Üstâd Merhûm’un “Çöp Bidonundaki” Kedi, Köpek Ve Kubur Fâreleri!
25 Mayıs 2023
Büyük Osmanlı Müfessiri Elmalılı Düşmanı Echeller!
26 Mayıs 2023

DÎNİ TEPE TEPE KULLANAN HOCA KILIKLILARIN, HAKK’I BÂTILLA TELBÎS AZGINLIĞI…

(1)

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

Kadîm Müslüman kavimlerin HÜKÛMET sistemleri, asr-ı seâdetden i’tibâren edille-i erbaaya dayanmış, bütün dînî ve dünyevî işlerinde bunu temel almışlardır. İslâm coğrafyasındaki şia devletleri hâric, arab, türk ve kürd, v.s. (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) müstakîm hattında bulunan müslüman kavimlerin hayâtlarındaki hükûmetler, insanın halîfetullâh olarak yaratılışına binâen, re’sen bir hükûmet teşkîlini haram veya şirk saymışlar; ALLÂH ve RASÛLÜ Aleyhisselâm’a TEBAAN hükûmât teşkîl etmişlerdir. Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Müfessir Muhammed Hamdi, Müfessir Muhammed Vehbi Konevî ve Allâme Büyük Şehîd Muhammed Âtıf Efendi gibi son Osmanlı ulemâsının eserlerine bakdığımız zaman, târihde te’sîs edilmiş bütün hükûmât-ı islâmiyye, Allâh Sevgilisi Aleyhisselam Efendimiz Hazretlerinin kurduğu MEDÎNE merkezli ana hükûmetin asırlar içinde teşekkül etmiş ŞU’BELERİDİR…

İslâmiyyet’deki edille-i erbaaya müstenid ve müstakîm bütün devletlerde ana temelin ne olduğu evvelâ son derece iyi tesbit ve ta’yîn edilmelidir ki, islâmî olanla olmıyan arasındaki fark, dâr-ı İslâm ile dar-ı ridde arasındaki mübâyenet boğuntuya getirilmesin… Bulanık suda balık avlama peşindeki bel’amlar önünde cehâlete kurban gidilmesin; ve onlar da, küfr ü şirk ile iki asırdır HAKK’ı TELBÎS eden (Elmalılı Merhûmun ifâdesiyle BULAYAN) sistemleri, cerbeze (mugâlata-demagoji) yaparak ve  âyet ve hadislere dayanıyormuş havası da vererek, Hakk ve hakîkatın kendisi imiş gibi  gösteremesin ve sürdüremesinler!. Onların, kibr ü temerrüdleri elbetde devam edecek olabilir; biz, nasibi olanlara tâkatimiz nisbetinde îmân etdiğimiz hatt-ı müstakimi beyân mükellefiyeti altındayız…

İLLÂ EDEB…

Mezhebsiz, akademisyen, resmî sıfatlı ahbâr ve ruhbân takımları ve politize olub mezhebli gibi görünen, dilleri papağan gibi “Mektûbât” demesine rağmen, delilleri edille-i erbaa yerine rü’yâ, keşif ve zuhûrât olmuş  bazı “Ham yobaz, kaba softa” soytarılar ve medrese rûhu, ahlâk ve ihlâsı iflâs etmiş medrese bozuntusu hoca kılıklılar, v.s., bugün HAKK’ı bâtıl ile TELBÎS ederek, demputratik sistemleri “İslâmî sistemler gibi, dâr-ı İslâm gibi, İslâm hükûmetleri gibi” göstermekden; ve başlarındaki adamları da “Şer’an vâcîbü’l-ittibâ’=veliyyü’l-emr” olarak ehâlîye dayatmakdan zerre kadar sıkılmamaktadırlar… Eski Osmanlı HOCASI ulemâya kıyasla hiçbir liyâkat, ehliyet, vekâr, ciddiyet, ilim haysiyeti taşımıyan; tam tersine köprüaltı diliyle başlarında sarık, sırtlarında cübbe, kürsülerden, en hayâsız argo kelimelerle hâşâ min huzûr “N….e batdı” gibi cübbelâlıklar bile köpürtebilen bu edeb yoksulu ve ayağa düşmüş mübtezel bir politikanın meczubu ve mecnunu olmuş müflislerin, sarık-cübbe hâricinde “hocalıkla” zerre kadar alâkaları olamaz… Bunlar, Topâne berduşlarının, kürsülere dadanmış ve onlar kadar sokak usûlüne bile sâhib olamıyan, ahlâk keyfiyetleri sıfır altı, bodrum katı pespâyelerdir…

Demokrasi religionu (beşerî dîni) içindeki gayr-i islâmî bir idârede, o idârenin de anayasası ve kânunları istikâmetinde, istiyen herkesin, o gayr-i islâmî sistemin tabiat, fıtrat ve cibilliyeti iktizâsı, partili, sandıklı, binbir yalan-iftirâ ve şantajlı işleyişini kabûllenme serbestîsi vardır. Bunu, kendisi içün tabii karşılayarak ve kendisini dâr-ı islâmdaki bir teb’â değil de gayr-i islâmî bir DÂRDA, beşerî ilke ve ülkülerle gönüllü olarak yaşıyan bir “vatandaş” hüviyeti içinde görme keyfîliğine de her istiyen gibi sâhibdir… Böyle bir insan, kendi (demokratik dînî liderlerine) teslîm-i nefs hatta ubûdiyyet edib “tıpış tıpış” sandığa veya başka yere gidib, (oy) denilen şeydeki irâdesini, “seçilmişleri seçmek üzere ve hür irâde aldatmasına rağmen” ve cebren ve vesâyet altında olduğu halde kullanabilir… Bu, o gayr-i islâmî sistemin fıtratında meknuz olan ve ortaya konulmaması hâlinde kadük de olsa para cezâsı ve rûhî cebir de gören, anayasalarda göstemelik “hukûk devleti” lâfları bulunmasına rağmen, fıtrî insan hakkları ve hukûkunu zorlayıcı, Batı’dan devşirme, idhâl ve bu halkın târîhi irsiyet ve şahsiyetini felc edici müstebit bir ameliye olduğu da söylenebilir…

“SİZ, MÜSLÜMANLARI SEVMEDİKÇE ÎMÂN  ETMİŞ OLMAZSINIZ!”

Fakat kraldan ziyâde kralcı olma zibidiliğine düşen bâlâda zikri geçen o sözüm ona bazı sistem yardakçıları, bazı müslümanların bu istikâmetdeki fikirlerine “oy vermezsen zarûreten şuna oy vermiş olursun, bu da küfürdür münâfıklıkdır, v.s.” gibi ucûbe bir mantığı bazı ulemâya da isnâd ederek, Allâh’dan korkmadan ve zulmen, müslümanları aldatmanın ve şüpheye düşürmenin  saptırıcılığına baş vurmaktadırlar. Bu eşirrâ sürüleri o kadar politize olmuş ve gözleri kararmışdır ki, sistemin derin mâlikleri olan ve “karşı taraf” dedikleri tarafa oy verenlere  söyliyemedikleri aşağılamaların bin katını, kendi nefs ü hevâ ifrâzâtlarını kabûl etmiyen sâhibsiz Müslümanlara çok rahatlıkla söylemekde hiçbir mahzûr da görmüyorlar. Bu da bedâhaten ortaya koyuyor ki, bunların “İslâm Kardeşliği ve İslâm’ın hâkimiyyeti” ile zerre kadar alâkaları yokdur; bütün hedefleri, gayr-i islâmî bir DÂRDAKİ başsız müslümanları kendi politik taraflarına koyun sürüsü yapıb, etinden, sütünden, yününden hatta meleyişlerinden menfaat devşirmekdir!…

Tevhîd ve birliği emreden, TEFRİKAYI  kat’iyyen yasaklıyan, Îmân-İslâm uhuvvetini mutlaka temel alan, Hakk’ı bâtılla TELBİSİ suret-i kat’iyyede yasaklıyan, kâfir ve münâfıklara itaatı şiddetle men’ eden nice nasslar ve ahkâm varken, bu sistem dalkavuklarının fâsid kıyaslar yaparak ortalığı bulandırması, bunların iç yüzlerindeki cerâhati apaçık ortaya koymaktadır. Yusuf Aleyhisselâm’ı Firavn emrinde fir’avni kânunlara mütâbaatla maliye nâzırı (hizmetçi) yapmakdan zerre kadar hâya etmiyen (halbuki o Nebî tam ma’nâsıyla kendi şeriatıyla hükmetme salâhiyyeti ve şartıyla işe başladı. Hükümdâr da fir’avn değil melikdi ve o nebi aleyhisselâm’a îmân etdi.-Muhammed Hamdi Efendi Merhûmun tefsirine bakıla.)  bu ehl-i denâat, bu yetmedi, şimdi de Allâh Sevgilisi Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerine ve ashâbına, Ebû Talib ile Ebû cehil’den birisine oy verme senaryoları ile komplo teorileri uyduracak kadar çıtayı yükseltme alçalışı ve hayâsızlığına düşdüler… (Ber vechi âtî beyân edeceğiz.)

HALKIN HÂKİMİYYETİ ŞEYTÂNÎ BİR VESVESE, KURUNTU (ÜTOPİDİR); HÂKİMİYYET MUTLAK OLARAK HAKK’INDIR…

Binâenaleyh, adı demokrasi, kendisi ise mahiyyet-i asliyesi i’tibâriyle tam ve belli bir oligarşik sistem olan bu işleyişdeki (hâkimiyyetin), halkın irâdesine dayandığı aslâ söylenemez. Böyle bir dayanış da, zâten mümkin değildir. Asırlardan beri gelen filozofik fikirler, bu “halk irâdesi ve egemenliği” denilen şablonun bir kuruntu (hülyâ-ütopi)  olduğunu, “yeter söz milletindir” gibi lâfların da birer gözkülleme bulunduğunu ortaya koymuş; ve aklın yolu birdir hakîkatıyla da bu, ulü’l-elbâbın (akıl sâhiblerinin) tasdîk etdiği bir müteârife (aksiyom) hâline gelmişdir…

Ancak içinde bulunduğumuz modern fir’avnlar ve mütegallibeler (küresel zorbalar, emperyalistler) devrinde, insanlar dışları süslü bir takım TUZAK sistemlerle avutulmukda, uyutulmakda ve oyalanmaktadırlar. Demokrasi de bugün, bütün dünyâ çapında “tek tip bir sürü îcâd etmenin sistemleşmiş şekli” olarak, insanların diline ve beynine devrim reklâmlarıyla rekzedilmiş, çakılmışdır. Batılı mütegallibeler bu süsledikleri zehri insanlara öylesine reklâm etmiş ve benimsetmişlerdir ki, fiilen onu yaşamak ve yaşatmak muhâl (ütopi) olsa da, onu, bir “tanrı sistemi” gibi tekrarlamak ve bilhassa politik muârızlarını onun dışına çıkmak suçu ile karalamak ve saf dışı bırakmak; ve kendilerini ise, onun en iyi tatbikçileri olduğu veya olacağı yalan ve iftirâları ile öne çıkarmak ve sivriltmek, en mu’teber politik bir ticâret veya sihirbazlık hâline getirilmişdir!..

Bunun içündür ki, Mâlike’l-Mülk olan Mutlak Hâkimiyyet ve Hâlikıyyet sâhibi, insanı bu kabil MUHÂLÂT, kuruntu ve hülyâ (ütopi)lerin eline bırakmamış, Rahmân ü Rahîm gibi nice esmâsının tecellîleri ile onu, mahlûku olarak ve şefkat ve ihsanlarına sarmak cümlesinden, şiddetle ve mutlak rubûbiyyeti iktizâsı kendi hâkimiyyeti içine almışdır… Aksi hâlde, kulları ve mahlûkâtı olan ins ü cinni, adı geçen muhâller, kuruntular ve ütopiler içinde yaşamıya terketmesi, binnetîce o mahlûkâtına mutlak bir ZULÜM olurdu ki, O, bundan ve her türlü nekâisdan, mutlak olarak münezzehdir…

Bu hikmete mebnidir ki, beş vakit namazlarıyla 24 saatde bir müslüman, tam 540 kere “sübhanallâh” lâfzı ile O HÂLIK’ını bu sıfatları ile tasdîk, tenzîh ve tesbîh etmektedirler.  Âkl-ı selîm ve îmân-ı sahîh sâhibi olanların, gözlerinin her gördüğü varlıkda, Hâlık-ı Kâinât Azze ve Celle’nin bu muazzam ve sonsuz ilim, kudret, irâde ve hâkimiyyetini ilââhirihî…. görmemeleri muhaldir, müstahildir…

MÜSLÜMAN, HER ZAMAN VE MEKÂNDA, EDİLLE-İ ERBAA İLE MÎZÂN ETMENİN MECBÛRUDUR…

Binâenaleyh, hâl böyle olduktan sonra, artık biz, demputrasi, parti-pırtı, sandık, oy ve bilmem neye, avâm-ı nâsın ve hoca kılıklı füsekânın, ilhâd içindeki medyânın; ve decâcile, cebâbire ve zalemenin bakdığı zaviyeden bakmamız, aslâ mümkin olamaz… Müslümanın, kazıye-i muhkeme (değişmez karar) hâline gelmiş, müteârife (aksiyom) derecesine varmış ve nihâyet en azından ılme’l-yakîn mertebesine ermiş tasdiklerine, sığ kafaların akıl erdirmesi de imkânsızdır…

Gayr-i islâmî bir DÂRDA, hâkim olan sistemin kendi beşerî hukûkuyla kendine göre, izâfî, keyfî, enfüsî, nefsî, bilhassa i’tibârî usûllerinin olması ve olacağı ebetde inkâr edilemez… Ancak bunların, îmanlarının mutlak hakk olduğuna inanan ve gayrına (mutlak bâtıl) olarak bakan ve bunlara hiçbir kıymet atfetmiyen insanlara dayatılması ise, aslâ kabûl edilemez. Bu, mutlak bir zulüm, zorbalık, cebr ü tazyîk, ermeni madamın diline pelesenk etdiği şekliyle “istibdâd”, hakk ve hukûk tanımamak, insan hakkları gibi kıymetlere zerre kadar ehemmiyet vermemek olur… Hele hele bu vâkıalar, bazı müslüman görünüşlü ve maskeli akademisyen, medrese dışı medrese artıkları, resmî ahbâr ve ruhbân sınıfları tarafından saptırılarak “İslâm’ın bir emri, vâcibâtı, zarûrâtı, mutlak bir mükellefiyeti gibi Allâh Azze ve Celle’nin âyâtı ve Ehâdis-i şerîfelere ve sâir delâil-i şer’ıyyeye istinâd etdiriliyor havası verilerek reklam ediliyorsa; ve nice mukaddesler, bozuk para gibi en süflî çukurlar hesâbına da kullanılır hâle getiriliyorsa; ve böylelikle de ehâlîye en şerefsizce cebredilmiye kalkışılıyorsa, o zaman bunun adı çok daha galız ve vurucu ifâdelerle, ahlâksızlık ötesi bir nemrutluk ve müşriklik  olur…”

Bir mes’elenin şer’î olub olmıyacağına, gayr-i islâmî bir dârda, oranın sistemle aynîleşmiş akademisyenleri, bel’amlaşmış medrese dışı medrese artıkları veya resmî ahbâr veya ruhbân sınıfları, hulâsa oranın otoritesi karar veremez… Veriyorsa, iğrenç bir zorbalık olub, müslümanlar nezdinde keenlemyekündür, yok hükmündedir…

Bütün hukûk sistemi topyekûn İslâm dışı olan ve dârü’l-adl olmıyan mekânlarda, müslümanların hangi noktalara dikkat edecekleri, o dârın resmî akademisyen, bel’am ve ruhbanları ile değil, bizzat edille-i erbaaya mutâbaatla müslümanları alâkadâr eder. Zâten ihtilâfın temeli de budur. Müslüman, ya dâr-ı İslâm (dâr-ı adl)de kendi hükûmetinde, kendi ahkâm-ı şer’iyyesi çerçevesinde, kendi dîninin hâkimiyyeti altında (din, can, mal, akıl ve nesil) gibi en temel 5 ana HAKKININ emniyeti içinde yaşar; veya bunların olmadığı bir dârda, o 5 ana hakkından mahrum olarak ve Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendinin ta’bîriyle “Dâr-ı azâbda”, Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendinin kalemiyle “Dâr-ı ikrâhda” gene kendi husûsî hukûkuyla yaşar…

Bu iki hukuk da, edille-i erbaaya müteferri’ olmakla meşrutdur… İkrâh-ı mülcî olmadıkça da, takiyye gibi bir sahtekârlığa meyledilemiyeceği, Nahl sûresinin 106. Âyet-i celîlesi ile de apaçık beyân buyurulmuşdur…

Dâr-ı harb veya dâr-ı riddelere keyif, saltanat ve mevkı’leri, rahat ve rütbeleri, alkış ve rantları kaçmasın içün, nice ulemâya rağmen “dâr-ı islâm” damgası vuran cübbela, sefil, şerocak, püsküllü kısıroğlu, resmî ahbâr-ruhbân, cemaat dışı cemâdât takımları ve bozulmuş ve esir alınmış medrese artıkları gibilerle, nice modern “din güncellemecileri ve telfikçilerin”, hulâsa demokrasi, parti, iktidâr ve güçlüden yana olma yanaşmalarının, karşılarındaki Müslümanlara dolu dizgin hakâretleri, “küfür ve münâfıklık” isnadları, bunların ne kadar müslüman olduklarını göstermesi bakımından fevkal’âde câlib-i dikkatdir… Adı geçen kesânın, nasıl bir “tarihselcilik, tahrifçilik, güncellemecilik ve edeb hududları dışına çıkıcılık” içinde olduklarını kendi söz ve satırlarına dayanarak bu makâle serimizde ele alacağız bi avnillâh…

İSLÂM GÜDÜMLÜ OLARAK VE VESÂYET, TEHDÎD VE TAHDÎD ALTINDA, KUL İRÂDESİ PEŞİNDE KAT’İYYEN YAŞIYAMAZ; YOKSA BU, ONUN YOK EDİLMESİ DEMEKDİR…

Görülecekdir ki, ortada, adı İslâm olan, fakat İslâm’ın dışında “laik demokratik hukuk sistemi ilke, devrim ve normlarına” tâbi’, beşerîleştirilmiş bir din îcâd edilerek, ehâlinin önüne bu, HAKÎKÎ İSLÂM mış gibi konulmaktadır… Rejim ve sistemler de, “İslâm’mış” gibi îcâd ve ihtirâ’ edilen bu dînin, hangi miktarda, neresinin, nerede, ne kadarıyla ve hangi şartlarda halka tevzi’ edileceğini, “DİB riyâset-i celîle-i cümhûriyyesi ve ılmâniyyesiyle,” rejim (sistem) adına son derece dikkat ve şiddetle tam 99 yıldır kontrol edib, ona mecbûrî rota veya yol harîtaları çizmektedir… Bu, İslâmiyyet’in mutlak bir VESÂYET altında olduğunu gösteren, bedâhât derecesinde bir vâkıadır… Aynı zamanda bu, İslâmiyyet’in (SON ŞERÎATIN) da, Musâ ve Îsâ Aleyhimesselâm’ın şeriatlarının tahrîf edilerek, İslâmiyyet’den, yehûdiyyet ve nasrâniyyet adındaki dinlerin îcâd ve ihtirâ’ edilişinin muâdili olub, küresel bir plânlamanın mer’iyyetde olması netîcesinden başka bir şey de değildir, olamaz… Nasıl, “Ziyâde Yerli-millî ve bağımsız TÜRK maarifi” bugün, 1947 Fulbrayt tâlimatları ile 76 senedir ABD güdümünde, vesâyetinde ve elindedir, bu noktaya da aynı keyfiyet içinden bakmak zarûreti apaçık ortadadır…

Bu i’tibarladır ki, bütün “güncellemeci, telfikçi, reformist, akademisyen, cübbeli, sarıklı, ham yobaz kaba softa takımları ve demokrat, partici, sandıkçı, oycu ve goygoycu” menfaat şebekeleri ve propagandistler, kendi ictimâî mevkı’leri ve akademik iktidarlarını hangi ittifaklarda görüyorlarsa, onların borularını öttürmek üzere, helâl haram, edeb-terbiye-hakk-hukûk, insâf vicdân v.s. tanımadan Müslümanlara saldırmakda ve salvo atışlarını sürdürmekde bulunuyorlar!. Mevki’lerinin el verdiği nisbetde bu işi hırsla ve hiçbir hudud tanımadan yürütmenin inâdı, hiddet ve şiddeti içinde, maskeli ve riyakârca aşağılamayı devâm etdirmektedirler…

Bâlâda isimlerine işâret etdiğimiz adamlardan cübbelâ tiplilerin, Yûsüf Aleyhisselâm’ı, şimdi de, RASÛL-İ RUSÜL Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerini bir takım şeytanî senaryo ve komplo teorilerine (!) âlet etmek istediklerini nefretle ve iğrenerek görmiye başladık…

Şerocağın Roma ile Ateşgede İran arasındaki harbleri nasıl istismâr etdiğini; Sefil-Mahfil gibilerin de, 14 asır evvelki şartların bugün olmadığından bugüne göre hareket lâzım olduğunu âmir tarihselciliklerini temâşâ eder olduk…

Şerocağın, Mekke’li bir müşriğin emân verişini, bugünkilerin himâyesine girmek içün uyduruk mantığına (mekîsün aleyhmiş) gibi kabûl edişini cürm-i meşhûd hâlinde kıstırıyoruz!.

Cübbelânın da, Mekke’de kurulacak sandığa atılacak Hakk-bâtıl, mü’min-müşrik, îmân-küfür oylarıyla Ebû Talib’le Ebû Cehil’den hagisinin seçilmesi gerekeceğinin ortaya çıkarılması, sonsuz iğrenç bir cür’etle senaryo veya koplo teorisi hâlinde ve tasavvurları yırtan bir utunmazlıkla karşımıza çıkarılıyor!

Ve buralardaki saçma sapan hezeyân ve lâf oyunları ile, akıl ve mantık ihtilâclarını da, nasibse müteâkıb makâlelerimizde kaleme alacağız…

(Mâba’di var)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir