YILLARIN KOMÜNİST HÂİNİ, İLHAM ALINAN SANKİ BİR YÛNUS OLMUŞ!
CB Erdoğan 20 Nisan 2017 günü Beştepe’de “TRT 39. Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği Kabul Töreninde” konuşmuş… Orada, şu Nazım Hikmet Borzanski denen komünistin şiirini de “şiir okuma ustası” olarak KAÇINCI KEREkıraat buyurmuşlar!.
CB’nın politikada ustalaşdıkça MAKÂMÂT-I DÜNYEVİYYEDE KAT’-I MERÂTİB EYLEDİĞİNİ; ve Komünist ve ateist Nâzım Borzanski denen yahudi torunu adama meyl-i mahabbetinin de ziyâdeleştiğini görüyoruz!. Bu, politikacılarda pek yadırganacak hâl olmasa da, cumhuriyet târihinde Anadolu insanlarının biribirine düşürülmesinde, nice canların ve fidanların rejim kurbânı olarak komünist tahrîk ve tasallutları ile katledildikleri, nice gençlerin ve âilelerinin bu iğrenç ideoloji uğruna perîşân ve canlarından oldukları aslâ inkâr edilemez… Hâl böyle iken, “Yerli ve Millî, Anadolulu, Müslüman, İslâm’cı, milliyetçi, Osmanlı Torunu, mahremleri başörtülü, mukaddesatçı” bir zâtın, ikide bir ve sık sık, bu memlekete, dîne, milliyete, ve târîhe âidiyyeti olmıyan bir şeytana meyli pek acı verici ve düşündürücüdür…
İ’tibâre alınmakda bedâhaten bir ölçü olan “Âhıre bakılarak hüküm verme” kaziyyesinden gidildiğinde, hiçbir hüccete kırıntı hâlinde bile sâhib olamayan bu yahudi torunu hâine, sanki onu diriltmek ve kahraman sıfatı vermek üzere sâhib çıkılışı, pek büyük bir hayret ve hayıfla milyonları üzmekde ve ümitsizce sukût-ı hayâle bile uğratmaktadır…
Üstad, Merhûm Necib Fâzıl Bey gibi yüzde yüz bu memlekete âidiyyeti mutlak olan bir evlâd-ı vatana, “ihtifâller, v.s.’lerle akıl almıyacak kadar şiddetli medh ü senâlar, (övgüler), ciğerden kopub geldiği havası verilen hâtıralar; rahmet, ihtirâm, minnet ve şükranlar” takdîm edilirken; onun her bakımdan mutlak ma’nâda zıdd-ı kâmili, tersi ve menfî kutbu olan Allâhsız bir yahûdiye, adı geçen “ululamalar”, kıymetler atfetmek; ortaya, bedâhaten anlaşılması imkânsız bir tenâkuz ve tezât koymaktadır… “Zıddeynin ictimâı muhâl olduğuna göre”, karşımızda duran bu pek garîb manzara içün, insanlık nasıl bir hükme varmalıdır?.
Bugün, kadın, kız, âile, çocuk ve hatta bebek ırz ve nâmusları, hayat ve bekâları, târihde görülmiyen bir inhitât, iptizâl ve inkırâz yaşar olmuşsa, bunda, ataist, komünist ve kamalist ideoloji ve insanlık dışı devrimbazlıkların SİSTEMadıyla temel ve ana hisseyi ve mes’ûliyyeti taşıdığı nasıl inkâr edilebilir?. Bunu inkâr etmek imkânsız da değil, muhâl değil midir?…
MEDYA HABERLERİYLE NÂZIM VE RTE BERÂBERLİĞİ…
Birkaç misâl verilecek olursa, mes’ele kavl-i mücerredde bırakılmamış, sarîhân ve vâzıhân nazarlara takdîm edilmiş olacakdır:
“Erdoğan’ın Nazım Hikmet merakı bir başka”
(9.5.2009 Radikal)
“Bu kez ‘Ben yanmasam/sen yanmasan…’ANKARA – Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, muhalefete bu kez de Nazım Hikmet’in “Sen yanmasan/Ben yanmasam/Nasıl çıkar karanlıklar aydınlağa” dizeleriyle yüklendi. Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan, daha önce de Nazım Hikmet şiirleri okurken, Erdoğan sık sık konuşmasında şairin şiirlerine gönderme yapıyor.
Başbakan Erdoğan partisinin Afyonkarahisar İl kongresinde şöyle konuştu: “Bakın Nazım Hikmet ne güzel söylemiş, ‘Ben yanmazsam/sen yanmazsan/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.’ Yıllar boyunca bu söz, adeta bir slogan gibi tekrarlandı durdu. Elbette ki yanacağız. Yandım, piştim, oldum var ya… İşte o… Başka türlü olmaz.”
İslâm Tasavvufundaki “yandım, pişdim ve oldum” kat’-ı merâtibiyle, Nâzım gibi bir ateist yahudinin ne alâkası olabilir?. Onu Yunus derecelerinde bir İslâm Şâiri gibi göstermekle, bütün turîk-ı aliyyemize nasıl terslik ve iştibâh izâfe edilmiş olacağı, buradan apaçık zâhir olmıyacak mıdır?.
Konuşma devam eder:
“Biz de diyoruz ki, elimizi taşın altına koyalım. Gelin Türkiye’yi karanlıktan aydınlığa çıkarma mücadelesinde buradan nasibimizi alalım. Gelin hukukun önünü açalım, hukuka yardımcı olalım, gelin demokrasinin standardını yükseltelim,(BİZDEN:Komünist Nâzım’ın üç-beş şiir müsveddesiyle dembokrasinin standardı yükselecek!)gelin sorun alanlarını tek tek tespit edelim, bu sorunlara ortak çözümler arayalım.”
………………………..
“İlk kez değil. Bu, Erdoğan’ın ilk kez Nazım Hikmet’ten şiir okuması değil. Daha önce de konuşmalarında şairden alıntılar yapan Başbakan, yine şâirin şiirlerine de göndermelerde bulundu. 2007 Nevruz kutlamaları sırasında Erdoğan, Nâzım Hikmet’in dizelerini okudu: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Erdoğan, o konuşmasında özetle şöyle demişti: “Bir ağaç gibi benliğimize sahip çıkıp, bir orman gibi kardeşçesine yaşamayı öğrendiğimiz vakit bütün kalbimle inanıyorum ki millet olarak hiçbir erozyona uğramayacak, hiçbir yangına teslim olmayacağız.” (BİZDEN: Halk, Komünist ve vatan hâini yahudi Nâzım’ın iki zırvasından “Kardeşçe yaşamayı” öğrenecek!) “Kayseri’den mesaj. Erdoğan, geçen yıl da Kayseri’de katıldığı İl Kadın Kolları kongresinde de, partisine yönelik kapatma davası hakkında konuşurken, güven ve istikrarı gölgelemek isteyenlere milletin izin vermeyeceğini söyleyerek, Nazım Hikmet’in “Nikbinlik” adlı şiirine gönderme yapmıştı. Erdoğan, “Daha güzel günler göreceğiz inşallah” demişti. Emine Erdoğan, Nazım’ın dizeleriyle ağladı: Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın himâyesinde düzenlenen ve First Lady’lerin katıldığı ‘Filistin Zirvesi’nde Emine Erdoğan, Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiirini okurken gözyaşlarına hâkim olamamıştı.” (Radikal)
RTE, 2008’lerden beri sık sık Nâzım şiirleri üzerinden, acebâ hangi tiribünlere mesaj vererek sağlama basacağı hayâlleri içindedir?. 15 Temmuzun hâini Fettoşist sürüler de bu usûllerle şımartılıb semirtilmişlerdir…
“Partisinin İstanbul İl Başkanlığı İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda konuşan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, usta şâir Nâzım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” adlı şiirini okudu.”
Ömrü, komünistlerin ve darbecilerin kuyruğunda at sineği gibi geçen topal kubur fârelerinin, evvelâ Stalinist, sonra da Kruşçefist olunca Stalin lâ’netleyiciliği yalayan Nâzım denen bukalemun sürüngenin şiirini RTE okuyunca, ağzı kulaklarına varmışa benziyor!.
Aşağıdaki satırlar da gene aynı mahlûkun oda tv’sinden ki, mâzîde komünist Allâh’sızlardan çekilen binbir belânın, üç-beş Nâzım satırı ile silinir oluşu, cidden Türk Târîhine geçecek ibretlik bir vak’a ve vâkıadır. RTE’nın sığındığı satırların ifâde etdiği ma’nânın dehşetini, tüylerimiz ürpererek okuyalım:
“Erdoğan, devrimcilerin yıllardır okuduğu şiiri okudu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, komünist şair Nazım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” şiirini okudu. Komünist şâir Nâzım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” şiiri, özellikle 1968 kuşağından bu yana, devrimcilerin anmalarında ve etkinliklerinde de sık sık okunuyor.” (oda tv)
İslâm’sız İslâmcılarından, kömünist Allâh’sızlarına kadar uzanan çok geniş bir yelpâze üzerinde, herkese mavi boncuk felsefesiyle dembokratik saltanat hülyâları!. Fırıldak ve ateist politikayı “Samimiyyet ve dürüstlüğün önüne geçiren”Özal da bunu denedi; ve fakat netîcesi ve encâmı hiç de beklediği gibi olmadı…
Şu satırlar da, iktidar-havuz medyasından:
Hürriyet grubunun haberini de şöylece okuyalım:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP Trabzon İl Başkanlığı Genişletilmiş İl Danışma Meclisi Toplantısı’nda konuşuyor. Erdoğan, konuşmasında, “Terör örgütleriyle ilişkisi olan bir papaz için Türkiye’yi fedâ ediyorsun. Gereği neyse bir hukuk devleti olarak biz onu yaparız. Talimatla Türkiye’ye boyun eğdiremezsiniz. Gördük ki hukuk dilinden anlamıyorlar. Başka bir dilden anlıyorlar. Biz o dilleri de konuşmasını biliriz” ifadelerini kullandı.”
“Erdoğan’ın ABD’ye karşı açıklamasında dünyaca ünlü şair Nazım Hikmet’in “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…” dizelerini kullanması dikkat çekti.”
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan kutlamaları için yabancı ülkelerden Türkiye’ye gelen çocukları konuk etti. Nazım Hikmet’in 1956’da yazdığı ‘Kız Çocuğu’ şiirinden bir bölümü okuyan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “‘Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.’ Evet çocuklar öldürülmesin. Büyüklerin yol açtığı çocukların faturası çocuklara kesilmesin” diye konuştu.” (20.4.17 Hürriyet)
Fakat o Nâzım ve onun yoldaşları ile yandaş ve şiirdaşları, milyonlarca müslümanı katleden ve böylece nice çocukları anasız babasız bırakan Moskova Komünizmasının bu tür “Dünyâ çapındaki Çocuk Kıtâlini” acebâ neye görmezler?..
YouTube’den de, Nâzım’ın “Dâvet” şiirini (!) okuyan CB’nından şunları okuyoruz:
“Şâir milletimizin yolculuğunu ne güzel anlatmış.” (20/4/2017)
Biz ise bu uçkuru düşük komünist yehûdinin hayat yolculuğundaki pespâyeliğini anlatacak; ve hükmü, bizden sonraki nesillere ve târihe bırakacağız…
ÇOCUK UYUTMAK İÇÜN, NİCE MASALLARI HALKA BİLE HAKÎKÂT GİBİ İÇİRDİLER…
Komünist, ateist ve Stalinist, sonra Kuruşçefist ve dâimâ uçkurist ve aşşağılık Nâzım, “çocuklar şeker yesin” dediği içün, aceba, TÜRKİYA, Siri Lanka, Yeni Zelanda, Suriye, Irak, Afganistan, Suud, Yemen, Sudan, Venezuella ve bütün dünyadaki çocuklar, “ŞEKER YEMEĞE” baslamışlar mıdır dersiniz?..
Bu memleketde bir “23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı” furyasıdır gider!. İşin aslı, faslı nedir kimse de bilmez; 27 senelik CHP diktatoryası veya şefokrasisi, bunu istismâr etmişdir. Sanılır ki, “Hiç olmayan bir paralamento Ankara’da bir kişinin tanrılığında yokdan var edilivermiş; ve (dünya paralamento tanrısına) kul olunmuş; ve “vatan kurtarıcılığının” da ilk adımı böylece atılıvermişdir!.”
23. Nisan 1920 Ankara meclisi, İstanbul’daki ittihadçı (ikinci meşrûtiyet) meclisinin sâdece devamıdır. 1920 Ocak ayında İstanbul paralamentosu “mîsâk-ı millîyi” i’lân edince, İstanbul’da bulunan işgalci İngiliz gavuru: “Benden habersiz ve izinsiz bunu nasıl yaparsınız” eşkıyâlığına kapılır; ve oraya buraya yapdığı baskınlarla nice kan döker, mehmedçikleri gece uyurken yataklarında süngüler; paralamentoyu da basar… İkinci meşrûtiyet (ittihadçı) Meb’usların kimisi kaçar Anadolu’ya gider, kimisi de kefere tarafından yaka paça Maltaadasına sürülür…
Malta’ya götürülenlerin boşluğunu doldurmak içün Ankara, ara seçim yapar ve İstanbuldan gelenlerle 23 Nisan 1920’de paralamentoyu açar. Bu meclis de gene “Osmanlı Meclisi”dir!. Gâyesini de “İslâmiyyet’i, Hılâfeti ve Osmanlı Saltanatını kurtarmak!” olarak îlân eder… İstanbul ittihadçı paralamentosunda songörüşülen kânun, “koyun ve keçilerden alınacak vergi” mes’elesidir; 23.Nisan.1920’de Ankara’da açılan Osmanlı paralamentosunun İLKele aldığı kânun da “Nerede kalmışdık” denilerek, bu “Koyun-keçi vergisi” kânûnudur… Yani Ankara meclisi, tanrıların kurduğu bir meclis değil; İstanbul Meclis-i Meb’ûsânı’nın İstanbul’dan Ankara’ya nakl-i hâne etmiş şeklidir…
1925’e kadar 23 nisanların şenlik-menlikle de alâkası yokdur. Ancak dünya gavurluğu “Beynelmilel çocuk cümbüşleri başlatınca”, Ankara ateizması da iyice kuvvetlenmiş; ve 1925’de bu günü “Çoluk-çocuk şenliği” ilân etmiş, fakat resmî bir bayram da yapmamışdır…
CB’nın da yanlış danışmanlara dayanarak yapdığı “23 Nisanı Kamal Paşanın çocuklara armağan edişi” gibi bir hâdise de yaşanmamışdır. Paşa’nın böyle bir armağanına ne yazılı ne şifâhî olarak hiçbir şekilde rastlanamıyor… Bu da pek çok mes’elede olduğu gibi, CHP şefokrat ve ceberutî zihniyetinin, kendi lehlerine olacağını düşünerek “Uydurduğu, Paşa’yı tanrılaştırma” masallarından biri olarak bilinmelidir…
Bu günü resmî bir bayram ve tatil yapan, 1982’de, işkenceci kâtil, darbeci ve ABD maşası Evrendenilen ve orgenerallikden erliğe düşürülen asker kılıklı şeytandır… Böyle bir adamın peşinde bugün, 23 Nisanları “resmî bayram” yapan şu zamâne politikacılarına, bürokrasisine, falan filanına aceba ne desek yakışır?!. Görüldüğü gibi, bugün muhâlefet görünen CHP iktidarda, iktidarda gibi görünen AKP ise kadîm CHP zihniyetinin kuyruğundadır…
Geçelim…
Ancak, yukarıda icmâl etdiğimiz târîhî seyir, daha fazlasıyla bilinmeli; ve “ulusdan” saklanıb, köstebeklik yapılmamalıdır!
Dünyâda daha fazlası yapılamıyan târih sahtekârlıklarına, artık Türkiyâ’da son verilmeli, İngiliz uşağı olarak yaşamaların sonu getirilmelidir… Yoksa, gelecek nesiller, umulur ki, nice iri, diri ve kerli-ferli ve kirliyi Kıyâmete kadar “Lâ’netle anar” ve “tefe koyar!”
NÂZIM GİBİ BİR KOMÜNİST VE POLONYA YAHUDİSİ KANI TAŞIYANIN ŞİİRİNİ CB NEDEN SIK SIK OKUR?
Bu kadarlık bir icmâlden sonra başa dönelim:
23 Nisan “şenliği!”
Adı Şenlik…
Kendisi ne?
CB demiş:
“….23 Nisana kadar geçecek 3 günde dahî acıya, felâkete ma’rûz kalan çocuklar olabilir…”
Öyle ise bu, nasıl “şenlik” oluyor?. “Felâketlerin” geleceğini bile bile ve iki gün evvel 4 Anadolu çocuğu PKK eşkıyâsının kurşunları ile fidan gibi kırılıb yere düşmüşken, şenlik-menlikler, talebe ve müctehâd kız çocuklarına meydanlarda göbek atdırmalar, gece fener alayları, heykellere tapınmalar, recepsiyonlarda dekolte madamlar ve bütün bunlarla “Şehidlerin ruhlarını şâdetmeler!..”
“Bir asra yakındır Anadolu Bizanslaştırıldı; bundan sonra Vatikanlaştırılacak veya moğollaştırılacak” diyenler, acebâ doğru mu söylüyor?
24 Nisan da, “Enmeni Soykırımı” nânesi yiyen Haçlı Bâtıl Batı’nın, KENDİ ittihadçı çocuklarının ermeni günâhını her yıl Anadolu Halkından çıkarmak isteyişi; ve Batı’nın, bu sadist işkencelerden mütevâliyen zevk alışı, bu ishâl olub kokutan lâyık-dembokratik düzeningeri püskürtebileceği bir savlet olabilir mi?. Batı denen fitne çukuru, Ankara hükûmetleriyle dalgasını geçib içerideki kuyruklarına her yıl “karıştırın” ta’limâtı veriyor…
Beştepedeki Böyük Rais de, kimin gönlünü edeceğini hiçbir zaman bilemeden, şimdi de Ermeni Patriği vekiline KENDİ İNANCINA GÖRE BİR mektub yazarak: “Soykırımda (!) ölen” ve toprağı bol olası “Ermenilere de Diğer Osmanlı vatandaşları” gibi “Allâh’dan RAHMET” dilemez mi?. Adı geçen mektubdan okuyalım:
“….yitirdiğimiz diğer Osmanlı vatandaşlarına da Allah’tan rahmet diliyorum. Ermeni toplumu, gerek Osmanlı İmparatorluğu gerek Cumhuriyetimizin yüzyıla yaklaşan geçmişinde çok kıymetli evlatlar yetiştirerek ülkemize büyük katkılarda bulunmuştur. Dün olduğu gibi bugün de Ermeni vatandaşlarımız, ülkemizin eşit ve hür vatandaşları olarak, sosyal, sîyâsî ve ticarî hayâtımızın her alanında önemli roller üstlenmektedir….”
ABDÜLHAMİD HÂN HAZRETLERİNE SÛİKASD YAPAN, JÖN TÜRK HÂİNLERİ DEVLETE KARŞI DEVAMLI KIŞKIRTAN, DESTEKLİYEN VE BESLİYEN, NİCE DARBELERE KATILAN VE ANADOLUMUZ’DA BİRÇOK KORKUNÇ KATLİAMA İMZA ATAN TAŞNAK VE HINÇAK PARTİ VE ÇETELERİNİN; Anası yahudi babası ERMENİ olan Fettoşun ve Ermeni olduğu söylenen muhâlefet başının, Rum olduğu yazılan İBB’nın, yahudi Nâzım’ın ve daha bu cibilliyetde binlerce adam ve madam v.s.’nin, “Siyâsî hayâtımızın her alanında önemli roller üstlenen kıymetli evlâtlar olduğunu” da böylece dile getirmek… Başkan, bu hükmü ve cümlesi ile öyle anlaşılıyor ki, bugünkilerden bile bazı siyâsî rakîbi olan ermeni v.s.’yi yerin dibine geçiren sözlerinin, dünyanın gözü önünde hiç çekinmeden tekzîbini yapabilmektedir!.
Bütün bunlar, “Telfikçi Karaman müslümanlığının”, gayr-i müslim ölülerine “Allâh’dan Rahmet dilemesi” gibi 15 asırdır hiç bilinmiyen ve duyulmayanı, böylece duyulur yapması; yani “güncellenmiş İslâm’ın (!) bir i’câbı olması” yani bir vechesiyle de “Egemenlik Bayramı” sürprizi kabûl edilemez mi?. Bu telfikçi ve güncellemeci modern beşerî dîne göre “4 hakk din olduğu”, Büyük Başların Of konuşmalarında bile dünyaya duyurulduğuna; ve Karaman’a göre “Yehûd ve nasârâ dahî cennete gireceğine” göre, öyle ya, onlara da “Allâh’dan RAHMET dilemek, güncellemeci ve reformcu mantığı” mu’cebince, neden câiz olamasın!?
Değil mi, “Akıl var mantık var!” Hem, akıl varken nakilden kime ne?!.
Efgânî ve Abduh ictihadları ve Vatikan istidracları ve Fettoşizma yumuşatma ve rü’yâları ile “güncellendikce”, İslâmiyyet bir başka putçuluk ve heykelciliğe doğru dümen kırarmış hiç mühim değildir!. Artık bunları hesâb etme devri geçdi (!) “Türkiye ittifâkı” günündeyiz!. Zapetero ile yapılan “Medeniyetler İttifâkı” buharlaşmış olsa bile, olsun, ittifak ittifakdır!..
Raisü’l-Etrâk Ve’l-Ekrâd Beyfendimiz Hazretlerinin CHP tabanını kazanmak içün yapdığı “Kamal Paşa ve cumhuriyet vurgu ve güzellemeleri”, bu pek şâibeli ve allangirli seçimde geri tepdi ise de, ermeni “güzelleme, güncelleme, açılımlama ve yaranımlamaları” belki az-çok da olsa bir işe yarayabilir!.
Birilerine göre Cenab-ı Vâcibü’l-Vücûd Azze ve Celle Hazretleri, “Müslümanların dışındakiler içün “Onlar ebediyyen nârda (cehennemde)dir, rahmetimden ebediyyen tard edilmişlerdir, onlara rahmet dilemeyin” derse desin!. “Güncellenmiş Beşerîleşmiş Dinlerde” nassların zâhiri değil, bâtını ve modern devirlerin zaman, zemin ve şartları en önde gelir!
“Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tagayyürü nasıl inkâr edilebilir?” Yüce dinimizin mecellesibile böyle derken!.. Kutsal ve mutsal dînimizin her şeyi her zaman ve zeminde ve her noktasına kadar yenilenebilir, açılımlarla saçılımlanabilir ve güncellenebilir!. Böylece, aynı zamanda büyük ruhbân ve Aziz Peder Martin Luter Cenablarının Ruh-ı Gayr-i Tayyibeleri bile ferahnâk ve sûzinâk makâmında şâd ü handân olur!. Hem, “Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacaksın” demiyor mu mübârek ve “egemen” sokağımız?.
Bizim dînimiz AKP sa’ye-i âlîlerinde, her zamanda geçerli olan en mübârek, en rahmetokur, her gâvura bile cenâze namazı kılan, her mescid-i dırâra bile câm-i şerîf diyen, her sarıklı şeytana bile hocfendi ve ilâhiyatçı gözüyle hüzn-i zann üzre bakan; ve en insancıl, en feminist, en hümanist, en homonist, en komonist, en kamalist, en demokrat, en şefokrat, en lâyik ve en ayık…. şey dîn değil mi?..
Tevbe Yâ Rabbenâ, sonsuz kere tevbeler… Hâşâ ve kellâ!.
Her gâvura bile bas rahmeti, nasolsa “Rahmeti azabını geçen” Allâh da var bu memleketde, liderler de !. Halk da zaten, yiyecek ekmek gibi ne bulsa yemeye âmâde bir kitle-i müttefika veya müteferrika…
NÂZIM’A DÖNÜB HAYATINA KUŞBAKIŞI BİR BAKSAK, ZİFT KOKAN BİR UFÛNET MANZARASI…
Nâzım’ın büyük dedesi yahudi Costantine Borzecki, 1848’de bir Alman gemisinden denize atlar, Osmanlıya sığınır ve nasıl müslümansa öyle müslüman olur!. Adı Mustafa Celâlettin olarak değiştirilir ve yüksele yüksele paşalığa kadar çıkar!. Paşanın kızı CelîleHanım, 1901’de Selânik’de doğan Nâzım’ın öz anasıdır… GavrilHanım da Nâzım’ın öz teyzesi!..
Nâzım, 1919’da Heybeliada Bahriye mektebinden mezundur, ancak zatülcemp hastası olduğundan çürüğe çıkar!. O mektebde Merhûm Üstâd Necib Fazıl Bey ve Nâzım’ın hocası olan Yahyâ Kemâl Beyatlıise, Nâzım’ın annesi Celîle hanıma abayı yakmış (!) sık sık Nâzımların adadaki evinden çıkmaz olmuşdur!. Genç paşazâde bazı can sıkıcı pozlar yakalarsa da, elinden bir çâre gelmez ve üç maymunları oynar!. Çünki onun da bundan sonra ki bütün ömrü, kalb krizi geçirib kapının önünde 1.5 saat yapayalnız kaldığı dakikalara kadar, hep düzinelercekadın ve kız peşinde, onlar üzerinde faşist bir şehvetperest olarak geçecekdir!
1920’lerde Nâzım, bir grup arkadaşıyla Millî mücâdeleye iştirâk içün İnebolu’ya gider. Orada komünist abileri, ona ve arkadaşlarına Marx ve Engels’i duyurmaya (!) ve telkinlere başlıyacaklardır ki, milliyetçilikden (!) komünistliğeilk giriş adımı böyle atılır!
“Sözüm ona milliyetçi” olan paşa torunu Nâzım; ve yakın yoldaşı Vâlâ Nurettin, komünistliği çok ve çabuk beğeniverir olurlar!. Sonra, Ankara’dan çağırılıb Bolu îdâdisine muallim olarak gönderilen iki genç, sıkı komünist Bolu Ağır Ceza Reis Vekîli Ziyâ Hilmi vâsıtasıyla komünistliklerini nisbeten derinleştirirler…
Artık mâşuka kavuşma âteşiyle Bolu cehenneminden (!) kaçıb Tiflis’e giderler, bil’âhara tekrar Batum’a dönen Nâzım, 1921 sonbaharında eski Turancı (dönek ve binek tabiatlılardan) Şevket Süreyya ile tanışır… Buradan da, bu ekip, Moskova’dan gelen telgraf üzerine, oraya tahsîl görmeye süzülüverirler!..
Nüzhet Hanım nâmındaki (Moskova’ya gelen komünist kadın) şöyle yazıyor:
“Moskova’daki KUTV üniversitesinde birlikde öğrenim görüyorduk. Birçok kızlı-erkekli arkadaş grubu içerisinde Nâzım en fazla ilgi toplıyan, hareketli, canlı, komünizme inanmış ve inançlarını konuşmalarında şiir ve piyeslerinde dile getiren bir ÖNDER konumundaydı.”(Nâzım’ın Kadınları, Süleyman Yeşilyurt,s. 25, 2004)
Adı geçen eser okunursa, Nâzım birkaç ayda bir, her milletden kadın kız değiştirmekdedir!.
1924 Temmuz’unda İstanbul’a dönen Nâzım, Kızıl Rusya’dan ayrılışını “VED” adını verdiği şiiri (!) ile, orayı “övgülerle” yâdederek ortaya koyar ki, birkaç satırı şöyledir:
“SSSR
gidiyoruz artık,
ver elini ver,
vedâlaşalım!
Sevdik
Seviyoruz seni
nasıl severse kurşun yaralı duvarların
Marx’ın resmini:
Müjiklerin toprağı sevdiği kadar
sevdik
seviyoruz seni!
Rusya!
917 tevellütlü Rusya!
Seni Kafkasya’dan tâ Sibirya’ya kadar
yaya dolaşmış gibi tanıyoruz!…….
Rusya,
Leninin memleketi,
gördük ki sende nasıl kemale ermiş
Şaha kalkan küllerin kudreti!……
taze kan kokusu gibi yükseldi burnumuza
919 kızıllarının neş’esi!……
Senin 1 mayıslarını gördük!
Uğultularla duyduk
kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi!
Kızıl başlı, tunç memeli konsomolkaların
çıplak ayaklarıyla
kafamızda fır döndürdü karmanyola!
Rusya!
İmtihana hazırlanan bir mektebli aşkıyla,
Komünizm alfabesini okuyan Rusya!…..
Rusya!
Senden ayrılırken kafamızda, Engels’in materyalizmi gibi ölmez
hatıralar
var!
SSSR
gidiyoruz artık,
ver elini ver,
vedâlaşalım!..”
İşte Nâzım, bu satırlarıyla ne kadar Anadolu âidiyyeti taşıyorsa, ona da o kadar paralık kıymet vermek, hatta sıfırın altında bile bir dereke vermemek şartken; bugünün başları, sanki şaşları imiş gibi, onu gökyüzüne çıkarmak içün akıl almaz noktalara saplanıyorlar! Onu, neredeyse dillerine pelesenk etmeden rahatlıyamıyacaklar!
Nâzım, Anadolu’muza fezâlar kadar Freg; yahudi kanı taşıdığı, komünist olduğu içün de Kızıl Rusya’ya ve oradaki yahudi tanrılara, heykel ve putlara ise o kadar yakındır!. Ve onları içinde hissedendir ki, işte “Vedâ” şiiri denilen şeyinden üç-beş hezeyân yukarıdaki gibidir!.
Paşa torunu 1925 Temmuz’unda artık Türkiya’dadır; Komünist parti emriyle geldiği Anadolu’muza, artık Moskova hesâbına ne hinlikler ve ne hâinlikler yapacak, artık sıra bunu gelmişdir! Nâzım, 1.ocak. 1925’de, gizli TKP kongresinde merkez komite azası yapılır. Birkaç ay sonra çıkarılan “Takrir-i Sükûn” kânûnuyla yalınız Doğu’daki Şeyh Said kıyâmının ma’sûm mazlumları değil, TKP a’zâları da derdest edilir. Nâzım ise İzmir üzerinden Uşak’ın Hallaçlar Köyüne geçer ve orada da rahat durmaz, köylü kızı Havva’nınpeşindedir!
NÂZIM, KEMÂL TÂHİR VE DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA 15 YIL…
Nâzım, TKP a’zâsı olduğu içün 15 yıl cezaya çarptırıldığını öğrenince, kimlik ve kılık değiştirerek İstanbul’a gelir. Karadeniz üzerinden 1925 Haziran’ında tekrar Moskova’sına kaçar ve kavuşur da… Mahkûmiyeti 1928 sonbaharında afva uğrayınca tekrar İstanbul’a dönmüş; ve Zekeriye-Sabiha Sertel’ler ve Hikmet Kıvılcımlı takımlarıyla buluşmuşdur…
1927 komünist tevkifâtından sonra, komünistler Şefik Hüsnü yerine Nâzım’ın etrafında toplanır; ve ikiye bölünülerse de, Nâzım ve arkadaşları TKP’den ihrâc edilirler!…
Nâzım, mart 1933’de “Komünist Tahrikçiliğinden” 5 yıla mahkûm olur; ve bir kısım komünistlerle Bursa’da hapse atılırsa ve 1.5 yıl yatıb İstanbul’a gelir… Bir yandan da kadın ve uçkur faslı hiç eksik değildir ki biz buraları geçiyoruz!
1936’ya gelindiğinde TKP ve Rusya, Nâzım ve etrafındakileri “Troçkist döküntüleri” diyerek yerin dibine geçirir; kamalistler ise iki kanada da karşıdır. Hikmet Kıvılcımlı “Marksizmin Kalpazanları Kimlerdir?” isimli kitabında Paşazâde Nâzım’ı “Burjuva şâirliği” ile ithâm eder! Nazım, Pirayesi ile dışlanmışlığının acısını “Ben ateistim” diyerek yırtmaya çalışırken, yeni bir “komünist ecol” teşkîli içün uğraşır! Halbuki o, 20 yaşında iken yani 1921’de aha 20 yaşında iken yazdığı “Kara Kaplı Kitab-ı Mukaddes” isimli şiirimsi hezeyanlarıyla, “Dinsiz, îmânsız ve Allâh’sız bir ateist” olduğunu cihâna şöyle i’lân ediyordu:
“Çalışan esirler İsa, Musa ve M…..d
Sade bir satır dua, bir tütsü buhar verdi,
Masal cennetlerinin yolunu gösterdi.
Ne beş vaktin ezanı, ne enjelüs çanları
Zincirinden kurtardı yoksul çalışanları!.”
İşte şiirlerinden ilhâm alanların Nâzım’ı bu Allâh’sız adamdır; o, bu kadar İslâm ve Peygamberân Aleyhimüsselâm düşmanı, bu kadar iğrenç hakâretlerin korkunç bir Allâh’sızıdır…
BİRJUVA KEMAL DEDİĞİNİN ŞİMDİ ETEĞİNİ ÖPMEYE BAŞLAR!
(5. Ocak. 1938) gecesi KARA harb okulunda tevkifler… 12 gün sonra da (17. Ocak. 1938) günü Nâzım, saklandığı hala oğlunun evinde yakalanır ve nezârete alınır… (29. Mart. 1938) de Kızıl ateist Nâzım, 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmişdir… Bu arada hapishâneden, 1923’de “Burjuva Kemâl” dediği Kamal paşa’ya mektub yazan Nâzım, son çâre olarak onun eteğini öpüp ona yalakalık yapmak olduğunu anlar; ve putatapar gibi tapınmaifâdeleriyle cibilliyetinin bütün mikroplarını satırlara şöyle döker:
“Cumhurreisi Atatürkün Yüksek katına,
“Türk ordusunu ısyâna teşvik etdiğim iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım. Şimdi de Türk donanmasını ısyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. TÜRK İNKILABININ VE SENİN ADINA AND İÇERİM Kİ suçsuzum. Askeri ısyâna teşvîk etmedim.”
…………………………
“Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şâiriyim…..
“Bağışla beni! Seni bir an kendimle meşgul etdimse, alnıma vurulmak istenen bu “inkılap askerini ısyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. BAŞVURABİLECEĞİM İNKILAPÇI BAŞ SENSİN. KEMALİZMDEN VE SENDEN ADALET İSTİYORUM. TÜRK İNKILABININ VE SENİN BAŞINA AND İÇERİM Kİ SUÇSUZUM.
Nazım Hikmet RAN”
Komünist Nâzım bir anda cinsiyet değiştirir gibi değişib“Kamalist Nâzım” olur ve pek sâdık bir kelb gibi yalayıb, kuyruk oynatır; ve fakat bunlar Ankara’daki “ebedî şef” tarafından okunub okunmadığı bile bilinmez ve aslâ neticeyi değiştirmez!
Allâhsız olunca, her cinsi gibi o da, hemen yerlere yatıb eteklere sarılıyor ve karşısındaki kul olan bir insanı bile TANRIyapıb, onun ADINA AND İÇİYOR ve ONA TAPINIYOR!.. Zerre kadarda izzet ve şeref tanımadan kendisini sıfırlıyor ve:
1923’de “Burjuva Kemal” diye hakâret etdiği Türk tanrısına, bu sefer o da bir komünist olarak “TÜRK İNKILABI VE SENİN BAŞINA AND İÇERİM.” diyebilecek kadar kendisini, insanlığını ve şerefini sıfırlıyor!
İşte, şiirleri ile ilhamlara erenlerin şâiri bu… Ne ibretlik bir manzara… Hayret ve Dehşet!
Nâzım, Kemâl Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı, bu üç kafadâr yoldaş, 1939 martında Sultanhmed Hapishânesine tıkılır! Kıvılcımlı kemik veremi, Nâzım da verem esbâb-ı mu’cibesiyle 6 aylığına da olsa, yakayı bir müddet kurtarmış olurlar!.
Nazım dışarı çıkar çıkmaz, hemen âşıkları Pirâye ve Semîha’ların peşine düşer, mektublar ve görüşmeler başlar!.. 3 ay kadar dışarıda kaldıkdan sonra yeni muayene tahakkuk etdirilince, dinsiz Nâzım’ın verem olmadığı raporu verilir ve tekrar Sultanahmed hapishânesine tıkılır…
En koyu ebedî Şeflik devrinde bile, o kendisine toz kondurulmayan şefler ve tanrılar devrinde ne raporlar alınırmış ve ne dolaplar çevrilirmiş, işte küçük bir isbâtı! Paşazâde Nazım ve diğer komünistler, şeflik ve ateist CHP devrinde her gitdikleri hapishânede itibar görmekde ve her ihtiyacları karşılanmaktadır. Çünki ateizma ve İslâm düşmanlıkları, CHP şefokrasisi ile ortak paydalarıdır!
1940 şubatında Nâzım, Kemal Tahir ve Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile beraber Çankırı hapishânesine gönderilirler… Nâzım’ın nikahlı karısı (!) Piraye bir ara Çankırı’ya taşınır, nikahsız sevgilisi Semiha Bersol da üçlüyü hapishanede odalarında ziyâret edebilmektedir! Bu mahkûmlar devletin şefkat ve iltifat ellerinde hatırlı ve daha çok eşit vatandaş olan komünistlerdir!. Ancak eski defterleri karıştırmakdan üçü de bir türlü vazgeçmezler, ağız dalaşı ve kavgalar geç vakitlere kadar geceleri uzar! Ve mahkûmlar rahatsız olacak kadar işi azıtır ve jandarmalar ikide bir: “Herkes uyuyor, kesin artık, susun!” diye bu “eski tüfeklere”ihtârlar yağdırmak zorunda kalırlar!
Nâzım bu iki eski tüfek yanında bunalmışdır; ve kendisini Bursa’ya nakletdirir… 1940 ortalarında ABD’den Türkiya’ya dönen Mihri Belli, TKP merkez komite üyesi olur, Nâzım’ın “Beni afvedin, partiye alın” yeklindeki ısrarlı yalvarışlarını hâtıralarında anlatır ve onu tekrar TKP’ne alırlar!..
YALAMA NÂZIM, İNÖNÜ’YE YARANMAK İSTESE DE YARANAMADI!
Nazım pek yalaka tabiatlı, paşa torunu bir mahlûkdur. 1941’de Bursa Hapishanesinde “Kuvâ-yı Milliye Destânı”diye bir şiir (!) yazar; ve bunu, dayısı Ali Fuad Cebesoy Paşa vâsıtasıyla İnönü’nün okumasını te’mîn eder!. Nazım, Kamal Paşa aleyhinde 1923’de 22 yaşında iken yazdığı bir şiirini de İnönü’ye vâsıl eder ve ikinci ve kinci şef pek hayrettedir:
“–Burjuva Kemal’in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyânın cebine inmiş
Yahya adamlarının donuna
–Uluyorlar
–Hav, hav, hav, hak…tü.”
Kemâl Tâhir de 15 yıla mahkûm olur. Bu komünist de, Menderes hükûmetinin afvı ile 1950’de diğerleriyle beraber çıkar. A. Nesin ile yayınevi kurar “Yunus Nadi, Devlet Ana ve TDK ödülleri” alır… 1973’de 63 yaşında hiçliğine (!) kavuşur!.
KRAVAT VE TAKIM ELBİSELİ KIVILCIMLI MUSALLÂ TAŞINDA!
Eski tüfeklerden Hikmet Kıvılcımlı ise 1971’de 69 yaşında hiçliğini (!) içerek Stalin’inin cehennemini boylar!. 1925’de Askerî Tıbbiyeyi bitiren Dr. Kıvılcımlı, Perinçekgillerin piri gibidir; ve çıkardığı AYDINLIKDergisindeki yazılarından dolayı 1926’da 10 yıl kürek cezası alır… 1928’de, o da 15 yıla mahkumdur. Perinçekgillerden çok evvel kurduğu parti de “Vatan Partisi”dir!.. 1971 muhtırası ile hârice kaçar, aynı sene Belgrad’da ebediyyen Lenin yoldaşına kavuşur!. Ancak bu komünist, zerre kadar ta’viz vermeyen, revizyonist yumuşakçalardan ve Nazım gibi uçkur manyağı olmıyan bir bolşevikdi… Cenâzesi içün vasiyeti şöyle hulâsa edilebilir:
“Hiçbir dînî merasim yapılmıyacak, gasledilmiyeceğim, imam pamuk tıkamıyacak, kefene sarılmıyacağım, takım elbisem giydirilmiş; ve hassaten KRAVATIM takılmış olacak; ve tâbûta konub musallâ taşına yatırılmadan gömüleceğim!…”
Biz bizzat şâhid olduk ki, 1971 yılının hangi ayı idi hatırlamıyoruz, İstanbul’da Edirnekapıdaki Mihrimâh Sutnân Camii Musallâsına Kıvılcımlı’nın tâbûtu getirildi; ve DİB’iş’in sarıklı ve cübbeli resmî (le. kar.ası) olan 50 yaşlarındaki bir soytarı, tâbûtun içinde gasledilmemiş, kefenlenmemiş ve takım elbiseli ve KRAVATLI, ateist ve komünist Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tâbûtu başında “Errr kişi niyyetine” deyib, o süflî, gûyâ “Cenâze Namazı Kıldırdı!”
Çünki memleketdeki sistem (rejim-düzen) öylesine kancık ve kahpe bir alçaklığa ayarlanmış ki, “Ben ateistim, komünistim, masonum, dembokratım, lâyikim, cumbokratım, bilmem neyim” diyen vatandaşına bile bu hakkını vermiyor; buna munzam, onu, İslam’ı da oyuncak, maskara ve âlet ederek “müslümanmış” gibi göstermenin şerefsizliğini irtikâba kalkabiliyor!. Kıvılcımlı, dobra bir ateist olarak neyse o olmak isterken, kancık sistem:
“Hayır, sen, senin istediğin değil; benim istediğim gibi görünmek ve böyle tanınmak, inanmadığın âleme benim ritüellerim ve tezgâhımdan geçerek gitmek zorundasın!”
Şerefsizliğini dayatıyor!. Sonra da yere batası (Dembokrasileri) hiç dillerinden düşmez, lâ teşbih velâ temsil her fırsadda sanki “Fatiha” gibi, kopasıca dillerinden üfürülür durur…
Bunlar, komünist Allâh’sızlardan daha cıvık ve ishâl artığı necâsetler bilinse yeridir…
NÂZIM’IN MAHKÛMİYETİ 28 SENEYE ÇIKIYOR!
Nâzım’a dönersek, bir başka da’vâdan da 13 sene 4 aya mahkûm edilir ve cem’an 28 yıl 4 ay hapse çarptırılır!
Cumhuriyeti kuranlara “Uluyorlar, hav, hav,hav, hak…tü!” diyen Nâzım, 1939-41 yılları arasında, cihan harbinden 20 küsur sene sonra yazdığı “Kuvâ-yı Milliye Destânı” nam külleme şiiriyle de, göze girmeyi deneyen bu ahmak, afvedileceği ümidiyle böyle abuk ve yamuk vesîleler peşindedir!. Fakat ne afvedilir ve ne de yoldaşları nezdinde bu yalvar-yakarları sebebiyle beş paralık haysiyeti kalır!
2002 yılında Hüseyin Çelik AKP Kültür Bakanı iken “Nâzım Hikmet’e Armağan” diye bir kitab bastırır. Halkın parası ile 482 sahifelik ve kuşe kâğıda basılan bu kitabda, Allâhsız Nâzım’ın küfürleri ve ağız ishâlleri bile “sanat” adına öne çıkarılır! Yüz karası şiir karikatürlerinden birisi, şu iğrençliği taşır:
“Belediye verdi tren parasını
dönüyoruz gerisin geri.
Ne kötü kaderimiz varmış
bütün insanların içinde bizi bulmuş
“mına koduğumun kaderi.”
İşte AKP zamanında, 17 yıldır bakanları ve liderleriyle ayağa kaldırılan Allâh’sız ve iğrenç yahudi budur!..
Nâzım… Ruble ve kadınsız yapamayan nefs azmanı… Piraye, Semiha derken şimdi dayı kızı, bir çocuklu ve “kızıl saçlı Münevver’in” peşine düştüğünde yıl 1948’dir…
Nâzım, (masonik ve gizli CHP) Menderes hükûmetinin (15 Temmuz 1950’de) çıkardığı umûmî afv ile, 12 yıl sonra tekrar hapishâneden çıkmış olur… CHP ateislerinden görmediği yardımı “Sağcı Menderes Hükûmetinden görür” ve bu onun hiç beklemediği bir sürprizdir!. Kızıl yahudi Nazım, kendisi gibi yahudi olan dostu İhsan İpekçi’nin film şirketinde işe başlar. İhsan İpekçi, Sâbık Hâriciye Vekîli ve “Yeni Türkiye Partisi” Başkanı “İsmail Cem İpekçi’nin” babasıdır…
Kızıl Nâzım, Kadıköy askerlik şubesinden askere çağrılınca, o da bundan kurtulmak içün oğlu daha 2 ay 20 günlükken, (17. Haziran. 1951)günü, eniştesi Cumhuriyet yazarlarından Refik Erduran vâsıtasıyla denizden Romanya’ya kaçırılır!. Bu adam da karısının eski kocasından olan kızı ile evlenecek kadar (aşşağ.lık bir mübte.eldir…) Nâzım da, 12 gün sonra Bükreş’den havalanarak Kızıl Moskova’sına kavuşur, orada pek muhteşem bir merâsimle karşılandığı da bilinmektedir…
Mihri Belli’nin hatıratından: Moskova Havameydanında onu yazarlar ve şairler karşıladılar. Stalin sağdı. Şahıs putlaştırma doruğundaydı. Fadayev konuşdu, Nazım cevab verdi, içtenlikle Stalini aşırı ölçüde övdü. “Odur gözlerimin nuru” dedi. İki kez de “Babam Stalin” dedi. (a.g.e., s.149) O sıralarda, Stalin Kars ve Ardahan’ı istemekde; bu, babasını inkâr ederek başkasına baba diyen (.i.) de, onun safında yer almaktaydı…
İşte Ankara AKP politikacılarının şiirlerini halka duyurub ilhâm aldıkları ateist, komünist ve yahudi Nâzım!
Nâzım’ın kaçışına o zamanlar Yunus Nâdi’nin Cumhuriyet’i onun içün “Tükürün yüzüne” diye yazıyordu! CHP’liler de Nâzım’ın şiddetle karşısındalardı. Yahudi dönmesi Ahmed Emin Yalman bile kendi gazetesi Vatan’da, Nazım’ı “Vatan Hâini” diyerek şiddetle yere geçiriyordu… Mason Çetin Altan da (5 Temmuz 1951)de, Yeni Adım gazetesinde Nâzım içün şunları yazıyordu:
“Nâzım eğer merd bir insan olsaydı vatanını terketmeye tenezzül etmezdi…..Şu andan itibaren o, karaktersiz, irâdesiz, haysiyetsiz ve şerefsizdir. CANI CEHENNEME!”
AKP ileri gelenlerinin şiirlerini okuyarak halka sevdirmeye, benimsetmiye, kabullenmiye, tezkiye etmiye ve yüceltmeye çalıştıkları “Evlâd-ı Vatan Cici Ateist”, Ç.Altan’ın bile yerin dibine geçirdiği ve “Canını cehenneme gönderdiği” işte böyle aşşağılık bir mahlûkdur…
Masonik DP ise, bunca kızgın Nâzım muhâlefetini kırmak veya yumuşatmak içün (15. Ağuştos. 1951)de, etek öpücü, dönek ve binek, Nâzım denen vatansız ateisti, o yahudi paşanın torununu vatandaşlıkdan çıkarır!..
Stalin’in çocuğu Nâzım, KGB’nin hayatına sokduğu ve hem metres hem takibçi olan Dr. Galina adındaki kadınla, Moskova’da aristokrat hayatı yaşarken, karısı Münevver ve oğlu Memet, Kadiköyle hayatlarını idâmeye çalışıyorlardı!.
Stalin denen insan kasabı, (5 Mart 1953)de cehennem çukuruna düşünce, ona “Gözlerimin Nûru ve Babam” diyen satılık Nâzım, (yoldaşlarına) şiir diye şu hezeyanları gaseyân edecekdir:
“Hüngün hüngür ağlamak geliyor içimden,
Tutuyorum kendimi
Sizin gibi aynı metanetle.
Marx’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi,
Sevdiğimiz gibi, aynı muhabbetle, aynı hürmetle.”
Her, kula TAPANputperest gibi bu komünist insan kusûru dönek, köçek ve binek herif de, artık TAPTIĞIheykelini değiştirerek, Kuruşçev’i tanrıolarak “kutsayacakdır!” 1955 de yazdığı şiiri ile de nikahsız kazandığı Memet’ine şöyle seslenir:
“Sen bizim orda halkınla beraber komünizmi kuracaksın
Gözle görecek, elle tutacaksın onu.
Memet!
Ben dilimden, türkülerimden, tuzumdan, ekmeğimden uzakda,
Anana hasret, sana hasret,
yoldaşlarıma, halkıma hasret öleceğim,
ama sürgünde değil,
gurbet ellerde değil,
öleceğim rüyalarımın memleketinde,
beyaz şehrinde en güzel günlerimin
Memet!
yavrum,
seni türkiye Komünist Partisine EMÂNET ediyorum.
içim rahat
sen de daha hayli bir zaman halkımızda ölümsüz devam edecek
bende tükenen hayat”
Üç aylıkken terketdiği Memet’i, 4 yaşına geldiği zaman Türkiye Komünist Partisine emânet ile, Türkiye’de komünist partiyi KURMASINIvasiyet ediyordu!.. İktidardaki Ankara politikacıları ve saltanat sâhiblerinin, şiirlerinden ilhâm aldığı; ve daha 4 yaşındaki çocuğuna, onun fıtratını bozmak üzere ona memleketi içün en büyük zehri içiren adam, işte bu…
NÂZIM YOLDAŞ VERA’YI NİKAHLASA DA, VERA İKİSİNİN DE KARISI!
Bu ahlâksız herif Dr. Galina ile beraberken tutar bu sefer de bir çocuklu ve evli Vera’nın peşine düşer!. Kremlin ajanları da Vera’nın Komünizm içün, . Nâzım’la beraber olmasını ona telkindedir! Vera ise kocası ve kızına rağmen kendisinden 30 yaş büyük Türkiye’li yoldaşına ne kadar istemese de; resmî nikâh yapması ve mîrâsına konması şartıyla ve buna kocasının da rızâsıyla râzı olur ve (Kasım 1960)da Rus nikâhı kıyarlar!. Herşey komünizma içün idi ya, Kremlin, Nâzım’ı Vera ile Paris’e bile gönderib, “Balayı ve bilmem nelerle köpeğini hoşnud etmiye” çalışıyordu… Vera ise, istediği zaman eve giriyor, istediği zaman çıkıyor, bir hafta eve uğramadığı bile oluyor, boşandığı (!) kocasıyla ne zaman isterse beraber bulunuyor ve Nâzım hesâb bile soramıyordu! Şu komünist hayvanaltılığına bir bakar mısınız?.
7 senedir başda Kuruşçev vardı ve Paris dönüşü, evvelce “Babam, gözümün nuru” dediği Stalin’i 1961’de şöyle yere geçiriyordu:
“…….Taşdan tunçdan alçıdan ve kağıtdan bıyıkları lokantalarda
içindeydi çorbamızın
Odalarımızda taşdan tunçdan alçıdan ve kağıtdan gözleri önündeydik
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden
Çorbamızdan bıyığı, odalarımızdan gözleri
Ve kalkdı GÖĞSÜMÜZDEN BASKISI BİNLERCE TON TAŞIN
TUNCUN ALÇININ VE KAĞIDIN.”
Taparcasına Kadın düşkünü KOMÜNİST Nâzım, Moskovalarda birkaç kadınla birlikde gûyâ komünistlik yaparken; aynı zamanda da son model arabası, şoförü, rubleleri ile tam bir “komprador” ve ileri bir kapitalist hortumcudur!. Gözü Nâzım’ın mîrâsında olarak kendi kocasıyla anlaşan ve kağıt üzerinde boşanıb Nâzım’la nikâhlanan VERA, nefsine estiği zaman asıl kocasının yanındadır ve orada günlerce kalabilmektedir!.
Nâzım bunu bildiği ve içi yandığı hâlde komünist hayvanlığın bu îcâbına göz yummakda; fakat o, buna muvâzî bir de 1961’de Azerî dilber yakalamışdır; ve son uçkur âleti olan bu Âdile Hüseyinova’nın peşindedir!… Gerçi Nâzım’ın önüne onu atan Kremlindir. Diğerleri gibi Kremlin’in tasdiki olmadan komünist adama komünist madamın kendisini teslîmi düşünülemezdi… Nâzım, kirli ve bulaşık hayatının sona ermesine 1-2 yıl kaldığını bilmeden bir yandan da bu Azerî kadının peşine takılmışdır!
Türkiye’de bırakdığı dayı kızı ve karısı Münevver ve oğlu (Memet) ise bir turist kafilesine karışarak Çanakkale’den İtalya’ya kaçarlar!. Yoldaşlarına mektublar yazan yahudi Nâzım, Münevver ve oğlunun Moskova’ya gelmemelerini ve Varşova’da kalmalarını te’mîne çalışmaktadır!. Moskova’ya gelirlerse, 8-10 yaşındaki oğlu; ve o da yahudi dönmesi ve karısı Münevver, oradaki mübtezelliği görecek ve diğer yandan da bu, Nazım’a çok batacakdır… Ve etrafına da, bu uçkuru düşük komünist mübtezelin, Moskof rubleleriyle uçkurundan yakalanmış üç paralık bir sirk maymunu olduğunu isbâta yarayacakdır…
Bu adamın 17 yıldır şiirlerini okuyan, 2002’de Kültür Bakanı H. Çelik’e “Nazım Hikmet’e Armağan” adıyla kitablar yazdıran, onu medh ü senâ eden ve etdiren AKP adam ve madamlarına, aceba ne dersek isâbet etmiş oluruz?.
VERA ise iki kocasının da karısıdır; kendi kocası kendisinin, fakat Nâzım, KGB’nin istediği kocası!. Nazım’ı sevemez; ve onu her fırsatda aşağılar! Buna rağmen Nazımla 1962 sonlarında Kremlin’den gelen emir üzerine “Yazarlar Birliğinin Kongresi” içün Komünist Nâsır’ın Kahire’sine uçarlar!. Çin Hey’eti “Kendi ülkesinden kaçanın başka ülke yoldaşlarına fâidesi olamaz” diyerek Nazım’ın murahhaslığına (delegeliğine) karşı çıkarsa da, Kremlinin talimatıyla “Kongre Başkanı” bile seçiliverir…
Nâzım Türkiya’dan 1951’de kaçınca, bir sene sonra 1952’de ilk kalb krizini geçirir. Şimdi 9 yıl geçmiş târih 1961 olmuşdur. Nâzım bu iki yılını, Vera ve Azerî Âdile arasında geçirir. 1963’de ise ömür bitecek, lâkin kızıl Nâzım bunu bilemez… Dr. Galina sonra Vera derken, şimdi en son yavuklu azerî Âdile Hüseyinova’dır. 1963 Mayısının 31’inde, Nâzım kendisini Âdile’nin evine atar… Akşam, sık sık kavga etdikleri iki kocalı Vera’ya gider… Ama gündüz gene 1 Haziranda Âdile’nin yanına gelir… “3 haziranda geleceğim ve hep seninle olacağım” diyerek son sığınak ve son liman gördüğü Âdile’den ayrılır, köprüleri atmak üzere olduğu Vera’ya gider!. Vera’ya ve komşularına şu satırlarla seslenir:
“Bizim avludan mı kalkacak cenâzem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü katdan?
Asansöre sığmaz tâbût
Merdivense daracık
……………………
Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem.
Bando gelse de gelmese de, çocuklar gelecek yanıma
Meraklıdır ölülere çocuklar…….
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize.”
Nâzım bu satırlarla Vera’ya, komşularına ve yoldaşlarına vedâ edib daracık apartman merdivenlerinden tâbûtunun inmesinin sıkıntısını çekiyor; ve kendisini biran evvel Âzerî kadının yanına atmaya bakıyordu! 3 Haziran 1963 pazartesi günü Vera’nın yanından çıkar, sabahleyin posta kutusundan gazeteleri alır ve 5. kalb krizi ile olduğu yere yığılır kalır. Öğleye doğru da Âzerî Hüseyinova’ya gidecekdi!… Birbuçuk saat yapayalnız orada can çekişen Nâzım, Azerî Hüseyinova’ya kavuşamaz! Vera ise, ancak 1.5 saat sonra Nâzım’ı merak eder; ve posta kutusu önünde cansız cesediyle karşılaşır!
Türkiya’dan 12 yıl evvel kaçan Nâzım, Moskova’da anasının kucağından başka yerde ölmek istemiyen bir kedi yavrusu kadar bile olamadan, beton zeminler üzerinde, yumuşak yataklara hasret ve kıvranarak can verir… 3 Hazirandan itibaren artık hep seninle beraber olacağım dediği Hüseyinovaise, gizli metresi ve yoldaşının hiçliğe gitdiğini (!) ajanslardan öğrenecek ve cenâze merâsimine bile gidemiyecekdir!
Tâbût, Moskova’da “Yazarlar Birliği Salonunda” katafalka konulmuşdur. İlk metres Dr. Galina: “Cenâze merâsiminde üç kadın ağlıyorduk, ben, Münevver ve Vera…” diyecekdir! Ortodoks âdetlerine göre defnedilen Nâzım’ın yüzü istediği gibi açıkda bulunmaktadır. Cenaze merasimine katılan Yahudi Dönmesi komünist Yıldız Sertel, kilisenin bile yasak olduğu “HÜRRİYET” fışkıran (!) sovyetlerdeki bu manzarayı kısmen şöyle anlatıyor:
“Nâzım’a çok görkemli bir cenâze töreni yapıldı, gurur duydum. Töreni, Sovyet Yazarlar Birliği örgütledi. Kendi geleneklerine göre bir tören yapdılar. Biz sâhib çıkmadık. Türk Konsolosu gelib de “O Türkdür Türk usullerine göre gömülsün” demedi……. Ben de dâhil bir çok kişi ellerimizde meş’alelerle tâbûtun etrafında döndük…. Sovyetler birliğinde neredeyse kilise yasakdı. Tören dînî değildi, kiliseye gitmedi. Yazarlar Birliğinde kaldı ve ertesi gün, bir çok ünlünün yer aldığı mezarlığa gömüldü.”
9 yıl Polonya pasaportu son 1.5 yıl da Sovyet vatandaşı olarak yaşayan ve sovyet pasaportu alırken “Hayâllerimin ülkesinin vatandaşı olmakdan çok mutluyum” diyen bu Allâh’sız Nâzım içün, artık bizdeki hayranları ve “şiirinin aşıkları” ne der bilemeyiz!
Kalb krizlerinde en ziyade yardımcısı olan uzatmalı metresi Dr. Galina da şöyle diyor:
“….Ünlü bir kişi olarak cenazesinin Kremlin protokolüyle yapılacağı söylendi. Ortodoks geleneklerine benziyor olsa bile esla dinle alâkası olamaz. Bilindiği gibi zaten Nâzım DÎNE İNANMAZ ve ATEİSTDİ…. Nâzım Hikmet, tıpkı RUS YAZAR Fadayev’e yapılan tören gibi toprağa verildi. Törende ne papaz ne de imam vardı.” (Nazım’ın Kadınları, s.195-96)
Cenazeye giden Cumhuriyet Yazarı Refik Erduran da, törenin RUS ÂDETLERİNE göre yapıldığını söylemişdir… Cenaze içün Moskova’ya götürülen Münevver ve oğlu 12 yaşındaki Memet, Nâzım’a pek kırgın olmalarına rağmen o havayı teneffüs etmekden uzak kalamamışlardır. İnsanlık cellâdı Stalin içün “Gözümün nuru, babam” diyen Nâzım denen o Polonya yahudisi, 56 yıldır, ömrünü fedâ etdiği ve bugün yokluğa mahkûm kızıl komünizmin Moskova’sında ve oradaki Novodeviçya mezarlığında cehennemini yaşamaktadır… Onun artıklarını Türkiya’ya getirmek istiyenler, bu memleketi daha da pisletmek istiyen vatan hâinlerinden başkası olamaz…
Süleyman Yeşilyurt ise şöyle demektedir: “Dün, Nâzım’a HÂİN deyib, bugün putlaştıranlar, zamanın akışı içerisinde bu hayâlperest rüyânızdan sizler de uyanıb dünya gerçeklerini gönmek zorunda kalacaksınız!” (A.g.e. s.199)
…………………………………………
Sadede şürû’ etdikde:
Komünist Nâzım da RAHMET ve ŞEFKAT vâdîlerinde dolaşmayı o kadar çok sever ki, (Sadako Sasaki)ye bayılır! Bu keyfiyet içinde, ABD’nin Japonya’ya atdığı atom bombasını, “Komünist yani Allâh’sız Nâzım Hikmet’in” 1956’da “Komünizma” hesâbına şiirleştirmesi, neyin mesajını verir?
Japon kızı (Sadako Sasaki), atom bombası 1945’de ABD canavarları tarafından Japonya’ya atıldığında 1 yaşındadır… 15 yaşında ise, radyasyondan lösemiye yakalanır… Komünist Nâzım, Komünist enternasyonalin dünyâdaki reklâmını ve ABD canavarlığının da gûyâ düşmanlığını yapmak içün, 1956’da “Ölü Kızcağız” adını verdiği şiirini yazar!.. Komünist ve Batı emperialistlerinin bütün şiddetiyle soğuk harb sürdürdükleri dünyâda, iki tarafın biribiri aleyhinde yapdıkları (yere batırma) harekâtı, bütün insanlığın tepesinde binbir sahtekârlık ve yalan-dolanla devam edecekdir…
Komünist emperializması, Japon Kızı (Sadako Sasaki) içün Komünist Nâzım’ın şiirini ABD aleyhinde kullanmak üzere, bunu bütün dünyâya reklâm etme peşindedir… Komünist yani Allâh’sız Nâzım, şiir düzerek (timsah gözyaşları) dökerken; Demirperde vahşîleri de, bu şiirle Sadako içün bütün dünyâ dahî gözyaşları döksün (!) ve asıl böylece ABD vahşilerine dünyânın kini bilensin istemekde ve bu (rezil) sahtekârlığın peşine düşmektedir!
Neden Sahtekârlık?
Komünist Nâzım’ın “Beni Stalin Yaratdı!” derken, “tanrım” demiş olduğu Moskof Kasabı o Gürcü Kâtil ise, bu şiirin yazılışından 3 sene evvel gebermişdir… Bu gürcü Kâtil Stalin, acebâ Kızıl diktatörlüğü zamanında kaç yüzbin Müslüman Türk Kızı Âişe-Fâtıma’nın kanına girmiş, Sibiryalara trenlerle sürdüğü kaç milyon Müslüman Türk insanının da canına kıymışdır?..
Komünist yani Allâh’sız ve (timsah gözyaşlı) Nâzım, bunlar içün de iki mısrâ’lık hiç şiir yazmış mıdır?. Tapdığıpatronları, bu 5 milyon insanı, o Japon Kızı (Sadako)nun kaç milyonda kaçı kadar “insan” kabûl ediyordu acebâ!?
ABD vahşîleri içün aleyhde, Moskova Kızılları içün lehde propaganda olacaksa, yaz şiiri, dünyâ proletaryası okusun ve kâreler bağlayıb iki gözü iki çeşme ağlaşsın!!!
Ne o, vah Japon Kızı Sadako vah!
CB Tavil Tayyib Paşa, Komünist Nâzım’ın komünizma reklâmı içün yazdığı ve “Kız Çocuğu” serlevhasına çevrilerek neşredilen o şiirini (!) okurken, Stalin’in vagonlara hayvan yığar gibi doldurarak binbir açlık ve sefâlet içinde ve âilelerinden kopararak Sibirya steplerine sürdüğü Müslüman Türk kavimlerinden 5 milyon insanın acısını da hiç düşünmüş müdür?.
İnsan Kasabı Stalin vahşîsinin tapıcısıNâzım’ın ismini, 20 Nisan’da, dünyânın 4 bir yanından gelen ma’sûm çocukların zihnine kazımakdaki hedef nedir?
Büyük Üstad’ım Merhûm Necib Fâzıl Bey’in o ma’sûm yavrucakların zihnine verilmesi içün, yüzlerce manzûmesinden biricik şiirine de rastlanamamış mıdır?.
Polonya yahudisi bir adamın “4. kuşak torunu” o Komünist Nazım kadar, Müslüman Anadolu Çocuğu Merhûm Üstâd’ım Necib Fâzıl Bey’in, Beştepe havâlîsinde kıymete değer tarafı kalmamış mıdır?.
Komünist ve Allâh’sız Nâzım, Müslüman Türk Dünyâsı ve husûsan Anadolu aleyhinde faaliyyetlerde bulunduğu içün, T.C. vatandaşlığından 1951’de ihrâc edilmiş, atılmışdır… 2009’da ise AKP hükûmeti bu 58 yıllık kararı kaldırmış olmakla, çukuru Moskova’da olan Nâzım Hikmet Borzanski’yi “Anadolu insanı” yapabilmiş midir?!
Dünya Komünist enternasyonali içinde, Küba’dan İtalya’ya, Romanya’dan Fransa’ya , 71 yaşına yani 1963 yılına kadar, dünyada Allâh’sızlık içün cirit atmış bu komünistin şiirine kadar, dünyâda okunacak hiç bir şiir kalmamış mıdır?.
Nice kadınla düşüb kalkarak (Anadolu Müslüman Âile Yapısı ve Telâkkîsi) önünde, en mübtezel manzaraların sâhibi olarak bulunan; ve Anadolu İnsanı olmayı ifâdeye yarayacak tek sıfatı bulunmayan bir süflî, 1000 yıllık Müslüman ecdâdın memleketinde, (şâir) olmayı hakk kazanarak kadîm irfânımız içinde zerre kadar bir kıymet ifâde edebilecek midir?.
BİR AĞIZ Kİ, HEM “ALLÂH, HADÎS, DU” DESİN, HEM DE “NÂZIM!”
CB Erdoğan, “Suriye, Irak, Somali ve Afrika’daki açlığın pençesinde kıvranan tüm çocuklara DUÂLARININ ONLARLA olduğunu” söylerken; bir yandan da Allâh’sız ve Komünist Nâzım’ın şiirini o ma’sûm çocukların zihnine vererek, Stalin’i TANRISItanıyan bu mübtezelin, körpecik çocuk hâfızalarına kaydedilmesini te’mîn edişi, büyük bir tenâkuzolmuyor mu?. Yakışmış da oluyor mu?..
DUÂ, ancak, Kâinâtı yokdan Yaradan ALLÂHAzze ve Celle Hazretleri’nden YARDIM ve İHSAN NİYÂZ etmenin, SON ŞERÎAT’daki bir yolu ve usûlü iken, bu yolun, Allâh’sız bir Komünistin şiirinden dolaşarak yol alması, ne kadar dînde yer bulur, yakışıklı olur; ve sık sık “İnanma iddiasında bulunulan Müslümanlığa” da, ne kadar uygun ve mutâbık düşer?
Hâkezâ, aynı konuşmada geçen, “Veren el alan elden üstündür” Hadîs-i Şerîfi gibi, Rasûl-i Rusül Alehisselâm Efendimiz Hazretlerinin mübârek, muazzez ve mukaddes sözünü, Allâh’sız ve Komünist Nâzım’ın şiiri ile aynı meclisde beraberce dile almak, acebâ “İnanma iddiasında bulunulan Müslümanlık’la” nasıl kâbil-i te’lîf edilebilecekdir?
Memleketi bölünme ve anarşinin eşiğine kadar getiren Referandum rezilliğine, “Evete de hayıra da L” diyerek tavır koyan bir takım Anadolu Müslümanlarını, “odun kafalılar” diyerek ve (edeb ve îmân) derecelerini ortaya koyanlar, o müslümanları (düşman) ilân eden bir takım “şıpsevdi ve muvâzenesiz kafalar”, Âhıret’de verecekleri hesablarını şimdiden teftiş edib gözden geçirirlerse, o dehşetli günde bu satırlarımızı orada da tekrar heceliyerek haklarımızıiâde zorunda kalmazlar!.
HALTEDEN FIKIHÇI BOZUNTUSUNA GÖRE HAYIRCILAR “YAHUDİ” İMİŞ, “EVET” DEMEK FARZMIŞ!
Bazı adam ve madamların, “Evetçileri denize dökeceğiz” diyen gözünü kan bürümüş (altı .oklu) decâcile, cebâbire, zaleme ve zorbalardan; veya, “Hayırcılar içimizdeki hıristiyan ve yahudiler gibi yabancılaşmış parçamızdır, evet demek farzdır” diyen telfikçi, menfaatperest ve saray dalkavuğu ilâhiyâtçı, ilhâdiyatçı ve ilâhyapyatçı ve fıkıhçı (!) Haltettin vezninde mezhebsiz, Karamanlis vezninde dine Fransız, mason Efgânîci ve Abduhçu münkirlerden farkı nedir?
NÂZIM’IN KAÇ PARA ETDİĞİNİ MERHÛM ÜSTÂD ANLATIYOR!
Sadede gelecek olursak:
Büyük Üstâd’ım Merhûm Necib Fâzıl Bey’in “Edebiyat Mahkemeleri” nâm kıymetli eserinden de iktibaslarda bulunursak, Komünist ve Allâh’sız Nâzım’ın kaç paralık ahlâk ve şâirlik vasıfları taşıdığını çok daha iyi anlar; ve manzaranın vehâmetini, riyâzî kat’iyyetle çok daha iyi fehmederiz:
“….. zaten Nâzım’ın Polonya kırması olduğunu bilenler, fiziğinde de bu husûsîliğin senedini bulmuş olanlardır.”
“….. içinde yaşadığı dünyâya güveni olmadığı ve bir başka âlem hasreti çektiği, mücerred fikir nasîbine son derece uzak olmasına rağmen her hâlinden belliydi…..”
“….. Yahya Kemal benim sınıfımın târih hocasıydı…..”
“Mektebin kayıkhanesinden denize nefis bir futa indirilir, Yahya Kemal onun arkasına kurulur, daha arkadaki çavuşun “al beraber kürek!” kumandasıyla Büyükada’ya doğru süzülürdü. Büyükada’da oturan Nâzım Hikmet’in annesine doğru…
Günlerden bir gün mektebde birkaç dersdir görülmeyen Yahya Kemal’in hasta olduğu rivâyeti çıktı. Peşinden bu hastalığın ne olduğu şu tarzda dillere düştü:
“-Yahya Kemal intihâra kalkışmış!.. Nâzım Hikmet’in annesi yüzünden!.. Zehir içmiş!.. Tedâvideymiş!..”
………………………………
“….. Bu devrinde Nâzım, şiirin kolay tarafında ustalığa namzed, kolay ağızlı ve üslublu, büyük çile ve üstün ıstırabdan yana bomboş, ama sığlığına da olsa bir şiir nefesine mâlik, herşeyden evvel rûhunu dayıyacağı büyük mesnetden mahrum ……”
“….. asıl Nâzım, onun Rusya’dan döndüğü ve Bâb-ı âlîye baskın verdiği 1928 sularında başlar…..”
“…. Nâzım, Rusya’dan dönünce ilk işi buradaki Aydınlık, Orak-Çekiç, Kurtuluşçularla elele verib Zekeriya Sertel’in dergisinde ve bazı gazetelerde bir kampanya açmak oldu:
“-Putları deviriyoruz!”
…………………………………
“Taktiği de, memleketdeki edebî kıymet ölçülerini altüst etmek, şöhretleri topyekûn çürüğe çıkarmak, kendi şiir anlayışını ve ifâde âletini hâkim kılmak, muhtevâda da Materyalizma ve Komünizmayı sunmak…”
………………………..
“Tez zamanda Nâzım ve ben biribirine zıt iki cereyânın şefi halinde sivrildik ve eski hâtıralardan gelen bir nevi bildik tavrı içinde sonuna kadar biribirimize aykırı kaldık.
Rusya’dan dönen Nâzım’ın, eskisiyle hiçbir benzerliği kalmamışdı. Küçük bir kurcalamadan hemen bönlüğü meydana çıkan eski yarı ahmak tip, şimdi üstüne bir açıkgözlük (zekâ değil) ve küstahlık galvenizi çekilmiş olarak Moskova “Dâru’s-sınaa”sı mâmülü hâlinde ortaya dikilmiş bulunuyordu. Dikkatli bir göz, yarım milimetrelik bir galvaniz tabakası altında yatan bu ahmağı hemen tanıyabilirdi. Fakat hâli ve edası, tonu ve şîvesi, herkese dehâ çapında görünüyordu.
Moskova, bu adamı bir sigara kağıdı kadar küçük bir pusula şeklinde eline almış ve o türlü doldurmuştu ki, orada tek sıfırlık bir kayda bile yer kalmamıştı.
“….. ne çalımlı bir merkeb olmuşdu o…”
“Şiirini Komünist İhtilâlinin büyük şâiri (Mayakovski)den devşirmişti.”
………………..
“İşi gücü, Fransızların (prosede) kelimesiyle belirttikleri ezberleme hile tertiplerinden ibaretti. Masum veya gâfil burjuvaları şaşırtmak, çenelerini düşürmek, köhne alışkanlıkları tepe taklak ederek gözlere görünmek. Mesela bir salona belli başlı kılıklar ve edep tavırlarıyla giren insanlara karşılık, başında bir kasket ve üstünde sâdece bir mayo, boy göstermeyi düşünün!.. İşte Nâzım, şiirinde, hayatında, tesir avcılığında, şöhret parsacılığında yalnız bu hokkabaz (prosede)lerine bağlı, üstelik inanmış olarak bağlı bir tipti.”
…………………
San’atının içyüzüne, keyfiyet ölçüsüne gelince (Bergson)un tabiriyle batı entellektüelinin intihârından başka bir şey olmayan ve kâinâtı tavla zarı kadar küçültüp ablaklaştıran bir karanlık ve yokluk rejiminin sun’î ve zoraki (rapsodi)si...”
“Nâzım’ın şiir okuyuşundaki tesir de yine aynı (prosede) esnaflığından geliyordu. Şiirinin öz keyfiyetinden değil de, okunuş tarzından gelen etki… Şu hiç sevmediğim “etki” tabirinin yeri burası olsa gerek. Belli başlı harfleri çatlatarak, heceler üzerinde yerli yersiz durarak, kelimeleri lâstik gibi gererek, vahşî bir romantizma şivesiyle okunan ve Aksaray’lı daktilo Pembe hanım veya Büyükada’lı terzi Bayan Ayten………..”
Merhûm Üstâd’ın satırlarından pek açık anlaşılıyor ki, Nâzım, nasıl bir kadınınne cinsbir oğludur, başka söze hâcet yokdur!
İşte Polonya kırması, “ahmak”, Nâzım Hikmet Borzanski denen “karanlık ve yokluk rejiminin zoraki RAPSODİSİ…” Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey’in kalemiyle, o, işte bu derekenin adamıdır…
Yahudi ve Mason Fettoş denen Pensilvanya baykuşuna, 52 sene bu memleket esir edildi!
Bu vatan şimdi de, Nâzım Hikmet Borzanski denen Moskova İblisine 18 yıldır neden esir edilsin?!.
Hangi istikbâl; ve hangi hedef içün?!…
Ma’sûm yavruların kulağına Büyük Üstâd’ım Merhûm Necib Fâzıl Bey gibi yüzde yüz YERLİ bir Anadolu Müslüman Evlâdının duyurulmasında daha da geç kalınırsa,Haçlı Seferleri, nice (15 Temmuzlar) ile gene bu halkı gece yarıları çoluk çocuğuyla meydanlarda, havalarda ve Muğla’larda kıstırır; ve Japon Kızı (Sadako Sasaki) içün Komünist ve ALLÂH’SIZNazım’a artık Moskof Komünizması değil; kendi öz sulbümüzden gelen (Kızlarımız) içün, bu sefer de İngiliz ve şürekâsı ve onların köpekliğini yapan 3-5 terör çetesi, saray sâkinlerine varıncaya kadar daha ne şiirler okutdurur!!!..
Herhalde ve mutlaka, dandik (dayışmanlara) değilse de, akıllı (danışmanlarla); YERLİ (Anadolu Çocuğu) müşâvirleri, âcil, elzem ve ehem gören selîm ve sahih bir akla bedâhaten ihtiyâc vardır!.
Nâzım içün Yavuz Bülent Bâkiler “Çok kötü bir adamdı” diyor ki, ondan da şunları iktibas edelim:
“Neden çok kötü bir adamdı?
İki örnek vermeme lütfen tahammül ediniz. Türkiye’de iken yazdığı şiirlerin bir kısmını Şeyh Bedreddin Destanı ismi altında topladı. Şeyh Bedreddin, bizim Marksist kişilerimizdendir. 1359-1420 yılları arasında yaşamıştır. Halkımızı devlete karşı ayaklandırmak istediği için idam edilmiştir. Tarihçi İbrahim Hakkı, Bedreddin’in kemiklerinin Topkapı Sarayı’nda bulunduğunu yazmıştı. Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin’i kendisine mürşid olarak seçmişti. Onun için yazdığı şiirlerin birinde şöyle haykırmıştı:
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı
Demiri oya gibi işleyip hep beraber
Hep beraber sürebilmek toprağı
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
Yârin yanağından gayri her şeyde
Her yerde hep beraber diyebilmek için.
Yani Nâzım Hikmet, Türkiye’de iken kadın dışında her malın ortak mülkiyet olarak kullanılmasını istiyordu. Kadını, kadının yanağını, ortak kullanmanın dışında tutuyordu. Büyük şâir Rusya’da bu düşüncenin dışına çıktı. Dayısının kızını ve oğlunu Varşova’da yüzüstü bırakarak Moskova’da yeni bir evlilik yaptı. Ama ne evlilik! Hadise şöyle gelişti:
Nâzım Hikmet, yazdığı yeni bir tiyatro eserini, incelemesi için Vera isimli bir kadına götürdü. Vera, 28 yaşındaydı evliydi ve bir çocuğu vardı. Nâzım, Vera’ya âşık oldu; onunla evlenmek istedi. Vera, evli olmasına rağmen Nâzım’ın mal varlığına konmak istedi. Durumu kocasına anlattı. Kocası, çıkıp nazımın yanına geldi. Hâdisenin nasıl geliştiğini, Nâzım’ın çok yakın arkadaşlarından Zekeriya Sertel’in kaleminden aktarmak istiyorum. Zekeriya Sertel ve karısı Sabiha Sertel, Nâzım Hikmet’in çok eski arkadaşlarından. Onlar da Nâzım gibi su katılmamış Marksistlerimizdendir. Fikirleri yüzünden yurt dışına çıkmak mecburiyetinde kaldılar. Nazım da 1950 yılında Moskova’ya kaçınca, zaman zaman beraber oldular.
Zekeriya Sertel’in 1978 yılında Milliyet yayınları arasında çıkan bir kitabı var. İsmi, Nâzım Hikmet’in Son Yılları. Bu kitabın 250. sayfasında Nazım Hikmet’in Vera ile evliliğini, Zekeriya Sertel, şöyle anlatıyor:
“Rus kadını 28 yaşında, genç ve güzelce bir kadındı. Boyu boşu yerinde, pembe yüzlü, büyük ve güzel gözlüydü……. O zaman Nâzım, 58 yaşındaydı.
Nâzım ihtiyar ve hasta bir adamdı. Bu evlilik hayatı nasıl olsa çok sürmeyecek ve kadın zengin bir mîrâsa konacaktı. Onun için Nâzım’a iki şart koşmuştu. Mutlaka resmî nikâh yapmak, hafta sonları evine gidip bir iki gün çocuğuyla kalmak. Hatta Vera, Nâzım’la ilişkisini kocasına da bildirmiş ve ondan izin istemişti. Kocası, Nâzım’a kadar gelerek karısının ileri sürdüğü bu iki şart üzerinde ısrar etmişti. “Resmen nikâh yapmaz, karımın çocuğumu görmek için haftada bir, eve gelmesine izin vermezseniz ben de onu boşamam.” demişti. Yani karı-koca bu işi beraber kararlaştırmışlardı. Oyun açıktı ama Nâzım, bunu görecek hâlde değildi. Vera’yla evlenebilmek için bütün şartları kabule hazırdı. Nikâh da yapacaktı, kadının çocuğunu görmesine izin de verecekti.
Ama Vera, bu kadarıyla da kalmadı. Kıskançlık oyununu gün geçtikçe ilerletti. Hafta sonunda evine gitmekle kalmayarak hafta içinde de canı istediği zaman kapıyı çekip gidiyor; bir iki gün görünmüyordu. Nâzım’dan izin almak şöyle dursun, ona haber vermeye bile lüzum görmüyordu.
Birgün kendisine evliliğinin nasıl gittiğini sorduğumda bana şu cevabı verdi:
-Bilmediğin kadar mutluyum ben, dedi. Görmüyor musun be! Gençleştim be!
Sonra karısının habersiz evden çıkıp gittiğini anlattı ve güya kıskandığını anlatmak için dedi ki:
-Yâhû Zikri (Zekeriya), şu yeni Sovyet kuşağı yok mu, alabildiğine serbest. Örneğin bizim Vera, istediği zaman bana sormadan çıkar gider. Günlerce gelmez. Nereye gider, niçin gider, nerde kalır, bana söylemeye bile lüzum görmez.”
Ayan beyan görüldüğü gibi Nâzım Hikmet, Vera’nın yanağını, Vera’nın eski kocasıyla ortaklaşa paylaşmaya razı olmuştur.
Türkiye’de karısını başka erkeklerle paylaşan kocalara ne derler? Ben, devrimci ve ilerici Nâzım Hikmet hayranlarını üzmemek için bu kelimeyi kullanmayacağım. Fakat onların Nâzım Hikmet’i yere göğe sığdırmayan şamatalarına da asla inanmayacağım.
Nâzım Hikmet’in çok kötü bir kimse, çok kötü bir vatandaş, çok kötü bir baba, çok kötü bir koca olduğuna dair okuduklarımı, bildiklerimi yazsam sayfalar arasına gömülüp kalır, şaşırırsınız.
Nâzım’ın çok kötü bir vatandaş çok kötü bir insan olduğunu bir Bulgaristan seyahatimde de gördüm. 1993 yılında Bulgaristan’a gittim. Kırcaali şehrinde soydaşlarımızla görüştüm. Sohbet esnasında bana dediler ki:
“Jivkov döneminde bize yapılan büyük zulümlerden, baskılardan sonra Türk kardeşlerimiz Türkiye’ye göç etmeye başladılar. Bir süre sonra bazı köyler boşaldı. Buğday tarlaları ekilemez, biçilemez oldu. Çünkü o tarlaları ekip biçenler Türkiye’ye göçmüşlerdi. Tarımda büyük kayıplar meydana gelince Sofya, Moskova’ya başvurdu. O göçün durdurulmasını istedi. Moskova da buraya Nâzım Hikmet’i gönderdi. Nâzım, çıkıp buraya geldi. Hepimizi bir araya getirip nasihat etmeye başladı. Türkiye’nin çok geri bir ülke olduğunu; insanların ekmeğe muhtaç hâle geldiklerini söyledi. Sonra üzerine basa basa dedi ki:
-Türkiye’ye giderseniz karılarınız kızlarınız, Amerikalı askerlerin koyunlarına düşerler. Sakın ha Türkiye’ye gitmeyin! Sonra bin pişman olursunuz. Benden size dostça, kardeşçe tavsiye. Sakın! Sakın! Sakın!
Sözü döndürüp dolaştırıp karılarımıza kızlarımıza getiriyor; onları Amerikalı askerlere peşkeş çekmememizi söylüyordu.
Buralarda Köselerin Sülüman diye bir arkadaşımız vardı. Ayağa kalktı; cebindeki pasaportu çıkartıp Nâzım’a doğru sallamaya başladı:
-Nâzım, dedi. Sen ne dersen de! İşte ben pasaportumu da çıkarttım. Çoluğumu çocuğumu toplayıp Türkiye’ye gideceğim.
Nâzım, bir süre dondu kaldı. Sonra Sülüman’a dedi ki:
-Getir bakayım o pasaportu bana!
Sülüman sandı ki Nâzım inanmıyor. Ona götürüp verdi pasaportunu. Nâzım aldı Sülüman’ın pasaportunu. Önce ikiye, sonra dörde bölerek yırttı. Sonra çarptı Sülüman’ın yüzüne. Çıkıp gitti buradan. Donduk kaldık. Kendi kendimize dedik ki:
-Adam Moskova’nın emrinden, Sofya’nın emrinden nasıl çıksın? Çıksa öldürürler Nâzım’ı.”
Bizde bir söz var efendim: İt, bağlı olduğu kapının sahibine kuyruk sallar. Nâzım da Moskova’nın emrinden katiyyen çıkmadı; çıkamadı.”
CB’nı RTE’ın şiirini okuyarak gençlerin zihnine yerleştirmeye çalışdığı komünist Nâzım işte bu… Yavuz B. Bâkiler bir başka (28/6/2005) târihli yazısında da şunları yazıyor:
“NÂZIM Hikmet, kırk kadınla düşüp kalktı. Çok yakın arkadaşlarından Zekeriya Sertel, ondan bahsederken: ‘Elbet hayatına birçok kadın karıştı’ diyordu. Bu kadınlardan sadece üçüyle nikâhlı yaşadı. Türkiye’deki son eşiyle, dayısının kızı, tek çocuğunun anası Münevver Hanım ile resmi nikâhları yoktu. Münevver Hanım, Memet’e hamileyken, Nâzım hapisteydi. Onu tam on yıl, büyük sıkıntılarla, çilelerle bekledi. Önce, lüzumsuz bir polis takibi altındaydı. Sonra, elinde avucunda bir şeyi yoktu. Ben, Münevver Hanım’ın, Nâzım Hikmet’e yazdığı mektupları, hep yüreğim kavrularak okumuşumdur.”
“…. Nâzım Hikmet ‘Memet’e Son Mektubumdur’ şiirinde diyor ki:
‘Müşküldür / Babasız büyütmek erkek evladı / Ananı üzme oğlum / Ben güldürmedim yüzünü / Sen güldür /Anan /Anaların en iyisi, en akıllısı / Yüzyıl yaşar inşallah’
Münevver Hanım, çok iyi bir anaydı ama, anaların en akıllısı değildi. Çünkü Nâzım’ın evvela çok kötü bir insan, kötünün kötüsü bir koca, çok kötü bir baba, çok kötü bir vatandaş olduğunu anlayamamıştı. Uzun yıllar sonra Varşova’da, aklı başına geldiğinde iş işten çoktan geçmişti.
Bir başına kaçtı.
NÂZIM Hikmet, Demokrat Parti iktidarının 1950 yılında çıkardığı aftan istifade ederek dışarı çıkınca, Münevver Hanım ile çok az beraber oldular.
Çünkü o, 1951 yılında Moskova’ya kaçtı. Çileli eşi, oğlu Memet ile birlikte İstanbul’da kaldı. Nâzım Hikmet kaçarken, karısını ve oğlunu pekâlâ yanına alabilirdi, ama almadı. 1951 yılında Moskova’ya yerleşince Dr. Galina isimli bir Rus kadınıyla on yıl kadar birlikte nikâhsız yaşadı. Günün birinde Vera’ya rastladı ve doktor metresini bırakıp Vera ile evlenmek istedi. Halbuki Vera evliydi ve bir de çocuğu vardı.
Nâzım Vera’ya çok ısrarla, birlikte yaşamayı teklif ediyordu. Yazlığı, kışlığı, özel otomobili vardı. Geliri yerindeydi. Araya Vera’nın kocası girdi. Gelip Nâzım ile konuştu:
– İki şartım var. Onları kabul etmezsen Vera’yı kat’iyyen boşamam, evlenemezsiniz! Vera’yı resmi nikâhla alacaksın ve haftada bir defa da benim evime gelmesine izin vereceksin!
Nâzım Hikmet, ikinci şartı kabul edebilir miydi?
Türkiye’de iken Şeyh Bedrettin Destanı isimli şiirinde şöyle seslenmişti:
‘Hep bir ağızdan türkü söyleyip / Hep beraber sulardan çekmek ağı / Demiri oya gibi işleyip hep beraber / Hep beraber sürebilmek toprağı / Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek / Yârin yanağından gayrı her şeyde / Her yerde, hep beraber diyebilmek için…’
Nâzım Hikmet, deli dolu bir komünist olduğu için yârin yanağından başka, her şeyin yoldaşlar arasında ortak olmasını istiyordu. Ama Moskova’da, Vera’nın nikâhlı kocası İvan, karısından boşansa bile, onun ballı incirlere benzeyen dudaklarına ve yanaklarına, Nâzım ile birlikte ortak olmakta ısrarlıydı. Peki bu Türkiyeli şair şimdi ne yapmalıydı? O, çok kötü bir koca, çok kötü bir baba, çok kötü bir vatandaş, çok kötü huylu bir adamdı. Vera’nın kocasının iki teklifini de kabul etti.
Kötü koca, kötü baba.
VERA ile resmi nikâh kıydırdığında güzel karısı yirmisekiz yaşındaydı. Kendisi de ellisekiz yaşına girmişti. Aralarında 30 yaş farkı vardı. Zekeriya Sertel, Nâzım Hikmet’in Son Yılları isimli kitabının 259. sayfasında aynen şöyle yazıyor:
Bir gün kendisine evliliğin nasıl gittiğini sorduğumda bana şu cevabı vermişti… Bilmediğin kadar mutluyum ben demişti. Görmüyor musun be! Gençleştim be! Yahu Zikri (Zekeriya) şu yeni Sovyet kuşağı yok mu, alabildiğine serbest. Mesela bizim Vera, istediği zaman, bana sormadan çıkar gider. Günlerce gelmez. Nereye gider, niçin gider, nerde kalır bana söylemeye bile lüzum görmez!
Nâzım Hikmet, beş yıl kadar süren son evliliğinde sarı saçlı, mavi kirpikli güzel Vera’ya göz kulak olamadı Yatakları da, odaları da ayrıydı…
Şimdi tabii olarak soracaksınız ‘Münevver Hanım ne oldu, Memet ne oldu’ diyeceksiniz. Nâzım’ın, oğlu Memet için yazdığı şiirler, gerçekten güzeldir, okuyanı hüzünlendirecek bir hasretle yüklüdür.
1960 temmuzunda Münevver Hanım ile Memet de Türkiye’den kaçırıldılar. Önce Polonya’ya (Varşova’ya) götürüldüler. O tarihte Nâzım Moskova’daydı ve Vera ile evliydi. Varşova’ya getirilen Münevver Hanım’a ve oğlu Memet’e Nâzım kat’iyyen sahip çıkmadı. Ana oğul, bir başlarına Varşova’da kaldılar. Nâzım 3- 4 yıl içinde, dayısının kızıyla, oğlunun iyi yürekli anasıyla, çok çileli eski karısıyla, sadece iki defa görüşebildi. Yanlarında 3- 4 gün bile kalamadı. Tekrar Moskova’daki hovarda karısına döndü.”
İşte şiirleri birilerine ilham veren, meşhur (Nâzım) bu… Devam edelim:
Nâzım Hikmet, sadece çok kötü bir koca değildi; kötünün kötüsü bir babaydı da. Onun, çok kötü bir vatandaş olduğunu da haftaya yazacağım!”
Y.B.Bâkiler (20.01.2013) târihli yazısıyla da şunları yazıyor:
“Şimdi bir de “Nâzım Hikmet’e saygı” toplantıları yapılıyor. Ben Nâzım Hikmet’e hiçbir saygı duymuyorum. Hemen belirteyim ki, Onun bütün şiirlerini hem de birkaç defa dikkatle okudum. KAN KONUŞMAZ ve YAŞAMAK GÜZEL ŞEY KARDEŞİM isimli romanlarını Bulgaristan’dan getirttim. Sonra Nâzım’la ilgili kitapları da gözden geçirdim, Sonunda gördüm ki içimde, Nâzım Hikmet’e karşı zerre kadar bir sevgi ve saygı yok çünkü; evvela Nâzım Hikmet çok kötü bir insan, sonra çok kötü bir vatandaş, sonra çok kötü bir koca ve sonra çok kötü bir babadır da ondan.”
Bâkiler, Nâzım’ın beş para etmiyen mübtezel bir insan olduğunu yazıb dursun! Ammâ, onun şiir olmıyan manzûmelerini okuyan ve onu onmilyonlarca halkına bu şiirleri (!) üzerinden benimsetib sevdirmek istiyen ne böyyük ve müslüman ve devletlû adamlar da var!
Bâkiler devam ediyor:
“Aşağıda belirteceğim hususlar, size çok tabii gelebilir, ama dikkatinize sunacağım davranışlar benim insanlık anlayışıma, devlet saygıma evlat ve eş anlayışıma katiyyen uymayan hareketlerdir. Nâzım Hikmet niçin çok kötü bir insandır?
Nâzım, 1937 yılında, CHP iktidarı döneminde, açılan iki dâvâ yüzünden toplam 35 yıla mahkûm oldu. 1950 yılına kadar hapiste yattı. O yıllarda, VATAN gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman Nâzım’a kol kanat gerdi. Af edilmesi için yazılar yazdı. Demokrat Parti 1950 yılında iktidar olunca Ahmet Emin Yalman, Nâzım için ayrıca bir imza kampanyası açtı. Fikir, sanat, siyaset dünyamızdan 100’e yakın imza topladı. Sonra o imzaları ileri sürerek Başbakan Adnan Menderes’ten Nâzım’ın affını istedi. Böylece 1950 yılında çıkarılan aftan Nazım da istifade etti, ama o af dolayısiyle Yalman da, Menderes de büyük hücumlara uğradılar.
Sonra ne oldu? Cezaevinden çıkan Nâzım hem Ahmet Emin, hem de Menderes aleyhinde çok ağır, çok rezil şiirler yazdı. Onları vatan hainliğiyle suçladı…….. Zerre kadar vefa duygusuna sahip olan bir insan, en zor günlerinde kendisine kol kanat geren kimseleri en ahlâksız iddialarla yerden yere vurur mu? Vuramaz! Vurmamalı!
Rusya bizim vatanımızın, tarihimizin, dilimizin, dinimizin en büyük düşmanlarından biridir. Stalin, tam bir insan kasabıdır. Yüz binlerce Kırım ve Ahıska Türkü’nü bir gece içinde, evlerinden alıp uzak diyarlara süren Stalin’dir. Türkistan’dan ve Azerbaycan’dan binlerce soydaşımızı toprağa gömdüren odur.
Ama Nâzım Hikmet, Rusya’ya kaçtığı gün, Moskova Havaalanında: “Stalin gözlerimin ışığıdır. Beni Stalin yarattı! Ben Sovyetler Birliğinin çocuğuyum. O kadar mutluyum ki…” diye beyanat verdi. Kore’de çarpışan Mehmetçiklerimize “Teslim ol Ahmet!..” diye seslendiği için ve Bulgaristan’da, Kırcaali Türklerinden bizzat dinledim, onlara; “Türkiye’ye gitmeyin! Karılarınızı, kızlarınızı orada Amerikalı askerlere peşkeş çekecekler” yalanlarını savurduğu için onu sevmiyorum, ona saygı duymuyorum.
Hikmet çok kötü bir baba idi. Oğlu Memed için yazdığı şiirler, benim de yüreğimi kavurmuştu. Fakat Memed anasıyla birlikte kaçıp Varşova’ya gidince, Nazım Hikmet katiyyen ona sahip çıkmadı. Çünkü çok kötü bir baba idi. Nazım Hikmet, kötünün kötüsü bir koca idi. Dayısının kızı, Memed’in anası Münevver Hanım’ı Varşova’da nasıl yüzüstü bıraktığını iyi anlamak için Zekeriya Sertel’in Nâzım Hikmet’in Son Yılları isimli kitabını okumak lâzım. Ona niçin saygı duymalıyız ve onu niçin sevmeliyiz?..”
Nâzım denen Polonya yahudisi işte, öz çocuğunun bile böylesine bir hâini bir mahlûk ki, çoluk çocuğun zihnine onu yerleştirmeden evvel, on kere, belki daha çok kere düşünmek, olabildiğince (vicdân muhâsebesi) yapabilmek lâzımdır!. Aksi hâlde körpecik zihinleri kirletmiş, îmân, fikir ve nâmuslarına zift sıvamış oluruz…
HEM, “Yerli ve millî” olmanın lâfçasıdeğil; yürekçesilâzım, “müslüman” olmanın da ECDADÇASI…
Ben bugun yani 23 Nisan 2018 günü Hüryet Gazetesi nin siir sayfasinda su siiri gördüm, AKP ye kapak olsun.
23 Nisan cok güzel
Her taraf cocuk dolu
23 Nisan da bayraklarla
Süsledik okulumuzu
Padisah gidince
Karanlik bitince
Aydinlandi her yer
Meclis kurulunca. Not isteyen herkes Hüryetin bügünkü Avrupa baskisina bakabilir,
2 Comments
Adamın fikri ne ise zikri de odur.
Ben bugun yani 23 Nisan 2018 günü Hüryet Gazetesi nin siir sayfasinda su siiri gördüm, AKP ye kapak olsun.
23 Nisan cok güzel
Her taraf cocuk dolu
23 Nisan da bayraklarla
Süsledik okulumuzu
Padisah gidince
Karanlik bitince
Aydinlandi her yer
Meclis kurulunca. Not isteyen herkes Hüryetin bügünkü Avrupa baskisina bakabilir,