-2- 10 Kasım Münâsebeti İle İlk Ve Son Türkiye Reis-i Cumhûrları Ne Dedi?..
10 Kasım 2023
-2- Cedd-i Azîzim Bartın Müftüsü Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerini Yâdederken…
26 Kasım 2023

CEDD-İ AZÎZİM BARTIN MÜFTÜSÜ

MUHAMMED RİF’AT EFENDİ HAZRETLERİNİ YÂDEDERKEN (Kaddesallâhu Sırrahu’l-Âlî)…

-1-

 

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

Bugün, Bartın Müftüsü Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin (30/RECEB/1351 salı günü)=(Efrencî: 29.11.1932)de, Âhıret-i Dâr-ı Bekâya Rıhlet buyurmalarının 87. sene-i devriyesidir. Merhûm Ceddimize Allâh Azze ve Celle’den rahmet-i vâsia niyâz ederken; ihvân-ı dînimizden dahî Merhûmun ve bütün mü’minîn ve mü’minâtın ruhlarına Bir Fâtiha ve Üç İhlâs-ı Şerîf ihdâ’ eylemelerini hassaten ricâ ederiz…

*

18. Asr-ı mîlâdînin ortalarıdır…

Buhârâ sâkinlerinden MÜSLÜMAN bir Oğuz aşîreti garba hicret kararı almış; ve Kafkasya’ya doğru yola çıkarak DAĞISTAN merkezli bir mahalde yurd tutmuşdur…

İ’lâ-yı Kelimetullâh içün varlık sahnesine çıkan Osmanlı’ya yakın olmak; ve küffâr karşısında gerileme devrine giren İslâm Dünyâsı’nda safları sıklaştırmak azmi, bu hicretin ana sebebidir…

Dünyâ, Âdem Aleyhisselâ’dan beri, insanların Hakk ve bâtıl kutubları arasında bir mücâhede ve mücâdele meydanı bulunuyor. Müslümanlar, Hakk’ın ve Haklının yanında, zulmün ve zâlimin karşısında olmak üzere yaratıldıklarının îmân ve şuuruyla, dâimâ bu istikâmetde dünyâya hâkim olmak istemişlerdir ki, bu, onlara, küre-i arzda “Dîn, mücerred Allâh Azze ve Celle’nin oluncaya kadar” yüklediği bir CİHÂD mükellefiyyetidir. Son Şerîat’da BEŞ olan ana ibâdetlerin en mühimi CİHADDIR ki, Büyük Mürşid Merhûm Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Hazretleri de bunu, “Câmiu’l-Mütûn….” nam akâid eserinde beyân buyurmuşdur. (5. tab’ı, 1988, s. 151) Mutlak “irâde ve hâkimiyyetin”, mücerred Allâh Azze ve Celle’ya âid olduğunu bir an bile  unutmayışın dîni olan Müslümanlık, topyekûn ins ü cinne, biricik intisâb ve inkıyâd kıymeti ve mercii olarak, mutlak ma’nâda kendisini göstermiş; ve bütün îmân eden mü’minlere: “Namazım, bütün ibâdetlerim, hayâtım ve memâtım, Âlemlerin Rabbi Allâh içündür.” (En’am 162)  dedirterek, bu temel düstûr ile îmân edenleri, o biricik “Tevhîd” hedefiyle mutlak terbiyeden geçirmişdir… 

Bugün ise dünyâ, cumputratik, pozitivist, materyalist, determinist, ateist, ataist, deist, lâyik-kamalist, seküler ve nice fırâk-ı dâlle tarafından bir cendere (şirk) içine alındığından, tevhîd yerine, bütün parçaları biribirini kemiren bölünmeler ve bölmelerle, tam bir tefrika çukuruna itilmişdir! Rûhî ve bedenî illet ve zillet, hadd safhaya çıkmışdır… Çâre diye de, insan nefs-i emmâresi emrindeki aklı (tanrılaştırmışlar); ve bilhassa dembokrasi para-lamentolarında “Emir-yasak-helâl-haram-hakk-vazife-mükâfât-cezâ v.s.ler” yerine, bunların bir takım mukâbil ve muâdilleri (!) uydurularak, İslâmiyet, insan hayâtından sıyrılıb çekilmiş, bu beşerî sistemler vasıtasıyla daha da (mutlak) bir çıkmaza girilerek bataklığa saplanılmışdır! Hele enkazdan ibâret, başsız ve istikâmetsiz bırakılmış İslâm Coğrafyasında, bütün kıymet mikyasları, 15 asırlık Haçlı düşmanlar hesâbına tam tersine çevrilmişdir. Cedd ile torunun dilleri ve yazıları bile değiştirildiğinden, aynı kökden biribirini yiyen iki ayrı ve zıd düşman (millet) teşkîl edilerek, sonrakiler, evvelkilerin “tenkîlini=soykırımını” hedeflemişlerdir. Sun’î olarak ve cebren, sonrakiler, evvelkilerin dinlerine, dillerine, âile telâkkîlerine, târihlerine, hâtıra, medeniyet ve hukuklarına, ictimâî ve siyâsî-idârî-mülkî varlıklarına ve hulâsa başlarına belâ kesilmişlerdir!. 

Anadolu milleti, yunanlıyı Polatlı’ya kadar ilerleten ve İstanbul ile bazı Karadeniz mıntıkalarını işgâl eden İngilizi; ve Anteb, v.s. ile Zonguldak hâvalisini işgâl eden Fransızı, Antalya mıntıkasını işgâl eden İtalyan keferelerini, dişini tırnağına takarak ve binbir imkânsızlık içinde vatanından 4 sene gibi kısa bir zamanda kovmuş ve denize dökmüşse de; 1922’den sonra başlıyan bir iç işgâl, LOZAN tuzağı ve sonra da İngiliz güdümlü bazı yerli  çeteler tarafından, bin kat daha beter olarak ikinci bir (işgâl) başlatılmışdır. Anadolu’yu, maddî ve bilhassa ma’nevî cihetden, moğol istilâsından kat be kat daha feci’ bir yangın yerine çevirmişlerdir. Bu iki işgâl ve istilâ Anadolu’yu öylesine değiştirmiş ve kendi kendisi olmakdan nâmütenâhî derecede uzaklaştırmışdır ki, artık bu ikinci işgâlin verdiği zararların telâfîsi nasıl mümkin olur bilemiyoruz! Haçlı Bâtıl Batı ve Yehûd dünyâsı, Müslüman Osmanlı neslini kurutarak, târihde eşi ve benzeri görülmez derecede KORKUNÇ 15 asırlık şirklerinin,  tam bir decâcile, cebâbire ve zaleme zulmü ile, Müslümanlık ve müslümanlardan intikâm  almışlardır…

Hüküm, irâde ve hâkimiyyetde, Allâh Azze ve Celle’ye öylesine dehhâmeleşmiş eş ve ortak, benzer ve nazîr mihrakları ihdâs edilmişdir ki, cihân târihinde bir benzerine kat’iyyen rastlanılamaz… “Semâ ve arz DEVLETİ ve memleketinin mülkü müstakillen Allâh’a âid olduğu halde”, (Elm. 1936, 2/1255) ins ü cin bunu tanımayıb, mülkün sâhibini kendisi görerek, Hâlık Teâlâ’nın mülkünü gasb ile en büyük bir terör estirmiş; ve “hüküm, irâde ve hâkimiyyet benimdir” diyecek kadar da azgınlık, arsızlık, Allah’sızlık  ve tuğyân içine girmişdir…

Kâinât DEVLETİNİN mülkü müstakillen kendisinde bulunan ve Sübhân olan ALLÂH Teâlâ’ya, O’nun sıfatları tanınmadan, hükmü, irâdesi ve hâkimiyyeti dışına çıkılarak, bütün bu şirke rağmen “O’na inanmak şeklinde” uydurulan bir küfr ü dalâlet, kendisini müslüman ZANNEDEN bütün zavallıları kuşatmışdır… “Allâh” deyiş, kalbden ve özden değil, tamâmen dilde, lâfızdan ve hakîkatsizliğinden ibâret kalarak, o da, biribirlerine, “Allâh münkiri bir kâfir değil” dedirtmek sahtekârlığı gösterişi ve hesâbıyla ağızlara alınır olmuşdır!.

Tam bir, “Câhiliyyet-i Ûlâ ta’kibçisi Câhiliyyet-i Uhrâ!”

Decâcile, Cebâbire ve Zalemesiyle, suret-i Hakk’dan görünmeye çalışan-çalışmayan “İdâreci kılıklı insan tâcirlerinin ve politikacı adı altındaki insan çobanlarının”, dizginleri ellerine geçirdiği bir dünyâda, bir takım beynelmilel teşkîlâtlardan meded ummak da, en büyük bir hamâkât, abes ve ihânetdir ki, bu da, dünyâ insanlarını oyalamanın, narkozlıyan bir formülü bilinmelidir!

Bugün insanlık, Allâh Azze ve Celle’nin hüküm, irâde ve hâkimiyyeti altında sulh ve birliğin seâdetine ermek yerine, dünyâ çapındaki para-lamentolardaki binlerce (tanrıyı), bunlarda KÂNÛN TEŞRÎ’İ içün “irâde ve hâkimiyyet” vehmederek, TAPILAN bir ilâh kabûl etmiş; ve Kıyâmet’e yakın, “Câhiliyyet-i Uhrâyı ve heykelleri” başına belâ etmişdir!.. “Dembokrasi, v.s.” adıyla gece gündüz putperestçe zikri ve reklâmı yapılan sistemler, târihlerine bakılacak olursa, “Antik Yunan aklının bir ifrâzâtıdır.” Bunlar, Fransız ve ABD ihtilâl ve cilâlamalarından sonra bütün dünyâya, “tek dünyâ devletine” giden yehûdî global çetelerinin bir kazığı olarak çakılmak istenmektedir… “Demputrasi” zikri içindeki gâfil politikacılar ise, bu zikir ve fikirleri (!) ile, kime ve hangi mihrâklara hizmetçilik ve uşaklık yapmaktadırlar ki, bunlar, bâtıl BATI tuzaklarının hiçbirini, fehmedemeyecek kadar basîretleri bağlı zavallılar hâline gelmişlerdir!. Yahudi-haçlı şebekeleri, “demokrasi getireceğiz” diyerek dünyânın onlarca köşesindeki memleketlere rahatça girmiş ve oralara sâdece kan, gözyaşı, bozulma, ahlâksızlık, fitne, fesâd, ölüm ve şeytanlık getirmişlerdir…

“Demputrasinin”, haçlı-yahudi emperyalizminin beşeriyeti sömürme tuzağı olduğu, bugün nice garblı filozof ve politikacılar tarafından bile her vesîle ile ve nice vesîkalar üzerinden dünyâya beyân edilmesine rağmen, Anadolu’da uşak ruhlu nice politikacı karikatürleri hâlâ “demputrasiyi” din, parlamentoyu “ma’bed”, nice heykelleri “tanrı”, bazı kabirleri “tanrı beyti”, anayasaları “Kitâb-ı Mukaddes”, parti başlarını “demputrasi ruhbânı”, sandığa gitmeyi “En büyük Dînî bayram=Demputrasi şöleni”, sandıklara zarf atmayı tanrı ve ruhbana “bey’at” telâkkî ve înancı hâline getirerek ve böyle bir (hayât tarzını) halka cebren geçirib giydirerek, onlara İslâmiyyet’i unutdurmanın ve böylece ortadan kaldırmanın plân ve programlarını yürütür olmuşlardır…

“Semâ ve arz Devlet ve memleketinin mülkiyeti müstakillen kendisinde” olan Allâh Azze ve Cele’yi bu vasfı içinde GÖREMİYENLER, başda politikacılar, particiler ve para-lamento tanrılarıdır ki, işte günümüz, bu hâliyle dünümüzden nâmütenâhî derecede farklı, menfî bir istikâmete girmişdir.

İŞTE, ana mevzû’umuzu teşkîl eden Merhûm ceddlerimiz hakkında kalem oynatma cür’etinde bulunurken, onların hangi iç dünyâlara sâhib, hangi kalb ve gönül erleri olduklarını ve onların hangi âlemlerin içinde bulunduklarını alâ kaderi’l-imkân takdîre çalışmalıyız; ve bu noktadan hareketle, bazı mes’eleleri o zamanın kıymet hükümleri çerçevesinde nazara alabilmeliyizdir!

KOCA TOSCUOĞLU MERHÛM HÜSEYİN EFENDİ HAZRETLERİ

Ecdâd-ı Azîzimiz Hazerâtı, RUBÛBİYET MAKÂMINA ÎMÂN VE İNKIYÂD NEYİ ÎCÂB VE İKTİZÂ ETDİRİYORSA onun ta’kîbini esas aldıklarından, BUHÂRÂ civarındaki MÜSLÜMAN OĞUZ kabilelerinden biri, garba hicret kararı alır. “En büyük ibâdetleri cihâd” olduğu halde, Büyük imam, mürşid, mücâhid ve Hâlidi ocağının yetiştirdiği Büyük Mücâhid Şeyh Şâmil’i (Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerini) yetiştirecek o sarp DAĞİSTAN toprakları vatan edinirler… Ancak ba’zı aşîretler, buralarda da çok kalamaz, birkaç asır sonra ANADOLU’YA hicrete başlarlar. Bunlar, Osmanlı idâresini tercihle Anadolu’ya hicreti hedeflerken; daha büyük kısmı da Dağıstan taraflarında kalmayı tercîh ederek, ileride Büyük İslâm Mücâhidi Merhûm Şeyh Şâmil Hazretleri’nin İmâmet ve Hükûmet’ine tâbi’ olurlar…  Karadeniz mıntıkalarına hicret eden aşîretlerin ba’zı soy ve kolları da, BARTIN civârına yerleşirler… Dağıstan’ın sert ikliminde CİHÂD ruhuyla birkaç asır pişen bu aşîretler ve onlara âid soylar, biricik hedef hâlinde ve ağırlıklı olarak hayâtlarını ilim ve cihâd  istikâmetinde yaşamıya vakfetmişlerdir…

18. asrın sonlarına doğru Zonguldak-Bartın havâlîsine hicret eden bu aşîret ve onlara bağlı birçok SOYLAR, üçüncü yurdlarını inşâ” etmişlerdir. “Koca Toscuoğlu” lâkabıyla tanınan Hüseyin Efendi, (Tevellüdü takrîben 1825-1830’lar olub, vefâtı da 1912-1914 gibi) çok genç yaşından i’tibâren bir yandan şer’î ilimlerle, diğer yandan da kendi çapında tebâbet ve çiftçilikle meşgûldür… Fakat ilme ve bilhassa şer’î ilimlere karşı içinde büyük bir iştiyâk vardır…

18’li yaşlarında bir gün çift sürerken, an be an içini yakan ve artık önünde duramıyacağı ve onun içün vazgeçilmez bir hedef-gâye hâline gelen bu iştiyâkı, ona şu kararı aldırır:

“-Bartın 8-10 km. ötede.. işte her hafta gitdiğim yer.. orada ilim tahsîli içün mutlaka talebe olmalıyım! Buna babam bile mâni’ olamamalı.. Biavnihî Teâlâ, Yâ Allâh Bismillâh!..”

Kararını vermiş ve Dağistan’lı mîzâcının iktizâsı hemen tatbîkine geçmişdir!

Karasapanla çift sürmeyi bırakmış, “üvendireyi boyunduruğa dayamış,” abdestini tazelemiş, sarığını takıb cübbesini de giyerek ve yaya olarak; ve hiç kimseye haber vermeden, hatta evine bile uğramadan Bartın’ın yolunu tutmuşdur!..

Karşı istikâmetden gelen tanıdık komşularına söyledikleri de, son derece kararlı olduğunu gösterir:

“-Pederime söyleyiniz! Çift sürdüğüm hayvanlarımız tarladadır. Ben Bartın’a ilim tahsîli içün gidiyorum. Eve dönmiyeceğim. Vâlideynim hakklarını helâl edeler!”

xxxBartın’da muhtelif icâzetli hocaların önünde, artık diz çökme devri başlamışdır… 

Gece-gündüz demeden ilim aşkıyla tutuşan Koca Toscuoğlu Hüseyin Efendi, Bartın’da 5-6 yıllık tahsîlinden sonra, girdiği imtihanları da kazanarak, Bartın’ın en merkezî, en meşhur, en kadîm ve Cezâyir’li OSMANLI Paşalarından birinin hayrâtı olan “Arab Câmi-i Şerîfi” nâmı ile ma’rûf câmi’e, Kur’ân-ı Kerîm Muallimi ve Müezzin olarak ta’yîn edilir…

Ulûm-ı şer’ıyyeye çalışması hiç durmaz ve adı geçen vazîfelerine devâm ederken, bu sefer hem talebe ve hem de hoca olarak yoluna devamdadır! Ve yıllardır içinde sakladığı bir ahdi ve sırrı ise şu:

“-Eğer bir oğlum olursa, onu İstanbul’un en yüksek medreselerinde okutacak ve Bartın’a MÜFTÜ yapacağım biavnihî Teâlâ!”

Bartın’ın tanınmış âilelerinden ve Şatıroğullarının sözü sohbeti dinlenir dul gelini ve sâlihât-ı nisvandan “MOLLA ANA” lâkabıyla meşhur hanımla (Büyük anamızla) izdivâc eder…

1862.

Bu izdivacdan, efrencî 21/Şubat/1862’de, Cedd-i Azîzim (pederimin pederi) Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri tevellüd eder…  Müşârünileyh, Merhûm Ceddimiz Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri, 18-20 yaşlarına kadar Bartın’daki bütün tahsîl kademelerinden geçdikden sonra, Hâlidî Halîfelerinden Bozacızâde Zühdî Efendi Merhûm’un Safranbolu’daki medresesinde de 3-4 yıl ulûm-ı şerîyye ve tasavvuf tahsîl etmişdir. Artık, Pederi KOCA TOSCUOĞLU HÜSEYİN Efendi Merhûm’un İstanbul’a göndereceği devreye girmişdir… Pederinin en büyük emellerinden biri olarak, bundan sonra Makarr-ı HILÂFETE  kavuşma hazırlıkları yapılır, helâlleşmelerden sonra da Pây-i Taht…

Merhûm Ceddimiz Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri 12 sene zarfında, evelâ Fâtih, sonra da Süleymâniye medreselerinde ulûm-ı aliyye ve âliye ve ilm-i tasavvuf ile alâkalı bütün tedrîs kademelerinden yüksek derecede (icâzetnâmeler) alarak tahsîlini ikmâl buyuracaklardır…

KOCA TOSCUOĞLU MERHÛM İLE ALÂKALI SÂİR HUSUSLAR…

Koca Toscuoğlu Hüsey Efendi hakkında, Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin en küçük oğlu Merhûm Muhammed Seyyid Efendi’nin (Merhûm Pederimin); ve gene onun da en küçük oğlu bendeniz (Ahmed Selâmî abd-i âziclerine) anlatdıkları, bizim de en küçük oğlumuz Ahmed Zıyâüddîn Efendiye emânet edeceğimiz üç-beş emânet ve bilhassa hâtırâyı, burada zikretmek isteriz…

  • Merhûm Koca Toscuoğlu, vefâtından 2-3 yıl evvel 80’li yaşlarının ortalarına doğru, minâreye çıkmakda zorlanır ve en ziyâde de, o zamanlar 8-10 yaşlarında olan torunu Muhammed Seyyid Efendi’ye ezân okuturmuş! (Bir vakit namaz), müezzinliğinin bedeli olan maaşına göre kaç paraya tekâbül ediyorsa, onu, minâreye çıkartdığı kimselere zorla verirmiş! Torunu Muhammed Seyyid Efendi bunu almamak içün ne kadar direnirse de, Büyük Babası (Dedesi) olan Hüseyin Efendi Merhûm, “El emru fevkal’edeb” diyerek sesini yükseltir, şimdiki çıfıtların uydurduğu şekliyle “şiddet (!) göstererek” cebine koyarmış!
  • Merhûm’un sesi o kadar gürmüş ki, Bartın Arab Câmi-i Şerîfinde okuduğu ezân-ı şerîf, civâr köylerden bile duyulurmuş!
  • 80’li yaşlarında, bir ara gözleri zaif görmiye başlamış. “Artık Kur’an-ı Kerîm okuyamıyacak ve okutamıyacağım!” diye, zaman zaman çok hüzünlenir ve ağlarmış! Bunun üzerine, biavnihî Teâlâ Bartın’a mütü yapmıya muvaffak olduğu Oğlu Muhammed Rif’at Efendi, Tıbb-ı Nebevî kitablarından bir şifâ çâresi-reçetesi aramıya başlar! Buna göre hakîki zeytin yağına, falan cins incirler iğne ile 20-30 yerinden delinib vaz’edilecek; ve şu kadar gün ayazda bırakıldıkdan sonra, aç karnına her gün, ne kadarsa o kadar yenilecek… Muhammed Rif’at Efendi, pederine bunu tatbîk etmiş ve gözleri yeniden eski hâline gelen Koca Toscuoğlu Merhûm Hüseyin Efendi, eskisi gibi yeniden Kur’an-ı Kerîm okumıya ve talebe okutmıya yıllarca devâm etmiş… (3)
  • Merhum Hüseyin Efendi Hazretleri hakkında Peder-i Muhteremimiz Muhammed Seyyid Efendi Merhûmun nakletdiği bir hâdise de şudur: Dedesi (Ceddi-Büyükbabası) KOCA TOSCUOĞLU Merhum Hüseyin Efendi, 56 yıl binlerce çocuk okutduğundan, talebelerinden birçoğu, vakti hulûl edib halîfe-i müslimîn tarafından seferberlik i’lân edilince, şer’î-vatanî CİHÂD vazîfelerini îfâ içün Osmanlı-İslâm ordusuna alınmışlardır. Bunların içinde on yıllarca askerlik yapanlar olmuşdur. Trablus, Balkan, Yemen, Kafkasya, Filistin, sonra Çanakkale ve “İstiklâl Harbine” de iştirâk edenler bulunmuşdur…
  • Bartın ve havâlîsinden olub da, evlerine ÇANAKKALE harbinden (şubat 1915-ocak 1916) sonra, 1917’den i’tibâren terhîs olub GÂZÎ olarak memleketine dönen bir kısım talebeleri: “-Hocamız Koca Toscuoğlu Hüseyin Efendiyi ziyâret etmek istiyoruz!”Derler… Fakat aldıkları cevab:“-O, Çanakkale Harbinden evvel  vefât etdi!”Şeklindedir! Gâzîler büyük bir hayretle:

    “-Nasıl olur, biz Çanakkale Harbinde her süngü hücûmuna kalkdığımızda, onun da bizim önümüzde “Allâh içün vurun aslanlarım! Allâh içün vurun, koman yiğitlerim, Allâh içün koman haa!” nâraları atarak, sarık cübbesi ile en önde vuruşduğunu görürdük!”

    Derler…

    Bu kabil hâdisâtın, meşrûtiyetçi, ittihadçı, pozitivist, ateist, cumhuriyetçi, kamalist, dembokrat, seküler ve ılmâniyyeci (lâikçi) kafalarca hiçbir ma’nâsı olamıyacağı, elbetde îzahdan vârestedir!

    Fakat ne yapalım ki, onlara rağmen, bu bir hakîkatdır;  kâinâtda, sâdece ve yalınız, hükm-i ilâhî hükümfermâdır… Levh-i mahfuzda, KÂDİR-İ MUTLAK AZZE ve CELLE HAZRETLERİ ne yazmışsa, ancak o olur… O, yegâne YARATICI olarak, “Dilediğini dilediği gibi yaratır; ve kendisini, semâ ve arzdaki her atom ve hücreye, zerreye kadar her yaratdığına tesbîh etdirirken”; ins ü cin de, kimisiyle mü’min olarak bunu duyar ve görür, kimisiyle de münkir olub bunu duyub göremeden seyredib giderler! Ve mü’min de gâvur da olsa, her nefis, ömrünü tamamlıyarak, Yuhyî ve Yümîd ve hüve Hayyün lâ Yemût Azze ve Celle Hazretlerine MUTLAK ve MECBÛRİ DÖNÜŞ yapacakdır!…

    Binâenaleyh, buradaki derinliği, rûhun yanıb yıkılırcasına duyması ve gaşyolması ise, mücerred (nasib) mes’elesi olarak Kıyâmet’e kadar önümüzde duracakdır…

  • Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin Kâim-i Birâderi (Pederim Muhammed Seyyid Efendi Merhûmun öz dayısı Nu’man Çavuş) tam 20 yıl zikretdiğimiz cebhelerin tamâmında harblere katılmış, Bartın’a avdetinde evinin yolunu bulmakda zorluk yaşamışdır! Sokakda 20 yaşlarında bir gence rastlamış ve Nu’man Çavuşun evini sormuşdur!. Genç adam evi ta’rîf etmiş ve fakat bu ecâib kılıklı adamın suâlinden de rahatsız olarak peşine takılmış ve ta’kîb etmişdir… Eve girmeye hazırlanan adamı içeriye “Allâh Misâfiri olarak buyur eden” genç, bunun “ÖZ BABASI NU’MÂN ÇAVUŞ” olduğunu ancak adamın kendisini iyice tanıtmasından sonra anlamışdır!.. Babası askere alındığında henüz kundakda bir bebek olduğunu bilen genç ve bütün komşular, binbir şükrederek, Allâhu Teâlâ Hazretlerine hamd ü senâlarda bulunmuşlardır…
  • Nu’mân Çavuş’un ablası, (Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin üçüncü zevcesi ve bendenizin BABAANNEM olan Fâtıma Anamız, 20 sene karındaşından haber alamamanın hüznünü yaşamış; ve penceresine konan bir kuşlar ötse, kendi kendine “Kardeşimden haber mi getirdiniz” diye mırıldandığını, Rahmetli Pederim naklederdi…
  • Bugün olduğu gibi davul-dümbelekli, ağlayıb zırlamalı asker gönderme ve istikbâl etmeler ayıb, şımarıklık,  hatta edebsizlik sayıldığından, eski ve hakîkî Osmanlı torunları, “Cihad’a, İslâm’daki 5 ana ibâdetden en mühimi olarak bakmışlar, onu, en hayırlı bir alış-verişe gider ve gelir gibi”, en tabiî hâl ve şekilde  karşılamış,  onu büyük bir vekâr ve tevekkül içinde telâkkî edib yaşamışlardır…
  • SÛRET-İ HAKK’DAN GÖRÜNEN MÜNKİR VE İSLÂM MUHARRİFLERİ, İYİ ANLAŞILMALIDIR…

    Milletimiz, târîh boyunca “Muvaffakıyyet Allâh’dandır” demiş ve millet-i İslâmiyye buna, tam ma’nâsıyla îmân ve tevekkül ederken; İslâm milleti dışındakiler, insanlıkdaki putperestlik damarı mu’cebince, “muvaffakiyyeti” Allâh Azze ve Celle’nin dışında bir mahlûka isnâd ederek, o nisbetde de HÂLIK TEÂLÂ’dan uzaklaşmışlardır…

    Birileri ve İslâm’cı irileri, bunları da, “Asrın diyalogcu ve müşrik idrâkine, ictihâd müessesesini artık yeniden işleterek!”, nasıl ve hangi “câhile hass cesâretle” söyletecekse…

    Mu’tezile, hâriciler, teymiyeci, ibni sebeci (şiiyyûn), efgânîci, abduhçu, reşid rızâcı, telfikçi, edyân ve mezâhib takribcisi, lâ mezhebiyye bezirgânı ve vehhabiye kafalı ruhban sınıfları da, aldıkları maaşlarıyla beraber bunları YERLER, onbinde bir nisbetindeki YİYEMİYENLERSE, boğazlarına KEMİK takılmışçasına tıkanır veya gıcık olub öksürür dururlar!..

    1925’de dergâh ve medreseler kapatılıncaya kadar, Bartın’da Hâlidî-Zıyâî halîfesi Merhûm Muhammed Rif’at Efendi, Rufâî zâkirbaşı da Hacıbalıkzâde Ali Efendi imiş… Pederimiz Muhammed Seyyid Efendi Merhûm’dan nice teferruatıyla dinlemişizdir ki, Rufâî dergâhında her hafta yapılan zikirler esnâsında, meydan mangalında kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırılan şişlerle, zâkirler (müridler) belli yerlerinden duvara çakılır, dakikalarca o halde zikrederler… Zikrin hıtâmında şiş çekilir ve şifâ dokunuşuyla ne kan, ne yara ve ne de en küçük bir iz kaldığı görülürmüş!…

    Rufâîlerin bu kabil hârikul’âdelikleri Büyük Ehl-i Sünnet pîrânından Seyyid Ahmede’r-Rufâî (Kuddise Sırruh) Hazretlerinden beri 8-9 asırdır görülmektedir. 1925’de, medrese, dergâh, tekke, zâviye ve tarîkatlerin kapatılması ile materyalizma-sekülarizma ve layıklığa milleti kolay geçiş yaptırmak içün, bu jakoben, cebrî ve tâğûtî usûllere baş vurulmuşdur…

    İbrâhîm Aleyhisselâm’da bıçağın İsmâil Aleyhisselâm’ın boynunu kesmemesi, ateşin, İbrâhîm Aeyhisselâm’ı yakmaması, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın nice mu’cizeleri gibi hârikül’âdelikler, Tarîkât Pîrânı pek yüce zevâtı kirâmda da, enbiyâ hazerâtının mu’cizelerinin bir aksedişi hâlinde “kerâmât” olarak görülmüşdür. Bazı tarîkatlarda bu hâller, ehil olan müntesibleri eliyle de devâm etmişdir. Ancak günümüzde, “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” çizgisinde tarîkat ehli nasibli zevâtı bulabilmek fevkal’âde zorlaşmış, birçokları “Allâh ve Rasûlü Düşmanı nice ısyân ve tuğyân ehlinin buğz ve adâvet içre dile alınmalarının câiz olmadığını” söyliyecek kadar zıvanadan ve dinden çıkıb ileri gitmiş; bazı Sağduyu partili prof ve modern şeyhler” de, “demokratik, laik ve sosyal” teslisli anayasaların bu 3 mefhûmunu üzerine basa basa zikredib, bunların “güzellemesini” vidyolarla ve alenen, kürsülere çıkarak başlarında sarıkla yapacak kadar beşerî sistemler içinde erimiş; bir yandan da “Merhûm Gümüşhânevî” hazretlerinin yolunda olduklarını mürîdân u tirîdânına yedirir olmuşlardır!. Yüksek dîn kurulu denilen yerlerdeki bazı prof anbalajı içindeki “Hâlis Aydemir” gibi ilâhiyât tahrifçileri de: “Hadisler, 3-4 kuşakdan geçdikden sonra kitablara geçdi. Bu yüzden hadislere güvenib onlardan hüküm çıkaramayız” yâveleri savurmaya başlamışlardır. (Hadîs Usûlü ilminden) bir avuç nasîbi olan bir insan veya bir misâl olarak Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin “Dînî Müceddidler” nâm eserinden, hadîs-i şeriflerin günümüze kadar Allâh Azze ve Celle’nin hangi insanüstü hıfz u emânında nasıl geldiğini; muhaddisîn-i kirâm hazerâtının eşi benzeri görülmiyen gayret ve cehdi ile nasıl tertîb, tanzîm, tasnîf ve te’lîf edildiğini târihî seyri içinde idrâk  şerefine ererse, bu kadar fâhiş yalan ve iftirâlar karşısında susub, bu kabil adamlara zerre kadar îmân, insaf, insanlık ve ilmîlik atfedemez… Nice ahbar ve ruhban sınıfları da, politikacıların yalakalığı içine girerek beşerî sistemlerin ahlâksızlık ve îmânsızlıklarını meşrû’ göstermiye başlamışlar; ekranların  fikir fâhişeleri oluncaya kadar şımarıb azıtmış ve Şeriat-ı Garrâ’nın en baş umdelerinden olan “Hubb-ı fillâh ve Buğz-ı fillâh” farzlarını hiçe sayacak kadar da dinden îmândan sıyrılıb fırlamışlardır…

    Kendilerini, kutsî ve hakîkî sünnî tarîkatlara sahtekârca nisbet eden bir çok cübbeli-cübbesiz dalâlet baykuşlarının da, hakîkî İslâm tarîkatları ile bir alâkası düşünülemez… Bunların topu da, İslâmiyyet ve müslümanların yüzkaraları; ve sokak ağzıyla maddî imkânlar ve etraflarına söğüşlenecek taraftâr toplama sahtekârlarıdır. “Semen-i kalîl” uğruna herşeylerini, dinlerine kadar satmakdan çekinmiyen sahsiyetsiz ve şerefsiz bu kabil bel’amlar, her devirde görülmüşse de, zamanımızda hamam böcekleri gibi her delikden başlarını çıkarır olmuşlardır… Cehâlet ve sahtekârlık ne kadar yükselirse, bunlar da kanser hücreleri gibi üreyib türeme isti’dâdı göstermektedirler…

    xİmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Kuddise Sırruh Hazretlerinin buyurduğu gibi “Şerîat’a kıl kadar zıddıyet taşıyan tarîkatlarda zındıklık bulunmaktadır.” Seyyid Ahmed Er-Rufâî Kuddise Sırruh Hazretleri Şâfi Mezhebi ile Şeriata ve O Şeriatın Mübelliği Aleyhisselâm’a hârikul’âde bağlanmış bir İslâm Başbuğudur. Onun bu izini ta’kîb etmiyen, beşerî sistemlerin ve politikacıların meddâhîni olmuş maskaraların “Rufâîyim”, Şerîf Abdülkâdir-i Geylânî veya Şâh-ı Nakşibend gibi büyük pîrânın çizgisinden ayrılanların “Kâdîriyim, Nakşîyim” demeleri, bir gözboyama ve sahtekârlıkdır.

    Beşerî sistemlere kul köle ve uşak olmuş süfehânın bırakın tarîkatini, ma’rifet ve hakîkatını, Şerîat-ı Garrâ’ya bağı olmıyanların Dîn ü ÎMÂNI ve hiçbir şeyi yokdur, olamaz… Ahmed ER-Rufâî Hazretlerinin, Medîne-i Münevvere’ye girişinde, Allâh Sevgilisi Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin Kabr-i Şerîfini  ziyâretleri sırasında, ceddi olan İki Cihân Serveri’nin kabirden çıkan elini öpmeleri, (mütevâtiren) günümüze kadar gelmiş ve İmam Süyûtî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerine kadar yüzlerce ulemâmızın eserlerinde bu hâdisenin (vukûu) sarâhaten yer almışdır…

    Ankebut (örümcek) veya Determinist kafalı özürlülerin, bunları anlaması elbetde mümkin olamaz… Bu adamlar, daha midedeki hücrelerin HCl asid ifrâz etdiğini bildikleri, bu asitin de bütün proteinli (etli) yiyecekleri eritdiği halde, midedeki hücrelerin de, aynı biyolojik-kimyevî hücre ve nescden (dokudan), yani aynı madde esâsından olmalarına rağmen, kendilerini hazmedib yok etmediğine bir cevab verebilecekler midir?. Bugün tıbda ve pozitif-rasyonel ilim denilenlerde, bilinenler, bilinmiyenlerin yanında bir hiç mesâbesindedir…

    xPek muhterem ve muhteşem “Cavid-19 VİRÜSÜ Hazretleri” hakkında pek “Görkemli Profesör ve asrın Pırasasörleri” biribirlerine ters ve zıd öyle şeyler iddia ediyorlar ki, bunları dağdaki bir çoban bile bu derece saçmalıyarak aslâ söyliyemez… Halbuki, bu “Kafa gözüyle gördüğüne inanacağını  iddia eden” heriflerin, kelle gözüyle görmelerine rağmen inanmamakda direnmeleri, bu iddialarının bile (yalan) olduğunun isbâtı olarak YAŞANMIŞ hakîkatlar cümlesindendir!. Demek ki bunlar, kafa gözleriyle de gördüklerini, Ebû Cehil gibilerin nice mu’cizeleri gördükleri hâlde inkâr etmeleri gibi reddetmektedirler!. Küfürde bu  temerrüd hâli, günümüzde de aynen yaşanmakda ve Kıyâmet’e kadar da devâm edecekdir. Bunların (inkâr) etmelerinin sebebi, asıl, kalb gözlerinin kör olması ve dolayısıyla “Küfr-i inâdî” içinde bulunmalarıdır. Lâfla, gûyâ “Bilimsellikçilikleri” ayağa kalkdı mı, derhâl “Pozitivist” kesilen ve “Rasyonel bilimleriyle fizik, kimya ve biyoloji kanunu” dedikleri ve hakîkatını bulamadıkları ve “Tabiat kânûnları diyerek onlara TAPAN” bu sahtekârlar, eğer hakîkaten pozitivist olsalar ve gözlerinin gördüğüne inanacak mahlûklar olsalardı, Rufâîlerin kızgın şişi yalamaları veya duvara çakılmaları karşısında bu işlerdeki fizik, kimya ve biyoloji kanûnu dedikleri şeylerin “tabiatın yaratdığı kânunlar” değil, tabiatı da yokdan YARADAN Allah Celle’nin, istediği gibi tasarruf edib, istediği zaman durdurabildiği kânûnlar olduğunu; yani (Sünnetullah) olduğunu takdîr ve i’tirâf etmeleri şart olurdu…

    Bunlar, taşıdıkları bu determinist kafa kusurları ile (mu’cize ve kerâmetleri), pozitivist oldukları içün bile değil, sâdece (küfr-i inâdî) içinde oldukları içün reddetmektedirler… Bunların, yahudi filozof Albert Einstein’ın İZÂFİYET teorisinden bile haberleri olmadığı apaçık ortadadır. Halbuki HAKÎKATIN ifâdesi, hiçbir filozof veya “bilim adamı-madamı ve politikacı” gibilerin diliyle ortaya konulamamış ve Kıyâmet’e kadar da konulamıyacakdır. Böyle olunca da, Mutlak Hakîkatı ortaya koyacak olan 100.000’den ziyâde peygamberin hiçbirinin, diğeri ile en küçük bir (İHTİLÂF) içine girmeden, bu hakîkatı ortaya koyduğu bedâhaten ortaya çıkar. Sokrat’dan beri, tam ma’nâsıyla biribirini tasdîk içinde olan iki filozofun ortaya çıkmadığı vâkıasından bakılacak olursa, insan zihninin Hakîkata vâsıl olması muhaldir… Hepsi de, ölüm döşeğinde “Bana Peygamberlerin haber verdiği Allâh lâzım” diyen Pascal gibi, bâtılla yaşadıklarını i’tirâf edemeden maal’esef çukurlarına yuvarlanacaklardır…

    Ebû Cehil’in, elinde tutduğu taşların Kelime-i Tevhidi söylemeleri üzerine, “Gene sihir yapdın” demek gibi bir bahâneye mel’unca sarılması ve böyle aşşağılık bir iftirâya tenezzülü, bütün münkirlerin değişmiyen bir inkâr karekteridir! Bütün pîrân ü evliyâ-yı kirâmdan zuhûr eden ve mutlaka Hâlık’ın yaratması bulunan kerâmetlerin her birisi karşısında da, münkirlerin, bu kabil bayat ve çürük bahâneleri aynen kopyalayıb tekrarlıyarak onlara sığınması, aynı haysiyetsiz ve çukur keyfiyetdir!.

    Şu anda bile Kâinât tarihinin en büyük Mu’cizesi Kelâm-ı Kadîm olmasına rağmen, onun ümmî bir Peygamber (Aleyhisselâm) elinde 600 küsûr sahifelik bir KİTÂB-I MÜBÎN olarak VARLIĞINI ve cihâna meydan okuyuşunu 1500 senedir görürler de, “Onun, Allâh’ın kelâmı olduğunu” aslâ göremezler!. Birçok ilâhiyatçı profesör denen mahlûkâtın, “MU’CİZE” oluşu sonsuz kere ortada bir KİTÂB-I MÜBÎNE bile “Allâh Kelâmı değildir” diyecek kadar hakîkatı inkârları, hergün müşâhede edilen nasibsizlikler cümlesindendir. Bunlara muvâzî olarak nice diyânetçi, ilâhiyatçı, politikacı, gazeteci yamağı, oryantalist çömezi ve bazı asker kişilere kadar nice câhil-cühelâ ve kâfir-küferâ takımlarının da, “İctihâd kapısına omuz atdıkları; ve İslâm’ın güncellenmesi, zamana uydurulması, asrın idrâkine indirilmesini gerekdiğini dillerine alabilmeleri” ve bu kabil hezeyanları papağan gibi tekrarladıkları ve aklî, îmânî ve fikrî iflâsla ve ahmakça bu kabil tekerlemelere  saplandıkları, her gün görünen manzaralar olmuşdur…

    “Üçüncü ve dördüncü hicrî asırdan beri, ictihâd kapısından İmâm-ı A’zamlar çapında girecek; ve ictihadları şeytan düzmesi değil de “vaz’-ı ilâhî” olacak çapda babayiğit işte biziz” dercesine; ve BU SON DERECE MES’ÛLİYYETLİ VE ALLÂH AZZE VE CELLE ADINA HÜKÜM VAZ’ETME İŞİNİ 12 asırdır üzerine alamamış ve söyliyememiş nice allâme ve dâhiler geldiği hâlde, bütün bunlara RAĞMEN de şirkin dominant olduğu çukur bir vasatda bunları ağza alabilmek, bir tek maksâd hâlinde şunu isbât eder ki:

    Bu cür’etkârlar, İslâmiyyet’in gayr-i kâfi ve noksanlıklarla ma’lûl bir din olduğuna inanmakda; ve buna munzam da, BU DÎNİ BU HÂLİ ile BEĞENMEMEKDE, SÜBHÂN olan Allâh Azze ve Celle’ye beğenecekleri SİPARİŞ bir din ısmarlamaları da muhâl olduğuna göre, iş başa düşdü diyerek “ictihâd” maskesi ve perdesi altında “teşehhîlerinden ibâret” “YENİ BİR DÎN İHTİRÂ’ ETMEK” cihetine gitmektedirler!. Haltettiniyye cenâhının hayrânı olduğu Hind’deki “EKBER ŞAH, öz oğlunun ise EKFER ŞAH” dediği adamın, “Takrîb-i edyân projesinin” mukallidi olmayı, bu sürüler, İmâm-ı A’zamlara mukallid olmıya tercîh etmişlerdir!

    Bu öyle bir projedir ki:

    “İslâmiyyet, dembokrasi gibi (Beşerî Dinlere, cumhuriyetlere, layikliklere, sâir dinlere,) 6284’lere, “Nefret suçlarına”, 5816’lara, cinsiyet eşitliği içindeki ucûbeliklere, Kostantaniyye Sözleşmelerine,  topyekûn heykelcilik ve tapınmalara, her türlü küfr ü şirk ve nifâka, KADEH’çi karıların azmalarına kadar her nâneye UYGUN hâle getirilsin!”

    Hidâyet gelmedi mi, ne mu’cize, ne de mu’cizenin en büyüğü olan son Kitâb görülür! Üstelik, Sünnet, İcmâ’ ve Müctehid Fi’d-Dîn usûlleri olmadan, mücerred “KİTÂB” demek, kitâbsızlığın, su katılmadık tâ kendisidir!

    Yepyeni bir din îcâdetmek istiyenlerin dîni de, Ekfer Şâh’ın uydurduğu dîn ne kadar ne halta yaramışsa, bunlarınkisi de o kadar ona yarar, başkası olamaz!

    Sadede gelinirse…

    BARTIN MÜFTÜSÜ MERHÛM MUHAMMED RİF’AT EFENDİ HAZRETLERİ…

    Koca Toscuoğlu Merhûm Hüseyin Efendi Hazretleri, zekâvet, ciddiyet ve gayreti ile ma’rûf oğluna, ilk bilinmesi icâbeden dersleri bizzat kendisi verdikden sonra, Bartın’daki İbtidâiyye, Rüştiye ve İdâdîyi de kısa zamanda ikmâl etdirib, onu, ayrıca bunlara muvâzî husûsî hocalar eliyle de yetiştirir. Muhammed Rif’at Efendi bilhassa Safranbolu’daki Nakşî-Hâlidî halîfelerinden Bozacızâde Muhammed Zühdî Efendi Hazretlerinin medresesinde de, 3 sene kadar oradaki hocaların ve bilhassa Bozacızâde Merhûm’un rahle-i tedrîsinden geçer… (2)

    1882.

    Koca Toscuoğlu Hüseyin Efendi, Muhammed Rif’at Efendiyi, 1882’de 20 yaşında olduğu hâlde İstanbul’a göndermiye karar verir. Ayrılık günü geldiğinde, oğlunun, şu emri içün SÖZ VERMESİNİ ister:

    “-Tahsîlin bitdiği zaman hiçbir yere gitmeyecek, Bartın’a geleceksin ve burada seni MÜFTÜ olarak görmek istiyorum bi Avnihî Teâlâ…”

    Oğul söz verir, baba, oğlunu alnından, oğul babasının ellerinden öper ve hasret yılları başlar ki, bu devrede BABA, oğlu Bartın’a dönünceye kadar 12-13 sene ona duâ eder!

    Tahsîlini ikmâl edib Bartın’a dönmek üzere hocaları ile vedalaşırken, Muhammed Rif’at efendiye bazı hocalarının:

    “Neden İstanbul’da kalmazsın, biz seni İstanbul’a Müftü olacak şekilde yetiştirdik!” Dediklerinde, Merhûm:

    “Fakîri ma’zur görmeniz istirhâmımdır Efendim, Pederime SÖZ VERDİM, buna riâyetim şartdır, müsâadenizle Bartın’a döneyim!”

    Demiş; ve ana hasleti bulunan sözünün eri bulunmayı, o zaman da göstererek va’dinde aslâ hulf etmemişdir…

    İstanbul’daki tahsîlini 1895 yıllarında tamamlıyan Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri, Bartın Rüştiye ve Îdâdîsinde ulûm-ı şer’iyye dersleri ile Arabça muallimliğine başlamışdır. Burada kendisine talebelik yapanların, hocalarının “Ders vermedeki mahâretinden pek senâ ile bahsetdikleri” bir takım vesîka ve gazetelere de aksetmişdir.

    Merhûm, Bartın’a geldiği günden i’tibâren bir yandan da Bartın Orta Mahalle’de ZIYÂİYYE CÂMİİ, MEDRESE ve DERGÂHINI inşâ’ etmiye muvaffak olmuşdur. Bu külliyenin resm-i küşâdı (açılışı) 1317 (Efrencî 1900’lerin başında) yapılmışdır… (5)

    Medresenin müdîrliği ve müderrisliğini de yürüten Merhûm, Büyük Mürşîd AHMED ZIYÂÜDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ (Kaddesallâhu Sırrahu’l-Âlî) Hazretlerinin bizzat icâzet verdiği (Halîfesi) olarak, Pederi Kocatoscuoğlu Hüseyin Efendi Merhûm’un 56 yıl müezzinlik ve Kur’an Muallimliği yapdığı ARAB CÂMİİNDE, Pazartesi ve Cum’a geceleri Nakşi-Halidî Hatm-i Hâcegân zikirlerini, vefâtına yakın bir devir, 35-40 sene kadar idâre etmişdir. (6)  1925 yılında “Tekke, zâviye ve türbelerin seddine dâir kânun” ile medrese, dergâh ve tarîkatlar yok edilinceye kadar bu vazîfesini en mükemmel şekilde yürütmüşdür…

    1904 yılında ise, vefât eden merhûm müftü efendi hazretlerinin yerine, Muhammed Rif’at Efendi Merhûm’un Bartın Müftülüğüne ta’yîni yapılmışdır. Oğlunun, memleketindeki bu hızmetlerini ve muvaffakıyyetlerini gören Merhûm Kocatoscuoğlu Hüseyin Efendi, onun İstanbul’da kalmıyarak memleketine avdetinden ve bu hızmetlerde bulunuşundan pek ziyâde memnûn ve mesrûr olmuşlardır. Merhûm Hüseyin Efendi, ulûm-ı şer’iyye aşkı ve hızmetlerini, oğlunun şahsında doya doya böyle yaşamış; ve ayrıca, memleketin, milletin ve hılâfetin başına belâ olan ittihadçı câhiliyyesini de, aynı zamanda vurmakdan, pek ulvî ve ma’nevî bir zevk almışdır!..

    (Mâba’di var)

    …………………………………………………………………………………….

    1.) Merhûm Şeyh Şâmil Hazretleri hakkında 2. Kısımda daha geniş ma’lumât vardır. Oraya bakınız.

    2.) Muhammed Rif’at Efendi ileride, ilk oğluna, çok sevdiği hocası Bozacızâdenin “ZÜHDΔ ismini verecektir…

    3.) Bu arada bir hâtıramızı da yeri gelmişken nakletmekde fâide vardır. 8-10 yaşlarımda, pederim Merhûm ile Toscuoğlu Sokağında gidiyorken, Merhûm, evinin önünde oturan ihtiyar (pîr-i fânî) bir zâtı gösterib şöyle buyurmuşdu:

    “- Bu gördüğün ihtiyar 20 yaşlarında iken ince hastalığa (o zaman verem veya tüberküloza ince hastalık denirdi) yakalanmış, doktorlar birkaç aya kalmaz vefât eder demişlerdi. Âilesi, pederim Merhûm Muhammed Rif’at Efendi’ye müracaat edib çâre ricâ etdiler. Pederim de gene “Tıbb-ı Nebevî” kitablarından bir ilâç yapdı ve bazı duâları da usûlü dâiresinde okuduktan sonra, o birkaç ay ömrü kaldı denilen bu ihtiyar, gördüğün gibi 65-70 yıldır hâlâ yaşıyor!”

    Biz de Alamanya’da iken, doktorların ümid kesdiği gene ince hastalığa yakalanmış ve 43 kiloya kadar düşüb bir deri bir kemik gibi kalan ve yanına muayyen kişilerin ancak maske ile girebildiği (H.A) adındaki bir kadına, tıbb-ı Nebevî Kitablarına bakarak 18 kadar nebat ve tohumdan yapdığımız bir macunu, doktor ve hastane hızmelilerinden saklıyarak gizli gizli yedirdik! Ve bir ay gibi kısa bir zaman içinde şifâyab olduğunu bizzat gözlerimizle görmüşdük! Ve hastanın doktoru da o kadar hayret etmişdi ki, ümid kesdikleri bu hasta içün: “Siz bu hastaya ne yapdınız!” demekden kendisini alamamışdı!.

    Hasta ise ifâkat bulub Jülich hastanesinden taburcu olmuş, sonraki senelerde o kadar “sıhhatlenmiş, kanlanmış ve canlanmış, ısyân ve tuğyân derecesine de fırlamışdı” ki, bizi GÂVUR polisine şikâyete kadar ölçüyü kaçırmışdı!

    (B.) adındaki bir kızın şikâyeti üzerine Alman polisi sabah erken saatlerde evimizi basmış, beni yatak odamda guyâ yakalıyarak o kızın şikâyet etdiği 2 malzeme veya âleti kendilerine teslîm etmemi istemişdi!. Yan odaya geçib çalışma masamın etrafında halkalandık! İstediklerinin birini getirib verdim, ikincisi de masanın üzerinde apaçık herkesin görebileceği şekilde duruyordu!. Biz, birisi hastalıkdan kurtulan o (H.A.) olmak üzere 4 kişi hâne halkı, diğerleri de 3 sivil polis ve bir de tercüman 4 kişi idi! Ne hikmetse, 8 kişinin dördü, masanın üzerindeki apaçık duran âleti görmedi, bizler gördük ve adamlar her tarafı aradıkları halde o âleti “bulamadık” diye rapor tutub gitdiler!

    Asıl demek istediğimiz, daha sonra o hastalığı yırtan (H.A.) isimli kadının, polise müracaatla, aradıkları âletin baskın yapdıkları gün masanın üstünde durduğunu ihbâr etmiş olmasıdır!. Fakat böyle bir manzarayı Alaman kafası alamıyacağı içün, muhbirimiz, gâvurun nazarında “kafa tahtası noksan” olarak fişlenmiş yani kendi ayağına sıkmış oluyordu! Ve ihânet ve nankörlüğünü, en sonunda kendisini böyle bir çukura düşürerek noktalamış oldu ki, Âhıret’deki manzaralar, tabii çok daha acıklı olacaktır!..

    4.) Hulâsa Nu’man Çavuş binbir çile ve zorluklar içinde 20 yıl harbeder… Bugünün naylon “Mücâhid ve dindar, yerli ve millî, mezhebçi olmakdan arınmış (!) pırıl pırıl müberrâ ve İslâmcı!” politika taşeronları ile ruhban sınıfı çıfıtlarının hora teptiği VATAN topraklarında, bunlar, sâdece “mîrasyedi” tufeylîler olarak değil, her haltı da yiyen iblisler olarak da iktifâ etmezler; “Saraya girdindi-çıkdındı, girmedimdi çıkmadımdı” gibi pespayeliğin ve abesin  en çürük ve kuyruklu yalan dolanlarına, entrika ve kataküllilerine varıncaya kadar “biribirlerini de YERLER!” Böyle nice rezâletlerle halkın ahlâkını da her geçen gün durmadan perişân ederek ve “insanlık târihine de, ecdâdını ve aslını inkâr eden” nankör kalabalıklar olarak geçerler… 

    Bugün halkı: “1) Mezhebçiler (gelenekçiler); ve, 2) İslâmcılar” olarak (!) ikiye bölen bölücü ve ayırıcı nevzuhurlar, Peygamber Aleyhisselâm ile başlıyan 15 asırlık Müslümanlığa ta’n ederek, hakîkî müslümanların boynuna “Mezhebçi=Gelenekçi” yaftası asmak içün biribirleri ile yarışa girmiş bulunmaktadırlar! Kendilerini de “İslâmcı markası ve maskesiyle” saklıyan (İslâmbeğenmezler), bir Nu’man Çavuş Rahmetliyi bile “Mezhebçi” diyerek herhalde beğenmeyib horlıyacak, ona da, 15 asırlık müslümanlara bakdıkları “hâin nazarıyla” bakacaklardır!. Bunların bütün hedefi, “İctihâd Kapısını Açılmalıdır” ıkınışıyla, İslâmiyet’i yaz-boz tahtasına çevirib, onu, beşerî sistemlere eğilib TAPAR hâle getirmek; ve Allâh Azze’nin irâde ve hâkimiyyetini ortadan kaldırmakdır… 

    Dünün Müslüman Anadolu milleti, Nu’man Çavuş’una kadar, ömürlerini ne içün fedâ peşinde idiler; bugünün “İslâmcıyız” diyen ve “dînini beğenmez”  kuru kalabalıkları, ömürlerini hangi idhâl gâvur sistemlerini din edinerek sürünmenin peşindeler, mukâyesesi apaçık ortadadır…

    5) Bu külliye, Merhûm’un bir ara Bartın CHP ilçe Başkanlığı da yapan ortanca oğlundan torunu Rif’at Toscuoğlu tarafından tamir, tahkîm ve ta’dîlât yapılarak bütün asiyyet ve rûhâniyyeti ile ayakda tutulmak ve yaşatılmak yerine, yıkılıb tasfiye edilmiş; ve yerine, eski mîmârîsinden hiçbir eser ve nişan bırakılmamak üzere betonarme bir sıklet ve kasvet kayası oturtulmuşdur…

    6) “Bartın Halk Kültürü Biyografisi” nâm bir kitabın “Dîn Kültürüne Hızmet edenler” kısmının 1443’üncü sahîfesinde, Cedd-i Azîzim Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri içün ma’lûmât verilmekde; ancak bazı hılâf-ı hakîkat veya yanlış ve eksik beyanlara da rastlanmaktadır:

    a) “İlk eğitimini bartın’da yaptıkdan sonra İstanbul Fâtih medresesinde tahsîlini tamamladı” denilmektedir.

    b) Merhûm, Bartın’da iptidâiyye, rüştiye ve îdâdiyyeyi ikmâl etdikden sonra, İstanbul’a değil, Safranbolu’da Hâlidî-Zıyâî halîfelerinden Bozacızâde Zühdî Efendi Hazretlerinin medresesinde 3 yıl ulûm-ı aliyye, âliye ve tasavvuf tahsîli görmüşdür. Buradaki tahsîlini ikmâlden sonra İstanbul’a gider…

    c) Adı geçen kitabda, “Fâtih Medresesinde tahsîlini tamamladı” denilmektedir. Halbuki Merhûm, Fâtih Medresesinden sonra daha üst medrese olan Süleymâniye Medresesinden de me’zûn olmuş ve oranın müderrislerinden Büyük Mürşid Merhûm Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevi Hazretlerinden “icâzetnâmesini” de bu medresede iken almışdır…

    d) Adı geçen kitabda, “Bartın’da bulunan “Nakşîbendi Tarîkatı Şeyhliği” de yapmış olub, Arab Câmiinde Pazartesi ve Cum’a geceleri “Hatmihâcegân âyinlerini” idâre etmişdir.” denilmektedir. İrşâd Makâmında bulunan Ahmed Zıyâüddîn Merhûm gibi şeyhlik makâmında bulunmamış, müşârünileyh Hazretlerinin yüzlerce icâzet verdiği halîfelerinden biri olarak Bartın’da temsîl vazîfesini yürütmüşdür…

    e) Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri hiçbir zaman “Âyîn idâre etmemişlerdir.”  Kendileri, yahûdi hahamlarına, hıristiyan papazlarına, budist ve şâmân rûhânîlerine hass “âyîn” gibi şeylerden kat’iyyen münezzeh münezzehdirler… Şia, alevî, bektâşî ve bazı mevlevî şu’belerinin bir takım çalgı âletleri ile yapdığı dinde yeri olmıyan bid’at ve sapmalarla da aslâ bir beraberlik ve benzerlik içine girmemişdir. Sonraki asırlarda mevlevî, rufâî ve kadîrîlerin asliyetini kayba doğru gitdiği “âyîn” adı altındaki sapmalarla ve hele son asırdaki varyeteciliğe döndürülen “âyîn konseri” de denilebilecek bazı tarîkat karikatürlerine âid modern toplantılarla da, hiçbir zaman alâkası olmamışdır… Âyîn dendiği zaman, 15 asırlık müslümanlık târîhinde Ehl-i Sünnet İslâmlığı böyle şeylere aslâ bulaşmamış, Hele Nakşî-Hâlidî-Zıyâî çizgisi, bu kabil bid’atlardan çok hassâsiyetle uzak durmuşdur. Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât’ında hassâsiyetle emîr ve tavsiye buyurduğu tasavvuf esasları üzerinde bir ruh ve ahlâk ta’lîm ve terbiyesi, Mevlânâ Hâlid-i bağdâdî Hazretleri ile de aynen devâm etdirilmiş, esas alınmış, bunların dışında şer’an mahzurlu, münker ve bid’at bilinen herşeyden dikkatle kaçınılmışdır.

    İntişârı: 29.11.2019 / 01:25:20 (tt)

 

1 Comment

  1. Mustafa bin Seyf Ali dedi ki:

    Selamün Aleyküm, Abi, yazilarini devamli okuyorum, Allah’dan sana uzun ömürler vermesini diliyorum. Her makaleni iple cekerek bekliyorum. Allah razi olsun senden, hakikati bizlere hatirlattigin icin. Yorum ne haddime ?
    Iserlohn’ dan Mustafa

Mustafa bin Seyf Ali için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir