Zıyâiyye BEKÇİSİ
.
“ALLÂH’IN DÎNİNİ VAHİY VE RİSÂLET ÖLÇEĞİNDE KAVRAYIB SORGULAMAYANLAR, KİMİ ZAMAN ŞEYTANIN, ONUN NEFSİNE HOŞ GÖSTERDİĞİ ŞEYLERİ, DÎN ZANNETMEKTEDİRLER.” (İslâm Cemaatine Doğru, Risâle Yayınları, s. 10)
Akid Üstâdı Abdür Çelebi yukarıdaki paragrafı ile pek meşhurdur. Ancak onu (Çakma Üstad) yapanlar ve yeni yetmeler bunları bilmez. 15-20 sene evvellerde, bir de siyah bir beresi vardı ve onu hiç çıkarmaz, püsküllü Kedir’in fesi ne ise, bu bere de o idi!
Yeni Akit’in Çakma Üstâd’ı Abdurrahman Çelebi’nin târihçe-i hayâtı, Acemistan’ın “Takiyye îmanlı ve mut’acı Âyitulla Şiiliği” ile, Vatikan “Rûhu’l-Kudüs rûhâniyyetli teslisci (ekânim-i selâseci) putperest hıristiyan” mahabbeti üzerine kurulmuş gibidir! Bir zamanlar Toktamış, Yurdatapan, Alabora, Uras, v.s. gibi ateist, Bulaç gibi Fettoşist birçok kankaları vardı; ve onlarla tv (kanaliza.yonlarına) çıkar, beraberce “fikir (!) özgürlüğü” veya “fikir fâ….liği” neyi iktizâ etdiriyorsa, birlikde irtikâb ederler; ve Müslümanlara ŞU MESAJI VERİRDİ:
“Siz de bizi örnek alın ve bizim gibi yapın; ateist arkadaşlar bulun, onlarla oynaşın, düşüb kalkın!. Kendinize ve bu kankalarınıza göre bir dîn uydurmaya çalışın; aman aman dikkat edin, bu dinlerin adı hep Müslümanlık olsun; ve bu dînler, Âdem Aleyhisselâm’dan beri ve hele 15 asırdır gelen “Vahiy-Risâlet Temelli” dîni hiç beğenmesin!. O beğenmediği “geleneksel” dindeki Vahyi (Allâh Azze ve Celle’yi) ve Risâleti (Peygamber-i Zîşân Aleyhisselâm) Hazretlerini SORGULASIN, YANİ HESABA ÇEKİB İSTİNTÂK EYLESİN!”
Bazı gerzekler de zannederlerdi ki, “Çakma Üstâd ve gibileri, böylece, ateistleri hergün işliyerek bir çıt İslâmiyyet’e çekecekler!”
Halbuki tam tersi olur, birkaç düzinelik ateist çeşitlemeler, onu, şübhe yani “REYB” bataklığına çeker; ve Kelâm-ı Kâdîm’in “Ben kendisinde REYB (şübhe) olmayan Kitâb’ım; mü’minler gayba (Şeksiz şübhesiz, Peygamber ile, O’nun haber verdiği herşeye, hiç şübhe ve tereddüd etmeden yani SORGULAMADAN) îmân-ı ŞER’Î ile îmân ederler” buyruğu nazarlardan buharlaştırılır ve kaybolur giderdi! (Bkz: Bakara 2-3)
Bu ateist, şii ve şu-bu din müntesiblerine yamanıb takılan “nevzuhûr slâmcı”, entel, bamtel, esfel ve dantel takımları, “Reyb=Şübhe” içine düşerek îmânlarından olur; ve bunu da, “İslâm, hoşgörü, diyalog, v.s. adına müdâfaa edecek kadar sapıtırlardı!”
Zaman, Kâinât’ın İmâmı Fettoşü’l-Kezzâbın, 160 memleketde “Saltanat-ı İlhâdiyyât” ve “Makâmât-ı Mehdiyyet” içre dümdâr-ı hükümdâr olduğu Vatikanik oynaşların kıvamında fokurdaşdığı (Ahırsaman’dan) bir zaman idi!
Bir misâl olarak zikretmek îcâb ve iktizâ ederse, “Üstâd Abdurrahman Çelebi’nin 1990’da yazdığı bir irşâdnâmesinden”, şu reybin ve dolayısıyla oriyantalist i’tikâd-ı fâsidesinin nasıl fışkırdığını tekrar okuyabiliriz:
“ALLÂH’IN DÎNİNİ VAHİY VE RİSÂLET ÖLÇEĞİNDE KAVRAYIB SORGULAMAYANLAR, KİMİ ZAMAN ŞEYTANIN, ONUN NEFSİNE HOŞ GÖSTERDİĞİ ŞEYLERİ, DÎN ZANNETMEKTEDİRLER.” (İslâm Cemaatine Doğru, Risâle Yayınları, s. 10)
Müthiş!
Eğer bu dehşetengiz inkâr cümlesi ateist ve oryantalistlerden Dilipoğa geçmeyib de, septik nice ilhâdiyatçı bilim ve milim adam ve madamlarına “Üstâd-ı Üstûre Dilipoğ’dan” geçmiş ise, o adam ve madam şarkiyatçılar, İslâm’ın “Vahy ve risâlet” temeline konulan bu bombaya mal bulmuş mağribî gibi sarılıb, bundan, nicelerini de bitarîkı’l-işrâk ve sür’atle “üretebilirler!”
29 sene evvel küfrü dalâlet püsküren bu korkunç satırların îmâlâtçısı, bugün, bu hâliyle Akit’in ve O’nun Genç adamı Bülend oğlumuzun acebâ ma’lûmu değil midir!?. Üstadları Tavil Abdur Çelebi bu ebedî felâkete bâdî olacak satırları içün, suçu irtikâb etdiği aynı münâkalât vâsıtaları üzerinden, gene aynı aleniyyetle rücû’ ederek ve “Tevbe-i NASÛH” ile müstağfir olduğunu efkâr-ı umûmiyyeye arz ve beyân etmiş midir?
Etmişse, biz de “Tebvekâra” yapılacağı yaparız!
Etmemişse, hem dall ve hem mudill bir manzara karşısında olmağla, bunu şiddet ü nefretle reddeder; bunun, Dîn-i HAKK’a atılmış iğrenç bir iftirâ (Bühtân) ve tahrîf olduğunu söyler ve mutlak olarak reddederiz!.
“Çakma Üstâd Abdur” bâlâdaki bu korkunç beyânı ile, “Vahiy ve Risâletle ortaya konulan mutlak Hakîkatların SORGULANMASI” (istintâk edilmesi) lüzûmunu ortaya fırlatmaktadır…
“Vahiy ve Risâleti SORGULAMAK…”
1) REYB HÂLİ,
2) Mutlak Hakîkât olduğuna inanmamak,
3) Beğenmemek,
4) Şahsî aklı, vahy ve Risâletin üstünde görmek,
5) Şahsın aklını ve kendisini, Hâlık’dan çok beğenmesi, tekebbür ve ucub…
6) Bildiklerinin, bilmediklerine nisbetinin sonsuzda bir oluşunu bile bilemiyecek kadar nâmütenâhî cehâlet…
Peygamber-i Zîşân Aleyhisselâm’dan i’tibâren 15 asırdır Ehl-i Sünnet istikâmetindeki İslâmiyyet’e ters, zıd ve mugâyir bütün şahsî veya zümrevî istihzâ, istiskâl, i’tirâz ve “sorgulama” içindeki bütün nevzuhûrların teşekkül menşei ve varlık sebebi, 2-3 asırlık hele hele 96 yıllık ateist, lâyık ve mülâhîd ve Haçlı Batı ve Siyonist felsefe ve bunun bütün şu’beleridir ki, bunu da tezgâhlıyan, el ân mevcûd o felsefeler parmağındaki köleleşmiş maarif sistemi ve güdücüleridir…
Adı geçen sistemler, İslâmiyyet’i YOK edemeyince, O’nun her bir rükün, şart ve unsurlarına, tahrîf içün, binlerce diplomalı echelleri, haşere sürüleri misâli üşüştürdü; ve onlar eli ve diliyle de, bütünü kemirtib paramparça etmelerinin plânlarını tatbika koydu…
REYB bunların başında geliyor ki, Dîn-i Celîl-i İslâm’ın vâzıı bulunan Allâh Azze ve Celle Hazretleri, her müslümana 24 saatde bir, tam 40 kere okutub duâ etdirdiği fev’kal’âde kıymetli “Fâtiha’dan” sonra, Bakara Sûre-i Celîlesine geçiyor ve O’nun da hurûf-ı mukattaadan sonraki BİRİNCİ ÂYETİNİN BİRİNCİ CÜMLESİNİ, “İŞTE O KİTAB, BUNDA R E Y B YOK” ibâresi ile vaz’ u inzâl buyuruyor!
REYB varsa, Kitâb’a îmân yok…
Kitab’a îmân varsa, REYB YOK!
REYBİ yok etmeden, Kitâb’a ÎMÂN MUHÂL…
Türkiya’da on milyonlar, dünyâda nice milyarlar, bu REYB (Şübhe) denilen onulmaz beyin ve kalb kanserine yakalanmış, yatalakdan bin beter, tepeden tırnağa meflûc… Anınçün de, ne Mekke, ne Medîne, ne kudüs, ne İstanbul, ne Şam, ne Bağdad, ne ve neresi bir hâl yoluna konulabiliyor!
XÇelebi’nin “sorgulamasına, reyb ü şübhelerine” geçersek, bunun, Kelâm ü kitâbet ile beyânı, bu mevzû’un ehli ve mütehassısı olan Dâhî Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerine bırakmak, îmân borcumuz ve tek çâremizdir. Şeytanına köpek olmayanlar okur; ve mu’cebince de îmân ederler:
“Kitablar içinde Hakk, Kitâbullâh olduğu, bunun kadar kat’iyyet ve yakîn ile ma’lûm olan ve Sırât-ı Müstakîmi bunun kadar gösteren hiçbir Kitâb yokdur. Bunun ne keyfiyet-i vahiy ve inzâlinde bir şübhe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır…… Binâenaleyh münzil-i Hakk, şiâr-ı Hakk, muhbir-i Hakk, gâyesi mahz-ı hayır ve seâdet-i beşer olan BU KİTAB’DA, R E Y B E MESÂĞ VERECEK NE BİR CEHL Ü GAFLET, NE DE BİR SÛ-İ NİYYET VE GARAZ-I FÂSİD TASAVVURUNA HAKK YOKDUR.”…..
Bunun (Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın) kemâlinde, hakkıyyetinde, ahlâkıyyetinde ve nisbetinde (İRTİYÂBE=REYBE) düşecek olanlar, iki sınıfdan hâlî olamazlar.
1) Bunlar, ya cehl-i mürekkebe boyanmış, ağrâz-ı mahsûsalarından başka hiçbir şeye hiss-i irtibâtı kalmamış olan mahtûmü’l-kulûb (kalbleri kilitlenmiş, mühürlenmiş) muannidî-i keferedir (küfr-i inâdî içindekiler)dir!
2) Veya cehl-i küllîye inanmış, HER HUSUSDA ŞEKK Ü ŞÜBHE RUHLARINI KAPLAMIŞ, İDRÂK-İ HAKK’A, İLM Ü ÎKÂNA (yakîn derecesinde bilmeye), hüsn-i ahlâka erdirecek nûr-i basîretleri sönmüş, nifâk-ı sû-i zannı şiâr edinmiş REYBİYYÛNDURLAR. Artık bunların ŞEKKleri, kuşkuları da tamâmen ma’nâsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kâfirlerin ve münâfıkların hâllerini de yakında görürsünüz…” (c.1, s.164)
“…..Yani REYB, şekke yakın ve fazla olarak sû-i zann gibi bir töhmet ma’nâsını da mutazammındır…… Rasûl-i Kibriyâ: “Yâ Rabb! Reyb ü şirk içinde yüzen şu kütle-i beşer benim karşıma çıkıb da, bu Kitâb’ın Hakk Kitâbullâh olduğu ve sana taraf-ı ilâhîden vahyen inzâl kılındığı ne ma’lûm? Bu senin sözün, şâirler, muharrirler ve müellifler gibi sen de bunu kendin tasavvurluyorsun ve fazla olarak bir de Allâh’a isnâd ve iftirâ ediyorsun” diye bühtâna kıyâm edecek olurlarsa ben ne yaparım?” diyebilirlerdi.” (BİZDEN: Sorgulayabilirlerdi.)
“İŞTE CENÂB-I ALLÂH BÖYLE BİR SUÂLE MEYDAN BIRAKMAMAK İÇÜN, “BU BABDA HİÇBİR VECHİLE İRTİYÂBA (şübhe ve sorgulamıya) MAHAL YOKDUR” DİYE SARÂHATEN TE’MÎNÂT-I MUTLAKA BAHŞETMİŞDİR Kİ, BUNDA, RÛH-I RASÛLULLÂH’IN, VAHYİ GEREK TELÂKKÎ VE GEREK TEBLİĞDE SÂDIKU’L-VA’Dİ’L-EMÎN OLDUĞUNU TESCÎL VE İ’LÂN VARDIR. VE BU SÛRETLE KİTÂBIN LÂRAYBEFÎH OLDUĞUNU TESCÎL, MÜBELLİĞİ OLAN MUHAMMEDÜ’L-EMÎN’İN LÂRAYBEFÎH OLDUĞUNU DA TESCÎLDİR.”
“İslâmiyyet’i Vahyi ve Risâlet üzerinden SORGULAMAK”, Merhûm Müfessirin bu satırlarının önüne konulduğu zaman, netîcesi apaçık görüldüğünden bizim buna ilâve edecek sözümüzün olamıyacağı bedâhaten ortadadır… Yeter ki, echel-i cühelâ, bu ata-dede lisânının ne demek istediğini anlıyabilecek asgarî seviyede olabilsin!
Tefsir devam eder:
“Bu mebdee İlm-i Kelâm ve Hikmet nokta-i nazarından baktığımız zaman, herşeyden evvel reyb ve îkân (yakînen bilme) mes’elesine (c.1,s.165) ilm ü ma’rifet nazariyesinin künhüne işâret ve bu babdaki bütün cidâl-i felsefînin bir vahy-i sarîh ile bertaraf edilivermiş blunduğunu görüyoruz ki, akâid kitablarımızın en başında; “Hakâik-i eşya sâbit ve bunlara ilim mütehakkık (hakîkatı ilmen meydanda)dır” akîde-i evveliyyesinin vaz’ı ve sofastâiyye denilen ehl-i REYB ve İNÂDIN reddi ve esbâb-ı ilmin tahkîki ile de söze başlanması, bundan neş’et etmişdir. Ve yeni felsefelerde, en evvel bu noktaya ehemmiyet verdikleri ehlinin ma’lûmudur. Böyle olmakla berâber, ulûm u fünûnun terakkiyâtına rağmen, âlemde gerek nazarî ve ahlâkî reybîliğin vakit vakit tevessü’ etmekde olduğu (genişleyib yayıldığı)) dahî inkâr olunamaz. Binâenaleyh beşeriyyetin en büyük maraz-ı kalbî ve ahlâkîsi, şübhe ve İRTİYÂB (şübhecilik-septisizm) mes’elesinde olduğunu ve saadet-i beşer gâyesinde bunun herşeyden evvel lâzım-ı izâle (ortadan kalkması) bulunduğunu Kur’ân-ı Azîmüşşân bu sûretle iş’âr etdikden (bildirdikden) sonra, insanları îmân ve ilm ü îkân ile yaşatacak olan tarîk-i hakkı ve sırât-ı müstakîmi peyderpey îzâh u beyân edecek….” (s..166)
Bervechi âtî de şunu anlıyoruz ki, reyb, şübhe, “bedâhati sorgulama” peşindeki adam ve madamlar, “fıtrî kâbiliyyetleri yok olmuş, cibilliyetleri bozulmuş hâsirûn”dur. Dembokrasi başda olmak üzere bütün “Beşerî sistemlerle felsefelerin” insanlığı düşürdüğü cehennem çukuru da işte budur:
“….. bu Kitab’dan istifâde ederek matlûba erecek olanlar reyb ü şübheden, şübheli yollardar sakınarak kendilerini korumak, âkıbetlerini kazanmak kâbiliyyetine mâlik bulunan müttekîlerdir…..kâbiliyyet-i fıtriyyelerini zâyi’ etmiş bulunanlar, bundan müstefît olamıyacak ve belki dûçâr-ı hüsrân olacaklardır.”
“….. Kur’ân herkese tarîk-ı Hakkı sûret-i umûmiyyede göstermek içün nâzil olmuş olmakla berâber, herkes bunu kabûl ve ihtiyârda (istemekde) müsâvî olmıyacak; bir takımları buna irâdesini sarf etmiyecekdir. Çünki insanlığın esâs-ı fıtratında (s.167) umûmî olan kâbiliyyet-i hıtâb, bir takımlarında sû-i i’tiyâd (kötü alışkanlık ve huylar) ile külliyyen zâil (tamâmen yok) olmuş bulunacağından, irşâdât-ı Kur’âniyye belâğat-ı kâmile ve hakîkat-ı şâmilesi ile berâber o gibilerin kalblerinde bittabi’ dâire-i mahabbeti uyandırmıyacak ve belki aksi te’sîr yapacakdır. Bunun içün asıl fâide-i hıtâb, hüsn-i ihtiyâra mâlik bulunan erbâb-ı isti’dâda âid olacakdır ki, bunlar da ittikâsı lâakâl (en az) kâbiliyyet-i ittikâsı bulunan müttakîlerdir.”
Görüldüğü gibi, “Hosgörü, Diyalog, Vatikancılık, Humeynicilik, Reybcilik, Vaz’-ı İlâhîyi SORGULAYICILIK, v.s.” gibi mübtezelliklerin peşine düşen adam ve madamların “Kur’an-ı Azîmüşşân’a muhatab müttakiler olması” aslâ mümkin olamıyacakdır…
“…….(Bu kitâb, bütün nev’-i beşere hidâyet içün nâzil olmuşdur. Fakat bu hidâyetden istifâdenin ilk şartı, ittikâyı ihtiyâr etmek, yani korunmayı istemekdir. Binâenaleyh evvelemirde korunmaya tâlib olunuz ki, felâh bulasınız) meâlinde bir takvâ tavsiyesini mutazammındır.” (s.168)
“…..ve müttakîn demek, inâd ve nifakdan, REYB-İ KÜLLÎDEN İCTİNÂB EDEBİLECEK VE YAKÎN-İ HAKKA NAMZET OLABİLECEK FITRAT-I SELÎME VE UKÛL-İ SAHÎHA ERBÂBI DEMEKDİR Kİ, MÜFESSİRÎN BUNU, “MÜŞÂRİFÛNE LİTTAKVÂ=takvâ derecesine yükselenler” DİYE TEFSÎR EDERLER.” (s.170)
Bugün bütün dünyâdaki zulmün nasıl azgınlaşdığı; ve kan akıtıb, can, mal, din, akıl ve nesil emniyetinin de kökünden kazındığı, kâbil-i inkâr olmıyan bir vâkıadır. Merhûm Müfessir bunu da 2 cümle ile son derece beliğ ve fasîh olarak cihan tâğutları ile, decâcile, cebâbire ve zalemesine “Allâhsızlıkları” üzerinden ihtâr etmektedir:
“…..Filvâkı’ cem’iyyet-i beşeriyyede tam ma’nâsıyla tevhîd-i Hakk’a müstenid bir nizâm-ı hayât sûret-i umûmiyyede henüz teessüs etmiş değildir. Henüz beşeriyyet-i amme, vikâyetullâh’a girmemiş ve âkıbet ve âhıretine îkân hâsıl edecek mertebe-i ittikâya yükselememiş olduğundan, âlemde buhrân-ı ictimâî berdevâm bulunmuşdur.” (s.171)
Azgın ve dembokratik Diktatörlerin irâdelerine teslim olmuş ve onların zulümlerine ma’ruz bırakılan dünyada, Dîn-i İSLÂM’ın emretdiği nizama (sisteme) henüz geçilememiş; dolayısıyla beşeriyyet, Allâh Azze’nin himâye ve koruyuculuğunu aslâ hakedememiş; îkân hâsıl edecek kadar müttakî olamamış; bunun netîcesinde de zulmün binlerce çeşidi “sosyal buhranlar” hâlinde her tarafı kasıb kavururken, devlet adı altındaki iri çeteler yani Allah’a karşı terör başlatanlar, petrol haydutluğu ve binbir çeşit hırsızlık uğruna, her an çıkacak büyük bir patlamanın ateşi ile OYNAR olmuşlardır…
(Mâba’di var)
İntişârı: 25.01.2019 / 14:56:24