ve sokak ortalarında can verdiler… Hattâ, çoğunun, “firârî vatan hâinlikleri!” tescil edildi!. Bu da, Dünyâ Çapında Büyük, Dâhî, GÂZÎ, Mazlûm ve Merhûm Sultan Hazretlerine yapdıkları zulüm ve alçaklıklara karşı, haketdikleri nice ve haddi hesâbı olmayan “beddua ve ahlar!” ile, heriflerin, daha bu dünyâda “rezîl ve hacîl!” olmaları demekdi…

Büyük Halîfe’nin, yıllarca ve bir ittihadçı kuyruğu olarak aleyhtarlığını yapan RIZÂ TEVFÎK, 1918’lerde, yani Halîfe-i Müslimîn Hazretlerinin hal’inden hemen sonra hakîkatı anlamış; ve 10 sene geçince de, “Sultân Abdülhamîd Hân’ın Rûhâniyyetinden İstimdâd!” serlevhalı meşhûr manzûmesini kaleme almışdır… Rızâ Tevfîk, şiddetle nedâmet getirmiş ve tövbe de ederek, hakkı itiraf etme MERTLİĞİNDE bulunmuşdur…

Bütün bunlara rağmen, adı “İslâm Şâiri veyâ millî şâir!” gibi abartma ve kabartmalarla anılan niceleri, Dünyâ Çapında Topyekûn Müslümanların BAŞI ve Allâh Rasûlü bir zât-ı şerîfin (Aleyhisselâm) halefine, “ödlek, mel’un, kâtil, baykuş, kanlı kâbus ve HERİF, v.s.!” gibi küfürler savurmakdan zerre kadar hazer etmemişlerdir… Terbiye ve tıynetleri bu kadarmış denilse de, “Herifler,” 1936’larda Hesâb Günü’ne göçünceye kadar bile, zerre kadar insâfa, vicdâna ve îmâna gelip, bu topâneli ağzıyla savurdukları, yalan, iftirâ, hakâret, bühtân ve azgınlıklarından nedâmet getirip tevbe etmediler; ve yazdıkları manzûme denen rezâletleri, o sahîfelerden kaldırıb çöplüğe atmadılar… Üstelik bu rezâletleri, o nice “heriflerin!” tâbi’leri de, bugün, tevbe ile ortadan kaldırıp günahlarından istiğfâr edemiyor; ve o topâneli küfürlerini, o sahîfeler arasından def’ edib, bir nedâmet kıpırtısı bile ortaya koyamıyorlar!

ASIL KEPÂZELİĞİN VE HAYÂSIZLIĞIN SUNTURLUSU İSE, BUGÜNKİ TÂBİ’LERİN, CENNETMEKÂN ABDÜLHAMÎD HÂN HAZRETLERİNE DE SÂHİB ÇIKIYOR; VE ONU DA ŞİDDETLE KABULLENİYOR GÖRÜNMELERİ!.

BU KADAR UTANMAZCASINA BİR TEZAT VE TENÂKUZUN İRTİKÂBINA DA, ANCAK, BÖYLESİNE MÜLEVVES BİR RÛH, CİBİLLİYET VE ZİHNİYET ANAFORUNDA RASTLANABİLİYOR Kİ, DÜNYÂNIN HİÇBİR YERİNDE, BU DEREKE İĞRENDİREN BİR HÂLE MÜSÂDİF OLUNAMAZ…

Müslüman olmasa bile, insan denebilecek bir mahlûkda, Rıza Tevfik’deki kadar da değil, zerre kadar insâf, iz’ân, vicdân, îmân, ahlâk ve hakkı tutmak olsa, bütün o pislik satırların ve mısraların üzerini çizip çöpe atar; ve merdçe ve erkekçe Rıza Tevfik gibi ortaya çıkıp, çatır çatır HAKKI beyan eder…

“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmemenin!” biricik yolu da, işte budur!. Yoksa, hılâfet zamanında göklere çıkardığı “hılâfet!” mefhûmunu bile, cumhûriyete geçilince, cumhuriyetçilerin “KEYFİ!” içün “geçmişine sövercesine!” kaldırıp, yerlerine “hükûmet!” kelimesini de sıvayamaz!!!.

“Kral çıplak!” demekden ödleri kopan bugünün “ödlek ve baykuşlarına!” da, bu dahî başlıbaşına bir vesîka olarak yeter de artar!

İşte MERD ve ERKEK ADAM, madam gibi olmaz, Rızâ Tevfik gibi veya en az, onun öşrü kadarcık olur; ve manzûmesini, HAKKI ortaya koymak üzere tâ 1918’lerde Halîfe Hazretlerinin vefâtı hengâmında ve cihânın gözüne ve kulağına da sokmak üzere, şöyle patlatır:


SULTÂN ABDÜLHAMÎD HÂN’IN
RÛHÂNİYYETİNDEN İSTİMDÂT!

Nerdesin şevketlim, Sultân Hamîd Hân?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan;
Şu nankör milletin bak günâhına!…

Tahkîre yeltenen tâc ü tahtını,
Denedi bu millet kara bahtını;
Sınadı sillenin nerm ü sahtını,
Rahmet et Sultanım, sûz-i âhıma!..

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, Ey Koca Sultan!
Bizdik, utanmadan iftirâ atan;
Asrın en siyâsî Padişâhına!..

“Pâdişâh hem zâlim, hem deli’dedik!
“İhtilâle kıyâm etmeli” dedik!
Şeytan ne dediyse, biz “belî” dedik;
Çalıştık, fitnenin intibâhına…

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz,
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük, atalar kıblegâhına…

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir sürü türedi, girdi meydana!
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yûh olsun! Bunların ham ervâhına!

Bunlar, halkı didik didik etdiler,
Katliâma kadar sürüp gitdiler,
Saçak öpmeyenler, secde etdiler;
Bir âsî zâbitin pis külâhına!.

Bugün varsa yoksa …….emâl,
Şöhretine herkes fuzûlî dellâl,
Âlem-i mânâ’dan bak da ibret al;
Uğursuz tâli’ın şu gümrâhına…

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin!
Lâ’netle anılan cebâbirenin;
Bu, rahmet okuttu en küstâhına!..

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır;
Bu şeb-i yeldânın şen sabâhına…

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün rûhu zorla âsî göründü;
Hem Peygamber’ine, hem Allâh’ına…

Sen, hafiyelerle dem sürdün, ancak,
Bunlar, her tarafa kurdu salıncak;
Eli-yüzü kanlı bir sürü alçak;
Kemend attı dehrin, mihr u mâhına…

Bu itler, nedense bana salmadı,
Pahalıydı başım, kimse almadı!
Seyrândan başkaca iş de kalmadı;
Gurbet ellerinin bu seyyâhına!.

Hoş oldu cilvesi bu hürriyyetin!
Tadı kalmamışdı Meşrûtiyyetin!
Deccâl’a zil çalan böyle milletin;
Bundan başka çâre, yok ıslâhına…

Lâkin sen, sultânım, Gavs-ı Ekber’sin!
Âhiret’den bile himmet eylersin!
Çok çekti şu millet, murâda ersin;
Şefâat kıl şâhım, mededhâhına…

(Rızâ Tevfîk)

 

Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey bu manzûmeyi neşretdiği içün, devrinin fir’avnları tarafından (mahkûm) olmuşdur…

Büyük ve Dâhî Sultân, Halîfe-i Müslimîn Abdülhamîd Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-Gufrân Hazretleri ile, Büyük Üstâd ve Mücâhid Necib Fâzıl Beyefendinin; ve cümle müslimîn ve müslimâtın ervâh-ı tayyibeleri içün, Fâtiha’lar ve Yâsîn’ler…

 

(İntişârı: 10.02.2013)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir