-2- Dîni Tepe Tepe Kullanan Hoca Kılıklıların, Hakk’ı Bâtılla Telbîs Azgınlığı…
13 Haziran 2023
“Allâh Azze İle Muârazanın” Da Adı: Bayram!
Ahmed SELÂMÎ
25 Haziran 2023

DÎNİ TEPE TEPE KULLANAN HOCA KILIKLILARIN, HAKK’I BÂTILLA TELBÎS AZGINLIĞI…

(3)

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

Ank. İLAHİYAT’DA İSLÂM’A “LÂYIK DİN” DİYEN DERS KİTABLARI…

Demek ki en mühim husûs, ana hatları ile hulâsa edersek şudur:

Laikliği sevdirib, kabûl etdirmek, onsuz olunamıyacağına îmân… Hatta öylesine göz küllenmeli, akıllar ve îmânlar zehirlenmelidir ki, “İslâm’ın laik bir din” olduğu bile söylenmelidir. Bunun içün Ank. İlâhiyât Fakültesinde ders kitabı olarak okutulan Prof. Mehmet Taplamacıoğlu’nun “Din Sosyolojisi” nâm kitâbı, husûsî bunun içün yazılmışdır. 168 sahîfelik kitabın 104. sahifesinden i’tibaren 64 sahîfesi hilâfet, bizantinizm, teokrasi, demokrasi ve bilhassa LAYİKLİK mevzu’larına ayrılmış; ve akıl almaz derecede İslâmiyet tahrîf ve tağyîre uğratılmışdır.

Meselâ: “Peygamber “Dünyâya âid işleri sizler daha iyi bilirsiniz”, “Ben de ancak sizin gibi bir insanım de” diyen âyet ve hâdisler dinle dünyânın ayrıldığına işâret sayılabilir.” (Ankara Üniversitesi Basımevi, Taplamacıoğllu, Din Sosyolojisi, 1963, s.150) 

Seküler-lâyık-ateist cumhûriyet aydınlanmacılarına “din-devlet ayrılığı” şirki bile az gelmiş ki, hadislere, “din-dünya ayrılığı” söyletilir olmuş!. Din, dünyâda bile işe yaramıyacaksa, dünyâya neden gelmiş?. Bu beton kafala ve kalbler “her halde yolunu şaşırmış” diyeceklerdir!!!..

Bunun gibi tahrîf ve galız hezeyanlardan bir misâl daha: “Yevmiddîn, yevmilkıyame, ruzumahşer, ruzuceza, ahîret, cennet, cehennem, kevser, sırat, zebani ve benzeri kavramlar, KAYNAKLARINI ESKİ SÂMÎ KAVİMLERDEN ALMAKTADIRLAR. Bu milletlerde kötü insanlar cehennem ateş ve azabı ile korkutulurlardı.(A.g.e. s.123) 

 Demek ki İslâm’da KAYNAK vahiy değil, eski sâmi kavimler… Öyle ya, Kur’an-ı Azîmüşşân Allâh’ın kelâmı değil, M. İbni Abdullah’ın mağaralarda düşünüb düşünüb  yazdığı kendi kitâbı!. Okuma yazmayı da hangi papaz veya hahamdan öğrendiyse!.. (Sonsuz kere Hâşâ ve kellâ…)

Taplamacıoğlu, İslâmiyyet’in “Din devlet ayırımını kabûl (!) etdiğini” bakınız nasıl bir cümlenin içine tam tahrifçi olarak sızdırıyor:
“Evrensel dinlerin cemaata değil, ferde ve ferdin vicdânına hitabetmesini ve demeçlerinin sınır tanımıyan bir genişlikde olmasını, bunların din ve devlet ayırımını KABÛL ETDİKLERİNE yormak gerekir.” (A.g.e. s.130)

Cumhuriyetin laikçi ve sosyolog ilâhiyât müctehidi (!) bu İslâm’ın elifinden bile habersiz kof-porof kuru-sıkı atış müdürüne göre “Evrensel dinler” dediği (CİHANŞÜMÛL DİNLERDİR) ki, bunların başında da İslâm gelir. Bu cihanşümûl ve mutlak DÎN, “cemaate değil, ferde ve ferdin vicdânına hitâbedermiş!.” Bu kadar hakîkate nâmütenâhî ters ve korkunç ve cihânın gözüne baka baka böylesine azılı bir tahrîf ilâhiyât talebelerine zerkediliyor ki, bu da Anadolu’nun nasıl sinsi, gizli ve modern bir işgâl ve istîlâ altında olduğunu gösterir. Evrensel denilen diğer iki din, zâten mutlak değil, i’tibârî ve mecâzî ma’nâda dinlerdir. İslâm ise, Edille-i erbaasıyla bu yalan ve iftirâların tam tersini son derece şiddetle müslümanlara emretmektedir. Bir müctehid olarak İslâm adına hüküm istimbât eden değil de, alenen ve sıkılmadan tahrîf sıkan bu adam, Kelâm-ı Kadîm’de CEMAAT, hükûmet ve hılâfeti âmir nice âyetler vardır ki, bunları ketmetmektedir… 

KİTÂB’I ANLAMAK, SOSYALOĞUN DEĞİL MÜFESSİRİN SALÂHİYYET VE  İHTİSÂSINDADIR; İŞTE CEMAAT VE İMÂMET..

Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm ise, SOSYALOG Purof Taplamacıoğlu’nun yâvelerini veya yazdıklarını her kelîmesiyle ve son derece şiddetle, sarîhan ve vâzıhan redd ü cerh etmekde; ve  şu bir kaç cümlesiyle de bütün Kelâm-ı Kadîm adına hüccet-i kâtıa ve kazıyye-i  MUHKEME hâlinde cihânın gözleri önüne sermektedir:

“Beyan olunduğu üzere ümmet, öne düşen, fırâk-ı muhtelifeyi toplıyan METBÛ’ (kendine tâbi’ kılan) bir CEMAAT demekdir ki, hepsinin önünde de İMAM (Halîfe-i Rasûl=Veliyyü’l-emr=Devlet Reisi=Sultân) bulunur. CEMAATLE kılınan namazlar, bu muntazam ve hayırhâh tertîb-i ictimâînin tecelliyâtını ifâde eden (ictimâî nizâmın ortaya çıkışını ifâde eden) sûret-i mahsûsesidir (husûsî şeklidir.) Bu sûretle hayra da’vet ve emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i  ve ani’l-münker yapacak bir ÜMMET VE İMÂMET (imâmet-i kübrâ=hükûmet-i İslâmiyye)  teşkîli, BA’DE’L-ÎMÂN (îmândan sonra) MÜSLÜMANLARIN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYELERİDİR.” (c.2,s.1154-55)

Aklı başında bir müslümanın, Müfessir Merhûm gibi icâzetli ve sağlam ilim ve ahlâk sistem ve silsilesi içinde yetişmiş Şerîat mütehassısı bir âlimi bırakarak, cumhûriyet porofu bir sosyalog v.s.yi, hatta ilâhiyatçıları i’tibâre alıb kıymet vermesi;  ve onların lâkırtı, takırtı ve yazıştırmalarında HAKÎKAT araması, sûret-i kat’iyyede düşünülemez. Bu, hakîkileri bırakıb, bir takım sahteleri temel almak kadar korkunç bir sapıtmak olur…

Cemaat, bey’at ve imâmet gibi İslamiyyet’in son derece esas ve temellerine taâllûk eden mevzu’lar ile alâkalı olarak daha pek çok âyet-i Kerîme’nin bulunduğu da îzâdan vârestedir. Bu üç nokta, nice “ileri ve tavizsiz müslüman” bildiğimiz ferd veya cemaat manzaralı cem’iyyetlerin veya kalabalıkların bile neredeyse zihninden silinmiş, İslâm’ın (îmandan sonra) bu en büyük FARZI unutdurularak, insanlarımız kendi kendilerini uyuşturur ve aldatır olmuşlardır… Böyle olunca da, beşerî sistemler önünde hiçbir direniş, varlık ve hayâtiyyeti devâm etdirme şıkkı, imkân ve ihtimâli bırakılmamışdır. Bugün İslâm’ı icmâlen ve aslına tam muvâfık olarak ve en umûmî hatları ile bilen, kalmamış denilecek kadar ortada yokdur!. Herkes cehâletini ilim zannederek, kendi nefsine tapar hâle gelmiş, ancak işin en berbat tarafı ise, ferdin, bunun farkında bile olamayışıdır… Füruâta dâir mes’elelerin, ana hatlardan irtibâtı kesilerek, usûl ve temellere mütedâir ana mes’elelerin yerine geçirilmişdir. Böylece “imâmet-i kübrâ, cemaat, bey’at” gibi “ba’de’l-îmân ilk farîza” olan esaslar, bir nevi İslâm’dan atılmış, kazınmışdır… Bunda mes’ûliyyetin en büyük payı da, bazı sarıklı kürsü baykuşları, akademisyen çakalları, politika kuduzları, bazı sarıklı cübbeli-tâğût beslemeleri ve yardakçılarıdır!.

Bunu çok iyi bilen tâğutlar da, İslâmiyyet’e dayalı ve tam istinâd eden hakîkî hayâtı “güncellemelerle” sökerek, ehâlîyi sürüleştirmişlerdir. Bu fıtrî, adlî ve ilâhî hayâtın yerine, onu felç edici, hâşâ min huzûr “Demokratik bireysel yaşam” diye bir kurbağaca telâffuzla müşrikî sürüleşme hayatını koymuşlardır… Ve böylece, müslüman içün zifîrî bir çukur olan, bu “ferdiyet belâsını” zihinlere kazıdılar.  Halbuki şu âyet-i kerîmenin tefsîr ve tafsîline bile bakılacak olsa, müslümanın kalb ve elinden dîninin nasıl alınıb yasaklandığı APAÇIK görülecekdir:

“Va’tasimû bihablillâhi cemîan velâ teferrakû=Topunuz bir, Allâh İPİNE sımsıkı TUTUNUN, biribirinizden AYRILMAYIN.” (Muhammed Hamdi Ef. Merhûm, Âli İmrân, 103. âyet) 

Medya ve politikadaki bazı kamalist ve ateist trollerin ve münâfık-mürâî muhâfazakâr demokrat şeytanların ikide bir, “tarikatlar ve cemaatlar” diye sinir krizleri geçirmelerinin sebebi, hakîkatı dışında bir takım “tarikat ve cemaat” karikatürlerini, “İslâm’mış” gibi kabûl ederek, onların şahsında İslâm’a kuduruşlarıdır… Halbuki bu karikatürlerin içindeki, cübbelâ, şerocak ve sefil gibi familyalar, ya’ni sistem çömezi ve  yamağı dalkavuk ve tufeylî (çanakyalayıcı) süflîler, aslında onların ekmeğine yağ sürdükleri halde, bu troller sırılsıklam muvâzenesiz, ebleh ve gabî olduklarından, bu süflîlerin kime ve nasıl hızmet etdiklerini akledememektedirler!. O kabil süflîler, bütün müctehid imamlara ve fıkıh müdevvenâtındaki sarâhate ve son Osmanlı ulemâsının eldeki eserlerine RAĞMEN, Türkiya’yı, müftâbih olan imâmeyn kavline meydan okuyarak islâmî bir DÂR yani “Ahkâm-ı İslâmiyye’nin TATBÎK edildiği bir DÂR” olarak takdimdedirler ve bundan da aslâ îmân, hayâ ve edeb sancısı çekmemektedirler… Böyle olunca da, Ankara, resmen ve alenen: “vâcibü’l-ittibâ’ ülülemr ve onlara itaat de FARZ” olmakdadır ki; böylelikle de, müslümanların cihâd, cemaat, bey’at ve imâmet ÎMÂN ve şuurlarının kat’iyyen ÖNÜ KESİLMEKTEDİR… 

Müfessîrîn Hazerâtının: “ÎMÂN IZHÂR-I HAKK’DIR, HAKKI SARÎHİ KETMETMEK KÜFÜRDÜR”  gibi dindeki en temel beyanlarını, bu müfsid ve mürâîler her konuşmalarında ihlâl ve ibtâl ederek, sâdece lâyık (ateist) sistemin çanak yalayıcılığına (tufeylîliğine) devâm etmekde bulunuyorlar…

İşte, İslâm’ın tepesinde patron olan devlet sisteminde, hiçbir dîn icâzet ve ehliyeti olmıyan “ilâhiyat porofundan” nassların oyuncak ve tağyîr edilişi… Ve işte, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Merhûm gibi dînî ilimlerde ve bilhassa tefsîr bahsinde mütebahhir, mütebassır, mütehassıs ve tam ehil, Osmanlı icâzet silsile ve zincirindeki bir allâmenin, adı geçen adamları silip süpüren HAKK beyanları, beyân etdiğimiz gibi apaçık ortadadır. Bu esaslar zâviyesinden ve o ehliyet sâhiblerinin gözüyle vasata bakmıya çalışdığımızda, Türkiya’dan İslâm’ın tamâmen silinmiş olduğunu görmekteyiz… Ana usûl ve temellerden arta kalan içi boşaltılmış kışır kabilinden boş ve fos  tortu kabilinden bakiyelere bakılacak olursa, bunların da, kânûnlar, ta’mimler, “güncellemeler”, tahrîfler, te’viller, tokatlamalar ve iteklemelerle eritilib tabahhur etmiye terkedildiği apaçık ortadadır…

Bilfarz, şeyhliği kendinden menkûl bir purof Coşan, mutlaka yapılması şartmış gibi diline aldığı resmî evlenme muâmelesinin yanında ŞER’Î nikâhın da yapılmasını, onu da “TEBERRÜKEN” lüzumlu görüveriyor!. Uğurlu ve bereketli bir şey, o kadar… Sanki soy sopdan, dedeler ve ninelerden kalan güzel bir âdetimizmiş havasını vererek, adını öyle, lütfen zikredivermektedir!. Halbuki bu nikâh “teberrüken-meberrüken” yapılmaz; edille-i erbaanın dördü ile de SÂBİT KOSKOCA bir zarûrât-ı dîniyyedir, Şerîatın yani Allâh Azze ve Celle’nin KAT’Î EMRİDİR diye yapılır!. Bunun mutlak FARZİYYETİNİ değil inkâr, onda şekk ve şübhe bile edeni bu dîn, kendi içine almıyor, fırlatıb atıyor… “Sen mü’min değil, kâfirsin, münkirsin, gâvursun” diyor. Şer’î NİKÂHIN fevkal’âde ehemmiyetini, bir nevi ötekine fedâ etmeyi telmîh ve îmâ eden böyle gevşetici ve çözücü, ehemmiyet-i fevkal’âdeyi basite ircâ’ edici, suyuna tirid beyânların ciddiyet ve salâbet-i dîniyye ile aslâ kâbil-i aheng ve te’lîf bir tarafı olamaz. Nikâh-ı şer’î, İLK VE EN BÜYÜK ŞARTI OLARAK, ALLÂH ADINA icrâ ve îfâ edilen bir AKİD olub, muâmelât ciheti yanında, cihad ve namaz gibi bir İBÂDET tarafı da vardır. Diğeri RESMÎ MUÂMELE ise, esasları katolik İsviçre’den iktibâs ve taklid edilen, BELEDİYE REİSİ ADINA (Allâh adına değil, kabûl ve redd noktasından bakınız) akdedilen beşerî bir mukâvelenâmedir. Ciddî bir müslüman ındinde, nâmütenâhî beşerî bir sözleşme, BİR TEK ŞER’Î AKDİN yerini tutamaz… Arâziye uyan ayak takımı içün değil, son derece îmânından emîn olanlar içün, bu böyledir…

xxAnınçün, şerîatın hiçbir zârûrât-ı dîniyyesi sulandırılıb hafifletilemez. Cemaat, bey’at, imâmet ve cihâd farz ve ibâdetleri ve bunların usûl-i dîne taallûkları nazar-ı i’tibâre alınınca, bâlâda Müfessir Merhûmun Beyân buyurdukları vechile bunlar, kuşatdıkları  ve bizzat kendi varlıkları ile vücûd bulmaları hasebiyle diğer yüz binlerce emrin EDÂ ve ÎFÂSINDA en ana ve kuşatıcı âmil, meşrûiyyet, zarûret, farziyyet ve sıhhat mebdeidir. 1970’li senelerde Merhûm Ahed Davudoğlu Hocaefendi, bu hakîkat ve esaslara binâen Bolu’da cumhuriyet vaiz ve müftülerine verdiği bir DİB kursunda “ŞER’Î NİKÂH yapılmadan iki müslümanın biribirine HELÂL olamıyacağını” beyân buyurduğu içün suçlu kabûl edilmiş, tâğûtî sistemin şirkâlûd kânûnları netîcesinde 11 ay hapis yatmış ve 2 yıl da Çankırı’da sürgün cezâsı almışdır… xxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

 

mühim olmıyan Politikacıların, bazı medyacıların, püsküllülerin, hoca kılıklı bazı şeytanların parti-pırtı adına semâtet, şamata, kuru gürültü ve abartılı lâflarla beyinlere mugâlâta bulamaçları sıvamaları, son tahlilde, sistemin goygoyculuğu ve misyonerliğinden başka bir halt değildir…

Bâlâda, purof Taplamacıoğlunun,“İslâmiyyet’in cemaate değil, ferde ve ferdin vicdânına hitâbeder!.” değini apaçık gördük. Merhum müfessirimiz de, tam tersine “Cemaat ve imâmetin” fevkal’âde ehem keyfiyetine işaret etmişdir. Hatta o kadar ki “cemaatle kılınan namazlar” bile İMÂMET-İ KÜBRÂ dediğimiz en büyük islâmî BAŞIN (REİSİN-SULTANIN-HALÎFENİN), tecellîsinin ortaya çıkarılış ve onsuz yaşanamıyacağının günlük, haftalık ve yıllık cemaat namazları ile TA’LÎM ve TERBİYESİNİN verildiği ta’limgahlar olduğunu beyan buyurmaktadır. Fakat namazın bu en mühim temel esâsı asırlar içinde sulandırılıb ÖZÜ, USÂRESİ atılmış, günümüzde ise, YASAKLANARAK onun kabuğu kemirtilir olmuşdur.  Nice çok ileri ihlaslı, hassas, bin tesettür ve namazlı (!) hacclı, oruçlu, zikir fikirli çok ileri müslümanlarımız bile mes’elenin bu tarafını ruznâmeye taşımayı bırakın, kendi iç dünyalarında bile şunu, iman ve cehd ü esasa kavuşturamamışlardır…

 

xHadîs-i Şeriflere gelecek olunursa:

Osmanlı ulemasından Yusuf İbni İsmâil Nebhânî Hazretlerinin “El Ehâdîsil Erbaîn fî Tâati Emîril Mü’minîn” nâmındaki eserinden bir kaç hadîs-i Şerîfi iktibâs edebiliriz:

 

xBirinci Şef’in kendi el yazısıyla yazıb, târih kitâbı diye mekteblerde okutulan şeylerde, şefin de “kaynağı” layik-pozitivist Batılı felsefeciler olmuşdur. Taplamacıoğlu’nun “kaynakları” da, bu el yazılı târih kitablarının talimâtları olsa gerekdir!. İlâhiyâtçı garîbanlarımız da, Porrof Taplamacıoğlu’nun “Dîn Sosyolojisi” kitabını hatmedib imtihana girince, onların sapıtma “kaynağı” da bu kitâb olmuş olur!. Ve seadet zinciri devam eder,  bu gençler de din dersi hocası, imam, müftü, (!) ahbâr ve ruhbân sınıflarının sarıklı “din görevlileri” olub, bîkes ehâli ve talebelerin önüne geçince, bu ehâli ve talebelerin “kaynayan, fokurdayan KAYNAĞI” da, kapı gibi koskocaman Yüksek Tahsil DİPLOMASI taşıyan bu cumhuriyet sarıklıları olur!…

Her namazdan sonra câmi cemaatlerine ne kalır: “Tecdîd-i îmân ve’n-nikâh…”

Câmi çıkışlarına bir de din görevlisi, ödevlisi ve tâzelerlisi olarak “Câmi nikah tazeleme MÜDİRİYETİ” odası kurulub, belli bir miktar da ücret narh edilirse, câmilerin meşrûta ve alt yapı-üst yapı gidirleri içün son derece mümbit bir gelir kaynağı da ihdâs edilmiş olacakdır! DİB Riyâset-i Celîlesinin akl-ı ticâriyyelerine gelmiyebilir, biz hatırlatmış olalım, kendilerine nâçizâne ve nâfiyâne bir hızmetimiz sebketmiş olsun!..

Aman Yâ Rabb!

Raiz Beyfendi de böylece, “Dîn güncelleme” kılavuzu ve hocaların hocası “Haltettiniye Mezhebi” imâm-ı ılmâniyyesi ve telfikçiler reis-i rûhânisi ol âdem kimesnenin usûl-i fıkhına göre, “Dindar Gençlik Yetiştirib” millet-i merhûme ve sâbık ümmet-i Osmâniyye ve İslâmiyye’nin bakıyyesi ve enkâz-ı perîşânına “Ümmet Liderliği” yapıvermiş olacakdır!..

Yâ Hayyu Yâ Kayyûm…

Bizi bize, bizi ağyâra bırakma!.

Ank. İlâhiyat Fak.’de, oranın müfredâtını ta’kib ve ikmâl etdiğimiz 1971-75 yılları arasında bu kitabın ders kitabı olarak okutulduğuna bizzat şâhidiz. Bu dersden geçer not alamıyanlara (!) diploma da verilmemekte idi!. O yıllardan evvel ve sonra nice hakîkatları tersyüz eden bu korkunç kitab ve benzerleri, kim bilir kaç yıllar boyu  ders kitabı olarak okutulmuş ve nice  ilâhiyât me’zunlarının i’tikadları zîr ü zeber edilmişdir. Biz, o zamanlar elimizden geldiği kadar genç talebeleri uyarır: “Bu kabil akâid bozan kitablara inanırsanız sizin arkanızda namaz kılınmaz” der; ve önlerine bir takım  îkâz ve vesîkaları koymıya çalışırdık…   

Görüldüğü gibi adam, hadîs diye yazdıklarının kaynağını; -ve onun hangi hâdise üzerine vaz’edildiğini- dip not hâlinde bile verememişdir… İslâm müctehidleri ve müfessirlerimiz, sahih ise, bu hadîsler hakkında ne buyurmuşlardır, bütün bunlar ketmedilmektedir. Adamdaki cür’ete bakınız ki, sâdece dinle devleti değil, dinle DÜNYÂYI ayıran bir İslâmiyyet’den bahsediyor!. Ahkâm-ı Sultâniyyesi, hılâfeti, hukûkî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî, mülkî, askerî ve tıbbî nice emir, esas, düstûr, farz, sünnet, icmâ’ ve müctehid ictihâdları ile “müslümanım” diyen ferdin 24 saatini bütün sâniyelerine kadar nizâmlayıb kuşatan ALLÂH Azze ve Celle’nin İRÂDE-İ Sübhâniyyesi bitamâmihâ arz küresinden tard edilecek; ve sonra da, “Din adamı veya DÎN GÖREVLİSİ” denen adamlar  veya ruhbân ve ahbâr sınıfı, bu kafa ve kalb ile insanları ALLÂH’a da’vet edecekler!!!… 

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…

xİslâmiyyet’i “GÜNCELLEME” tezgâhları sirâyet hududlarını bugün alabildiğine genişletmişdir. Parti-pırtı lideri ve cumhûriyetin imam lisesi seviyesindeki politikacıları, birer (müctehid fi’l-mezheb) kesilerek, “ictihad kapısını canla başla çalışarak açmaya çalışan” veya ıkınan, hocaların hocası (!) müctehîd fi’d-DÎN Sayın Haltettin Beyfendinin meşreb ü mesleği ve mezheb-i usûl-i fıkhına (!) göre ictihâd, istimbât ve istihrâc hevesleriyle birer Îmâm-ı Yûsüf (!) rollerine soyunmuşlardır!.. Porof Faruk Beşer nâm ilâhiyyatçı allâmeleri “Fetulla GÜLEN FIKHI” diye kitâb yazar, Yeni Şafak’larda ise, “yüzen al sancak misâli dalgalanır” da, ötekilerimiz dalgalanıb, nazlı hilâl gibi  MÂHİTÂB olub, ayın ondördü gibi doğamazlar mı?. Bunların nesi eksik ki?..

Allâh Azze ve Celle encâmımızı hayreyliye…

Böyle yüzlerce mes’ele, adı geçen kitabda pek hoyratça tahrîf edilmektedir.   İslâmiyyet, öylesine tahrîf edilmektedir ki, kitabın tamâmına reddiye yazılacak olunsa, en az 500 sahifelik bir kitaba ihtiyac hâsıl olabilecekdir!…

Ne kadar esef edilse azdır ki, kendi mahallemizde de, hiç beklenmiyen dışı yeşil ve içi kırmızı hatta kan kırmızısı karpuzlarımız yetişmişdir!.

Zavallı müslümancıklarımız bizim ve bizler gibilerin yakînen gördüğümüz nice acı hâdiseleri kendileri yaşamamış ve görmemişlerdir. Bunun içün de davulu hep uzakdan “hoş sadâsıyla” dinlemiş, biz ise birçok davulu, davulun dibinde, hatta davulcunun ara-sıra tokmaklarını bile yiye yiye dinlemiş ve kulaklarımızın sıhhati bozulmuşdur!. Ba’zı yaşadığımız hâdiselerden derin ibretler almak ve dersler çıkarmak dâimâ mümkindir. Bazı vâkıa ve vak’aları anlatmalıyız ve bunlar bizimle mezara gitmemeli ki, genç ve tecrübesiz gençlerimiz akıl, îmân ve fikirlerini kullansın ve bunlardan istifâdelere sâhib olabilsinler…

İBRET ALINSIN DİYE HÂTILMALI Kİ, “İSLÂM LAİK BİR DÎN” DİYEN MUDİLLER İYİ BİLİNİB ÇUKURLARINA DÜŞÜLMESİN!

Hâtıra:

Sene 1970 eylül ayı…

Şevket Eygi’nin iki gazetesi vardır: Bugün ve Bâbıâlîde Sabah… Biz Bugün’de gûyâ Anadolu istibârât şefiyiz; ve “TÜRKÇESİ” ana başlığı altında da günlük fıkra muharririyiz… Ayten Lermioğlu da bir üst kattaki (Bâbıâlide Sabah gazetesinde) köşe yazarı… Şevket Eygi de basın suçlarından mahkûm ve Almanya’da yaşıyor…Kenan Rifâî’nin Kubbealtı cemaatinden  olan Ayten Hanımın yazısından şu paragraf îmânımızın tepe tasını atdırmıya kâfî geldi:

“Laik bir memleketdeyiz. Din ile dünyâ işlerimiz ayrılmış. Herkes inancında serbest. Zâten dinlerin en ekmeli olan MÜSLÜMANLIK mukaddes kitabında: SİZİN DÎNİNİZ SİZE, BENİM DÎNİM BANA (Kâfirûn Sûresi, âyet 6) buyurarak insanı vicdânı ile başbaşa bırakmış…”

Her cümlesi küfür ve şirk saçan bu 5 cümleye o zaman, (53 sene evvel) biz, kendi köşemizde tam 12 gün serian cevâb verdik. (Bkz: Ahmed Selâmî, Muhteşem Şerîat ve Fikrî Mes’eleler, 1976,s. 160-182)

Kubbealtı laik kültürü ile yetişmiş Ayten Hanım, müfessirliğin ne olduğunu mim’i ile dahî bilmiş olsa, bunun çocuk veya madam oyuncağı olamıyacağını binde biriyle olsun anlıyabilmiş bulunsaydı, böyle kafadan atma müfessirlik havalarına girib gülünç olmaz; ve bu âyetin tefsîrine mu’teber tefsirlerimizden bakarak, Şerîat-ı Garrâ karşısında edebini, en asgarî derecede bile olsa muhâfaza ederdi!.

Laiklikden geri dönüş olamıyacağına inanan kolaycı ve rahatçılar, sistemle âhenk kurmayı, ona tâbi’ yaşamakda, çok kısa zaman sonra da o sistemin içinde erimekde ve sistemleşmekde buldular… Dil ve edebiyatda müslüman (!) hayât tarzlarında ise (Modern ve cumhuriyetçi) bir yol tutdurarak, mevkı’lerini muhâfaza etmenin, buna munzam rahat ve sosyetik (asrî) ömür sürdürmenin çâresi, onlara göre böyle olmalıydu… Bu rejim içinde, hatta her düzen içinde de, onlara tâbi’ olarak İslâm’ca yaşanabilirdi!. İslâm ile İslâm dışı bir İslâm uydurması arasındaki fark bu idi. Tanzimât’dan beri kademe kademe uydurulan “güncellenmiş” din, yani meşrûtiyet, cumhuriyet, laiklik ve demokrasiye TÂBİ’ YAŞAMAYA alıştırılmış ve EHLÎLEŞTİRİLMİŞ DÎN, işte bu “laik bile olan, vicdanlarda yaşatılması lâzım gelen, dinle-dünya ayrılığına müsâid, adı var kendi yok” bir religion ya’ni hılkat garibesi bir nesne idi…

Öyle ise onlara göre sistemin islâmîliğini, dâr-ı harbmiş, dâr-ı İslâm’mış gibi fıkhî taraf ve esaslarını dile dolamanın fâide ve ma’nâsı yokdu!. Modernist ve reformist olunsa da, islâmîlik vicdanlarla da yaşanabilirdi! Ammâ ne yapalım ki, islâmî mutlak bir hakîkat vardı ve ona göre İslâm, dünyâyı ikiye ayırıyordu!

Hulâsa Onlara göre: İslâm, her yerde oranın sistemine de uyarak yaşanabilen son derece uysal bir dindi!. İslâm her sistemle uyuşabilir, en merhametli, en nâzik ve kibar, aslâ incitmeyici, hatta ensesine vurdun mu lokmasını bile verici, hristiyanlıkdaki gibi yüzünün bir tarafına vurulunca öteki tarafını da çevir deyici, böyle pek yumuşak, her zaman ve mekânın en modern dînidir; herkesle çıt çıkarmadan yaşıyan, her zaman ve mekânda her şeyle ortaklığa hazır, hümanizma-feminizma enerjisi de taşıyan, en mükemmel ve üstün bir religiondu!.

Bu i’tibarla onlara göre İslâm, demokratdır, laikdir, cumhuriyetçidir, İslâm sosyalizmi olmaya en elverişli dindir (Nureddin Topçu ma’rifetiyle), fettoşizma zamanında ise papalık ayarlarına bile ahenkdâr ve diyalogcudur; kamalistdir, inönistdir, şefokratikdir, erbakanistdir, tayyibistdir, kılıçdaristdir, madamistdir, Kekremistdir, ittifakçıdır, particidir, iltisakçıdır, her şeydir, her naneyi kendinden bilicidir, veya her nâne İslâm’ı kendinden sayıcıdır, herkese her kafa konforuna uygundur! Hatta ecdâdın kokusunu, lâle devirlerini, Sa’dâbât şenliklerini, konak ve köşk âlemlerini günümüze taşıyan, pek soylu, asîl, ılık, ılımlı, mu’tedil, muazzez ve müzeyyen kutlu bir ata yadigârıdır, hiç değilse onun nikâh-ı şer’îsini bile Esad hocfendiye göre (teberrüken) yaşatmalıdır!. Gene Esadcığıma: “Nice emeklerle kurulan cumhuriyetimizi rafa kaldırmaya kimse heveslenmesin” dedirtecek kadar tekke ve tasavvuf dil ve çenelerine uygun, sanki Gümüşhânevî dergâhının iki cihân ölçülerine göre (!) biçilib dikilmiş; nefs-i emmârenin, kibr ü gurur ve her tür uydurma şeyh taslaklarının bile hâtırını hoş eden pek mübârek  bir dindir, azîz ve lezîz dînimizdir!…

İSLÂM, HER ARAZİYE UYAN BUKALEMUNLARIN, HER KILIĞA GİREN BİR DİNİ YAPILINCA, ORTAYA VICIK VICIK BİR BULAMAÇ ÇIKIYOR!

“BA’DE’L-ÎMÂN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYE…”

İşte, (Edille-i erbaa esasları ile ortaya çıkan bir BAŞ olmazsa), babanın olmadığı yerdeki yetim çocuklarla dul hatunların zavallı hâli, bu sefer gelir aciz ümmet bakıyesinin tepesine çöker!.

Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un kalemi İSLÂM’ın esâsını, 15 asır ulemâsını temsîlen, boşuna mı şu ibâreyle cihâna duyuruyor:

“Hakk’a da’vet, emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve İMÂMET TEŞKÎLİ BA’DE’L-ÎMÂN MÜSLÜMANLARIN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYELERİDİR.” (c.2, s.1154)  

DİB ve ilâhiyatları neden devreye sokdular?. “Güncellendikce”, aslı kaybolub, yerine diğer mecâzî dinler gibi  beşerîleştirilmiş, muhârref bir din (evet adı hâlâ İslâm olan, İslâm dışı İslam bir din..) Ehlîleştirilmiş, mecâli kalmamış, hakîmiyyeti burulmuş, sığıntı, (refah) ve (seâdet) zinciri evsâfında ve fakat her an ateist bir devlet emri ve yumruğu altında bir dîn…

Bâlâda söyledikleri gibi demeye başladılar.. Böyle denilmeler sıradanlaşmıya, intişâra başladı!.. Bütün bunlar ise, Asr-ı Seâdet’den beri (BİD’AT) ıstılâhıyla ortaya konan (En temelin temeli, en esâsın esası olan farzı rüknü-olmazsa olmaz) herşeyi; ya’ni, İslâm’ın ASLINA MUTLAKA MUVÂFIK VE MUTÂBIK muhâfazasını kökünden yıkıyordu… İslâm’ın, kendisi dışındakilerin içinde kuşatılması, O’nun erimesini intâc edecek en baş belâsı bir âkıbetdi…

Böylece,   “İslâm, Hiçbir halt değildir” diyen müşrikliğin ilk adımı veya son adımı sayılacak bir butlân-ı mutlak karşımıza çıkacakdı ve bugün ÇIKDI…Fakat kurbağanın suyu derece derece ısıtılarak yükseltildiğinden, ne acı duyan var, ne de can havliyle sıçrayan, saçını başını yolan!

Demirel ve Erbakan’la beraber bilhassa 1970’lerde başlıyan “Laiklik dinlere eşit mesâfede olmakdır, dinlere ve dindarlara tam hürriyet ve te’mînât vermekdir, serbestidir” gibi yâveler, o târihlerden i’tibâren gitdikçe intişâr etmiş ve bugünlere gelinince de “laikim” demek, politika piyasasında sanki “müslümanım” demenin yol arkadaşı, sırdaşı, hâldaşı, ba’zılarında ise mukaddimesi yapılmışdır!.

Hulâsa olarak diyebiliriz ki, (sistemin içine girerek İslâm’ı hâkim kılacağız) hayâllerinin bir mâl-i hülyâ ve kuruntu olduğu, bilhassa 1839 tanzimât-ı şerriyesinden beri, günümüze kadar, bedâhât derecesinde ortadadır…

Bütün beşerî sistemler bir kere iktidârı ele geçirdiler mi, onların “Hesâb Günü” i’tikâdı olmadığından, bu hükûmet kuvvetini elden çıkarmamak içün her vahşet ve ahlâksızlığı, her zulüm ve alçaklığı MUBAH göreceklerdir… Ve bu, bir faraziye veya nazariye değil, asırlardır yaşanmış ve hâlen de yaşanan kat’î bir vâkıadır…

Onların, “Din hürriyeti yalanları, dînî bir takım âdet ve ibâdetleri yapıyormuş görünmeleri” ve bunlar gibi kavlî ve fi’lî nice yalan ve takiyeleri, müslümanım diyenlerin, o beşerî sistemler içinde çâre aramalarını te’mîn eden, rûh ve AKLA değil ammâ, yandaki şeytanla iki kürek arasındaki NEFSE çok hoş gelen azdırıcı ve saptırıcı bir yem ve uyuşturucu bir ilâç olmuşdur… Müslümanım diyenler, gevşeyib pelteleşdikleri ve islâmî usûllerle hâkimiyyet sâhibi olmayı gözlerine alamıyacak kadar dinlerinden uzaklaşdıkları içün, bu sahtelikler içinde politika yapmayı bir nevi çâre-i yegâne görmektedirler…

Ve tâbi’ olarak ezik-büzük ve onun bunun kuyruğu olarak yaşamayı seçdiklerinden, İslâm’ın dâr-ı İslâm olmıyan yerlerde hangi hukûka göre yaşama mecbûriyyeti vardır, bu, rahatlarını bozacağından veya bunların echeli olduklarından, bir türlü ayağa kalkamamakda ve sistemin tuzağına düşdükçe, daha da parçalanıb erimekde, fâsit dâire içinde sürünmektedirler…

ORTADA OSMANLIDAN KALAN ULEMÂ (TABİB-İ HÂZIK-I MÜSLİM-İ ÂDİL) KALMADIĞINDAN, PÜSKÜLLÜ ÇEYREK HASTA BAKICILAR KALB VE BEYİN AMELİYÂTI YAPAR OLDULAR!

Bazı püsküllü (!) ALLÂMELERİN “İslâm geliyor, bugünün meyhânelerinde istikbâlin Ömer’leri yetişiyor”, “2050’de İslâm hâkim olmazsa gelin mezârımı çiğneyin,” “şöyle dua edersen kaderi kilitlersin”,“Falana oy verib desteklemeyi Kur’an istiyor, Şeriat istiyor, îmânın 7. Şartı falanı desteklemekdir” v.s. kabilinden haddi hesâbı olmıyan i’tikâdî ve fikrî zırvaları, kehânet ve goygoyculukları, halkı, belli politik parti ve liderleri üzerinden demputrasinin peşine takma sihirbazlığından başka bir şey değildir.

Meydan kabadayısı üslûbuyla bunca saçma sapan ifâdelerin ciddî din ilimleri, îmân, amel ve ahlâk umdeleri karşısında zerre kadar kıymeti olamaz. Bunlar gibi vidyolar dolusu lâf kalabalıklarının kısm-ı a’zamı, birer hezeyân ve bomboş yâvelerdir… Hazret-i Ali-Hazret-i Muâviye (Radıyallâhu Anhüma) arasındaki ihtilâfda bile sanki  aralarında, o zamanda imiş gibi ve üstelik bütün ehl-i Sünnet müctehid İmam ve ulemâsını kâle almadan ve kendisini hepsinin üzerinde görürcesine bir enâniyetle “Hazret-i Muâviye ictihâdında doğruydu” zırvaları yemektedir. Yazdığı Hılâfet kitabında da, tenâkuzlar ve reformist nice heriflerin kaynak gösterilib senâ edildiklerini görüyoruz.

Meselâ: “Hz. Muaviye’nin durumu başlangıçdan i’tibaren meşrû’ bir halifeye (Hz. Ali’ye) ISYANKÂRLIK ifâde etmekteyse de…” (1. Baskı, s.97)

“Bana Hz. Muaviyenin ictihadı daha doğru görünüyor. Hz Ali Peygamber mi, hayır, insan. Her insan Hata eder….” (https://youtu.be/dB-xSiZlizg)

Bu kadar berbat tenakuz olur mu?

Hazret-i Muâviye “Başlangıçdan i’tibâren meşrû’ bir halifeye ISYANKÂRLIK” ortaya koymuşsa, etrâfındaki aşere-i mübeşşereden olanlarına kadar binlerce büyük sahâbe bunu görememiş de, cumhuriyet devri levsiyâtı içinde yetişmiş püsküllü-gravatolu çakma târihçiler mi görmüş?. Veya kızı Fâtıma Aliye Hanım teadüd-i zevcât mevzuunda abuklaşan, torunu râhibe olan  ve Şeyhülislâm M. Sabri Merhûmun “Hürriyetçi vezir Ahmed Cevdet Paşa” dediği adam da, 13 asır sonra mı bunları keşfetmiş?. (Dînî Müceddidler,1969.s. 358)  Şeyhülislâm Merhûm’un bu kitabını da adı geçen Mısıroğlu latin harfleriyle başmış ve 30’a yakın yerinde, tahrifler, tenkısler, kelime ve ibâre değiştirmeler yapmışdır. Bu husûsu müstakil bir makâle ile nasibse ele alacağız…

Hazret-i Muaviye gibi hakkında hadis-i şerifler vârid olan, Habîbe vâlidemiz üzerinden Efendimiz Aleyhisselâm’ın birâderi, üstelik  vahiy kâtibi, kütüb-i sittede hadis RÂVÎSİ (yani ehl-i SİKA, yani hayatında YALANINA şâhid yok…) her şeyden evvel de SAHÂBÎ olan bir zâta “ısyânkâr demek” pek ciddî bir îmân ve ahlâk illetine delâlet eder… İctihâdında Hazret-i Muâviye DOĞRU (musîb) ise, neden ISYÂNKÂR oluyor?.. El hayâ el-edeb…

TÂRİHÇİLİK, BAZILARININ ELİNDE DEMPUTRATİK-LAİK-KAMALİSTİK BİR SİHİRBAZLIKDIR…

Târihçilerin %99’u, indî ve   i’tibârî hükümleri, sevdiklerini güzel ve haklı, sevmediklerini çirkin ve haksız göstermekde pek fırıldakdırlar. Ancak püsküllümüz bir yazısıyla güzel ve haklı, diğer konuşmasıyla aynı zâtı çirkin ve haksız göstermek gibi zırvalamalarıyla, o tür tarihçilerin üzerine tüy bile dikmektedir!. Peşine takılan saf ve garibanlar işin bu taraflarını tedkîk edecek vaz’iyyetde olmadıkları içün, bizden duydukları karşısında pek münfail olmaktadırlar. Ancak biz, vesikasız yazmadığımız içün, vâkıalar acı da olsa maalesef budur, böyledir.

Mes’ele, şer’î bir mes’eledir, burada müctehid imamlara tâbi’ olmamak, başı boş asker gibi ipsiz yaşamakdır…

Mısıroğlu, adı geçen “Hılâfet” nâm kitabında, büyük sahâbî AMR İBNÜ’L-ÂS Radıyallâhu Anh Hazretlerine de “HÎLEYE BAŞ VURARAK” iftirâsını yapıştırmaktadır. (A.g.e.s.91) O sahâbî ki, Mısır’ı fetheden İslâm ordusu kumandanıdır. Ömer Radıyallâhu Anh O’nu oraya vâlî yapar. Hazret-i Osman zamanında vâlilikden alınır, köyüne döner…

Sonra Romalılar Mısır’ı  işgâl edince, tekrar, ordunun başına geç emri gelir, O da “Başüstüne” deyib Mısır’dan Romalıları Akdenizin ılık sularına havâle eder ve bu temizlik ve tahâretden sonra Mısır’ı kurtarır… Ne valilik pazarlığı yapar, ne de başka bir şey… İşi bitirince,  tekrar köyüne dön denir, O da (başüstüne) der ve döner… Bu kadar dünyâ mevkı’ ve makam sevgisinden uzak zühd ü takvâ sâhibi AMR İbnü’l ÂS Radıyallahu Anh Hazretlerine şii ağzıyla “Amr ibnü’l As HİLEYE BAŞ VURARAK” v.s. ta’birleri kullanan adamlar, tarihçiler, müverrihler, günümüzün ilhâdiyatçı ve ruhbân sınıfı pazarlamacısı bir takım eşkıyâları, Hesab Günü o SAHÂBÎNİN hakkını nasıl ödiyebilecekler, onunla nasıl hesaplaşacaklardır, dehşet…

Bütün sahâbîleri (istisnâsız) sevib saymak; bu, “Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin en büyük EMİRLERİNDENDİR” demek; onlara karşı, (el hayâ el EDEB) diyerek esas duruşa geçebilmek…

İşte esas mes’ele budur…

Osmanlı kelimesini istismâr üzerinden veya kamalizma üzerine bevletmek yollarıyla parsa toplamak, bir halt değildir… Eteği ve bilmem nesi öpülen adamlar, parti-pırtı başları, dünyânın hiçbir yerinde görülmiyen, kânunla ADAM KORUMA putperestliğine, kenârından kıyısından bile dokunma cesâreti gösterememişlerdir.

Tâğûtlara yem olmıyan Müslümanlara olmadık hakâret, aşağılama ve tehdidlerde bulunan hoca kılıklı cehennem taşları ve pisliklerine yazıklar olsun!

Linkini verdiğimiz vidyonun içinde, bazı tarihçiler içün Mısıroğlu, “sanki o zamanda yaşamışlar da mı görmüş gibi yazıyorlar” meâlinde bir cümle de telâffuz ediyor! İyi de, “Hakem Vak’asıyla Sıffin Harbinde”, hangi fes-püskül-GRAVATO takımıyla, bizim müfteri târihçiler de HAZIR bulunmuşlardır!???…

Bugün Türkiya da, 4 ana temeldeki hıyânât yüzünden binbir laik-demputrat BELA ile boğuşmaktadır:

1.Dini güncelleme belâsı,

  1. Dili kurbağacalaştırma belâsı,
  2. Âile telâkkîsini gavurlaştırma belâsı.. (LGBT bayrak-paçavralarını maarifin ilkmekteblerine kadar bulaştırma belâsı),
  3. TARİH dersleri ve tarihçi denilen sürülerle hakîkatların ırzına geçme BELÂSI…

Biz, doğruları şer’-i şerîf istikâmetinde yazalım da, Müslümanız diyen (!) kahraman ve çok böyük ve parti-sandık MÜCÂHİDİ, ne mutlu Türküm diyen eşsiz halkımız, ya’ni Anadolu TÜRK-kürt-arab, v.s. ehâli-i şâhânemiz zerre kadar inanmasın!

 

Müslümanım diyenleri, kendi politik sistemleri içine çeken, beşerî, idhâl ve güdümlü rejimler, nice kânunları ile ONLARI ehlîleştirmekde; ve son derece müstebit ve zorba oldukları içün de kendi ateist felsefelerini İslâm’ın içine şu veya bu yollarla sızdırarak, O’nu içden zehir komasına sokmaktadırlar… Bu i’tibarla İslâm’a, İslâm’ın usûlleri ile gitmeyi, rejimler dâimâ yasaklamış, ancak: “İslâm’a erecek veya gideceksen, benim sana serbest edeceğim (güncellenmiş) usûllerle ve benim kontrolümde ereceksin veya gideceksin” diyerek, böylece İslâm’ı daha başdan saf dışı edib keenlemyekün saydıklarını, kendi kendilerine te’mînât olarak saymışlardır!…

Bunları hoca kılıklı, yandaş, Cübbedaş, Şerocakdaş ve Sefildaş politikacı çömez ve yamaklarına anlatmak ise imkânsızdır. Onlar, bütün bunları bildikleri halde, temerrüdleri akıllarını örtdüğünden “akletmeleri” mümkin değildir… Onlar, “Dâr-ı İslâm” ninnileriyle ehâliyi uyutmak; ve tâğûtlara yem etmek, sandık-kafes usûllerle müslümanları demokratik tanrılara kurbanlık olarak takdîmle muvazzafdırlar… Aksi hâlde rahat-refah-ferah-felâh ve günâh dünyâları hâkile yeksân olur…

Ne diyor hepsi adına Sıfil: “Bir eliniz yağda, bir eliniz balda, din, can, mal, akıl, nesil emniyetiniz de var, daha ne arıyorsunuz!”

Zavallı Bel’am!

Sıra, biavnillâh bu sözlerin tahlîline de gelecek…

Mason sülü de öyle diyordu:

“Bırakın 236 ayeti, bunlar devletle alâkalı, geriye 6400 küsûr âyet kalıyor, bunlar neyinize yetmiyor; câmiler ardına kadar açık, saga ibâdet etme, namaz kılma deyen mi vaa?”

Sistemin aynı temel felsefesi… Nasıl da aynı dili kullanıyorlar!

Ancak bugünki ham yobaz kaba softalar, “İslâm’ı getireceğiz” maske ve yalanlarına sarılarak ve bunları elma şekeri gibi ba’zı gerzek elebaşlarına yalatarak, mevcûd sistem içinde kendilerine müslümanım diyenlerden TABAN yapma ve o kellelerden oy stoklarına sâhib olma peşindedirler!.

İki ittifâkın sandıksal OY STOKLARI kimlerse, onların sağa sola kaymaması içün yemleme taktikleri, hoca kılıklı ba’zı kalpazan ve insî şeytanlarda pek mel’unca yürütülüyor!

Çünki beşerî ve şeytânî düzenler içinde MAKAM ve MEVKI’ sâhibi olmanın dolandırıcılığı ancak böyle yürütülmektedir… Bu i’tibarla, ermeni madamın “kumar masası” deyişi, “kumar sandığı” içün de son derece isâbetli ve mu’teberdir…

Kumar masaları, kumar sandıklarının zarûrî bir netîcesi bilinmelidir. Demputratik kumar sandıkları, kumar masalarının bir netîcesidir denilse, bu da aynile doğru ve hakkdır…

Maba’di var

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir