31 Mart Vak’asının İç Yüzü
Ahmed SELÂMÎ
13 Nisan 2019
Dib’in Başındaki Görmez Hilâli Neden Görmez?
4 Mayıs 2019

ŞÎA’CI ERBAKANİZMA, PARTİ-PIRTISI VE OĞUL ARASINDA, HACİZZEDE OLARAK SOKAĞA ATILDI!

Ahmed SELÂMÎ

ÖLÜMÜNDEN 22 AY EVVEL İRAN’A VALİZ DOLUSU İLAÇLA GİDİŞ!

Erbakan 12/Nisan/2009 tarihinde, bundan tam 10 sene evvel, başını çevirecek ve 10 adım atacak hâli yokken; ve ölümünden 22 ay evvel, İran şii cumhûriyeti’ne uçdu!

İranda havameydanına inince, Erbakan’ın atışları şöyle başlıyor:

“Yeni Bir Dünya’yı kurmak için geldim…”

29/4/2009 târihli Millî Gazete’den tesbitlerimiz şöyle:

“Millî Gazete‘den Ekrem Kızıltaş, Ferhat Koç ve Ali Murat Güven ile birlikte Başbakan Erbakan‘ın İran ziyaretine şahitlik etmiştik. Fakat bu kez Erbakan başbakan değildi….. heyecan ve merak dalgası 13 kişilik heyette herkesi etkisi altına alıyordu.”

Erbakan ölmeden 22 ay önce Şii Acemistan’a gitmek içün öylesine heveskârdır ki, sanki oraya gidemeden ölürse, gözleri arkada ve açık kalacakdır!. Halbuki kendisi de dâhil, bütün şiilerin sünnî olsun veya dembokrat olsun, bütün şii olmıyan Anadolu ehâlisine verdiği değişmez isim ve sıfat: “Yezîdî”dir!. Yezîdîleri aldatmak içün (takiye) yapmak ise, dinlerinin en büyük 6 îmân esasından biri olarak bilinir. Onlar, Erbakan’ı bu gözle süzer ve bu înançla şakşaklayıb yüzüne gülücükler gönderirken, İskenderpaşa Zıyâiyyesi’nden mütekâid (!) Hoca, son derece keyflenib, onlara, medh ü senâların en acem palavrası cinsinden, en makbûl ve en mu’teber  olanlarını takdîme a’zamî  cehd ü  gayret göstermişdir!

Müteveffâ Erbakan,    öyle bir şii aşkıyla yanıb tutuşmaktadır ki, İran’a, “HASTA YATAĞINDAN KALKIB SÜRÜNEREK DE OLSA” gitmeye azm ü kasteylemişdir!. İki SIHHAT PERSONELİ, BAVULLAR DOLUSU İLAÇLA, BİR HAFTALIK ÖMRÜ BİLE KALMIŞ OLSA Şİİ ACEMİSTANI LÂ TEŞBİH KÂBE GİBİ ZİYÂRET EDİB DÖNECEKDİR! İnanmıyan, o târihli haberlere şöylece bakabilir:

“- Dünya politikasına ilişkin ayrıntılı açıklamalarının ardından, gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erbakan, “sağlık durumunun seyahate çıkmasına engel olup olmadığının” sorulması üzerine, “2 tane sağlık yardımcımız da bizimle geliyor. Bütün gücümüzle hasta yatağımızdan kalkıp… Sürünerek gitseniz, gitmemiz gerek. Bizim bavullarımız ilaçlarla dolu. Birçok teferruat sağlıkla ilgili alındı. İnşallah Allah bir hafta dayanmamıza yardım eder.” yanıtını verdi.(12/4/2009)

Millet İttifâkı denen şeyin (CHP-İP-HDP)nin, dördüncüsü olmaya yamanan; ve İngiliz damadı; ve “İngiliz tipi sekülarizma istiyoruz” nânesi yiyici; ve Çamlıca câmisine Konya meb’usu falanın diliyle “Mescid-i Dırâr” diyen ve böylece   AKP’lileri iyice kudurtan Karamolla da, bu seyyahatde hocasına refâkât etmektedir!. Hem de, bugün en büyük muârızı olan ve hocasının mahdumbeyi Fâtih Efendi ile  beraber… Evet, tam bir  “şenlik  ve esenlik” içinde “EŞLİK” etmektedir! Haber şöyle:

“Dışişleri Bakanı Menuçehr Muttaki ağırlıyor 54. Hükümet Başbakanı‘nı. Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Temel Karamollaoğlu ve Fatih Erbakan eşlik ediyor yine..” 

Derin Müselman Necmoca (!) Takiyyeci şiilerin dârında (devletinde), kendisini “Evinde gibi hissetmiş miş!..”  Öyle ya, aşk mes’elesi… Habere devam:

“Meclis Genel Kurulu‘ndaki izlenimleriyle başlıyor sözlerine Erbakan.. “Kendimizi evimizde gibi hissettik” diyor ve ekliyor:  “Milletvekillerinizle birlikte şahsınızın göstermiş olduğu ilgiye teşekkür ediyorum. Ayrıca Türkiye‘den kendi talebemizi de burada milletvekili olarak görmek bizi mutlu etti.”

YEZÎDÎLİK, DÜŞÜNÜRLÜK, FİLOZOFLUK, MASONLUK, POLİTİKACILIK, DERVİŞLİK, MEHDİLİK, MÜCEDDİDLİK,  MÜCTEHİDLİK, PEYGAMBER MİSYONLU LİDERLİK, BAŞVEKÎLLİK, PROFLUK, DÜNYA LİDERLİĞİ, V.S. NE DEMEK?

Dedik ya, en mutaassıb bir din ve mezheb şia olduğu içün, şiiler, kendileri dışında hiç bir adamı,  kat’iyyen “müslüman” olarak öne çıkarmazlar. Çünki o, şia’ya göre bir “Yezîdî”dir. Erbakan Hazıretleri ise, şiilerin kalblerinde “yezîdî” olsa da, dillerinde bakın ne imiş:

“Azad Üniversitesi‘nin kurucusu ve rektörü Prof. Jasbi, Erbakan‘ı, “Sayın Erbakan, büyük bir düşünür ve İslâm filozofudur.”

Yezîdî’nin, şîa kibarcasından o güne tercemesi: “Büyük düşünür ve İslâm FİLOZOFU” oluyor!!!

Bir insan içün en büyük rütbe Allâh Azze ve Celle’nin “KULUM” dediği bir müslüman olabilmekdir. Şia nazarında sünnîler müslüman olmadıkları içün onlara “Büyük düşünür ve filozof” gibi sıfatlar atfeder; ve “müslüman” demezler; diyeceklerse de sıkışınca ve o da “takiyye” i’câbıdır!.

İskenderpaşa üzerinden Nakşî-Hâlidî ve Zıyâî olan (!) Hocafendi ve Prof. Necmi, Batı ifsâdını önleme çâresi olarak Müslümanlar kendi felsefelerini ve sosyolojilerini oluşturmalı”     gibi şâhâne ve hârika bir cevher gıdaklıyarak, yukarıdaki müthiş şii iltifâtına mukâbele ediyor!. Zavallı, 22 ay sonra, bu “Felsefe, sosyolaji ve şîa aşkıyla” Alem-i Berzâha uçub gideceğini nereden bilsin!!?!.

Habere devam:

“Prof. Dr. Necmettin Erbakan ise, Yeni Dünya‘nın kurulması için siyâsî irâde ve uluslararası çalışmaların yanı sıra, akademik üretimle bilimsel ilerlemenin de mühim olduğunu vurguluyor ve şu önemli mesajları veriyordu: “Bugün en mühim meselemiz batı hayranlığını tedavi etmektir. Günümüzde bilinçli bir şekilde ‘sanki batı üstünmüş‘ gibi bir propaganda yapılıyor.  Biz buna fikir kirlenmesi diyoruz. Bu ifsâdı önlemek için üniversitelerimize, bilim adamlarımıza büyük görev düşüyor. Müslümanlar kendi felsefelerini ve sosyolojilerini oluşturmalı ve kitaplarını yazmalı. Fikir kirliliği karşısında batının bozguncu ve yıkıcı değil kendi düşünce yapımızı güçlendirmemiz şart. Bunun için de önce okuttuğumuz kitaplarımızı değiştirmeliyiz.”

Müteveffâ Erbakan, şiilerin gözüne girmek içün “Okuttuğumuz kitablarımızı değiştirmeliyiz” nânesi yerken, “Sünnî müdevvenâtını” kastetmediğinden kim emîn olabilir?.. Çünki şiiler, elimizdeki Kelâm-ı Kadîm’e bile “Osman Kur’ânı” der; ve “Hakîkî Kur’ân’ın 16.000 âyetlik FATMA KUR’ÂN’I olduğuna inanırlar; ve bu Kur’an’da, Osman Kur’anı’ndan bir âyet bile bulunmamaktadır!!!”

Neco, çok zeki bir allâme olduğu içün, Haçlı ve Haçsız Batı’da doğan ve oradan idhâl edilerek Zerdüşt, Hind ve Yunan felsefeleri gibi İslâm Coğrafyamızı zehirleyen BATI (Felsefe ve sosyolojisi) ile, Batı’nın “İFSÂDINI” kaldırmak içün (!) müthiş planlar yapmaktadır!. “Felsefe ve sosyolojiye” hem zehir ve hem de panzehir rolü verib, ondan ona sığınarak imdâd etmektedir!!!..

Hoca cidden, kadri bilinemiyen böyyük bir dâhî imiş!

Erbakan bir konuşmasında da, bugünki (Başkan talebesi) gibi “Dünki İslâmiyet’in bugün uygulanamıyacağını ve güncellenmesi” gerektiğini, kendisine hass başka ifâdelerle dile getirmiş; ve yeni ictihadlar yapılmasını ileri sürmüş; mezhebler üstü bir müctehid rolünü de iyi oynamışdır!. Bu noktaya, kendi sözleri üzerinden geçmiş makâlelerimizden bir kaçında geniş olarak temâs etmişdik…

Erbakan’ın bir de Fehmi Koru’nun kâim-i pederi olan Süleyman Karagüllesi vardı! Bu adam da, kendisini eski büyük müctehid imamlar gibi görür ve “ictihadlar yapmalıyız” diyerek abuk sabuk hezeyanlar savururdu! Sonra da bunlara “Dinde ictihad” deyib, kendi kendine oyun ve oyalanmalar uydururdu!. 1973 seçimlerinde de Erbakan’ın İzmir m.v. namzedi idi. O da mühendis-müctehid (!) olarak epey “ictihad hobisiyle” esdi tozdu; ve fakat Karaman, Erbakan, Orbaşkan, İlhâdiyât pırasasörleri, DİB’işçi me’mûrîn-i cümhûriyye ve ılmâniyye v.s. gibi o da ortaya bir “mezheb-i câhiliyye” koyamadan buharlaşıb kaybolmuşdu!. İrtidâd her yeri sarınca, bu kabil piyasa ve politika müctehidleri de, kendilerini bir şey zannedib evvelâ Donkişotlaşır, sonra da sünepeleşib ortalıkdan koybolur, buharlaşıb giderler!.

Usûl-i Dîn güme gitmiş, bu sünepeler fürû’-ı dinde ictihâd yapacak ve “Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyeti” ile oynayıb alay edecekler; sonra da bu şeytânî ictihadlar “Allâh Celle’nin irâde ve hâkimiyyeti” olarak kabûl edilecek!. Kendilerini tebşîr ve tahsîn eden hadîs-i şerîflere rağmen aklı ve îmânı ifsâda uğramamış müslümanlar, 15 asırdır üzerlerinde ümmetin icmâı bulunan o dört büyük “Müctehid İmâmı” bırakacak, terkedecek; onların yerine, bir takım dış güdümlü adam ve madamları oturtacak… Hakîkî banknotu verib kalp parayı alacak…

Zehi gaflet ve DALÂLET!

Müteveffâ Uğur Mumcu gibi nice ateist vatandaşları bile, bugün Anadolu’da ehâlînin nasıl esâret altında olduğunu bu menfaatperest din simsarlarından bin kere daha iyi görmüş, bir mecmua üzerinden de olsa ortaya koymuş ve apaçık “Rezâlet ve İslâm zâviyesinden müşrikliğin daniskasını” şöyle ifâde etmişdir:

“Bir gülmece dergisindeki şu tanım, olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı: Diyor ki, “Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, isviçre medeni kanununa göre evlenen; İtalya cezâ yasasına göre cezalandırılan; Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan; Fransız idare hukukuna göre idâre edilen; ve İslâm hukûkuna göre gömülen kişidir.”

Türkiya’nın hakîkatı bu iğrenç vaz’iyyet iken, bu kadar zirvede bir zırva her yeri kaplamış, küfür pek büyük ekseriyyetle ferdleri esir almış ve memleketi işgâl etmişken; işte bu adamlar, bu bataklık vasatda yetişmesi muhal olan “Müctehidlik” gibi bir allâmeliğe kendilerini lâyık görecek kadar sapıtır ve şeytanlaşırlar!. “Bugünün İmam-ı A’zamıyız, İmâm-ı Şâfîsiyiz” azgınlığıyla ortalıkda boy gösterirler… Bunların, bu nasibsizlikle yapacakları bir tek şey olabilir, o da, Allâh Azze’nin Dîni’ni bozmak, zamana ve beşerî sistemlere uydurarak, onu, vahy sistemi olmakdan çıkarmak, tahrîf ve tağyir edilmiş, “vaz’-ı ilâhî olacakken vaz’-ı beşerî” çukuruna düşmüş, uydurma ve beşerî bir oyuncak hâline getirmek… Böylece, globalizmaya Diyalog şirkini kazandırmak!. Çünki Global bütün şeytânî planları bozan biricik ana mânia, 15 asırlık İslâmiyyet’dir… Bunu beşerîleştirib ehlîleştirmeden, decâcile, cebâbire ve zaleme dünyâsı hedeflerine aslâ vâsıl olamıyacakdır…

xHoca ise, ne de olsa 29 Ekim cumhuriyet bayramı doğumlu olduğundan (!) entel, dantel ve esfel cinsine çok yakın kurbiyyet taşır!. Nermin Hanım ile resmî nikâhının kıyıldığı (…….) otelde, nikâh şâhidi olarak bir (mason biraderin) hâzır bulunduğu dahi, o zamanlar “cemaat-ı müslimîn-i asriyye” arasında bile dile dolanmış acı bir hatırâ değil midir?. Mühendislik tahsîl ve araştırmalarını yapdığı Alamanya’da, acebâ (Alaman mason birâderlerle) de bir yakınlığı olmuş mudur?. Eniştesi Merhûm Prof. Dr. Osman Çataklı’dan (Davud Öztürk) ile beraber duyduklarımızı burada yazmasak daha iyi olur!..

Bu i’tibarla, 71 muhtırasından sonra kaçdığı İsviçre’den, “Sen bize lâzımsın” diyerek, muhtıracı Org. Muhsin Batur ve Vecihi Akın paşalar tarafından, pek kıymetli bu vatan evlâdının, “Bağrımıza basacağız” diyerek iknâ da edilib Türkiya’ya getirilmesi; ve MSP’nin başına geçirilmesi boşuna değil,  bir büyük birâderliğin hâtırına olmuş da olabilir!

Ama o, halkın ve âşıklarının nazarında, hep, “Rahmetli Mücâhid Erbakan Hocamız” olarak ve “Sonsuza kadar da yaşayarak”  minnet ve ihtiramla yâdedilecek; pek büyük ve ulu, dehâ çapında zekî, Merhum Üstâd Necib Fazıl Merhûm’un bile bileğini büküb kündeye getirecek kadar da iyi oyuncu, alabildiğine “Demokrat, cumhuriyetçi, eşitlikçi, paralamentocu, vatandaşlıkçı, layik, sandıkçı ve üstelik alabildiğine yerli ve millî” bir vatan evlâdıdır!…

TAHRAN’DA Şİİ AHUNDU ARKASINDA CUM’A NAMAZI KILAN SÜNNÎLER!.

Erbakan’ın parti bülteni Millî Gazetta’dan iktibâsımızı devam etdirirsek, bir de ortaya sırılsıklam ve çipçirkin bir mezhebsizlik bile çıkıyor!. Hanefiyye’de cum’a’nın vücub ve edâ şartlarını her mükellef müslüman bilir… Erbakan Hazıretleri ise bunlara aldırış etmeden, “hazır gelmişken” deyib, Sünnîleri müslüman kabul etmiyen şiilerin arkasında “uydum imama” diyerek; AKP sarıklı politikacılarından ve sâbık DİB’iş Başkanı  GÖRMEZ gibi onlara iktidâ ile, bir güzel cumasını da kılmışdır!. Ayrıca, Cemâleddin Kaplan gibi  de, “Hayatımda ilk defa bir İslâm Devlet Başkanının (!) arkasında cum’a kılmak nasîb oldu” dercesine, muazzam bir nimete de nâil olmuş demekdir!.

Mükeffir-i ashab, münkir-i kader, 12 imamı “Nebi-i mürsel ve meleğ-i mukarrebden üstün” gören, mu’tezile gibi Allâh Azze’nin sıfatlarını yok kabûl eden, var diyenlere (müşrik) diyen, Kelâm-ı Kadim’den bazı sûrelerin çıkarıldığı ve tahrif edildiği i’tikadında bulunan İmâmiyye şîasının arkasında, şia olmadıkça alınamıyacak lezzetlere ve vecd ü istiğrâka gark olarak kılınan muhteşem namaz!!!

Şîa, fırka yani parti demekdir. Bu ma’nâ i’tibâriyle Erbakan şîası, Acem şîasıyla tam bir kaynaşma ve onda FENÂ bulma derecelerine vâsıl olmuş görünmektedir! Hele bervechi âtî (aşağıda) gelecek Erbakan’ın fevkal’âde mübâlâğalı şia mediyenâmesi, bunu çok daha açık isbât edecekdir…

Hoca bu şia i’tikadını da pek hoş görünce, bu i’tikadı ve kendisinin parti-pırtısını da reddeden bizim gibi müslümanları “Yahudi Askeri” i’lân edenlere âmirlik etmesini çok görmemelidir! Müteveffâ Prof. Dr.; ve Millî Görüş Lider-i A’zamı; ve 54. Hükûmet-i Cumhûriyye-i Ilmâniyye’sinin Başbakanı; ve Kıbrıs Fâtihi gibi nice devlet hızmetlerinin ünvanları altındaki bir ulu zâtın, istediğine istediğini söyletmesini (!) ona hass mehdiyyet” makâmına âid bir imtiyâz olarak tanımak bile mümkindir!.

Kendi gazetelerindeki satırlarla işte kıldıkları (!) cum’aları:

“Ertesi günkü programımız Cuma namazıyla başlıyor. Tahran‘da Cuma, milyonlarla ifâde edilen cemaatle sadece bir yerde kılınıyor. Devlet erkânı, askerler, vatandaşlar… Herkes Cum’a‘da… İranlı vatandaşlar burada da Erbakan‘a sevgi gösterilerinde bulunuyor. Cum’a namazı sonrasında Kur‘an Müzesi‘ne geçiyoruz.”

Şia cum’asında İskenderpaşa Nakşî-Hâlidî müridânının (!!!) şu vecd ü istiğrâk hâllerine bir bakasınız!

“Kur’an Müzesine” geçmişler.. zavallılık ve echeliyyet bu kadar olur! Bir tek adam bile çıkıb, “Hangi Kur’an?” diye sormak iktidârında ve îmanında değil!

Bunu da, “müslümanım” diyen Kelime-i Tevhid papağanı dünyâ garîbanları bilmezler!. Çünki Hazret-i Ebûbekir Radıyallâhu Anh Hazretlerinin topladığı ve Osman Radıyallâhu Anh Hazretlerinin istinsâh buyurduğu (çoğaltdığı) ve bugün elimizde olan Kelâm-ı Kadîm, Ca’ferî-İmâmiyye-Humeyniyye Şîası ındinde ise, hakîkî Kur’ân değil; içinden bazı sûre ve âyetleri çıkarılarak (TAHRÎF EDİLMİŞ) (Sonsuz kere hâşâ ve kellâ) bir “Kitâb-ı Gayr-ı Mu’teberdir!”

Hakîkî Kur’an ise, Hazret-i Fatıma (Radıyallâhu Anhâ) vâlidemizin yanında bulunub, ondan, evlâdı yolu ile şîa i’tikadındaki  “Mehdi-i Muntazar’a Geçen”; ve Şia Mehdîsi’nin zuhûru ile istikbâlde nümâyan olacak bir Kitâb!!!

Erbakan ve etrafındaki yârânı, cum’a’dan sonra “Kur’an Müzesine” gidib neleri seyretdilerse, hangi takiyyelerin malzemeleri yapılarak kullanılmışlarsa, bunlar da Âhıret’de mutlakâ ortaya çıkacak ve seyr ü temâşâ edileceklerdir!.

Okumaya devam edelim:

“54 Hükümetin Başbakanı ve Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan‘ın bir hafta olarak plânlanan târîhî İran seyahati görüşme ve ziyareti, yoğunluğu sebebiyle on günü aşıyor. Ancak 12 günün sonunda Türkiye‘ye dönüş yapabiliyoruz.”

“Sürünerek” de olsa İran’a gitmesi lâzım geldiğini söyliyen Erbakan’ın, bir de bütün Türkiya ehâlîsi adına “gerçek” lâkırtısı var ki, bu da lâkırtı mı tıkırtı mı pek anlaşılmıyor, şöyle:

  “Türkiye‘de herkes, Ahmedinecad Bey‘in hayranıdır. Bunu bir iltifât olsun diye söylemiyorum; bir gerçek olduğu için söylüyorum.”

Ahmedinecat’a Türkiye’de erbakanistler değil de, HERKES HAYRANMIŞ! Sanılır ki bunun içün referandum yapılmış ve netîcesinde “Herkes” çıkmışdır; tabii bunlar, acem palavrası meşhûr olan Erbakan’ın kuru sıkı atmalarıdır!

Müteveffâ Mason kızı ve reenkarnasyoncu kocasının Madam’ı Çiller’li 54. Hükûmet-i Cümhûriyye’nin Böyyük Başvekîli Hazıret-i Erbakan, D-8’leri bile kurmuş ama, bugün  bu 8 arkadaşın gölgesini bile gören yokdur!. Şimdi de, “İran’a gelerek YENİ BİR DÜNYANIN KURULMASI İÇÜN CİDDΠ BİR ÇALIŞMA DÖNEMİ BAŞLATDIM” diyor!

BAŞLATDIM” mış!. Hiçbir resmî sıfatı olmadan, kendi kendine “gelin güveyi olmak” cinsinden bir halet-i rûhiye…

Bu dönemi” görene de rastlayan varsa, dünya “CİDDEN” memnun olacakdır! Ve daha fazlası, kendi gazetelerinin satırlarıyla şöyle:

“Ben 12 sene önce İran‘a geldiğimizde Sayın Rafsancânî ile birlikte D-8‘leri kurduk. Şimdi de İran‘a gelerek, Yeni Bir Dünyâ‘nın kurulması için ciddî bir çalışma dönemi başlattım. Ben böylece size karşı kardeşlik vazifemi yapıyorum. Sizin şuurlu desteğinizle ‘Yeni Dünya‘ mutlaka kurulacaktır. Bu dünya bugünkü gibi bir zulüm dünyâsı olmayacak, âdil bir düzene dayalı saadet dünyâsı olacaktır.” (29/4/2009 tarihli M. Gaz’den)

Çölde serap gösterdiklerini, peşinden koşturub sürükleyen zavallı Erbakan… Ve zavallı “müslüman” partizanlar!. Bugün, hangi bitmiş ve tükenmiş hâllere getirildiler! Yarım asırdır “lâyık Dembokratik cumbokrasiye” harcanıb yakılarak kül edilen nice imkânların, enerjilerin, para-pulların, koşuşturmaların, ona buna “Yahudi Askeri” iftiralarının, boşa ve hiçe harcanan ve küfr ü şirke yatırılan binbir emeğin (mes’ûlü), acebâ sâdece Erbakan mı, yoksa “Millî Görüş” peşinde “Unzurnâ” (Bize nezâret edin)  değil de; “RÂİNA” (bizi güdün)  diyerek, bir serâb uğruna ömür tüketen saflar ve yaftalı kalabalıklar da mı?.

İran’da bir hafta kalacakken, “ÂyetullalarıMIZ, Humeyni Rahmetullahi Aleyh Hazretleri, v.s.” diye göklere çıkardığı ve “İslâm mücâhidi ve kahramanı” gösterdiği mut’acı adam ve madamları pek candan sevdiği içün, aralarında bir hafta kalacakken, Erbakan Bey tam 12 gün kaldı ve doya doya hasret giderdi!. Çünki bu can dostlarını dünyâ gözüyle bir daha görmeyebilirdi! Öyle de oldu… 15 asırlık İslâm târîhine, Ashâb-ı gazîne ve onlar üzerinden Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine kadar her vahyî hakîkata düşman olan İran’da ne abartma ve kabartmalar ve neler sıkmış; hayret ve dehşetle, hatta (nef..tle) okuyalım:

“-Esselamu aleyküm, euzü besmele, hamdele salvele (hazirun coşuyor) Hepinizi hürmetle muhabbetle selâmlıyorum. Sözlerime başlarken Cenab-ı Allâh’a sonsuz şükürler ediyorum. Kardeş İran’ın Tahran başşehrindeyiz ve Tahran şehrinin belediye şûrâsının toplantında bulunuyoruz. Herbiri ayrı ayrı inkilâb esnasında kahramanlık yapmış ve Tahran’ın kalkınması için gece gündüz çalışan inançlı kardeşlerimizle beraber olmakdan büyük bir bahtiyarlık duyuyorum. Herbiriniz çok kıymetli ve çok mühim insanlarsınız. Büyük olaylar, içinde yaşarken belli olmaz. Ancak zaman geçdikden sonra bir de bakılır ki, o basit mütevâzî görüntünün altında, çok muazzam işler başarılmış, eşsiz hizmetler yapılmışdır. Tahran şahrinin encümen üyeleri olarak İran inkılâbı esnâsında büyük kahramanlıklar yapdınız. Arkasından Tahran’ın örnek bir şehir olması için gece gündüz çalışıyorsunuz. Böylece sizler sâdece Tahran’a ve İran’a hizmet etmiyorsunuz. Biraz sonra kısaca açıklayacağım gibi bütün insanlığın kurtuluşuna hizmet eden birer kahramanlarsınız. Sizleri bu sıfatınızdan dolayı bağrıma basıyorum, alnınızdan öpüyorum, tebrik ediyorum, hepinizi hürmetle muhabbetle selâmlıyorum. Başda lider Humeyni olmak üzere, sizler târîhî her dönüm noktasında insanlığa büyük hizmet yapan insanlarsınız. Bunu biraz sonra kısa bir şekilde açıklamak istiyorum. Ve bir kere daha ifâde ediyorum ki, sizin büyük hizmetleriniz, kahramanlıklarınız sâdece İran’ın kurtuluşu değil bütün insanlığın kurtuluşu ve târihin dönüm noktası olarak târîhe çok büyük bir olay olarak altın harflerle geçecek bir olaydır. Hepinizi bu bakımdan candan tebrik ediyorum. Hizbullâh partisinin muhterem genel başkanı Harâzî Beyefendinin da’veti üzerine Tahran’a geldim. İran’ın kıymetli muhterem yöneticilerile temaslar yapıyorum. Ve inşâllâh elbirliğiyle insanlığa hep beraber çalışmak için önemli adımlar atacağımıza inanıyorum. Bu münasebetle Hârâzî Beyefendiye, böyle kahramanların muhterem insanların bulunduğu bir toplantıya gelmemize vesîle olduğu için ayrıca teşekkürlerimi arzediyorum. Gerek Hizbullah partisi mensubları ve gerekse Tahran şûrâsı mensubları olarak sizleri birer kahraman olarak bağrıma basmamın sebebini müsaade ederseniz kısaca açıklamak istiyorum….”

Mûmâileyhin, Âhıret’de Humeyni ve şîası ile haşrolması içün duâ edersek, bundan ziyâde memnûn ve mesrûr olacağını tahmîn etmek de zor olmasa gerek!. Rûhunu şâdetmek istiyenlere, böylece bir ipucu da vermiş oluyoruz!..

Erbakancı tâifeler her yıl, 12/Nisan/2009 tarih-i efrencîsini, “HAZIRET-İ ERBAKAN’IMIZIN MUT’ACI Şİİ İRAN CUMHURİYYETİNİ VEDÂ ZİYÂRETİ GÜNÜ” diyerek, büyük ve coşkulu bir bayram “Kutsallığı ve P.tsallığı” içinde tes’îd edebilseler haklarıdır!.. Aynı zamanda bu, müteveffâya büyük bir kadirşinaslık, vefâ ve sadâkat arz u beyânı olacak;  üstelik böylece, muhibbân ü mürîdân,  nice ru’yâlara, zuhûrât ve keşiflere de mazhâr bulunacaklardır!.

Dembokrasi dînini temsil etmekden başka zerre miskâl başkasına âidiyyeti muhâl olan şu (parti) denen nesne, İslâmiyyet’e âidiyyet taşıması da muhal olduğu halde nasıl güdücüleri elinde “islâmîlik” taşıyabilir?. Bunu iddia edenden daha büyük sihirbaz; ve buna inananlardan da daha büyük ebleh ve ahmak düşünülemez…

ÜSTAD MERHÛM’UN SATIRLARI İLE DEMBOKRASİ, PARTİ, SANDIK VE ERBAKAN…

 İşte, “demokrasya” denilen ve hiçbir da’vâya “varsın, seni tanıyorum” dediği halde hiçbirine ve en başda da VAHYE “hayât hakkı tanımıyan; ancak, benim içimde ve bana zarar vermediğin ve benim müsâade etdiğim kadar ve müddetçe sana tehammül ederim” diyen; ve onları, “ölmemek içün öldür” hesâbına kilitli; ve gayrını, kendi varlığı içün ademe mahkûm etmenin sistemi… Fikir nâmusu taşıyan her cins kafa önüne, bu cüzzamlı tablosundan başka bir tablo koyması muhal olan, insanlığın bulduğu en mübtezel; ve nâmûs taslayan yosma edâsında, deverân sistemiyle de irin deposu bir çukur… İstisnâsız bütün partiler de, bu çukurun vazgeçilmez unsurları, rükünleri… Çukuru taşıyan 4 ana şirk direği: Paralamento, anayasa, sandık ve vatandaşlık…

Îmân ve fikirde som kafa, Merhûm Üstâdım’dan okuyalım:

“· Komüniste göre, kendisinin âlenen ve her vasıtayla propaganda yapamadığı, yapınca da kitleleri arkasından sürükleyemediği, zira, tagallüp ağalarının güneşi zindanlarda hapsettiği ve meydanlara çıkarmadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
Yahudiye göre, millî iktisâd ölçülerinin beslendiği, millî bütünlüğün gizli istismarlardan korunmasına çalışıldığı, yani millî bünyenin korkunç bir yeniçeri gibi ekalliyet cellâdı olmakta devam ettiği ve insâf diye bir şey tanımadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Dönmeye göre, milletle hükûmet arasında uygunluğa doğru gidildiği, resmî dâirenin millî irâdeyi temsile başladığı, bu yüzden en azîm bir felâkete yol açıldığı, hakîkât ışığının ebedî bir kargaşalık ve çarpışmadan doğduğunun unutulduğu, felâketin biricik devâsı olarak milletle hükûmet arasındaki bağların törpülenemediği, liberalizmanın başını alıp yürüyemediği, kısaca millî bünyede birliğe gidildiği her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Masona göre, hurâfelere inanmanın devam ettiği, ırk ve kavim safsataları içinde halkın tereddiye götürüldüğü, millî sâfiyenin mukâvemet edebildiği, gizli Yahudi saltanatının ferdî ve zümrevî sermaye terâkümüne yol bulamadığı, neticede geniş ve cömert insaniyet dururken, insanların millet ve taassup bataklığından çırpınmasına göz yumulduğu, açıkçası beşerî aşk ve beynelmilel kemâle pranga vurulduğu her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Garp hayranı züppeye göre, şahsiyet diye bir şeyin hâlâ ağır bastığı, maddî ve manevî yerlilik diye bir ölçüye bağlı olanların yaşadığı, şu bunak dedenin daima evin üst katında öksürmekte devam ettiği, Amerikalıya kendi kendisinden şüphe ettirecek kadar Amerikalılık gayretinin bir türlü takdir edilemediği, demek ki müzelerdeki balmumu tiplerin ellerindeki kırbaçla insanları güttüğü, insanların başına yular arandığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Halk Partiliye göre, eski hesaplara el atılmak ihtimâlinin belirdiği, inkılâbın tenkidine müsaade edilmek gibi vahşî bir küfre meydan açıldığı, eski bir Başbakanın «inkılâp yobazları» diye ortaya bir tabir attığı; bütçe tanzimi, menfaat taksimi, adalet tevzii işinin kendilerinden başka ellere geçtiği, nihayet milleti yoktan var edenlere karşı en ağır nimet küfranının işlendiği ve en ağır eşkıyâlığın hüküm sürdüğü her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· İslâmiyet düşmanına göre, 163 üncü maddeye rağmen câmilerde Allah ve Resûlünün büyüklüğünden bahseden âyetlerin cehren okunmasına müsaade edildiği, «Allahtan kork!» sözünün göz göre göre takip edilmediği, böylece vatan hâinliğinden büyük suçların örtbas edildiği ve böylece sınıfî tahakküm ve ruhî dolandırıcılığın çeteleştirildiği her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Deyyusa göre, Türk kızlarının millî ve mücerret mânâlariyle cihân avrat pazarlarına sürülmesine zıt sesler çıktığı, bu seslerin boğulamadığı, millî infial çapına yükseldiği, neticede güzellik, (estetik) ve serbestliğin bu kadar ağır bir zulüm altında inletildiği yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Verem mikrobuna göre, uzvîyetteki müdafaa unsurlarının kuvvetli olduğu, hemen zavallı mikroplar üzerine çullandığı, onları boğduğu, gıdasız bıraktığı, bir kese içinde adâletsizce zaptettiği her bünyede demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Hırsıza, yankesiciye, kaatile göre, polisin bulunduğu yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Şu halde demokrasya, her bâtılın tek tek hayat hakkı ve oluş hürriyeti aradığı bir zemin olduğuna göre, bu bâtıllardan her birinin gözünde, öbür bâtıla yer verildikçe eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.
· Gelin siz, şimdi bu şartlara göre demokrasya nerededir, nedir ve nasıldır, hesap edin!
Müslümana gelince, zaten demokrasyayı aramaz ve sormaz. Zira onun, hakikati «tek» de bulmak yerine «çok» da aramak ve ebediyen kaybetmek sistemi olduğunu bilir, aradığı şeyin de kendisinde değil, İslâm’da olduğuna inanır.”
(İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 16. baskı / s.499-500-501-502)
İşte Erbakanizma, müslümanlara, bâlâda geçen ve adına da “dembokrasi” denen o çukuru, “minârenin tepesi” diyerek benimseten; ve ona “bağımlı” yaparak kafayı bu uyuşturucu ile dumanlamayan müslümanları birer vahşî göstererek nice narkozluları onların üzerlerine saldırtan; îmân ve İslâm hassâsiyyetini ruznâmeden düşüren; ve târihde ilk defa görülen bir iç tasallut ve taarruz hamlesi olmuşdu…
Merhûm Üstâd’ın satırlana devam:

“Ne partidenim, ne de listedeyim Hatta Sultan Abdülhamîd devrinde ilk defa kurulan “Yeni Osmanlılar”dan başlıyarak bugüne kadar gelen ma’lûm örnekleriyle, mücerred ma’nâda, Avrupa yapısı parti oyuncağına inananlardan da değilim.”

Parti “oyuncağı” ile oynayan ve ulusu da bu (oyuna) kumarbaz yapanların hâlleri, bu son seçimle çok daha deşifre oldu ve “acziyet, sahtecilik, hırsızlık, tahrîf, fitne, hırlaşma ve havlaşma” ayyuka çıkdı; ve dünya decâcile, cebâbire ve zalemesi de keyifle seyretdi!. K.K’nın Çubuk’da yumruk yiyerek neredeyse doğduğuna pişman edilircesine üzerine çullanılması da, bu hırlaşma ve havlaşmanın bir netîcesi bilinmelidir!

Merhûm Üstâd buyurur:

“Avrupalı, demokrasi ismini verdiği nizam içinde “doğru”yu aramak içün partiyi kurarken, onu bize, kendi ezelî ve ebedî “doğru”muzu parçalatmak içün sokmuşdur. Bu incelik de şimdiye kadar hiç bir büyük Türk mütefekkiri elinde billûrlaştırılamamışdır.”  (Rapor 4, s.9)

Müslümanların 15 asırdır en azılı düşmanı Bâtıl Haçlı Batı, “Böl, parçala ve yut” formülünü bu “partili dembokrasi” narkozu ile, Jön Türk-İttihad-Halk fırkası ve bu zincirin onlarca dalı ile, Anadolu’da Ebû Cehil karpuzu veya baldıran otu gibi ekib gübrelemiş; veya bu partiler, baraj ateşi yapan yüzaltılık havan bataryaları gibi millet varlığı ve kıymetlerini paramparça etmiş; ve bugünki dört cihetden kuşatılmışlık manzarası da, zarûrî bir netîce olarak kuvveden fiile çıkarılmışdır!.

Onca seçim hırlaşmalarından sonra hiçbir şey olmamış gibi kurukuruya “Türkiye ittifâkı” diye yalvar-yakar veya bağırmaların vereceği netîce, sâdece sesi aksetdiren bir gürültüden ibâret kalacağı bedâhaten ortadadır. “Birleş, bütün ol!” demek, nerede, nasıl ve hangi mi’yâr ve mîzân altında olacağı riyâzî kat’iyyetle ortaya konulmadan, sadece kupkuru bir lâfdır;  ve te’sir kâbiliyyeti de sâdece bir hiçdir…

İşte Merhûm Üstâd’dan gene dembokrasi:

“Batı dünyâsı murâdına ermişdir. Osmanlı devletinden başlıyarak Türkiya’yı çürütmek, islâmî ruh nescinden ayırmak ve çökertmek murâdı… Batı dünyâsı şimdiki netîce meydana gelsin diye, bize, HÜRRİYET VE DEMOKRASİYİ aşıladı.” (Rapor 1,s. 84)

 Üstad Merhûm, da’vânın 11 husûsiyyetinden 9.’sunu şöyle tesbit eder:

“Hürriyeti, hakîkata gönüllü esâret diye kabûl eden; ve DEMOKRASİYİ henhangi bir yanlışın kurbanı olmamak içün bütün yanlışlara serbestlik tanıyıcı bir FAŞİST dâire diye niteleyen; ve, ve… Bir İmâm-ı Gazâlî re’yi ile, Çemişkezek’li bir çobanın hükmünü bir tutmayan… Ve bunun rejimini tekeffül eden…”  (Rapor 4, s.65)

“Asırlık hikâye… Batı’nın birbuçuk asırdır  vatanımıza en korkunç  ve kâtil ihrac emteası  olarak sürdüğü “HÜRRİYET” VE “DEMOKRASİ” mefhumlarının yalınız kabuklarıyla taayyüş eder (geçinir) bunlar… Ne hayvan hürriyeti ile insan hürriyyeti, ne HAKK idâresiyle HALK idâresi arasında fark tanırlar… 

Bunlar, “Büyük” lâkaplı (daha küçüğü olamaz!) Mustafa Reşid Paşa üretmenliğinde yetişmiş ve memleketin batak idâre sâhasını kaplamış o sivrisineklerdir ki, kendilerini tam bir temizliğe tâbi tutsanız, ne üniversitede hoca, ne dâirede müdür, ne gazetede muharrir, falan, filan kalır… Bir asır boyunca öyle çoğalmışlar, üremiş, türemişlerdir ki, nihâyet teneke kafalarının birkaç kabartma harfden ibâret, Batılı eliyle çizilmiş nakışlarını PARTİ PROGRAMLARINDA ifâde ve hulâsa etmişlerdir.”  (Rapor 6, s.66)

“Demokrasi bu halka,

Burunlarda bir halka!

Hürriyet mi diyorlar,

Balık ağzında zoka!

Bilmezler ki hürriyet,

Teslîm olmakdır HAKK’a.

……………………..

Batı’dan gelen mikrop;

Örgüt, dernek ve fırka.

…………………………….

Son moda bölücülük,

Türk’ü bastırmak faka.

Türkiya’da Türk’e yok,

Köşe, bucak, mıntıka.

Her yandan kuşatılış,

Her tarafdan abluka. (Rapor 7,s. 13-16)

DEMOKRASİ, yani tek olan hakîkatı çokda arama sistemi ve HÜRRİYET, HAKK’a kölelik yerine dizginsizlik ve başıboşluk ideali….” (Rapor 9,s. 60)

“Parti ismi altında, Türk ruh temelini göçertme ocağıyla, bu ocağa yardımı DÎNE YARDIM bilen İSLÂM’ı çökertme tezgahının birleştikleri nokta, en küçük vesîleye kadar meydandadır.” (Rapor 10, s.29-30)

“Hürüm demeye zorlanan bir ferd, hür olabilir mi? “Esirim” diye haykırabilen bir insan, sahte hürden daha hür değil midir? (s.30)

Bir Fransız mütefekkiri diyor ki:

–Hangi hürriyetdir o ki, kendisine zıd hürriyete de hakk tanır? (s.31)

Demirel içün Merhum’dan iki cümle:

“O, DEMOKRASİ VE LİBERALİZMA isimli, adamakıllı fâhişeleştirilmiş fâcireye öylesine mübtelâdır ki, ona bir zarar gelmesin diye canını bile tehlikeye düşürebilir.”  (Rapor 11, s.16)

“Nerede ki nizam ve ahenk vardır, orada başıboş hüküm, tercih ve re’y yokdur. Bir orduda askere, hücum emri hakkında ne düşündüğü; bir hastahânede hastaya, ilâçlar arasında hangisini seçdiği; bir orkestrada çalgıcıya, ne zaman susmak ve ne zaman ötmek istediği sorulamaz. Başıboş tercih ve re’y, olsa olsa “kadınlar hamamında”, Şişli salonlarında, ve “Bâbı âlî” tüneklerinde olur. Bir de, da’vâların güme gitdiği ve ortada cüce şahıs ihtiraslarından başka bir şey kalmadığı, sözüm ona DEMOKRASYA tecrübelerinde…” (Rapor 13,s. 40)

Daha dün bizi “tek” yakıyordu; şimdi “çok” yakmak istîdâdındadır. Daha dün, “tek”in ceberutu altında inliyorduk; şimdi “çok”un hercümerci içinde harab oluyoruz. Daha dün, başdan başa memleket ve hakîkatı ezen “tek”, bugün topyekûn aynı memleketde hakîkatı savurub yele veren bir “çok”la yer değiştirmiş bulunuyor. Daha dün, her şeyi yanlış toplamışdık; şimdi her şeyi daha yanlış dağıtmaya savaşıyoruz.

Bu muydu gâye?

Ve bütün bunları, maymun (Alfabe)lerinde yazılı olduğu gibi “Medeniyet Dünyâsı” denilen Garb madde ve ma’nâ âlemine uymak içün yapmaya mecbûr ediliyoruz……..

Parti, bizde ilk örneklerinden başlıyarak dâimâ bir dış te’sîr ajanı olmakdan kurtulamamış ve hiçbir zaman millî cebheden bir dünyâ görüşüne çıkamamışdır. Bugün bunlardan hiç birinde, bir dünyâ görüşü değil, bir zıpzıp anlayışı bile yokdur. Tek çıkış noktaları CHP’ye zıd olmak… Yani çıkış noktasının ne olduğu ma’lûm bulunan millî ruh körleticisi ocağa aykırılık… Bu aykırılık da tam olmadığı ve köke kadar uzanmadığı hâlde, ona zıd olmak hüner midir ki? Âlemde ona zıd olmıyacak şey, en geniş ma’nâsıyla şey, nesne tasavvur edilebilir mi?.. Ona zıd olmak, yangına karşı su, mikroba karşı ilâcın hakkı gibi bir bedâhatdir. Sual şuradadır ki, bütün bu zıdlar, nefslerini ona aykırı görenler,  kendi içlerinde, kendilerine karşı nedirler?. Allâh aşkı olmadan put nefreti hiçbir şey ifâde edemez..

“10 dersde İngilizce” tarzında (broşürlük) dünyâ görüşü reçeteleriyle kurtuluş hapı yutturmaya çalışmak devri geçmişdir. “6 ok” yerine 600 tok, veya çok, veya yok, veya kok, veya fok, veya.. HEPSİ BİR…” (Rapor 13, s.41-42)

“Biz, dünyâ görüşümüz îcâbı, Hakk ve Hakîkatın SALTANATINDAN gayrı bir SİSTEM tanımıyanlardanız.” (Rapor 13, s.11)

“Bir Arab mütefekkirinin “minessiyâse, ilessiyâse, anissiyâse, ledessiyâse, fissiyâse, lissiyâse, bissiyâse” şeklinde bütün ek ve lâhikalarıyla Allâh’a sığındığı siyâset belâsı, en ulvî ve mecbûrî keyfiyeti  içinde bile gözüme öyle süflî ve mürâî bir manzara oturtuyor ki, susmakdan, her türlü tefsîri bir yana bırakmakdan ve ilâhî hikmetleri düşünmekden gayri bir işe tâkât getiremiyorum.” (Rapor 13, s. 19)

 Mâdem ki partiden değilim, partilerce düzenlenen listelerde yer almayı ve o yerden sonraki basamakları da kendim içün bir küçülme kabûl ediyorum, o halde bu parti kürsüsünde ne arıyorum?…..

“Görüyorsunuz ki, karşınızda, parti açık artırmalarında her zaman gördüğünüz, şimdi de görmekde bulunduğunuz ve bu gidişle her zaman göreceğiniz, hokkabaz külahlı bir seçim çığırtkanı yerine öz üniversitesinden sonra iki üniversitelik müddetçe zındanlarda pişmiş bir fikir adamı var; ve o sizden, oylarınızı falan veya filan partiye vermenizi değil, kurtuluşunuzun yolunu görmenizi istemektedir.” (Rapor 4, s.8-9-10, 1978)

Parti denilen ve müslümanın şeksiz ve şübhesiz nefy ü reddini yemekde mutlak şirk bulunan dembokrasi gibi her beşerî sistem; ve onun bağlıları ve güdücüleri diliyle “Dembokrasinin vazgeçilmez unsuru bulunan partiler”, Üstâd Merhûm’un kalemiyle işte budur… Vahiy sistemine mutlak ma’nâda “Teslîmiyet sâhibi adam” demek olan (müslüman), bu hâliyle ne Erbakan’ın ve ne de bir başka politikacının işine gelecek; ve onunla aheng kurması imkânsız da değil, muhâl derecesinde nâmevcûd bulunacakdır…

Merhûm Üstâd “Tarihe altın harflerle geçecek İran Kahramanlarının en başı” içün ise, şu hükmü kesiyor:

“Adâlet âbidesi Hazret-i Ömer’i, zulüm heykeli diye ele alıp İran Şâhı’na “Ömer’den daha zâlimdir!” diyen bir hareket liderini ve temsil etdiği hareketi İslâm diye kabûl etmek, küfürdür.” (Rapor 6, s.55, 1979)

xİslâm telâkkîleri arasında nâmütenâhî zıddıyet bulunan insanların ictimâına, ancak muhâl hükmü ile bakılabilir…

Merhûm, şu gelecek islâmî formülle de, gene ayni mantıkî muvâzeneyi haklı olarak taşımakda; ve karşısına aldıklarına milyonda bir de olsa gözboyama hakkı vermemektedir…

“İslâm iddiasıyla ortaya çıkıp, küfürle iktidâr ortaklığına bakan ve ona taviz veren her davranış, “Küfre rızâ küfürdür!” kâidesince küfürdür.” (s.56)

   (Rapor 1, s. 85, 1976)

Üstad Merhûm, Erbakan’ı bir başka vechesiyle de ve  en çarpıcı tarafıyla şöyle resmeder:

“İslâm’ın, bütün insanlığa örnek çapta yüce oluşunu “oldu!” zannetdirib onu ebediyyen olamamanın akâmetine çarptırmak, ortada mutlak menfî bir misâl bulunmasa da mutlak müsbeti gösteremeden onun iddiacılığına yelteniş bakımından veballerin en büyüğüdür. Nefer, mareşal rolüne kalkışacak olursa, niyeti ne kadar hâlis olursa olsun, ordusuna bozgun hazırlayıcı olmak günâhından kurtulamaz. Kaldı ki kahramanımız, hem niyet, hem de işlediği suçlar bakımından ayrıca mücrim…”

Evet.. işin en ehem ve can damarı noktası: ““İslâm’ın, bütün insanlığa örnek çapta yüce oluşunu “oldu!” zannetdirib onu ebediyyen olamamanın akâmetine çarptırmak…”  İşte mevcûd dembokratik, lâyik ve  cumhûrî politika, 96, hatta 109 yıldır bütün politikacılarıyla bu felâketin mimarları olarak meydanda arz-ı endâm etmişler; bu, onların lâzım-ı gayr-ı mufârıkı da olmuş, başka bir şıkkın düşünülemiyeceği de böylece, riyâzî kat’iyyetle isbât edilmişdir…

Üstâd:

“Onu bu mikyasda ele alışımız da, adım başında rastlanabilir basit şahsiyetinin değerinden değil, kıydığı İslâm da’vâsının kıymet ve ehemmiyetinden geliyor.” derken de, gene yüzdeyüz haklıdır…

Tezad ve tenâkuzlardan berî bir yazıdaki mantıkî silsile, bizi, elbetde, aşağıdaki  şu neticeye çakacakdır:

“Bu zât hakkında hüküm hulâsası şudur ki, İslâm düşmanları dîne fenâlık mevzuunda fabrikaya adam ısmarlasalar bu zâtdan daha elverişlisini bulamazlar.” (Rapor 4, s.53, 1978)

Bugün partisinin başı olmak, hiçbir liderlik vasfı bulunmayan, İngiliz damadı olmanın dışında dikkati çekecek hiç bir noktası olmayan; ve “İngiliz sekülerizmasını istiyoruz” gibi cihânı donuna etdirecek çapda bir talebin sâhibi zavallıya kadar düşen o Erbakan adına güdücülük, o kadar bitmişdir ki, Üstad Merhûm’un nazmı ise, bunların bir isbat vesîkası hâlinde şöyledir:

“Ya sen, ey din lüpçüsü

Yeter bunca sâbıka!

İslâm da’vâsı dedik;

Sen çıkdın çıka çıka!

Rezil etdin da’vâyı

Mağribe ve maşrıka!

İşin, gücün, kelâmın,

Üfürükçüden muska!

…………………………

“Millî Görüş” bir şarkı,

Notası yok mızıka!

Hele “Nuh’un Gemisi”?

Tek kürekli filika!

……………………

İslâm’a uzak adam;

Uzak, vecde ve aşka!

Dîni hafife satmak,

Ne derd istersin başka?

Küfre verdiğin tâviz,

Küfürlük bir vesîka!”

(Rapor 4,s.16-17, 1980)

KORKUNÇ BİR HACİZ VE SOKAĞA ATILMA VAK’ASI…

Bu hazîn veya haşin mukaddimemizden ve ba’dehû “Maksûd hemân sadr-ı keremkârı senâdır” dedikden sonra (!) yevmî ve müessif bir hâdiseye intikâl edersek…

11/Nisan/2019 Perşembe günü SP Merkezini polislerin basıb içerideki her şeyin haczedildiğini hayret ve dehşetle gördük… Kasa-masa, taht-tahtıravalli, koltuk-moltuk ve Erbakan foto-çeto takımlarına kadar herşeyin, nakliye kamyonuna yüklendiğini, cümle tv kanalizasyon ekranları bütün dünyâya ve bilhassa Ankara siyâsiyyûn öbek ve göbek takımlarına “ibret-i müessire” olacak şekli ile servis ediyordu!

Hiçbir parti-pırtıda görülmeyen, ancak “Pek çok mazlûmun âhını alan” şebekelerin başına gelebilecek cinsden bir bitiş, tükeniş ve rezâlet…

3 katlı bu parti merkez binası içün 2 yıl evvel, Oğul Erbakan tarafından “Binâ bizimdir, burayı tahliye edin” diye SP güdücülerine mahkeme açılmış!. Mahkeme-i ılmâniyyelerin en altdakinden en üstdekine kadar hepsi de, 19/ Aralık /2018’de “Tahliye” demiş!.

SP güdücüleri de 1/4/2019’da tahliye edeceğiz diye imzâlı teahhüdde bulunmuş; fakat sözlerinde durmayıb “15 nisan 2019’da boşaltalım” demiş!. Erbakan’ın oğlu da bakmış ki SP güdücüleri ipe un seriyor, babadan mîrâs ve şerbetli, ellerine doğduğu ammilerini kanûn ve polis zoruyla, “Genel Merkezlerinden” geçdiğimiz Perşembe (11/4/2019) günü sallayıb atıvermış!.

Nereye, sokağa!..

Dehşet!

Çünki sokağa atılan (dinazo.ların), kiraladığı bir üç odalı klübeleri bile yokmuş!. Çer-çöp, eşya, neleri varsa bir depoya doldurulmuş!

Karamollacılar “Hele dur, yerimiz yok sokakda mı kalalım!” deyince ise, Mahdum Beyoğlumuz “Ben zâten sokakdayım, bana da yer lâzım” demiş!. Tv’de böyle konuşdu mahdûm, kulaklarımızla duyduk, burnumuzla değil!

Aman Yâ Rabb!

İçler acısı, ne müthiş bir manzara!

Kış kıyâmet kedi yavrusu gibi sokakda kalanları, adamın acıyıb evine alası geliyor!

Tirilyoncuklarla oyuncak gibi oynayanların encâmına bakıb da, ibret almıyan bütün parti-pırtıcı ve ne oldum delisi ve sonradan görme politikacı parçalarına ne ibretlik bir manzara… Hepsinin sonu da böyle olacak!. Geçmişdekilerin hepsinin sonu, bu iddiamızın isbatı değil mi?. 150 yıllık târihe bakılırsa, kurulan düzinelerce parti-pırtıdan bugün % 99’u yok, hâk ile yeksân olmuş; partiler mezarlığında ve “Seriiiin selviler altında kalan kabrinde, her gece bir …” mış!   …mış!

KENDİLERİNİ PUTLAŞTIRDIKÇA, İNSANLARI İFTİRÂ İLE EZER OLDULAR!

Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyeti BÂKÎ; Parti-Pırtı, politikacı-postkapıcı, putçu-şutçu-heykelci, bilmem neci herkesin irâde ve hâkimiyyeti ise FÂNÎ ve çer-çöp!

“Dünyâ Lideri, müctehid, müceddid, mehdi, Peygamber misyonlu Lider, mücâhid” diye Millî Gazete ve partizanlarınca yere göğe sığdırılamıyan; ve acem palavralarıyla şişirildikçe şişirilen Erbakan Hazıretleri bile, şimdi mezârının derûnunda kim bilir ne hâllerdedir?.

Allâhu a’lem bissavâb…

Onca dünya şakşağı, alkışı, kendilerine tepeden bakılan milyonların “Mücahid Erbakan” âvâzeleri, coşmalar, cûş u hurûşlar, riyâset makamları, rütbeler, dereceler, arsalar, parsalar, paralar, pullar, Uyuzhanlar, Ş. Azanlar, “Balmumu adamlar”.. şimdi acebâ nerelerde ne olmuşdur?.

Kendilerine destek ve köle olmayan müslümanlara 1982’lerde Roterdam’lardan “Ahmed Selâmî denen Yahudi Askeri” diye eşşekçe anıran (H. Hımar) denen ayaklar, soytarılar, soysuzlar; bunların kuklacıbaşı başlar; evet, o Uyuzhanlar, Ş.Azanlar ve “Balmumu adamlar”.. şimdi ne olmuşdur, nerededirler ve ne hâldedirler?!!!..

xBir zamanlar “Küçük dağları ben yaratdım” diye gezen ve Merhûm Üstâdımın ta’bîriyle “Balmumu adamların” önüne, “Ben parti-pırtı, sandık-mandık, tanımam; elhamdülillâh müslümanım, elhamdülillâh millî görüşçü değilim” diyen bir adam olarak çıkdın mı, cihânın en büyük mücrimi sen olurdun; ve kaydın da, sorgusuz sualsiz ve derhal “Yahudi Askeri” olarak yapılırdı!.

Mazlumların âhını almaya değdi mi, bu parti-pırtısı ve sandık-mandık ve politikası cîfe ve lâşe dünyâ acebâ?!.

Azıb kudurmalar, böyle sabun köpüğü gibi yok olurken; geride, Âhıret Hesâbı  ve hayâtı içün sâdece, (ateşini ve cehennemini) bırakıyor!

Bir Hasan Damar’ları vardı…

Rotterdam’da “konferans” adıyla rezâlet ve cehâletler püskürürken; ve nice parti-pırtısız müslüman içün “Yahudi Askeri” iftirâ ve hakâretini kusarken; zerre kadar îmân ve ahlâk sancısı da çekmeden, acebâ bunları nasıl çıkarıyordu?.

Dehşet!

Bunca gerzeği ve gevişgeni acebâ, körolası  ihtirasları uğruna hangi “Genel Merkez” kurub, sâhibinin sesi hâlinde lekesiz müslümanlara havlatıyordu?.

Şimdi o havlatan ve havlayanlar, nerede, ne iş yaparlar, nasıldırlar?!

“Bize oy vermiyen patates dînindendir, bu seçim müslümanın sayımı olacakdır” diyen Erbakan, şimdi kimin dîni ile Âhıret’e gitdiğini görmüş ve anlamış değil midir?. Berzah âlemi, sonra “Âlem-i Ukbâ ve Hesâb Günü” dünyâda kendisine kaç bin kere hatırlatılmışken!..

Hacı Hasib Efendi’yi, Abdülaziz Efendi’yi ve Muhammed Zâhid Efendi’yi (Rahmetullâhi Aleyhim) Hazerâtını gören bu “Gümüşhânevî” dergâhı bülbülleri (!) bu Zevât-ı Kirâmı görmeyi, onları “Dinlemek ve emirlerinde olmak” olarak zavallı insancıklara aktarınca, aslında kimleri aldatmış oldular?!.

Cumhûriyetçi ve parti-pırtıcı (Damat Mahmud Esad Paşa) ile olan sidik yarışları ise, ayrı fasıl!

HAÇLI BATI SİSTEMİNİ İSLÂMÎ DİYE HALKA REKLAM ETDİLER

Haçlı Batı îmâli dembokratik partili-sandıklı-seçimli ve oylu, oymalı, paralamentolu, ana-avrat yasalı ve vatandaş kafalı bir sistemi “islâmî” diye “ulusa ve müslümanlara” yutdurmanın (vebâli), şimdi neye mâloldu?. Âlem-i Berzah’da, şimdi bu da herhalde iyi, çok iyi anlaşılmışdır!

Beşer i’câdı ve uydurması Lâyık (lâdînî-seküler) Dembokratik cumhuriyetlerle kraliyetler, 4 ana kazık üzerinde bir binâ teşkîl ederler… Bunları utanmadan ve zerre miskâl îman sancısı çekmeden, İslâmiyyet’in esaslarındanmış gibi Âdemoğluna, din, mezheb ve tarîkat adına zerkeden dinazorlar ve kuyrukları, acebâ bugün hakîkatı anlamış mıdırlar, aslâ!

ANAYASA DA BATIDAN İDHÂL 

1) Anayasa: Bu, beşer irâdesini YARADAN HÂLIK AZZE VE CELLE’NİN irâdesi üzerine çıkarmayı te’mînât altına alacak kulların “Kutsal ve Putsal Kitabı-Kontratı” demekdir. Bugün Kızılcahamam kampında Bozkurt Bağçeli: “Sandık millî irâdenin nâmûsudur” diyerek, 4 kelimeden ibâret bir îmân (religion) teşkîl etmedi mi?…

 Bağçeli’nin, “RTE’dan cumhurbaşkanı olmaaaaz!” diye barbar bağırdığı zât-ı dövletleri de, 15/Temmuz/2018’de, şu “şeref ve haysiyet” telâkkîsinin içine nelerin de girdiğini, dünyâya şöyle  haykırmamış mıydı:

“Türkiye, 15 Temmuz direnişiyle sadece darbeyi püskürtmedi, aynı zamanda tüm dünyada demokrasinin şeref ve haysiyetini de kurtardı.”

TÂRİH, binlerce yıllık TÜRK târihinde bile böyle bir “Şeref ve haysiyet” anlayışına ilk defa ŞÂHİD olmadı mı?.

1100 senelik İslâm-Türk Târîhinde ise  muhâl… “Müslümanım” diyen “İslâmcıların” ise, bir kere bile “İslâmiyyet’in ŞEREF VE HAYSİYYETİNİ” kurtarmak içün bu sözü telâffuz etmediklerini biliyor; ve zaten bunu beklemenin abes olduğunu da çok iyi anlıyoruz!. Ancak, 15 Temmuz’da, “Demokrasi dünyâsının yapdığı bir (Haçlı Seferi) dünyânın gözü önünde iken”, o darbeci, heybeci, Haçlı seferci ve terörcü “Dembokrasinin, ŞEREF VE HAYSİYETİNİ kurtarmaya” tâlib olmayı, biz, “Cellâdına AŞIK OLMAK” olarak telâkkî edemez miyiz?!…

İşte beşerî sistemlerin kendi kendisinin (KÂTİLİ DE OLMASI) budur; ve biz, zekâ, muhâkeme, îmân derece ve derekelerine göre bunu, zihinlere akıtabilmenin zorluğu peşindeyiz!!!.

15/Temmuz Haçlı Seferi’ni ölesiye püskürten ve 251 can veren Anadolu garîbân ve bîkes insanları, bunu, “Dembokrasinin muhâl olan  nâmûsu, şeref ve haysiyeti” içün değil; kendilerine soylarından intikâl eden irsiyet âmilleri ve mayasındaki ecdaddan kalan muhâfazakârlığı sebebiyle ortaya koymuşdur!

Devam edelim:

İslâmiyet ise, Âdem Aleyhisselâm’dan ve bilhassa Son Peygamber Aleyhisselâm’dan beri, Batılı ma’nâda bâtıl ve atıl, öyle bir “Ana-avrat yasa” aslâ tanımamış; “Edille-i erbaa=Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve Müctehid ictihadları” diyerek “Vaz’-ı İlâhiyi” îmânın ve Müslümanlığın temeli yapmışdır… Mührü ve imzâyı da, mücerred Kelime-i Tevhîd olarak basdırıb atmışdır…

“Medîne Vesîkası ilk anayasadır” diyen echel ve ekfer oryantalist çömezi veya köpeği takımların i’rabda yeri olamaz!. Bunların işi gücü, Pislâmoğlu iti gibi her hakk ve doğruya bir leke ve kir fırlatarak, Allâh Azze ve Celle’nin irâdesine gâvurca ürüyüb; veya İbn-i Selülce sinsi ve sessizce havlayıb; onu, gûyâ yok etmek, müslüman görünerek şâibe altına alma çıfıtlığı ve müşrikliğidir!

PARALAMENTO  RUBÛBİYYET YERİNE ÇAKILDI!

2) Paralamento: Devlet ve hükûmât ve idâre işlerinden anlamıyan ve “râinâ=bizi güdün” der hâline getirilmiş “ulusların”, kendi kendilerini idâre ediyor ve onların irâdeleri esas alınıyormuş havası verilerek; halkın güdülmesi içün (kânun) yapma=Rubûbiyyet (tanrılık taslama) meclisidir…

Paralamentoların “Hâkimiyyet bilâ kayd ü şart Milletindir” demeleri İslâm nazarında hem şirkdir; hem de bu, aslâ kuvveden fiile çıkamaz, çıkmamışdır! Bütün paralamentolar, kendilerine göre bu “Halk irâde ve hâkimiyyeti” denilen hülyâyı, binbir şekilde kuşatarak, muayyen, mütehakkim ve istikâmetlerdirib güdücü bir avuç irâdelerle istediği gibi yoğurur ve sevk eder… İlk reis, Nutuk’da bizzat ifâde etmektedir ki, 400 meb’usun 158’inin oylaması ve oynatılması ise seçilmişdir!

Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi  Hazretleri aynen şöyle buyurur:

“Kur’an, yalnız tilâvet olunmakla kalmamalı, mu’cebince beynennâs icrâ-yı HÜKM ü HÜKÛMET de edilmelidir.”  (c.4, s.2997)

“Allâh öyle bir HÜKM ü HÜKÛMET yapar ki (……) O’nun HÜKMÜNE muakkıb (ibtal edici) yokdur.– O’nun verdiği HÜKMÜ arkasından ta’kîb edib de nakz u reddedebilecek hiçbir KUVVET, hiç bir DEVLET, hiçbir MAHKEME, hiç bir MERCİ’ yokdur.” (c. 4, s.3005)

“İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı Ruhbandan parlömanlara GEÇMİŞDİR!” (c.4, s.2515)

Buna göre, dünyadaki bütün paralamentolar, yüzlerce insî tanrıdan (ilâh veya ma’buddan) teşekkül eder…

Oğuz kavmi-Üçok kolu ve Kayı Boyu’ndan Büyük Müslüman Abdülhamîd Cennetmekân Hazretleri, bunları ve netîcelerinin nasıl cehennemin esfelini netîce vereceğini bildiği içün, “Ana-Avrat yasa ile Paralamento tanrılarını” ademe mahkûm etmişdi!. Bunun içün de Jön Türk denilen Allâhsız ve soysuz Jan Kürklerin; Taşnakist, İttihadçı, meşrutiyetçi, dembokrat, Batıcı, Mason, ateist, Homoist, bilcümle şeytanist çetelerin “Müstebid Kızıl (!) Sultânı” oluvermiş; ammâ, Müslüman-Türk HILÂFETİNİ 33 sene, yamyamlara teslîm etmemişdi…

SANDIĞIN NÂMÛSU, DEMBOKRASİNİN ŞEREF VE HAYSİYETİ DE Mİ VARMIŞ?

3) Sandık: “Dembokratik Hakk” diye halk kandırılarak, hükûmet ve devlet idâresinin kendilerinde olduğu VEHMİ ile sandığa çekilir!. (Bağçeli ağzı ile) bu sandık denen şeye “Millî irâdenin nâmûsu” denilir!. Bu son seçimle de o (nâmûs), neresi gidib neresi bırakıldıysa, “And içme ve zıkkımlanmalardaki nâmus” gibi pek tâciz ve tasalluta uğramakda ve ırzı pâyimâl edilmektedir!. Çünki “nâmûs üzerine yapılan and içmeler verilen sözler”, meyhânede içilen 2 kadeh alkolün binde biri kadar bile adam ve madamlara te’sîr etmemektedir!. Çünki “nâmûs” denen mefhûm, ecdâddaki nâmûs değil ve onunla alâkası kalmamışdır!. Diğer yüzlerce mefhûm da, lâyık dembokratik cumhûrî şeytanlıklar hesâbına bugün nasıl sulanarak kıvam ve hakîkî ma’nâsını kaybedib, bir halta yaramaz hâle getirilmişse…

İslâmiyyet ise, böyle ırzı ve nâmusu her an tecâvüz ve tasalluta açık, binbir yalan ve fırıldağa ma’rûz “Sandıksal dembokratik avâmî ve ayak takımı usûllere” zerre kadar kıymet atfetmiyor; ve hiç bir idâre ihtisâsı, emânet ve ehliyeti olmayan adam ve madamların oylarını da, aslâ mu’teber bir nesne kabûl etmiyor…

İslâmiyyet, i’tikâd, ihtisâs, emânet, zekâvet, ehliyet ve liyâkât noktalarında liderlik kesbetmiş havassın, yani (Ehl-i Hâl ve’l-Akdin) BEY’ATI ile Müslümanların REİSİNİ bilinir ve itaat edilir hâle getirir… Orada, ırzı dünyâya açık ve her an pâyimâl edilmeye müheyyâ bir SANDIK ve OY OYNAMA ve OYALAMALARI yok; Mutlak Emânet ve ehliyet ile Adâletin yani MUTLAK KÂDİR ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN İRÂDE VE HÂKİMİYYETİNE TAM İTAAT; VE ONU ÖLESİNE MUHÂFAZA VE MÜDÂFAA VARDIR…

DİNDAŞLIK, VATANDAŞLIĞIN YANINDA NEREDEYSE SIFIR!

4) Vatandaşlık: Devlet ve hükûmet, dembokratik lâik cumhûrî sistemlere kulluk edenlerindir. Aslâ İslâmiyyet’in değil, onun dışında ne varsa, onların alayına (topuna), hakîkatda Batı hakîmiyyetinin hulâsası olan SİSTEME  âiddir. Onun içündür ki, “Lâyık dembokratik cumhûrî sistemin kulları tarafından,”  münâsebet olsun olmasın, her fırsatda bu üç teslîs, lâ teşbih “Kelime-i Tevhîd” makâmında durmadan zikredilir ve böylece onlara “îmân tâzelenir!”

İslâmiyyet ise, kendi içinde (mâhiyyetinde, zâtında) taşıdığı devlet ve hükûmeti (Hılâfeti), kendisine îmân edene VÂCİB (mutlak emir) olarak verir; ve bu, “Zarûrât-ı Dîniyyendendir=İslâmiyyet’in olmazsa olmazıdır” der…

Bunun içün islâmî idâre, 1789 Fr. İhtilâlinin uydurması “Vatandaşlığı” sûret-i kat’iyyede kabûl etmez; her dîne aslâ İslâm ile eşit bakamaz, onlara İslâmiyyet ile eşit mesâfede bulunamaz; bunu, İslâmiyyeti REDD OLARAK görür… İslâmiyyet ile dembokrasiyi biribirinin mütemmim cüz’i gibi görmek ve göstermek, bunun içün “Aralarında zıddıyyet değil de ayniyyet ve aheng varmış gibi beyanlar” mutlak şirkdir; ve İslâm’ın dembokrasi hesâbına yok kabûl edilmesinin, politik şeytanlıkdaki lâf canbazlığı ve göz boyama taktiğidir!

İslâmiyyet, müslüman toprağında (DÂRINDA=Vatanında) yaşayan herkesin, aynı hukûka sahib olduğu şeklinde bir (eşitlik sahtekârlığı) ile zulüm kataküllisi aslâ çeviremez!. Mutlak adâletin olduğu DÂR-I İSLÂM’da, ikiyüzlülük, takiye ve adam aldatma olamaz; bu, en büyük ve iğrenç (Müslim veya gayr-i müslim Kul Haklarına Tecâvüz Suçudur…) Devlet, hükûmet ve idâre İslâm’ın olduğundan, mâlik, temel, ana unsur ve teb’a müslümanlardır. Geri kalanlar teb’a-i zımmiyyedir. Bunlar, devlet ve idâre ile muvazzaf olamaz, bu iş ancak müslümanların vazîfesidir…

Dembokrasi gibi beşerî sistemlerde ise, “Kânûn karşısında herkes eşitdir” demelerine rağmen, bu şifâ görünüşlü zehir, adam kayırma ve adamına dayı olmalarla gözboyamanın daniskasını yürütür; ve fakat, mücerred lâf planında bunun tersini reklam eder ve insanları narkozlamada, üzerlerine sahtekâr düşünülemez…

İSLÂM’IN MUTLAK ADALETİNDE KUVVETLİNİN HAKKI AZ, VAZÎFESİ ÇOKDUR!

İki sınıf kulun olduğu bu (Dar-ı İslâm’da), zımmîler müslümanlara ve devlete zimmetlenmiş; her türlü (Dîn, akıl, can, mal ve nesil emniyetleri te’mînât altına alınarak) sanki kuş sütüyle belenir olmuşlardır!. Hükûmet ve müslümanlar, onların sanki muhâfızları (korumaları)dır…

İslâmiyyet, “Kuvvetlinin vazifesi çok hakkı az; zaîfin hakkı çok vazîfesi azdır” adâletini fıtrî oluşla öne çıkardığı içün, müslümanların hakları zımmîlerden az, vazîfeleri onlardan çokdur!. Müslümanlar, hükûmetin en zor ve çetin işlerini, harbiyeyi, adliyeyi, maarifi, beledî işleri, sıhhat ve muâveneti v.s.yi yürütür; ve en mes’ûliyyetli ağır vazîfelerin hizmetçileridir… Dünyâ gâvurluğu ile içimizdeki kuyrukları ise, bu hakîkatları aslâ söylemez; tam tersine, gizler veya tam zıddıyla bunları yalan ve iftirâlara bulayarak, decâcile, cebâbire, zaleme ve müşrikînden olduklarını isbat ederler…

Feminist ve hümanist gâvurluklar da bunları anlamaz; ve zulmü (hakk) zanneder!. Erkek de âilede kuvvetli, kadın zaif olduğundan, kadınların hakkı çok, vazifeleri azdır; erkekler kuvvetli yaratıldıklarından vazîfeleri çok, hakkları azdır… Binâenaleyh nikâh akdinden evvel kadınların isteyebilecekleri hakklar, dünyâ târîhinde hiç bir kavim ve hukûkun veremediği kadar geniş ve hayret vericidir. Bunun içün (eşitlik şeytanlığı) mutlak bir zulüm ve işkencedir…

Bu i’tibarladır ki, Türkiya’da “Kadın-erkek eşitliği ve kadın beyânının esas alınması ve kadın hâkimiyyeti” denilen ictimâî cüzzam illeti ile, (ÂİLE ÇATIRDAMAKDA)dır… Bunun netîcesinde de, gûyâ gökdelenler, temelsiz binâlara çevrilerek, en küçük fırtınada yıkılacak ve ortada hiçbir şey kalmıyacakdır!.

Haçlı Batı sistemiyle işgâlin, Anadolu’ya kazdığı bu hendekler, binlerce nefrin ki, gösterilmemekde, milletken “ulusa” çevrilen halk, “Âile iflâsına” gitdiğinin bile farkına varamamaktadır… Kat’iyyen bilinmelidir ki, Târihdeki Müslüman-Türk Milletinin bakıyesi olan Anadolu halkının bugün en mühim mes’elesi, kahrolası parti-pırtılı Bâtıl Batı sistemi içinde fâsid dâirelere girerek partiler arasında deli danalar gibi kuyruğu dikib seğirtmek değil; “Hakîkî, Millî (Dînî) ve Yerli” oluşun ecdâd elindeki sistemi olan “Vaz’-ı İlâhîden” ibâret Mutlak sisteme dönmekdir…

PARTİ-PIRTICILIK, BÖLÜK BÖRÇÜK VE DÜŞMAN YAPIB PARÇALIYOR!

Tekrar edilim ki, mes’ele, parti-pırtılar arasında şeytanlaşmanın çok dışındadır; o, ucûbe bir sistemin içinde çâre aramak gibi yapıb her saat daha çok batmak değil, îmân etmeye müsâvî bir sistemi, herşeye rağmen ve ona lâyık olarak, secdemizin mekânına çakmakdır!

Bugünki sistemin şeytanlığı iktizâsı kadın, her işin kölesi ve mahkûmu yapılarak, kanı ve iliği sömürülmek isteniyor; ve fakat bu, ona (hürriyet ve hakk) gibi gösterilerek, tuzağa yatırılıb iyice kanı emilib posası çıkarılıyor!.

İşte Dembokratik lâyik beşeri sistemlerin hâli; ve insanı aşağılaştırıb koyun gibi gütmesi budur…

Gelelim sadede:

Erbakan ve avanesi, “İskenderpaşa üzerinden, Nakşî-Zıyâî görünüb Müslümanlık rolü oynadı” veya onlara bu oynattırıldı!. Müslümanlar da böylece, onun peşine takılarak Allâh’ın sistemini unutmaya, beşerî sistemleri, ilâhî gibi kabûl etmeye mahkûm edildi!.

Erbakan 29 Ekim 1926’da doğdu, 1969’da Konya meb’usu yapıldı ve M.Nizâm Partisini kurdu veya kurduruldu!

ERBAKAN NEDEN İSVİÇREYE KAÇDI, NASIL GERİ GETİRİLDİ?

1971’de muhtıracı zorbalar partiyi kapattırınca, Erbakan İsviçre’ye kaçdı!

1973’de, ateist rejim müslümanların sayı ve keyfiyetini bilmek ve onları dembokratik lâyik sistemde eritmek hususunda hata etdiklerini anlayınca, politikasını değiştirdi; ve onları bir partide gütmenin şart olduğuna kanaat getirdi!.

1973’ün Ekiminde yapılacak (intihâba=seçim)e sokmak içün de Süleyman Ârif Beye “M. Selâmet Partisini” kurdurdular. Fakat bu kadro ile müslümanları takib ve güdücü olmak net bir manzara ortaya koyamıyacağından, bu iş içün Erbakan biçilmiş kaftan olarak görüldü!.

Ankara’daki masonik, kamalist ve ABD’ci muhtıra konseyi ve yer altı irileri, “Sen bize lâzımsın” diyerek Erbakanı kaçdığı İsviçre’den geri getirib “Selâmet Parti-Pırtısının” başına geçirmeye karar verdiler!. Bunun içün 1971 muhtırasının şanlı (!) generallerinden Muhsin Batur ve Vecihî Akın nâm iki paşa, İsviçre’nin yolunu tutarak, kerâmeti kendinden menkûl Böyyük Hoca Hazıret-i Erbakan’ı iknâ ile lokma yapıb, Türkiya’ya gökyüzünden indiriverdiler!

Çünki 1973 intihâbı yaklaşmakta idi. AP ve başındaki Sülü Birâder muhtıra ile yara almış; ve tek başına hükûmet kuracak hâlde değildi. CHP Başında ise, Yahudi menşe’li Raşel (Rahşan)ın kuzusu Mustafa Bülend Bey bulunuyordu ki, onun da tek başına hükûmet kuracak sayıyı bulamıyacağı cuntacılara ma’lûmdu!.

Derinlerdeki muhtıracılar ise, Cücevit’in CHP’sini iktidâr görmek istiyordu. O zaman Ecevit’e bir koltuk değneği lâzımdı ki, bunu da en güzel, Erbakan’a parti-pırtı kurdurub, ikisinden, bir CHP-MSP koalisyon hükûmeti çıkarmak en uygun çâre idi!..

İşte bunun içün iki paşa İsviçre’ye gidib, hükûmet olma ihtirâsını çok iyi bildikleri Erbakan’ı, bu yemlemeler ile çabuk iknâ etmiş ve projenin tatbikine geçilmişdi…

Muvaffak da olmuşlardı…

Erbakan Selamet’in başına geçirilmiş, 1973 seçimlerinde 48 milletvekîli ile Paralamentoya girmişdi; ve Uyuzhan vasıtasıyla 46 kişiyi takmadan, Ecevit’le koalisyon kataküllilerini başlatmışdı!. Ecevit’in yapdığı zamları, kendisinin, spikerliğe de çok yakışacağını hayâl ederek, bizzat, televizyondan Erbakan dünyâya duyuruyordu!. SP’nin bir kanadı ise, CHP’den nefret ediyor; koalisyona karşı çıkıyordu. Zamları spiker derekesine düşerek okuyan “Erbakan Hoca’ya” da, bu istişâresiz ve müstebid yamukluğundan dolayı çok fenâ ters düşüyorlardı!

PARTİ BÜLTENİNDE TEK MUHÂLİF KÖŞE YAZARI KİMDİ?

Biz ise, Erbakan’ın parti bülteni gazetesinde köşe yazarı olduğumuz (!) halde, onun mahrekine (yörüngesine) bir türlü girmediğimiz içün, bu CHP ve MSP koalisyonuna şiddetle muhâlefet ediyor; ve Cücevit kanadının komünistleri afvetmek isteyişine de: “Komünistlerin afvedilemiyeceği, kâtili afv etme hakkının devlete âid olamayacağını, bunun maktullerin velî ve âilelerindeki hakk sâhiblerine âid olacağını”, gözlere sokacak şekilde yazarak, Hazıretin politikasına karşı çıkıyorduk!..

Biz bu minvâl üzere Hoca Hazıretlerine de muhâlefet etmiş oldukça, zât-ı dövletleri çok rahatsız oluyordu!.

Nihâyet Hoca Bey, Gazetesinin Umûmî Neşriyat Müdürü Sabri Özpala Bey’e Grup toplantısında:

 “Bu adam bizden değil, buna neden yazı yazdırıyorsunuz?”

Diyerek fırça sallamışdır!…

Rahmetli Üstad’ım Necib Fazıl Bey ile de bir hâtırâmızı nakledilim!

1974’dün Mayıs ayı…

Bizim CHP-MSP koalisyonu ile bunun iki başına da şiddetle muhâlefet etdiğimiz demler… Şefokra sinin ikinci ve kinci şefi müteveffâ İnönü’nün İslâmsızlıkda pek ileri damadı Metin Toker de iki de bir fıkra serlevhalarımızda geçen “Şerîat” kilimesinden uyuz olub kaşınmakda ve savcılara ikide bir, bizi şikâyet etmektedir!..

Yeni Asya Nurcu geçinenleri ise o demler, Sülü’yü öylesine vecd ve istiğrâk hâlinde senâ hâlindedirler ki, sâdece peygamber demedikleri kalmışdır!.  Yeni Asya’nın assubay eskisi Hekimoğlu denen işportalık  kalemi Hekimoğlu da, birkaç sene evvel “Layikliği dinsizlik ma’nâsında anlıyanları anlayışsız” diye dile dolaması ve “Lâyikliğin müslüman memleketlerde de tatbik edilebileceğini” şeytanlaması üzerine, bu risâle tâciri adamı 4 seri yazı ile ve cür’m-i meşhûd halinde köşeye sıkıştırmışdık! Bunun üzerine nursuzlardan mütâreke (!) teklifleri gelse de biz yolumuza devam etmekde kararlı idik! O nurculukdan fırlama ucûbe çizginin, bir gün Fetto’ları pazarlayıb palazlıyacağını hiç kimse tahmin bile edemiyordu! Ancak, heriflerin dilleri altında birşeyler gevelediğini biz hissediyor ve sık sık da kuyruklarına basıyorduk!.

Enver Ören’in Hakikat nâm ve “Basın İlân Kurumu” ilânları ile geçinen cerîdesi üzerinden, Kâim-i Pederi Işık Albay da, adı geçen gazetenin Başyazı köşesinden Demirel’i “İslâm Mücâhidi” i’lân ediyordu!. Hatta Üstâd Rahmetli Necib Fâzıl Bey, Büyük Doğu’su ile Sülü’ye “Mason” dedi diye, merhum ile kapışmaya kadar da diş gösterebiliyorlardı… Netîcede Merhûm Üstâd, Işığın “sahte icâzetini” isbatlayınca, onlar da suspus ve perişan olmuşlardı!..

Batı Dembokrasisi herkesi bir partinin kuyruğuna takmış, gene herkese “Kendine göre müslümanım” dedirtiyor; fakat hiç kimsenin: “Ben İslâmiyyet’e GÖRE ACEBÂ NEYİM” diyerek düşünmesine aslâ müsâade etmiyordu!. A cemaati falan partinin kuyruğuna sarılmış, menfaatlerinin onlar eliyle karşılanacağına inanıyorken; öteki cemaat (!) B pırtısına yapıştırılmışdı! Bazı “Cemâdât cemaatlar” ise, iki, bazıları üç partiye bölünmüş, her bölük, îcâbında diğer partilerdeki ıhvânına (!) selâm bile vermiyordu!

xHerkes diliyle “Müslüman” olsa da, kalbiyle “Dembokrasi Dîninin Mü’mini” gibi idi; ve bu hiç kimse tarafından yadırganmıyor, İslâmiyyet ile kâbil-i te’lifmiş gibi herkes, zikrine, fikrine, tesbihine, dersine, teheccüdüne, umresine, nafilesine iç huzûru ile devâm ediyordu! Politik ruhlar ruh ve  beden devam ediyor ve kendisini en a’lâ ve muallâ bir müslüman olarak görüyordu!. Hele çarşaflılar, sakallı ve cübbeliler, 3-5 kere vehhâbî kuyruğunda Kâbe etrâfında dolap beygiri gibi dönenler… Neler ararsanız!

HOCAEFENDİLER NASIL İSTİSMÂR EDİLDİ?

Dembokrasi, kendisini öyle bir reklâm ediyor ve müslüman geçinenleri de öylesine kendi anaforuna çekerek İslâmiyyet’den uzaklaştırıyordu ki, bunu görebilen %1 nisbetinde bile değildi!. Partizanlık ve taassub ortalığı kasıb kavuruyor, Erbakan, CHP, Türkeş, ve Demirel tarafgirliği kimsede i’tidâl ve İslâm’ın devlet ve hükûmet şuuru bırakmıyordu… Bu tamâmen unutulmuş olduğu halde, herkes mevcûd sistemin içinde biribiriyle düelloya çıkmış gibiydi!. Hele Erbakan, müslümanları, alenen İslâm adına Haçlı Batı’nın partili-sandıklı politik sistemine sanki perçin ediyor;  ve tarafgirleri de bir yandan bütün bunların “İskender Paşa Camii İmamı Merhum Muhammed Zâhid  Efendi’nin” izni hatta teşvîkiyle yapıldığını propaganda ediyorlardı…

Demek istiyoruz ki, parti-pırtı tuzağına çekilen müslümanlık iddiasındaki gruplar, rejimin parçala böl taktiğine düşmüş, biribirlerini yemenin şehvetine sürüklenmişlerdi!

ÜSDAD MERHUM İLE BİR HÂTIRÂMIZ…

Merhûm bir gün, Cağaloğlu’nda Üretmen Han’ın tam önünden yukarı çıkarken, biz de karşı kaldırımda Ayasofya istikâmetine inmekteyiz… İhtirâmımızı karşıdan arza çılışmaya hazırlandığımız bir sırada ve hiç beklemediğimiz bir anda, Merhûm Üstadımız bizi görüyor ve son derece çevik, bütün vücudu ile; ve elinde, o klasik evrâk çantası ve üzerinde de çizgili iş palto-pardesüsü olduğu hâlde, tarafımıza teveccüh ediyorlar… Ve siyâsîlere şiddetli muhâlefetimizi kastederek, o gür ve erkek sesiyle ve sağ elleri kumanda mevkiinden emretdiler.. ve bir vechesiyle de iltifât buyurdular:

“–Yaz Sevgilim yaz! Hoşuma gidiyorsun…”

Tabii sırılsıklam mahcûbiyet…

Birkaç ay sonra biz de,  gazete ve parti-pırtıda gördüğümüz tehammül edilmez yamukluklar sebebiyle, yazılarımıza son verib alâkamızı tamâmen koparıb atdık…

Erbakan zihniyetinin lâyik dembokratik cumhûrî sistemin en usta din istismarcısı zihniyeti olduğunu, ehl-i sünnet çizgisi ile zerre kadar alâkası olmadığını, biz o zaman görüb gösterdikse de, nice samimi fakat saf insanlarımız bizleri ta’n ü teşni’ etmekden geri durmadılar. Ancak, çok seneler sonra anlıyacaklar ve bizden de helâllik istiyeceklerdir!

Üstad Merhûm ise, makale ve “Raporlarındaki” nice yazılarıyla bu menfîlikleri  ortaya koymuşsa da, pek şiddetli redd ve ihtarlarına, müsbet hiçbir cevab ve tavır alamamışdır. Merhûm’a verdiği iğrenç bir zarar “Raporlarda” bütün tafsîlâtıyla vardır; biz hulâsa olarak burada zikredelim:

Kendi istirhâmıyla, evine gitdiği Üstad’a Büyük Doğu’da neşredilmek üzere beyanda bulunur. Sonra bu beyan da’vâ mevzuu olunca, “Ben böyle bir şey demedim, Necib Fâzıl uydurmuş” der! Netîcede, Üstâd Merhûm yüklü bir tazminata mahkûm olur. Ancak, da’vâcı taraf olan Dünya gazetesi sâhibi Mason Bedii Fâik, Üstâd Rahmetlinin Erbakan’ın hakikatı pek çirkin tahrifine muttali’ olunca da’vâdan vazgeçer…

“İNGİLİZ TARZI SEKÜLARİZMA”  DEMEYE KADAR İFLÂS ETDİLER!

İşte bir tarafda, zulmün önüne atılan (mazlum) Üstad Merhûm’un yanında bir mason; diğer tarafda ise, Üstad Merhûm’u zulmün önüne atan, müslüman görünüşlü ve halkın “Mücâhid” bildiği, hem de kendi gazetesinde “Peygamber misyonlu Lider” olarak reklâmı yapılan bir adam!.

Bugün gelinen noktada ise, işte Parti-Pırtısını emânet etdiği ve “İngiliz tarzı sekülarizma istiyoruz” çukurundaki İngiliz damadı ve pro.esi Karamollaoğlu ile, sâir adam ve madamların hâl-i pürmelâli… Sokağa atılışları; ve Oğlunun, babasının öz partisi aleyhindeki faaliyyetleri…

Ma’sum müslümanlardan alınan ahlar, onlara atılan iftirâlar ve alçakça yapılan aşağılamalar, daha dünyada iken bile mütecâviz ve müfsidlerin sonunu böyle noktalamada…

Uyuzhanlar, Ş. Azanlar, şımarıb dehhâmeleşen “balmumu adamlar”, ….. ve benzeri nefs azmanları, “Peygamber misyonlu Liderleri” ile beraber, Âdil-i Mutlak Azze ve Celle Hazretleri’nin onulmaz bir sillesi ile, şimdi beyne’l-hayat ve’l-memât yüzüstü sürü.üb bitmek üzereler…

İslâmiyyet’i, babalarının malı gibi istismâr edib harcayan ve sulandıran, hangi madrabaz politikacı olursa olsun, bunlardan ibret alıb ıslâh olmazlarsa, selefleri gibi iki cihanda da rahat edemiyecekler; başları binbir derd ve belâdan kurtulmıyacakdır…

İntişârı: 14.04.2019 /

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir