Ahmet Davudoğlu Kimdir?
30 Ağustos 2017
Kemalizm Mirasının Varisçisi Tayyipizm ve İzlenen Bazı Stratejiler
14 Eylül 2017

HAYDAR BAŞ

 

Kendisi parti başkanı olan, şeyh diye nitelendirilen ve profesörlüğü üzerinde şayialar olan Haydar Baş, sözde Ehl-i Sünnet olmasına rağmen konuşmalarında ve eserlerinde açık açık Hazret-i Ebubekir Efendimiz başta olmak üzere sahabelerin birçoğuna dil uzatmakta, bütün hadis külliyatlarına hakaret etmekte, ecdadımız Osmanlı’ya saldırmakta ve daha nice iftiralar atmaktadır. Biz bu bölümde onun bazı eserlerinde ve konuşmalarında geçen bühtanlarını göstereceğiz ve cevap vermeye çalışacağız. Sonuç bölümünde de Haydar Baş’ın eserlerini yazarken kullandığı kaynaklarla alakalı birkaç cümle yazacağız.

Haydar Baş, Şiileri o kadar çok savunmaktadır ki, onların iddiası olan –haşa- Kur’an-ı Kerim’in tahrif olduğu iddiasını kabul eder ve savunur.

Haydar Baş, İmam Ali kitabında şöyle demektedir: “İmam Sadık şöyle dedi: “Eğer Kur’an nazil olduğu gibi okunsaydı bizim adımızı Kur’an’da bulacaktınız.”1

Şiilerin İmam Cafer Sadık hazretlerine isnat ettikleri bir iftirayı da, Baş kitabına almıştır: “Bizim kaimimiz (yani Hz. Mehdi) kıyam ettiğinde Kur’an’ın nazil olduğu gibi okutulması için çadırlar kurduracak. O gün en zor gündür. Zira bugünkü tertip ve düzeninin dışında, bambaşka bir halde olacaktır.”2

Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyâmete kadar hiçbir zaman tahrîfât (değişiklik), unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmayıp, gönderildiği gibi muhâfaza edileceği, Hicr sûresi 9. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik ve muhakkak ki, onu tahrif ve tebdilden (değişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız.” buyruldu.

Fussilet suresinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Geçmişte ve gelecekte onu bâtıl kılacak yoktur. Hakim ve övülmeye layık olan Allah katından indirlmedir.”

Kur’an’ın bozulduğuna inanmak yukarıdaki ayetleri dolaysıyla Allah’ın kitabını inkar etmek demektir.

Haydar Baş, bunlardan sonra şöyle sonuca varır: “Yani bir anlamda Kur’an’ın Allah’ın indirdiği şekliyle düzenlenmesidir ki, bu sadece Ali ve evlatlarına aittir.”3

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’i cem eden tek kişinin Hazret-i Ali olduğunu iddia ediyor: İbn Ebi’l Hadid şöyle yazıyor: ‘Hz. Ali (a.s.)’in Peygamber zamanında Kur’an hafızı olduğu ve ondan başka hiç kimsenin Kur’an’ın tamamına hafız olmadığı ve Peygamberden (s.a.v.) sonra ilk Kur’an’ı toplayan şahıs olduğu görüş birliğine varılmış bir konudur.”4

Mesnetsiz ve cahilce söylenen bu sözü yalnızca müfrit Şiiler dile getirir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) irtihal buyurmadan evvel, nasıl Kur’an’ın ‘tam’ hafızı olunabilir ki? Ayrıca, bir çok vahiy kâtibinin bulunduğu ve bunlardan birinin Hazret-i Ali olduğunu biliyoruz ve diğer katiplerin de Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği malumdur. Hz. Peygamber’in sağlığında Kur’an’ın tamamını ezberleyenlerin sayısı konusunda farklı rivayetler vardır. Enes b. Mâlik’ten gelen bir rivayette bunların dört veya beş kişi olduğu ifade edilmişse de diğer rivayetlerden bu sayının onu aştığı anlaşılmaktadır.

Burada Kur’an-ı Kerim’in cemini anlatmak durumundayız: Hâkim, Müstedrek adlı eserinde; Kur’an-ı Kerim’in toplanmasını şöyle anlatır.

Birincisi; Resulullah (s.a.v.) bizzat hayatta iken yapılan cem’dir. Hâkim, Buhari ve Müslim’in şartlarına uygun bir senetle Zeyd bin Sabit’in şöyle dediğini rivayet eder: “Biz Resulullah (s.a.v.) yanında Kur’an’ı deri parçaları üzerinde topluyorduk.” Beyhaki; bu hadiste kastedilen hususun, değişik zamanlarda inen ayetlerin, ait oldukları surelere yerleştirilmesi, Resulullah (s.a.v.)’ın emriyle ait oldukları surelerde toplanmasıdır, der.

İkincisi; Hazret-i Ebubekr’in hilafeti sırasında yapılan cem’dir. Buharî, Sahih’inde Zeyd bin Sabit’in şöyle dediğini rivayet eder: “Hz. Ebubekr, Yemame muharebesinde şehid edilenler hakkında konuşmak üzere, beni yanına çağırttı. Ömer bin Hattab da Hz. Ebubekr ile beraberdi. Hz. Ebubekr: “Ömer bana geldi, bu muharebede çok sayıda kurranın şehit edildiğini, diğer muharebelerde de kurranın şehit olabileceği endişesini taşıdığını, böylece Kur’an’ın büyük kısmının kaybolacağını, bunu engellemek için Kur’an’ın bir kitap halinde toplanmasını emretmemi uygun bulduğunu belirtti. Bu sözü üzerine Ömer’e: ‘Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl teklif edersin, dedim. Ömer de: ‘Allah’a yemin ederim, bu hayırlı bir iştir’ diye teklifini tekrarladı. Cenab-ı Hak bu hayırlı işe kalbimi ısındırana kadar, Ömer ısrarla bana müracaata devam etti. Ömer’in uygun bulduğu hayırlı işe, ben de inandım. Sen akıllı bir gençsin, şimdiye kadar yanlış bir iş yapmakla seni itham edemeyiz. Sen Resulullah (s.a.v.)’ın vahiy katibiydin. Dağınık Kur’an ayetlerini araştır, Kur’an’ı bir araya topla.”

Hz. Ebubekr’in bu sözü üzerine Zeyd: “Allah’a yemin ederim, bana bir dağın naklini teklif etselerdi, bu bana Ebubekr’in Kur’an’ı cem etme emrinden daha ağır gelmezdi.” dedi.

Yapılan duyuruyla, yanlarında yazılı Kur’an nüshaları ve parçalan olanların bu metinlerin Kur’an âyetleri olduğuna dair iki şahitle birlikte görevli heyete başvurmaları istenmiştir. Zeyd ve diğer heyet üyeleri son okumayı da dikkate alarak ashabın getirdiği yazılı metinleri kontrol etmiş ve yazmışlardır. Tevbe sûresinin son iki âyetiyle, Ahzâb sûresinin 23. âyeti sadece Huzeyme b. Sabit el-Ensârî’de bulunmuş, Hz. Peygamber’in onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk tutması dolayısıyla yalnız bu âyetler tek şahitle kabul edilmiştir. Ancak Tevbe süresindeki bu iki âyetin son inen âyetlerden olması sebebiyle hafızalarda taze olduğundan diğer sahâbîler bu âyetlerin varlığını ezberleriyle desteklemişlerdir. Böylece Kur’an yazılı malzeme ve ezber yardımıyla eksiksiz olarak toplanmış ve Hz. Ebû Bekir’e teslim edilmiştir. İki kapak arasındaki bu derlemeye “mushaf” adı verilmiş, bu kitap Ebû Bekir’den sonra Ömer’e, onun vefat ile kızı ve aynı zamanda Resûlullah’m eşi olan Hafsa’ya intikal etmiştir.5 Hz. Ebû Bekir’in talimatıyla cemedilen Kur’an başta Hz. Ömer ve Ali olmak üzere bütün sahabenin onayını almış (icmâ), kimseden bir itiraz gelmemiştir

Ebû Bekir tarafından gerçekleştirilen çalışmayı Hz. Ali’nin takdirle karşıladığı bilinmektedir.6 Hatta Şianın bazı kolları da Hz. Ebû Bekir zamanında cemedilen Kur’an’la Resûl-i Ekrem’e inen metin arasında fark bulunmadığına inanmaktadır.7

Haydar Baş, Kur’an’dan başka hadislerin de yazımının yanlış olduğunu ve doğru hadislerin yalnızca Şiilerde olduğunu iddia etmektedir. Şiilere ‘Ehl-i Beyt mektebi’, ehl-i sünnete ise ‘Hilafet mektebi’ demektedir.

“Yani Hilafet mektebi hadis yazımının yanı sıra hadis rivayetini de yasakladı.”8

Resulullah’ın vefatından sonra da iki halife var güçleriyle peygamberin hadislerinin yazılmasını engelledi. Yazılan hadisleri bir araya toplayarak yaktı. Osman bin Affan bu uygulamayı sürdürdü. Bir grup sahabe bu konuda hâkim gücü takip ettiler. Ve yine sahabeden Ebu Zer gibiler bu harekete karşı çıkarak, Resulullah’ın hadislerini yazdıkları için ızdırap ve şiddete maruz kaldılar.”9

“Bunun üzerine ashap tarafından Resulullah’tan rivayet edilen sünnetlerle ilk üç halifenin icraatları arasında apaçık bir ihtilaf ortaya çıktı. İlk üç halife, Resulullah’ın hadis ve sünnetinin yazılmamasının, anlatılıp yayılmamasının asıl sebebini dile getiremiyorlar ve bunu dolaylı yollardan yapmaya çalışıyorlardı. 

(…)

Öte yandan, Resulullah’ın hadislerinin yazılmasının engellendiği bir dönemde maalesef Yahudi Ka’b el Ahbar gibi kişilere Mescid-i Nebi’de konuşma izni verildiği acı bir hakikattir.”10

Sahabe-i Kiram’ın en uluları olan Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman efendilerimize bu kadar hayâsızca dil uzatan şerir Haydar Baş’ın ifadelerini okumak bile insana ne kadar ağır geliyor? Ayrıca, Müslüman olmuş bir insan olan Ka’b el Ahbar hazretlerine hâlâ Yahudi demesi, Allah Resulünün (s.a.v.) dostlarına olan kininin gözlerini kör ettiğine açıkça delildir. Haydar Baş’a şu suali tevcih etmek isterim. Hiçbir hadis-i şerife, hiçbir bilgiye inanmıyorsan Hazret-i Kur’an’da, Allah’ın onlardan razı olduğunu beyan ettiği ayetine de mi inanmıyorsun?

“Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kazançtır.”11

Evvela Ka’b el Ahbar hakkındaki çirkin iftirasına cevap verelim:

Asıl adı Ebû İshâk Kâ’b b. Mâti’ b. Heynû el-Himyerî el-Yemânî’dir. Miladi 653 senesinde 104 yaşında vefat etmiştir. Geniş ilmi, bir rivayete göre ise mürekkeple (hibr) yazı yazması12 sebebiyle Kâ’b el-Ahbâr diye anılmıştır.

Yemen’de yaşadığı, Resûl-i Ekrem zamanında oraya giden Hz. Ali ile görüşerek İslâmiyet’i kabul ettiği13 veya Hz. Ebû Bekir devrinde Müslüman olduğu14 yahut Hz. Ömer döneminde Medine’ye geldiği, halifenin Kudüs’te bulunduğunu öğrenince oraya giderek kendisiyle görüştüğü ve onun huzurunda Müslüman olduğu kaydedilmektedir. İbn Sa’d’ın naklettiği bir rivayete göre; bir Yahudi âlimi olan babası Tevrat’ın bir kısmını yazıp kendisine vererek onunla yetinmesini tavsiye etmiş, diğer kitaplarını bir dolaba kilitleyip onları okumaması için kendisinden söz almıştır. Ancak İslâm’ın her tarafa yayılması üzerine babasının sakladığı kitapları okuyan Kâ’b bunlarda Resûlullah ile ümmetinin özelliklerini görünce İslâmiyet’i kabul etmiş, Abbas da onu himayesine almıştır.

Kâ’b el-Ahbâr, Hz. Ömer ve Suheyb-i Rûmî gibi sahâbîlerden hadis rivayet etmiş, Resûl-i Ekrem’den mürsel olarak rivayette bulunmuştur. Sahâbîlerden Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Ebû Hüreyre ve Muâviye b. Ebû Süfyân kendisinden faydalanmış, Hz. Ömer’in iki azatlısı Eslern ve Ebû Râfi’ es-Sâiğ ile Mâlik b. Âmir, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Yesârve Kâ’b’ın üvey oğulları Tübey el-Himyerî ile Nevf b. Fedâle gibi tabiîler de ondan rivayette bulunmuştur. Rivayetleri Mâlik’inin Muvatta’sında, Dârimî, Ebû Dâvûd, Tîrmizî ve Nesâî’nin es-Sünen’lerinde yer alan Kâ’b el-Ahbâr’ın ilk zamanlar kıssa anlattığı, ancak devlet başkanı tarafından görevlendirilmeyen kişilerin kıssa anlatmasını yasaklayan hadisi duyunca15 bundan vazgeçtiği, Hz. Muâviye’nin izin ver­mesi üzerine de bu işe tekrar başladığı belirtilmektedir.

Zehebî, Kâ’b’ın elinde Tevrat’ın tahrif edilmemiş bir nüshası bulunduğu için Yahudilere ait kitapları ve bu kitaplardaki sahih ve uydurma haberleri iyi tanıdığını söylemektedir. Ebû Nuaym el-İsfahânî de, Kâ’b’ın babasından kalan ve tahrif edilmemiş olduğu söylenen yegâne Tevrat nüshasından özellikle son peygambere inanmanın gereğine ve onun ümmetinin faziletine dair geniş iktibaslar yapmaktadır. Ayrıca Kâ’b’ın vefatından bir müddet önce imha ettiği bu nüshaya dayanarak yaptığı Kur’an âyetleriyle ilgili bazı yorumların hadislere uygunluğunu gören sahabenin onu tasvip ettiğine dair haberler rivayet edilmiştir.16 Kâ’b el-Ahbâr Humus’a yerleşmiş. Bizanslılarla yapılan savaşlara katılmış ve 32 (652-53) yılında burada vefat etmiştir. Ölüm tarihinin 34 veya 35 olduğu, Dımaşk’ta ölüp Bâbüssagir Kabristanı’na defnedildiği de zikredilmiştir.

Onun verdiği bilgilere Hz. Ömer’in ilgi gösterdiği, kendisinden öğüt istediği ve tavsiyelerine uyduğu rivayet edilmiş.17

İmam Nevevî, çok bilgili bir âlim olduğuna dair Ebü’d Derdâ’nın görüşünü zikrettikten sonra geniş bilgisi ve sikâ kişiliği üzerinde ittifak bulunduğunu söylemiştir. İbn Asâkir ve Ebû Nuaym gibi müelliflerin, eserlerinde ona genişçe yer vermelerinin de kendisine duydukları güvenle açıklanması mümkündür. Zehebî ve İbn Hacer gibi nisbeten müteahhir sayılan muhaddisler Kâ’b’ın biyografisini incelerken kendisini cerhedici bir beyanda bulunmamış, Zehebî ayrıca engin bilgisine ve dindar kişiliğine işaret etmiştir. Ayrıca şu da mühim bir husustur; zayıf ve metruk râvilerin biyografilerine dair eserlerde kendisine yer verilmemiştir.

Bu değerlendirmeler dikkate alındığında bazı sahâbîlerin kendisinden rivayette bulunduğu, Müslümanlığı kabul edişindeki samimiyetine gölge düşürecek herhangi bir değerlendirme yapmayan bir kişinin, kasıtlı olarak dine yanlış şeyler sokmaya çalışan ve dini tahrip etmek isteyen bir ajan gibi gösterilmesi kabul edilebilir bir husus değildir. Ashaptan sonraki nesiller de, bu tür bir suçlamayı teyit edecek herhangi bir görüş ortaya koymamıştır.

Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzi’nin, Ziyâeddin el-Makdisî’nin tarihî bilgilerinin, Kisâî’nin peygamberlerle ilgili rivayetlerin, Ezraki’nin Mekke tarihi, İbnü’l-Esîr’in el-Kamil’inde mahlûkatın yaratılması ve peygamberler hakkında verilen bilgilerin, ayrıca Mutahhir b. Tâhir el-Makdisî’nin el-Bed’ ve’t-Târîh, İbn Haldun’un Kitabü’l-İber ve Dîvânü’l-Mübtede ve’i-Haber’indeki bilgilerin bir kısmı Kâ’b el Ahbar’dan rivayet edilen haberlere dayanmaktadır.

Bu bilgiler, eski-yeni bütün kaynaklarda yer alırken, biz Haydar Baş ve muidlerinin cehline mi kanalım? Kendi ahlaksızlıklarını, cahilliklerini kapatmak için ve şov yapıp ‘bakın, ben yeni şeyler söylüyorum ve korkmuyorum’ demek için söz söyleyenlerden olmuştur. Şu beyit Haydar Baş’ın tam da bu durumunu ortaya koyar:

Görmüyor kendisinin pürhezeyan kellesini,

Görüyor başkasının zerre kadar zellesini.

Haydar Baş, Ehl-i Sünnetin hadis anlayışına, evvela Sahabe’den ve Tabiinden başlayarak ve son merhale olarak da sahih hadis kitaplarına her türlü iftirayı atarak saldırma yolunu seçmiş bulunmaktadır. İmam Ali kitabında şöyle diyor:

“Oysa Buhari, Ehl-i Beyt imamları izleyicilerinden binlerce muhaddisin kendisinden binlerce hadis rivayet ettiği Ehl-i Beyt mektebi imamlarının altıncısı Cafer-i Sadık’tan tek bir rivayet bile nakletmemiştir. Oysa Harici İmran bin Hittan’dan Buhari, Ebu Davut ve Nesei kendi sahihlerinde hadis rivayet etmişlerdir.”18

“Öte yandan Nesai kendi Sahihinde İmam Hüseyin’in katili Ömer bin Sa’d’dan rivayetlere yer vermektedir.”19

Ehl-i Sünnet’in hadis kaynakları Hicretten 143 yıl sonra kaleme alınmaya başlamış ve özellikle Hz. Ali’nin hilafeti ile ilgili hadis ve rivayetlerin maalesef üzeri örtülmüştür.”20

Şia tarafından iddia edilen, ehl-i sünnet hadis kaynaklarının güvenilir olmadığı görüşü esasen, onlarda da daha yenidir. Çünkü bırakın klasik Şîi kaynaklarını, 1351/1932’de vefat eden Mameqânî’nin eserinde bile söz konusu iddiaları göremiyoruz.21 Bu söylemleriyle Şîa, bir taraftan Sünnî hadis kaynaklarına güvenilemeyeceğini belirtirken diğer taraftan kendi kaynaklarında bulunan hadislerin hem teknik ve hem de tarihî açıdan daha çok güvene layık olduğunu vurgulamaktadır. Hatta çağdaş Şîî âlimlerden Mustafa Kasîr el-Âmilî, Şîa dışındaki Müslümanların, kendi hadis kaynaklarını yeniden gözden geçirmelerini ve söz konusu kaynaklardaki hadisleri Ehl-i Beyt kanalı ile gelen hadislerle mukayese etmelerini söylemektedir.22

Ehl-i Sünnete muhaddislerine göre Allah Resulü’nün (s.a.v.) 50 kadar mümtaz sahabesi hadis yazmış ve bu yazılanlardan bazı belgeler günümüze kadar gelmiştir.23

Yine aşağıdaki iddia ve cevap da iyi okunursa bu konu iyi anlaşılabilecektir.

 Ehl-i Beytin hadis kaynakları ise direkt olarak Allah resulünün sağlığında kaleme alınan hadislere dayanmaktadır.”24

Bu iddianın uydurma olduğunu ve Şia’nın hadis kaynaklarının Ehl-i Sünnet hadis kaynaklarından sonra tedvin edildiğini anlamak çok kolay olacaktır. Zira Şii hadis otoriteleri olan Kuleyni, Muhammed el Kummî ve Muhammed et-Tusî’nin vefat tarihlerine bakmak lazım. el-Kâfî’nin müellifi Kuleynî’nin vefat tarihi (h.328 veya 329) ile İmam Buharî’nin vefat tarihi (h. 256 ) arasında 70 küsür yıllık bir fark vardır. İmam Malik (h.179) ile Kuleynî arasındaki fark ise 150 yıldır. Kütüb-i Erba’nın diğer müelliflerden Muhammed el-Kummî h. 381’de; Muhammed et-Tûsî de h. 460’da vefat etmiştir. Bu mukayese, Şîi ana hadis kaynaklarının daha sonra yazıldığını göstermektedir. Görünen o ki bazı Çağdaş Şîi alimlerin Sünnî ana hadis kaynakları geç yazıldığı için güvenilemez iddiası, sağlam delillere dayanmayan ve ilmî gerçekleri yansıtmayan bir iddia olmaktan başka bir şey değildir.

“Hz. Ali tarafından kaleme alınan hadisler, çeşitli sahifeler ve kitaplar Ehl-i Beyt imamları aracılığıyla nesilden nesile aktarılmış, Ehl-i Beyt dünyasının büyük alimleri tarafından bir hadis külliyatı haline getirilmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Dolaysıyla direkt olarak Allah resulüne dayanan bu eserlerin güvenirliliği tartışma götürmez bir hakikattir.”25

Ehl-i Beyt mektebinde hadis ve rivayetleri içeren eserler şu şekilde sıralanabilir: Hz. Ali’nin Mushafı, Camia, CifrKitabı, Hz. Fatıma’nın Kitabı.”26

‘Ehl-i Beyt’in hadis kaynakları’ dediği kitaplar, Şia’nın hadis kaynaklarıdır. Şia kaynaklarını, direk Resulullah Efendimize bağlamak da yine ancak onların iddiasıdır. Yukarıda görüldüğü üzere yorum ve tahminden öteye geçemeyen ve mesnedden yoksun bir kuruntudur. Haydar Baş’ın ‘güvenirliliği tartışılamaz’ dediği Şia hadis kaynakları hakkında; yine bir Şia olan ve Haydar Baş’ın da pek çok defa kaynak gösterdiği İbnü Ebi’l Hadid, Nehcu’l Belağa şerhinde şöyle der:

“Şahısların faziletleri hakkındaki hadislerde bulunan uydurmaların temeli Şialar tarafından atılmıştır. Nitekim onlar ilk olarak hasımlarına olan düşmanlıklarından dolayı kendi adamlarının fazileti hakkında muhtelif hadisler uydurmuşlardır.” 

Haydar Baş’ın yukarıda zikrettiği Şia’ya ait kaynaklar hakkında Şii kaynaklarında bakalım ne söylüyor:

Şia hadis külliyatının toplamında Hz. Peygamber (s.a.v.)’den nakledilen rivayetlerin çok küçük bir yekûn tuttuğunu anlamak için o eserlere göz atmak yeterli olur. Nakledilen hadislerin çoğu, On iki İmam’dan ve özellikle de İmam Câfer Sâdık ile İmam Bâkır’dan nakledilen rivâyetlerden müteşekkildir.

Kuleyni el-Kafi’de, Ebu Basir’den ettiği rivayetinde: “Ebu Abdullah’ın yanına geldim ve ona: “Canım sana feda olsun, sana bir mesele sormak istiyorum, burada sözümü duyabilecek senden başka herhangi bir kimse var mı?” dedim. Ebu Abdullah kendisi ile diğer oda arasındaki perdeyi kaldırdı, oraya baktı ve sonra söyle dedi: “Ne istiyorsan sor!” Bunun üzerine: “Taraftarların, Resulullah, Ali’ye bin ayrı kapıya açılan bir kapı öğrettiğinden bahsediyorlar, ne dersin?” dedim. Ebu Abdullah: “Resulullah’ın Ali’ye her kapısı bin kapıya açılan, bin kapı öğrettiğini” söyledi. Ben de: “Allah’a yemin ederim ki, bu ilimdir.” dedim. Ebu Abdullah, bir süre yere bakarak düşündü ve sonra: “Evet bu ilimdir; fakat senin bildiğin gibi bir ilim değildir,” dedi ve şöyle devam etti: “Ey Muhammed, “el-Camia” bizim yanımızdadır; sen onun ne olduğunu bilir misin?” diye sordu. Ben de: “Canım sana feda olsun, “el-Camia” nedir?” dedim. Ebu Abdullah, şöyle dedi: “O, boyu Resulullah’ın karışı ile yetmiş karış olan, Resulullah tarafından parça parça yazdırılan, Hz. Ali’nin sağ eli ile yazdığı, içerisinden yaralama diyetine kadar, helal ve haramla ilgili insanların ihtiyaç duyduğu her şeyin bulunduğu bir sahifedir.” Eliyle bana dokunarak: “hazır mısın, ey Ebu Muhammed” dedi. Ben de: “Canım sana feda olsun, ben seninleyim istediğini yap,” dedim. Ebu Abdullah, eliyle bana dürterek: “Bu bir diyettir” dedi. Bunu söylerken öfkelenmiş gibiydi. Ben: “Allah’a yemin olsun ki, bu ilimdir,” dedim. Ebu Abdullah: “Bu ilimdir; fakat senin bildiğin gibi bir ilim değildir,” dedi. Bir müddet sustuktan sonra: “Cifr” bizdedir; sen “Cifr” in ne olduğunu bilir misin?” dedi. “Cifr nedir?” diye sorduğumda: “O Âdemden itibaren, bütün nebilerin ve vasilerinin ilminin, aynı şekilde İsrail Oğullarından gelmiş geçmiş bütün ulemanın ilminin bulunduğu bir kaptır,” dedi. Ben: “İşte ilim budur,” dediğimde, o: “Evet ilimdir; fakat senin bildiğin ilimlerden değildir,” dedi. Ebu Abdullah, bir süre sustuktan sonra, “Fatıma’nın Mushafı” da bizdedir; sen Fatıma’nın Mushafını bilir misin?” dedi. Ben de, Fatıma’nın Mushafı’nın ne olduğunu sordum, şöyle cevap verdi: “O, sizin elinizde bulunan Kur’an’dan üç defa daha büyüktür ve ondan sizdekinden bir harf dahi yoktur, dedi.”27

Yine bu Şia hadis kaynakları değil mi, -haşa- Hazret-i Allah’a unutma vasfı olan Beda’ akidesini dillendiren. Bakın, Haydar Baş’ın öve öve bitiremediği, Ehl-i Beyt adı altında bize yutturmaya çalıştığı Şia kaynaklarında ne çirkin şeyler yazıyor:

“Allah’ın gönderdiği her nebi, şarabın haram olduğunu ve Allah hakkında unutmanın caiz olduğunu söyler.”28

Şii muhaddislerin güvenilir olmadığı yine kendi eserlerinden bir vaka naklederek göstereceğiz:

Şia’nın masum imamlarından üçünün dostu olan Zurare bin A’yun hakkında Şii muhaddis el Keşşî, eserinin bazı kısımlarında onu cennetliklerden gösterir.29 Aynı eserin ilerleyen sayfalarında onun kafir olduğu, hain olduğu ve cehennemliklerden olduğu bildirilmiştir.30

Bu konuda Haydar Baş’ın çok yerde kaynak gösterdiği Şii alim Nevbahtî, Cafer bin Muhammed el Bakır’a şu sözü isnad eder: “Allah, oğlum İsmail hakkında fikir değiştirdiği gibi, hiçbir konuda fikir değiştirmemiştir.”31

Şii muhaddis bir de misal verir: “Oğlu Ebu Cafer öldüğünde, Ebu’l Hasan’ın yanındaydım. Bu durumda, Ebu Cafer ve Ebu Muhammed’in tıpkı Ebu’l Hasan Musa ve İsmail bin Cafer bin Muhammed gibi olduklarını; Ebu Muhammed, Ebu Cafer’den sonra geldiğinden, her ikisinin vaziyetinin de birbirine çok benzediğini söylemeyi düşünüyorum. Daha ben konuşmaya başlamadan, Ebu’l Hasan bana yönelerek şöyle dedi: Evet ey Ebu’l Haşim, Allah, Ebu Cafer’den sonra Ebu Muhammed hakkında fikrini değiştirdi. Halbuki O, bunun böyle olduğunu daha önce bilmiyordu. Nitekim Allah, İsmail’in ölmesinden sonra Musa hakkında da fikir değiştirmiştir. Mesele, bazıları kabul etmese bile, aynen düşündüğüm gibidir. Benden sonra imam, oğlum Ebu Muhammed’dir; ihtiyaç duyulan bütün ilim ondadır. O, imamet için gerekli vasıfları taşımaktadır.”32

Şiilerin hadis kaynaklarının nasıl oluştuğunu da yine kendi kaynaklarının dilinden görmek de mümkündür. Hadis ve menkıbe uydurmada bir yarış sergilendiğini, hatta çok hadis uyduranların daha kolay cenneti kazanacağı inancının varlığı gerçektir. Bunların da ötesinde eli yatkın olanlara uydurdukları hadis karşılığında para ödendiğini görürsünüz. Bu hadislerin hemen hemen hepsi imamlara söylettirilmiştir. Uydurma hadislerle, takiyyeye ve imamlara masumiyet kapısını açılınca işleri daha kolay yürümüştür. Çünkü masum olan imam yalan söylemez, bir şey uydurmaz, peygamber derecelerinden daha yüksek bir konumda olduğu için de her bilgiyi Allah’tan alır. Durum böyle olunca da imamlara söylettirilen hiçbir söz, kimse tarafından asla sorgulanamayacaktır. Dolayısıyla bu hadisleri imamlardan kimlerin duyduğu yani râvisi çok önemli değil. Bunun için Şianın hadislerinin çoğunu meçhul şahıslar rivayet ederler ve derler ki: “Muhammed b. İsmail’den, o da ashabımızdan birinden, o da bir adamdan rivayet etti ki söyle dedi…”  Hatta bazı râvilerde kopukluk görülür, orada “kim ola ki” ifadesi mevcuttur. Meselâ, dünya zevklerine önem vermeyen, Şiilerce değerli bir zâhid olarak tanınan Meysere b. Abdirabbih adındaki kişi, vefat edeceği sırada Hz. Ali’nin faziletleri hakkında yetmiş hadis uydurduğunu açıkça itiraf etmiştir. Şia âlimleri bu şekilde oluşturdukları kitaplarını Mehdi Aleyhisselama arz edildiğini ve onun tasdikinden geçirildiğini ifade ederek kimsenin tereddüdüne meydan bırakmamışlardır.

Bir misal verecek olursak; El-Kuleyni için şöyle demektedirler: “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler: Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid edilmiş biridir.”33

Başka bir misal daha; Şa’bi’nin şu ifadeleri oldukça önemlidir: “Hz. Ali adına bir tek yalan uydurmam karşılığında bana köle olmalarını ve evimi altınla doldurmalarını isteseydim muhakkak kabul ederlerdi.”34

Yine Şiilere ait olan bir kaynak kitapta, imamlardan naklen şunları bildirir: İmamlardan rivayet olunan mesur hadisler gerçekten çok farklıdır. Öyle ki, her hadisin mukabilinde ona zıt olan bir başka hadis vardır; üzerinde ittifak edilen hiçbir haber yoktur ki, ona tezad teşkil eden başka bir haber bulunmasın, nitekim bu durum, Seyhut Taife et-Tusi’nin “et-Tehzib” ve “İstibrar” kitabının başında açıklandığı gibi, bazılarının Şiilikten çıkmasına sebep olmuştur.”35

Haydar Baş’ın öve öve bitiremediği ve: “Ehl-i Beyt mektebinin üç büyük alimi, Kuleynî, Şeyh Saduk ve Şeyh Tusî…”36 diyerek vasıflandırdığı kişilerden Kuleyni ve Tusi’den misaller verdik. Şimdi, övülen Şeyh Saduk’tan bir fetva aktaralım ki, Haydar Baş’ın Ehl-i Sünnet Müslümanlara olan gayz ve kini açığa çıksın.

“Es-Sadûk, el-İllel’de, Davud b. Ferkad’a isnad ederek der ki: “Ebû Abdullah’a söyle dedim: “Nâsıbe (onlar Ehli Sünnet’eböyle derler) hakkında ne diyorsun?” Dedi ki: “Kanı helaldir, böylelikle senden korkar. Eğer kimse seni görmeden onlardan birinin üzerine duvar devirebilirsen veya denizde boğabilirsen bunu yap.” Dedim ki: “Onun malı hakkında ne dersin?” dedi ki: “Gücün yettiği kadarını al.”37

Haydar Baş’ın ‘büyük âlimi olan Kuleynî; Ehl-i Sünnete hakaret eden ve onların pislik akidelerini gösteren bir fetvayı eserinde yazmıştır. Nitekim el-Kuleynî, Ebû Hamza’dan, o da Ebû Cafer’den diyerek şöyle nakleder: “Ona: “Bazı arkadaşlarımız muhaliflerine iftira atıyorlar” dedim. Bana: “Sussan iyi olur” dedi ve ekledi: “Vallahi ey Ebû Hamza! Şîamız dışında bütün insanlar fahişe çocuklarıdır.”38

Haydar Baş’ın hadislerin yazımıyla alakalı iftiralarının sonuncusunu da yazıp cevap kısmına; sondan geriye doğru devam etmek istiyoruz:

Evvela mevzubahis olan üç hadis-i şerifi yazalım:

“Benden bir şey yazmayın, benden Kur’an dışında bir şey yazan onu yok etsin.”39

“Resulullah’dan sözlerini yazmak için izin istediler. O, izin vermedi.”40

Zeyd bin Sabit’ten: “Resulullah bizi hadislerini yazmaktan alıkoydu ve bizim yazdığımız hadisleri yok etti.”41

Haydar Baş bu üç hadis-i şerifi baz alarak şöyle diyor: “Bu hadisler kesinlikle doğru değildir. Resulullah böyle bir şeyi asla ağzına almamıştır.”42

Haydar Baş’ın son iddiasından başlayacak olursak, o kadar çok bilgi yanlışı var ki, kasıtlı yapılmaması imkan dâhilinde değildir. Ehl-i sünnet muhaddislerine saldırmak için o kadar çok gerçeğin üzeri örtülmüştür ki. Haydar Baş’ın misal olarak verdiği hadislerden ikincisi, Sünen-i Darimî’de geçmektedir. Ve yine Darimî, hadis yazımının ilk zamanlarda yasak olduğunu bir başlık altında 33 hadis ile ifade ettikten sonra, hadislerin yazımının daha sonra yine Resulullah Efendimiz (s.a.v.) tarafından serbest bırakıldığını yine bir başlık altında topladığı 28 hadis-i şerifle ifade etmiştir.

Zira, Resulullah Efendimiz (s.a.v.) hayatta iken, sonra verdiği bir hükümle evvelce konulan bir hükmü neshettiği olmuştur. Bunun misali; kabir ziyaretlerini evvelden yasaklamışken, daha sonra serbest bırakmış hatta salihlerin kabirlerini ziyaret etmeyi de teşvik etmişlerdir.

Darimî, Sünen’inde, bu meseleyi çok güzel göstermiştir ve hadis yazımının evvela yasak olduğunu, sonra serbest olduğunu söylemiştir. Bakın hadis yazımı konusunda Darimî’nin naklettiği hadis-i şerife:

“Abdullah bin Amr’den rivayete göre, şöyle demiştir: Ben, Resulullah’dan duyduğum her şeyi ezberlemek ve korumak maksadıyla yazıyordum. Kureyşliler beni bundan yasaklayarak dediler ki: “Resulullah’dan işittiğin herşeyi yazıyorsun, halbuki o da bir insandır. Kızgınlık ve hoşnutluk zamanlarında da konuşur.” Ben de yazmayı bıraktım ve durumu Resulullah (s.a.v.)’a anlattım. Bunun üzerine o parmağıyla ağzını işaret ederek şöyle buyurdu: “Yaz! Zira canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki buradan başkası değil ancak hak çıkmıştır.”43

Yine şu hadisler, Ehl-i Sünnet kaynaklarda geçmektedir:

Cübeyr bin Mut’ım (r.a.) babasından naklederek şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v.) mina tepesinin eteğinde kalkıp şöyle buyurdu: “Allah sözümü duyup ezberleyen sonra da onu duymamış olana nakleden kulun yüzünü ağartsın. Zira nice bilgi taşıyan vardır ki iyi anlayışı yoktur. Kendisinden daha anlayışlı olan kimseye bilgi taşıyan niceleri vardır. Üç şey vardır ki mü’minin kalbi onlarda eksiklik yapmaz, tam olarak yerine getirir: 1-Allah için samimi niyetle amel etmek, 2-İdareci ve otorite sahiplerine itaat etmek, 3-İslam cemaatine bağlı kalmak, çünkü İslam cemaatinin birbirlerine duaları onları her taraftan kuşatır.”44

Ebân bin Osman (r.a.) babasından rivayetle şöyle demiştir: “Zeyd bin Sabit günün yarısında Mervan bin Hakem’in yanından çıktı. Ravi dedi ki: Ben de kendi kendime: “Bu saatte onun yanından çıktığına göre ona bir şey sormuştur.” dedim. Ona vardım ve sordum. “Evet” dedi. Bana Resulullah (s.a.v.)’dan işittiğim bir hadisi sordu. O da şu hadistir: “Allah bizden bir hadis işitip de onu ezberleyen sonra da onu kendisinden daha iyi ezberleyip muhafaza edecek olana nakleden kişinin yüzünü ağartsın. Zira nice bilgi taşıyan vardır ki tam kavrayışlı değildir. Bilgiyi kendisinden daha anlayışlı ve kavrayışlı olana taşıyan niceleri de vardır. (…)”45

Bildiğimiz üzere Hicretin 17. Senesinde Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın müşterek çocukları olan Ümmü Gülsüm’ü, Hz. Ali Hz. Ömer ile evlendirmiştir. Bu Ehl-i Sünnet kaynaklarında kayıtlıdır. Ve hatta Şii kaynaklarda bile itiraf edilmiştir. Buna rağmen Haydar Baş mesnetsiz olarak şu iddiada bulunmuştur: “Netice olarak tekrar ediyoruz ki; Hz. Ömer ile evlenen Ümmü Gülsüm, Hz. Ali’nin ve Hz. Fatıma’nın kızı değil, Hz. Ebubekr’in kızıdır ve Ehl-i Beytten değildir.”46

Kin ve nefrette müfrit Şiileri geçen Haydar Baş’ın yalan iddiasına cevabı, onun çok sevdiği ve kullandığı Şii kaynaklardan vermek istiyoruz.

Şii alim El Kuleyni, Muaviye bin Ammar’dan, Ebu Abdullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Ebu Abdullah’a, kocası ölen bir kadının iddet müddetini evinde mi, yoksa istediği yerde mi geçirmesi gerekir, diye sordum. İstediği yerde geçirebilir; zira Ali (a.s.), Ömer vefat edince Ümmü Gülsüm’ü alıp kendi evine götürdü, dedi.”47

Yine Kuleyni, eserinde ‘Ümmü Gülsüm’ün Evliliği’ diye bir bölüm hazırlamış, Zurare’den şu haberi rivayet etmiştir: “Ebu Abdullah, Ümmü Gülsüm’ün evliliği hakkında, bu bizi kızdıran bir evlilik, demiştir.”48

Şii alim Tûsi babası kanalıyla Cafer’den şunu nakleder: “Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm ile Ümmü Gülsüm’ün oğlu Zeyd bin Ömer bin Hattab aynı zamanda öldüler. Hangisinin daha önce öldüğü bilinmemektedir, birbirlerine mirasçı da olamamışlardır. İkisinin cenaze namazı birlikte kılınmıştır.”49

Muhammed bin Ali bin Şehr Âşub el Mâzendarani de şöyle der: “Fatıma’dan Hasan, Hüseyin, Muhsin, Zeynep el Kübra ve Ümmü Gülsüm el Kübra dünyaya geldi. Ömer Ümmü Gülsüm ile evlendi.”50

Haydar Baş’ın tarihi kaynaklara da nasıl iftira attığını, Taberi Tarihi misalinde göstereceğiz. Taberi Tarihinde, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) savaş öncesinde istişaresi anlatılıyor. Lakin biz Haydar Baş’ın bu olayı, Taberi Tarihine dayanarak anlatırken nasıl değişiklik yaptığını gösterip, sonra Taberi Tarihinde hakikatin nasıl olduğunu yazalım.

“Şurada ilk Hz. Ebubekir söz aldı: “Bu orduyu Kureyş’in büyükleri teçhiz ettiler. Kureyş hiçbir zaman iman etmemiş ve asla zelil olmamışdır. Biz ise Medine’den kâmil bir donanım ile ayrılmadık. Bu yüzden bizim için en hayırlı olan geldiğimiz yoldan geri dönmemizdir.”

Hz. Ömer de söz alarak Ebubekir’i tasdik etti. Bu sırada söz alan Mikdad şöyle dedi: “Allah şahittir ki biz Ben-î İsrail gibi değiliz ki, kalkıp da: “Ey Musa! Sen Allahınla birlikte gidip savaş. Biz burada oturacağız.” diyelim. Biz bunun tam aksine şöyle söylüyoruz: Sen Allah’ın inayetlerinin gölgesinde cihat et. Biz de senin yanında savaşacağız.”

Mikdad ayağa kalkıp konuşmaya başlayacağı sırada (önceki iki kişinin konuşmasından dolayı) Hz. Peygamber’in yüzü hiddet ve öfke doluydu. Fakat Mikdad konuşmasını bitirince Hz. Peygamber’in yüzü açıldı.”51

Haydar Baş, bu sözün kaynağını Taberi olarak işaret ettikten sonra dipnotunda da şöyle diyor: “Bu konuda ihtilaf vardır. Taberi ve Makrizi gibi bazı yazarlar Ebubekir’in ve Ömer’in tam metnini Vakidi’nin naklettiği gibi nakletmemişlerdir. Onlar: “Ebubekir ve Ömer kalktı ve hayırlı konuştu.” demekle yetiniyorlar. Ancak Taberi, yukarıda da ifade edildiği gibi ilk iki kişinin konuşmasının Allah Resulünü memnun etmediğini Tarih adlı eserinde ifade etmektedir.”

Bakalım İmam Taberi, Tarih adlı eserinde bu olaydan nasıl bahsetmiştir:

“Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususta Ashapla konuştu. Önce Hz. Ebubekir (r.a.) söz alıp dediki: “Ey Allah’ın Resulu! O gelecek olanlar bizim akrabamızdır. Ama biz senin dilediğini yapalım, canımızı senin uğruna feda kıldık. Kavim ve kabile nerde kaldı ki?” sonra da Peygamberimiz (s.a.v.): “Bir araya gelin, başbaşa konuşun!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): “Ya Resulullah! Canımız sana feda olsun. Tek kişimiz kalmayıncaya kadar kılıç vuralım. Yolunda dövüşelim.” dedi.52

Haydar Baş’ın Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi sahabenin en ulularına dil uzatmak için kullandığı taktik bir Rafizi geleneği olup, tarih kitaplarını bile tahrif etmekten ibarettir. Hâlbuki bakın, korkak gibi göstermeye çalıştığı o yüce sahabelerden Hazret-i Ömer (r.a.) için yukarıdaki mezkûr vakanın anlatıldığı yerden on sahife sonra İmam Taberi şunları söylüyor: “Hatta Bedir Harbi sonucunda alınan esirler hakkında istişare yapılırken; Hz. Ömer (r.a.) hepsini öldürmeyi, Hz. Ebubekir (r.a.) de fidye almayı önerdi. Bunun üzerine Enfal Suresi 67. ayet nazil oldu: “Hiçbir peygamber yeryüzünde kâfirlere üstün gelip onları yenmedikçe, onlardan tutsak veya fidye almamıştır. Siz yalan dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, ahireti kazanmanızı istiyor.” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Eğer, size azap gelmiş olsaydı, aranızda Ömer’den başka kimse kurtulamazdı ve Hak Teala ganimeti bu yolda bu ümmete helal eyledi.”53

Hazret-i Ebubekir Sıddik (r.a.) ile alakalı, Haydar Baş o kadar fazla itham ve iftiralarda bulunmuştur ki, hepsini yazsak bir kitap ortaya çıkar. Bu yazdıklarını da tamamen müfrit Şiilerin kaynaklarından olduğu gibi almış ve Ehl-i Sünnet halkımıza yutturmaya çalışmıştır. Biz bu iftiralarından bir kaçına yer vererek cevaplandırmaya çalışacağız.

İlk misalimiz, Hicret olayını anlatarak, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’yi kıyaslamaya çalışmasıdır. “(Hz. Peygamber Kuba’yavardıktan sonra) Ebubekir ısrarla Hz. Peygamber’in Yesrib’e hareket etmesini istediği halde Hz. Peygamber bunu kabul etmedi ve Ebubekir’e şöyle buyurdu: “Ali, beni canıyla korumuştur. O, Ehl-i Beytimin en hayırlısıdır. Amcamın oğlu ve kardeşimdir. Ali gelinceye kadar buradan ayrılmayacağım.”54

Haydar Baş’ın ikinci ve en büyük iftirası ise –hâşâ- Hz. Ebubekir Efendimizin Kur’an’ı tahrif ettiği yönündeki saçma sapan iddiasıdır:

“Bazıları demiştir ki: “Hz. Ali (a.s.)’ın Kur’an’ının kabul görmemesinin nedeni şuydu: Hz. Ebubekir Kur’an’ı açtığında Muhacirler ve Ensardan bazılarının yanlış davranışlarının bu kitapta yazılı olduğunu gördü. Bunun maslahata uygun olmayacağı korkusuyla onu reddetti.”55

Hazret-i Ebubekir Efendimize iftira atarken, tarihi kaynakları tahrif ettiği gibi fıkıh kaynaklarını da tahrif eden Haydar Baş, İmam-ı A’zam hazretlerinin Hazret-i Ali’yi savunduğunu ve hilafetin onun hakkı olduğunu dair beyanatta bulunduğunu söylüyor.56 Halbuki bu tamamen safsatadan ibarettir. Zaten Haydar Baş da, bilmeden aynı sayfada kendi iftirasının cevabını veriyor: “İmam-ı A’zam şöyle diyor: “Zira Hz. Ali veya Muaviye’nin saflarından birine iştirak etmemiz talep edildiğinde biz ancak Ali’nin askerleri arasına katılırız.” Yani İmam-ı A’zam hazretlerinin tercihi, Hz. Ebubekir ile Hz. Ali arasında değil, Hz. Ali ile, Hz. Muaviye arasındadır.

Bunun delili İmam-ı A’zam hazretlerinin Fıkh-ı Ekber adlı muazzam şaheserinde şöyle yazılıdır: “İnsanların peygamberlerden sonra en faziletlisi Hz. Ebubekir es-Sıddık’tır. Peygamber (s.a.v.): “Peygamberler ve Mürsellerden sonra güneş Ebubekir’den daha faziletli bir kimsenin üzerine doğmamıştır.” buyurmuştur.”57

İmam-ı A’zam hazretlerinin kitabında yazılı olana mı inanalım, Haydar Baş’ın iftirasına mı?

Haydar Baş, Şeyheyne hakareti son raddeye vardırıp, onları Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bile sevmediğini yine uyduruk Şia kaynaklarından dillendirip kitap adı verdiği, Şia hurafeleriyle dolu paçavrasında şöyle zırvalıyor:

Resulullah’ın durumu iyice ağırlaşmıştı. Bir ara bayıldı. Kendine gelince şöyle dedi: “Bana kardeşimi ve arkadaşımı çağırın.” Aişe, Ebubekir’i, Hafsa da Ömer’i çağırdı. Ancak Resulullah şöyle buyurdu: “Dağılın, eğer size ihtiyacım olursa sizi çağırırım.”58

Kur’ân-ı Kerim’de, hicret sırasında Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…”59 şeklinde tavsif edilen Hz. Ebubekir Efendimize dil uzatmayı ibadet sayan bir inançtır Şiilik. Ve Haydar Baş’ın da benimsemiş olduğu görüşe bakın ki, Hazret-i Peygamber (s.a.v.) en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e –hâşâ- hor baksın. Ve Peygamber-i Azimüşşan’ın mağara arkadaşı Hz. Ebubekir değil mi?

Rasûlullah’ın (s.a.v.); “İnsanlardan dost edinseydim, Ebûbekir’i edinirdim”60 ve son hutbesinde: “Allah, kullarından birini dünya ile kendi katında olan şeyleri tercih hususunda serbest bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti’” diye Hazret-i Ebûbekir’i övmesi ve mescide açılan tüm kapıları kapattırıp yalnız Hz. Ebûbekir’in kapısını açık bırakması ona verdiği değeri göstermektedir.

Biz burada, Hz. Ali (r.a.)’nin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer efendilerimize ne kadar değer verdiğini gösteren birkaç sözünü yazacağız.

“Ömer, Allah için nice işler yapmıştır! Zamanını doğrultmuş, yarayı sarmış, fitneyi arkasına atmış ve sünneti tatbik etmiştir. Temiz ve hatası az olarak gitmiştir. Dünyanın iyisine yetişmiş ve kötüsünü geride bırakmıştır. Allah’ın emirlerini yerine getirmiş ve hakkını ifâ etmiştir. Gitmiş ve insanları şaşıranın bulamayacağı, bulanın da yakînen bilemeyeceği yol ayrımında bırakmıştır.”61

Bizanslılar’a karşı bizzat savaşa gitmek istediğini söyleyen Hz. Ömer’e Hz. Ali şu cevabı vermişti:

“Düşmana karşı kendin gider ve kendin onlarla karşılaşırsan başına bir felâket gelebilir! Müslümanlarla, ülkelerinin dışına çıkıp da senden sonra rücû edecekleri kalmayacak bir duruma düşme, onlara tecrübeli bir adam gönder ve beraberinde sabır ve nasihat ehlini topla! Allah gâlip getirirse, arzuladığın olur, başka bir durum olursa, halka koruyucu ve Müslümanlara merci olursun!”62

Eğer Hz. Ömer, Hz. Ali’ye düşman olsaydı şu olay vaki bulmazdı; Hz. Ömer, evine yabancı erkeklerin girip çıktığını haber aldığı bir kadına haber göndererek yanına çağırtmıştı. Kadın hamile idi, halife tarafından çağrılmaktan dolayı aşırı bir korkuya kapıldı ve bunun sonucunda karnındaki çocuğu düşürdü. Hz. Ömer durumu istişare etmek için sahabeyi topladı. Hz. ali dışındakiler, halifenin toplum için öğretici ve eğitici konumunda olduğu, dolaysıyla kendisine bir şey gerekmediği doğrultusunda görüş bildirdiler. Hz. ali ise düşürülmesine sebeb olduğu cenin karşılığında diyet ödemesi gerektiğini söyledi. Hz. Ömer onun bu görüşünü tercih ve diyet ödemeyi kabul etti.63

Haydar Baş, İmam Ali kitabında, Hazret-i Ali’nin vasiliği meselesinde açıklama yaparken, Hazret-i Ömer’e saldırıyor ve bunu da Sahih-i Buhari isimli en sahih hadis kaynaklarımızın evveliyle delillendirmiş gibi göstermeye çalışıyor. Halbuki, Haydar Baş, çeşitli videolarında ve bu kitapta zikrettiğimiz bazı cümlelerinde İmam Buhari hazretlerine ‘İmam Ali hakkında gerçekleri örttükleri için’ ağız dolusu küfür ve hakaretler ediyor. Ama işine geldiği zaman hakaret ettiği ve hadis kaynağı olarak görmediği kitabı delil olarak kullanıyor. Biz evvela Haydar Baş’ın naklettiği şekilde verelim, sonra cevabımıza geçeriz:

İbn Abbas’tan rivayet ettiği hadiste bu sözü kimin söylediğini açıklıyor: “Resulullah’ın ölüm vakti gelip çatınca, aralarında Ömer bin Hattab’ın da olduğu birkaç kişi Resulullah’ın evinde olduğu bir sırada, ‘Gelin, benden sonra asla sapmamanız için size bir şey yazayım.’ Buyurdu. Ömer, ‘Resulullah’ı ağrı kuşatmış, sizin yanınızda Allah’ın kitabı var, Allah’ın kitabı bize yeter!’ dedi. 

Ömer’in bu sözü üzerine Resulullah’ın emrini yerine getirme konusunda bulunanlar arasında ihtilaf yaşandı…” (Sahih-i Buhari, Cihad Kitabı)

Şimdi, Sahih-i Buhari’nin Megazi kısmında geçen bu hadisi biz yazalım:

“Abdullah İbn Abbas buyurdu ki: Resulullah Efendimizin hastalığı Perşembe günü arttı. ‘Bana kağıt getirin! Size kitap yazacağım. Benden sonra yoldan hiç ayrılmayasanız’ buyurdu. Orada olanlar konuşmaya başladı. ‘Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmak layık değildir.’ buyurdu. Acaba sayıklıyor mu? Kendisinden bunu sorunuz, denildi. Yine Abdullah dedi ki: Resulullah hasta idi. Yanında birkaç kişi vardık. ‘Size kitap yazacağım. Benden sonra yoldan çıkmayasanız.’ buyurdu. Birkaçımız dedi ki; ağrısı arttı. Yanımızda Kur’an-ı Kerim var. Allah’ın kitabı bize yetişir. Uyuşamadık. Birkaçımız, getirelim, yazsın da, bundan sonra, yolu şaşırmayalım, dedi. Kimisi başka bir şey söyledi. Sözler çoğalınca: ‘Kalkınız.’ buyurdu.”

Yani, Buhari’ye göre Peygamber Efendimizin emrini dinlemek istemeyen belli bir kişi değildir. Burada ‘söylediler’ diyor. Buradan nasıl Hazret-i Ömer manası çıkarılıyor, anlamak mümkün değil. Zira aynı mecliste Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas da mevcuttu.

Bu konuyla alakalı İmam-ı Rabbani hazretleri, Mektubat-ı Rabbani adlı eserinde, Hace Ebu’l Hasen Behadir Bedahşi’ye yazdığı mektubunda şöyle buyurmaktadır: “Hazret-i Ömer’in maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim ‘sorunuz’ demişti. Yani ‘kağıdı elbette istiyorsa, getiriniz’ demek istedi.

….

Peygamber, melekler, büyükler böyle sorup suç sayılmayınca Hazret-i Ömer’in kağıt getirmesini sorması, neden kusur olsun? Neden kendini şüpheli duruma düşürsün?”64

Kâdı İyâd da Hazret-i Ömer’in sözünü soru kabul eder ve şöyle der: “Resulullah (s.a.v.) sayıkladı mı’ sözü Sahih-i Müslim’de ve bazı kitaplarda bu şekildedir. Yani ‘sayıkladı mı’ sözü bir sorudur.”

Peygamber Efendimiz’in kağıt ve kalemi niçin istediği vak’ası Haydar Baş’ın iddiasının tam zıddına da yorumlanmıştır. Mesela; İbn Kesir’e göre, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ebubekir’e itaat etmesini sağlamak için bir ibare yazdıracaktı.65 İbn Kesir’in bu iddiasını da şu vak’a kuvvetlendirmektedir: Peygamber Efendimiz vefat etmeden önceki Perşembe günü bir hutbe irad buyurmuşlardı. Bu hutbede birçok tavsiyelerde bulunmuştu. Vefat edeceğini işaret etmişler ve Hazret-i Ebubekir’in faziletlerinden bahsederek şöyle buyurmuşlardı: “Allah’ın dışında bir dost kabul edecek olsaydım Ebubekir’i dost kabul ederdim.” Nihayetinde ise mescidde Hz. Ebubekir’in kapısının haricindeki bütün kapıları kapattırmıştı.66

Haydar Baş’ın en temelsiz ve kendisinin tamamen Şii itikadına büründüğünü gösteren iddiası ise, Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimizin ahireti teşriflerinden sonra, hilafetin Hazret-i Ebubekir Efendimize bir gasp ve haksızlık sonucu intikâl ettiğidir. Mezkur kitabında Baş’, Hazret-i Ebubekir’in hilafetinin bir ‘tezgah’ olduğunu dile getirdiği çirkin ifadeleri:

1-“Bu bölünmeyi sağlayan Beşir bin Sa’d’ın sözlerini fırsat bildi Ebubekir. Ardından Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutarak şöyle seslendi:

‘Ey insanlar! Bu Ömer, bu da Ebu Ubeyde, bunlardan istediğinize biat edin.’ Habbab bin Münzir, önceden hazırlanmış bu üçlü planı fark ettikten sonra kalktı ve şöyle dedi: ‘Ey Ensar topluluğu! Elinize sahip çıkın ve bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Yoksa sizin bu işteki payınızı alıp götürürler.”67   

2-“Ebubekir, Haşimilerin Ali’nin evinde toplandıklarını öğrenince Ömer’e; ‘Halid nerededir?’ diye sorduÖmer de; ‘buradadır’ deyince, ‘öyleyse gidin, Ali ve Zübeyr’i biat etmeleri için dışarı çıkarın’ dedi. Ömer ve Halit, Fatıma’nın evine gittiler. Ömer içeri girdi. Halit kapıda bekliyordu. Ömer, Zübeyr’in elindeki kılıncı görünce, ‘bu nedir’ diye sordu. Zübeyrcevaben; ‘Bunu Ali’ye biat etmek için hazırlamışım’ dedi. Ömer, Zübeyr’in elindeki kılıcı aldı ve oradaki bir taşa vurup kırdı. Evde Ben-i Haşim’den birçok kişi vardı. Ali’ye;’Kalk gidelim, Ebubekir’e biat et’ dedi. Ali gitmek istemedi. Ömer, Hz. Ali’nin elinden tutup çekmeye başladı. Nihayet onu Halid’e teslim etti. Ömer ve Halid, Ali’yi zorla çekerek götürüyorlardı.”68

Hayret ki, Haydar Baş aynı eserinde kahramanlığını yere göğe sığdıramadığı, Hayber’de yedi kişinin kaldıramadığı kapıyı kaldıran, Bedir’de öldürülen 72 müşriğin 41 tanesini öldürdüğünü iddia ettiği Hazret-i Ali Efendimizi69, yukarıdaki iddiasıyla adeta tam zıt bir kişiliğe büründürmüş. Sen bir bilim adamı (!) olacaksın, sonra bir kişinin bir savaşta 41 kişiyi öldürdüğünü, diğer bir harpte 7 kişinin kaldıramadığı söyleyeceksin. Daha sonra, aynı adamın istemeye istemeye iki kişi tarafından sürüklenerek götürüldüğünü iddia edeceksin. Pes doğrusu!

3-“Kendisi de bir muhacir olan Ebubekir, Hazreçlilerin kendisine beyatı için de bazı yardımlarda bulunması gereğini anlamıştı. Ebubekir, kadınlardan da çeşitli hediyelerle beyat almaya çalıştı. (…) Ebubekir Emevileri ve Ensar kadınlarını maddi menfaatler ile kendine karşı pasif bir hale getirdi.”70

4-“Görüldüğü gibi Hz. Ömer’in teşkil ettiği şura kendi içinde tarafsız değildi. Tam bir hısımlık ve kabilecilik ruhu hakimdi. Böyle bir topluluk sıhhatli bir karar çıkması mümkün değildi.”71

5-Hz. Ebubekir Efendimizi halife seçen sahabe-i kiramı; ‘kaba idrakli Arap toplumu’ olarak nitelendiriyor.72

Hazret-i Ali Efendimizin, Peygamber Aleyhisselatü vesselam efendimizden sonra hilafete geçmemesi haksızlık olarak yorumlayan Haydar Baş’ın yukarıdaki iddiaları tamamiyle Şii öğretilerinin tesiri altında kalmasından dolayıdır, ki verdiği kaynaklar da Şii kaynaklarıdır. Resulullah Efendimiz (s.a.v.) vefat ettikten sonra elbette, ahkam-ı diniyyeyi tatbik edecek birzat başa geçecekti. Fahr-i Kainat Efendimizin bu hususta, hayatlarında iken açık beyanı olmamıştır. Lakin vefatından sonra halifelerin olacağını söylemişti.

Hazret-i Peygamberimizin kağıt isteme hadisesinde değindiğimiz gibi, Mescid-i Nebevi’de Hz. Ebubekir’in kapısı müstesna bütün kapıları kapatılmıştı.

Hazret-i Ebubekir’in hilafetiyle mühim bir delil de, Peygamberimizin onu imamlığa tayin etmesidir. Hasta olması hasebiyle, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) namaz kıldıracak takat bulamayınca, Hazret-i Ebubekir’in namaz kıldırmasını ister, lakin Hz. Aişe Anamız, babasının rikkatli olduğunu ve buna ağlamaktan dayanamayacağını söyleyince, Resulullah Efendimiz Hazret-i Aişe Validemize celallenir ve imamlığa Hz. Ebubekir’in geçmesini emreder.73

Hatta, olayın devamında, Hazret-i Aişe Anamız, imamlık için Hz. Ömer’i gönderir. Hazret-i Ömer’i sesinden tanıyan Peygamber Efendimiz buna mani olarak namazı Hazret-i Ebubekir’e kıldırtır.74

Netice’de Peygamber Efendimizin de, kendisine uyarak namaz kıldığı, Hazret-i Ebubekirbir rivayete göre on yedi vakit, bir rivayete göre yirmi vakit namaz kıldırmıştır.75 Yani, başka kimsenin imam olmasını istemeyen Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ısrarla Hazret-i Ebubekir Efendimizin imam olmasını emretmiştir.

Bu hadise doğrultusunda Hazret-i Ali Efendimiz, Hazret-i Ebubekir’e beyat ederken şöyle buyurmuştur: “Resulullah’ın dinimiz için razı olduğundan biz de dünyamız için razı olduk.”76

Şiilerin ve Haydar Baş’ın iddia ettiği gibi, Hazret-i Ali’nin nasla halife tayin edilmesi şöyle dursun; Resulullah’tan sonra hilafete Hazret-i Ali’nin daha layık olduğuna dair bir işaret bile yoktur. Hazret-i Ebubekir’in hilafete layık olduğuna dair ise birçok haberler vardır.

Bu konuyla alakalı şu hadise de mühimdir. Hazret-i Ali, Peygamber Efendimizi son hastalığında ziyaret edip çıkınca sahabiler ona Peygamberin durumunu sorarlar. O da, Fahr-i Kainat’ın iyi olduğunu söyler. Hz. Abbas ise Hz. Ali’ye: “Ben Resulullah’ın yakında vefat edeceğini tahmin ediyorum. Zira Abdülmuttalip oğulları vefat edeceği zaman onları yüzünden bilirim; Resulullah’a git. Bu iş (hilafet) kimin olacak sor. Bu iş bizde ise bilelim. Bizim dışımızda biriise onu da bilelim. Resulullah vasiyet etsin.” deyince Hz. Ali: “Şayet bunu Resulullah’a sorar ve o da bizi bundan men ederse ondan sonra insanlar bir daha bu işi bize vermez. Bundan dolayı bunu sormam.” şeklinde cevap verir.77

Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Ali ve Hz. Abbas hilafeti arzu etmektedirler. Ancak bunu Resulullah’a söylemeye veya bu konuyu sormaya cesaret edememektedirler. Yani vasiyet ve vasilik diye bir durum yoktur.

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Abbas, Hz. Ebubekir ile karşılaşır ve “Hz. Peygamber sana vasiyyet etti mi?” der, ondan ‘hayır’ cevabını alınca Hz. Ömer’e de aynı soruyu sorar ve aynı karşılığı alır. Sonra Hz. Ali’ye beyat etmek ister.78

Kaynaklarda gördüğümüz kadarıyla Hazret-i Ali Efendimizin kahramanlığı ve yiğitliği gözler malum iken haksızlığa boyun eğdiğini ve sessizce senelerce beklediğini söylemek hem aklen hem de ilim ışığında mümkün gözükmemektedirler. Hz. Ali’nin Hz. Ebubekir’e biat ederken söylediklerini bilirsek, meselenin hilafet değil sadece danışmada bir ihtilaf olduğunu anlarız. Hazret-i Ali Efendimiz, Hazret-i Ebubekir Efendimize: “Sizler Resulullah’ın (s.a.v.) cenazesi gözlerimizin önünde iken bizi terk ettiniz. İşi (hilafeti) kendi aranızda hallettiniz. Bizim hakkımıza riayet edip bizimle görüşmediniz.”79

Yani Hazret-i Ali efendimizin sitemi, hilafetin kendisiyle değil kendisiyle danışılmamasındandır. Çünkü daha sonra Hz. Ebubekir’e biat ederken ona hitaben şunları söyledi Hz. Ali: “Biz sizin faziletinizi biliyoruz. Hz. Allah’ın size verdiği bir lütufta seninle yarışmayız ve haset etmeyiz. Ancak biz Resulullah’ın (s.a.v.) yakınları olmamız hasebiyle hilafet meselesinde bir rolümüzün olmasını istedik. Resulullah’ın dinimiz için öne geçirdiğini biz de dünyamız için öne geçiririz. Siz Hz. Peygamber’in mağara arkadaşısınız. Sizin maharetinizi ve faziletinizi biliyoruz. Sadece bizimle istişare edilmemesine üzüldük.”80 Bu sözlerin, Buhari’de, Bakillani’nin Temhid’inde, İbn Kuteybe’nin el İmame’sinde, Mesudi’nin Mürucu’z-Zeheb’inde, Suyuti’nin Tarihu’l Hulefa’sında, Seyyid Şerif Cürcani’nin Şerhu’l Mevakıf’ında geçmesi, bu haberin sağlamlığını göstermek bakımından yeterlidir.

Hilafetin Hazret-i Ebubekir Efendimize intikalini “tezgah” olarak yorumlayan küstahlara ilk cevabı yukarıda Hazret-i Ali efendimiz vermişti zaten. İkinci cevap olarak da, Hazret-i Ebubekir’in ilk hutbesinin yazalım:

“Ey İnsanlar!

Sizin en hayırlınız olmadığım halde size emir ve halife tayin edildim. Beni hak ve hakikat üzere görürseniz bana yardımcı olunuz. Batılda ve yanlışta görürseniz doğrultunuz. Aranızda Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Allah’a isyan edersem bana itaat etmeniz gerekmez.

Dikkat ediniz! Yanımda en kuvvetli olanınız haksızlığa uğramış zayıf kimsedir. En zayıfınız da, haksız ve zalim olduğu halde kuvvetli olan kimsedir. Zira mazlumun hakkını zalimden alacağım. Bu sözümü söyler, kendim ve sizler için Allah’tan af ve mağfiret niyaz ederim.”81

Haydar Baş’ın hilafet konusundaki tavrı, Hazret-i Ali’yi savunmasındaki aşırılığının yanı sıra Hz. Ömer’e devamlı şekilde hakaret ve iftira etmesiyle iyice pisleşmiş, dinimize, tarihimize yakışmayacak kadar alçalmıştır. O kadar ki, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Fatıma Anamızın karnındaki çocuğu düşürdüğünü söyleyecek kadar basitleşmiş biridir Haydar Baş.

“Mutezile fırkasının reisi İbrahim bin Seyyar’dan, Şehristan’i şöyle diyor: “İbn Seyyar diyor diyorki: “Ömer beyat almak için evin kapısını Fatıma’ya doğru itince Fatıma çocuğunu düşürdü. Ve Ömer içeride Ali, Fatıma,Hasan ve Hüseyin olmasına rağmen evin yakılması için emir verdi.”82

Burada, Hazret-i Ömer’in Hazret-i Fatıma’ya doğru yalnızca kapıyı ittiğini iddia eden Haydar Baş, başka eserinde bu konuyla çok farklı ve daha abartılı iftiralar atmaktadır.

“…Nihayet Hz. Ömer kapıyı ateşe verdi, sonra da şiddetle tekmelemeye ve itmeye başladı. Kapı açıldı, Hz. Ömer içeri girmek istedi. Hz. Fatıma, Hz. Ömer’in önünü kesti. Hz. Ömer kılıfında olan kılıncıyla o Hazrete (Hz. Fatıma) vurmaya başladı.

Hazret, belki de halk gaflet uykusundan uyanır ve Ali’yi savunurlar diye ağlayıp, feryat etmeye başladı. Hz. Fatıma’nın ağlayıp, yardım talebinde bulunmaları, o taş yürekli insanlara hiç tesir etmedi. Hatta o hazreti dövmeye başladılar ve kamçıyla kolunu morarttılar.”83

Bu konuyla alakalı, Ehl-i Sünnet’in kaynaklarını da tahrife kalkışan Haydar Baş, Şehristani’nin el Milel ve’n Nihal adlı esere atıfta bulunarak söylediği söz şudur: “Nazzam der ki: ‘Hz. Ömer, biat günü Fatıma’nın karnına vurdu, bundan dolayı da Zehra karnındaki Muhsin’i düşürdü.’”84

Sayın okuyucumuz, aynı esere, Haydar Baş aynı taktiği kullanarak yine iftira atacaktır ki, bir sonraki konumuzda göreceksiniz. Halbuki, Şehristani, Nazzamiyeyi bu görüşünden dolayı kınamak için bu iddialarını ele alır ve onları bu görüşlerinden dolayı eleştirerek red eder.

Halbuki, Şehristani, el Milel ve’n Nihal adlı eserinde, Ehl-i Sünnet’in haricindeki mezheplerin görüşlerini tenkit ederek anlatıyor ve İbn Seyyar’ı da bu söylediklerinden dolayı eleştiriyor. Bir kaynak, nasıl oluyor da iddiasının tam aksine bir görüşe kaynak olarak gösteriliyor, bunu da Haydar Baş’tan öğrenmiş olduk böylece. Herhalde, bu oyunu Baş, Şehristani’nin Ehl-i Sünnet olmasından faydalanarak, Sünniler indinde görüşünün kabul görmesi için tezgahlamıştır.

Şimdi, Haydar Baş’ın Hazret-i Ali’nin Gadr-ı Hum’da halife tayin edildiğine dair asılsız iddialarını ele alalım. Ve Hazret-i Ali’yi nasıl da Peygamber konumuna koyduğunu göreceğiz. Evvela Haydar Baş’ın iddialarını savunmada Kur’an’ı bile fütursuzca tevil ettiğini görmekteyiz.

“ ‘Biz herşeyi apaçık bir imamda saymışızdır.” (Yasin Suresi, 12) ayet-i kerimesiyle ilgili İmam Cafer Sadık, babası ve dedesinden (Hz. Hüseyin) şöyle rivayet etmektedir: “Bu ayet indiğinde, Hz. Ömer ve Ebubekir, Resulullah’a sordular:

“Ya Rasulullah! Kur’an’da geçen bu imam, Tevrat, İncil, Zebur veya Kur’an mıdır?” Resulullah: “Hayır” dedi. O sırada babam (Hz. Ali) Resulullah’ın huzuruna geldi. Resulullah şöyle buyurdu: “İşte Allah’ın her şeyin ilmini içinde saydığı imam budur.”85

Haydar Baş’a göre, Hazret-i Ali, Peygamber’in aynısı idi. Bu iddiasına yine bir Şii kaynağından delil getirmiş. O Şii kaynakta, Hz. Ali efendimize şu yalan söz isnat edilmiştir: “Benim Hz. Ahmed (Hz. Peygamber) karşısındaki konumum ışığın ışık karşısındaki konumu gibidir.”86

“İbn Abbas’ın rivayetine göre Hz. Ali hakkında tam 300 ayet nazil olmuştur.”87

Sanki, -hâşâ- Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hazret-i Ali Efendimizi müjdelemek için gelmiş de, Haydar Baş da bunu ifşa etmektedir.

 

Kaynak: http://dintahripcileri.com/haydar-bas/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir